Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Teziç ve TÜSİAD



AKP’nin, Atatürkçülük atıflarını kısmen azaltsa da kritik yerlerde aynen koruyan, ayrıca din ve vicdan özgürlüğüne Sezer tipi sınırlamalar getirerek laikliği daha da güçlendiren anayasa taslağına Atatürkçülük ve laiklik adına tepki gösterenlerden, aynı konularda vaktiyle çok daha özgürlükçü ve demokrat öneriler getirmiş olanların listesi her geçen gün kabarıyor.

Barolar Birliğinin, anayasadaki Atatürk atıflarını tek bir cümleye indiren taslağıyla CHP’nin 1994’de dile getirdiği demokrat yaklaşımlardan söz etmiştik. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç ve Süheyl Batum gibi profesörlerle TÜSİAD da aynı yönde çarpıcı örnekler ortaya koymuşlar.

Teziç’le Batum’un 1992’de TÜSİAD için hazırladığı anayasa taslağından çarpıcı görüşler:

* Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî ideolojisi olmaz. Kemalizm anayasada yer almamalı. * Atatürk milliyetçiliği ifadesi kalkmalı. * Genelkurmay Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalı. * Cumhurbaşkanı ve milletvekili yeminlerinde Atatürk ilke ve inkılâplarına yer verilmemeli. * Devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında anayasada değiştirilemez hüküm olmamalı. * Anayasanın otoriter ve kutsal devlet anlayışını yansıtan başlangıç bölümü demokrasiyle bağdaşmaz... (Zaman, 22.9.07)

Taslakta, Barolar Birliğinin çalışmasında da adı geçen Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu’nun imzası da var.

Bu arada, fazla uzağa gitmeden, yine TÜSİAD’ın yayınladığı bir başka rapora baktığımızda da demokratikleşme için önemli açılımlarla karşılaşıyoruz.

2006-Aralık tarihini taşıyan ve bu yılın ilk ayında kamuoyuna açıklanan “Türk Demokrasisinde 130 Yıl” başlıklı çalışmada, on yıl önce Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlatılmış olan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporunun Prof. Dr. Zafer Üskül tarafından güncellenmiş son halinde ilginç öneriler yer alıyor.

İlk olarak Tanör’ün dile getirdiği ve Üskül’ün de paylaştığı bu önerilerden birinde, anayasanın başlangıç bölümündeki “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Türk millî menfaatleri, Türk varlığı, (...) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği”ni bildiren 5. paragrafın tamamen kaldırılması isteniyor. Ve Üskül, bu paragrafta daha sonra yapılan “iyileştirme”nin yetersizliğini vurgulayarak Tanör’ün önerisini tekrarlıyor.

Raporda, MGK’nın anayasal kurum olmaktan çıkarılması, Genelkurmay’ın Millî Savunma Bakanlığına bağlanması, Siyasî Partiler Kanununda partilere Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalma zorunluluğu getiren ifadelerin kaldırılması gibi dikkat çekici başka teklifler de var.

Olayın bir başka enteresan tarafı, TÜSİAD gibi bir kuruluşun bu raporu on sene arayla iki defa yayınlaması ve tepkileri de göğüslemesi.

Peki, bunu yapan TÜSİAD, son dönemde ne oldu da laikçilik ve Atatürkçülük yönünde keskin bir manevra yaparak, AKP’nin anayasa taslağı hazırlıklarına tepki verenlerin başını çekti?

TÜSİAD yöneticileri neden laikliği ve Atatürk ilkelerini çok öne çıkaran bir çizgiye yöneldiler?

Teziç ve benzerleri için de geçerli olan bu sorunun cevabı ne? Tutarsızlık mı, ilkesizlik mi?

Yoksa din adına siyaset iddiasının laik cenahta yol açtığı tedirginliğin herşeyi alt üst etmesi mi?

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Risâle okuma usûlleri



Asr-ı Saâdetten bu zamana kadar Kur’ân-ı Kerim için üç yüz elli bin tefsir yazıldı. Allah kelâmı olduğu için her asır ondan kendine âit dersleri aldı.

Risâle-i Nurlar, Kur’ân-ı Kerim’in son çağa hitap eden dersinin en son mânevî tefsiri olduğu ve özellikle iman hakikatlerini izah ettiği için, Kur’ân-ı Kerim’den sonra en çok satılan ve en çok okunan kitaplar listesine girdi. Kırkın üzerinde dünya dillerine tercüme edilen Nur Risâleleri sadece İslâm toplumlarına değil, bütün dünya insanlığının istifadesine vesile oluyor. Orijinal ifâdelerindeki ulviyet ve güzelliği tam veremese de, tercümesi bile insanları celp ediyor ve kendisini okutuyor.

Risâle okumalarının en önemli unsurlarından biri, şahsın bizzat kitap takip ederek nefsine okumasıdır. İstidat ve kabiliyetlerin inkişâfı ona bağlıdır. Külliyatı sıraya koyarak, her gün belli miktarda okumak, duyguları uyandırır ve kemâlâta sevk eder. Az da olsa devamlı okumak asıldır. Üstad “Günde beş on dakika dahi olsa, Nurları gerek okumak, gerek dinlemek, gerek yazmak şeklindeki meşguliyetle talebe-i ûlûm ünvanını alır” diyor. Risâleleri ve cemaati ilk tanıdığım yıllarda Zübeyr Ağabey henüz sağdı. Onun gönderdiği bir vakıf arkadaş Kdz. Ereğli’ye gelmişti. Onunla çok tatlı sohbetlerimiz ve hâtıralarımız oldu. Zübeyr Ağabey ilk tanıyanlara, lügata bakmadan, anlasın anlamasın Külliyatı üç defa süratle bitirmesini tavsiye ediyormuş. Bu vesileyle külliyatta ne var ne yok kabaca öğreniliyor ve Üstadın üslûbuna âşina olunuyor. Hem eş anlamlı kelimeler çok kullanıldığı için istifâdesiz kalınmıyor. Daha sonra, yavaş ve mânâya nüfuz ederek yapılan okumalar şahsa derinlik kazandırıyor. Ben bu tavsiyeyi dikkate alarak Nurları okudum, gerçekten çok faydasını gördüm. Bir müddet sonra ders yapabilecek duruma geldim. Konular ve kitaplar arasındaki bağlantıların farkına vardım. Zübeyr Ağabeyin isâbetine hayran oldum. Her gün risâle okumak çok önemlidir. “Hizmet hizmet diye günlük okumasını ihmâl edenin hizmeti muvakkat olur” diyen Zübeyr Ağabeyin ikazını dikkate almak lâzımdır.

Kur’ân-ı Kerim’in kırk vecih mucize özelliğinden biri olan usandırmamak keyfiyeti, onun bu zamanda hârika bir tefsiri olan Nur Risâlelerine de geçmiş. Bir ömür boyu okunduğu halde, her defasında sanki yeni okunuyormuş gibi bir tatlılık verir. Zirâ, Nur Risâleleri kuru bilgi yığını değildir. Onlar, ekmek gibi, hava gibi, su gibi ruhun ve kalbin temel gıdasıdır. Doğrudan doğruya iman hakikatleridir. Sünûhat-ı kalbiye ve ilhama dayalıdır. Risâlelerdeki kelimeler âdeta canlıdır. Üstad, sayfaların arasından sanki okuyanla konuşur. Onun için “Hangi risâleyi okusanız, dellâl-ı Kur’ân olan Said’le bizzat görüşürsünüz. Risâle-i Nur okumak, benimle şahsen görüşmekten size on defa daha fazla menfaat verir” demektedir.

Nur Risâlelerini okumakta müzâkereli olarak yapılan ihtisas derslerinin ayrı bir yeri vardır. Külliyatı birkaç defa bitirmiş ve belli bir alt yapısı olan arkadaş grubuyla Muhakemat, Münâzarât, Sünuhat, Hutbe-i Şamiye, Beyanât ve Tenvirler, Ene ve Zerre, Kader Risâlesi ve emsali müzâkere gerektiren bahisleri birlikte okumak ve satır aralarına nüfuz etmek ayrı bir güzellik ve feyiz kaynağıdır. Onun için ayrılan zaman, en değerlendirilmiş sevaplı vakitlerdir. Bunun mânevî lezzetini, birlikte olduğumuz kardeşlerle fiilen hissedip yaşıyoruz.

Ev sohbetlerinin tadı da bir farklıdır. Konu komşu, hısım ve akrabaların da rahatlıkla dâvet edilip katılımının sağlandığı bu ortamlar, çok yeni insanların fayda gördüğü Asr-ı Saâdetteki Dârü’l-Erkam gibidir. Hazret-i Erkam’ın evi, âdetâ bir okul gibiydi. Sahabilerin eğitimi ve yetişmesi orada gerçekleşti. Hazret-i Peygamber (asm), gelen âyetleri tebliğ edip izah ediyor ve sahabilerinin imanını orada kuvvetleştiriyordu. Konu seçerek veya kitap takip edilerek yapılan ev sohbetleri onun bir devamıdır.

Umumî olarak yapılan kalabalık Nur dersleri de önemli bir usuldür. Yeni eski herkesin katıldığı bu sohbetler daha genele hitap eder. Bu derslerde, ne Risâleleri düz okuyup geçme, ne de vaaz veya konferans verir gibi çok açıklama olmaz. İfrat ve tefritten uzak vasat bir yol takip edilir. Her cümleye bir izah yapılmaz. İhtiyaç halinde, yine Risâle-i Nur’un başka bir yerinden bağlantı kurarak açıklama yapılır. Çünkü, Risâle-i Nur’un hocası yine Risâle-i Nurdur. Dînî veya fennî mâlûmatların verilmesi çerez kabilindendir. En önemlisi ise, ders yapanların önceden hazırlanması ve dersi bizzat nefsine yaparak diğerleri ile paylaşmasıdır. Dikkatlerin şahsa değil, kitaba tevcih edilmesinin de ayrı bir ehemmiyeti vardır.

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Beklentilerimiz ve geleceğe ümitle bakmak



Gökyüzünü kara bulutlarla kaplanmış gibi her tarafı karanlık içinde görmek karamsar bir ruh hâletinin eseridir. Böyle birisi içindeki karamsarlığı her tarafa taşımak ister. Siyah bir gözlük ile dünyaya bakan her yeri karanlık görür. Güneşi bile kararmış görmek mümkündür.

Karamsar olmak kaderi tenkit etmek ve hikmet-i İlâhiyeyi ittiham etmek demektir. “Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar.” Mü’min iyimserdir; yani pozitif insandır. Etrafına daima iyimserlik ve ümit telkin eder. Yani, etrafına pozitif enerji yayar. Kur’ân-ı Kerim “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” buyuruyor. Bu prensip Kur’ân’ın hükmettiği kıyamete kadar geçerlidir. Ümitvâr olan insan, her olumsuzda bir ümit ışığı, her sonuçta bir başlangıç ve her sıkıntıda bir çıkış bulan insandır. Ne demişler “Çaresizseniz, çare sizsiniz! Ümitsizseniz, ümit sizsiniz!”

İnsanın hayattaki başarısı ümitsizliği ümide, çaresizliği çareye, sıkıntıyı ve felâketi yeni bir çıkış kapısına çevirebilme maharetine bağlıdır. Ne demişler “Yiğit düştüğü yerden kalkar.” Ümitsizliği ve çaresizliği bedbinliğe çeviren insanlar hakkında Peygamberimiz (sav) bakınız ne buyuruyor: “Kim insanlar helâk oldu derse, bilin ki kendisi helâk olmuştur.” Kendi penceresinden dünyaya bakan insan, penceresinin rengine göre dünyayı gördüğü için gördüğünü aktarmaktadır. Gerçek ise gördüğünden farklıdır.

***

Her insanın gelecek ile ilgili beklentileri vardır. Kişi olayların, beklentisine göre şekillenmediğini gördüğü zaman ümitsizliğe düşmekte ve işlerin kötüye gittiği sonucunu çıkarmaktadır. Ama gerçekte ise her şeye kader hâkimdir. Allah’ın iradesi kader şeklinde tecellî etmekte ve her şeyi her yönü ile bilen ve her şeyi idare eden yüce Allah, daima hayr-ı mahz olan hükmünü icrâ etmektedir. Bunu bilen ve buna inanan, kadere teslim olup rıza ve tevekkül ile Allah’a dayanmakla rahat ve huzur bulabilir. Bunun için yüce Allah “Sizin hayır bildiğiniz şeyde şer olabilir, şer bildiğiniz şeyde de hayır bulunabilir. Siz bilemezsiniz; ama Allah bilir” buyurarak bizi tesellî etmekte ve kadere rıza ve teslimiyet dersi vermektedir.

Peygamberler ve salih insanların hayatlarına baktığımız zaman görüyoruz ki onların da gelecekten beklentileri istedikleri gibi olmamıştır. Hatta pek çok konuda yüce Allah’tan istekleri olduğu ve duâ ettikleri halde duâları istedikleri tarzda kabul edilmemiş, bunun yerine Allah’ın iradesine, yani kadere rıza ve teslimiyet ile Allah’a tevekkül dersi almışlardır. Peygamberimizin (asm) dahi beklentilerinin bir çoğu vuku bulmamıştır. Amcası Ebu Talip için hidayet beklentisi bir temenniden ibaret kalmıştır. Bediüzzaman’ın Abdulhamid’den, İttihat ve Terakki’den, Ahrarlar’dan, Demokratlar’dan ve TBMM’den beklentileri vardı. Bu konuda pek çok çaba ve gayretleri de olduğu halde herşey isteğine ve beklentisine göre şekillenmemiştir.

Ama bütün bunlara rağmen asla ümitsizliğe düşmemiş ve doğruları her zaman ve zeminde müdafaa etmeye devam etmiştir. Allah’ın iradesi bütün iradelerin üzerinde hikmetine uygun tecellî etmeye ve insanları imtihan etmeye devam etmektedir. Buradaki başarı Allah’ın iradesine teslim olabilmek ve son derece mütevekkil olabilmektedir.

***

Her insanın hayatında yakınlarından, çocuklarından ve dâvâ arkadaşlarınan beklentileri olmakta; ama pek çoğu beklentisine göre şekillenmemektedir. Bu konuda bütün gayret ve çabalarının boşa gittiğini gördüğü zaman büyük bir hayal kırıklığı ile ümitsizliğe düşmektedir. İşte bu noktada imdadına imanı yetişmekte ve “Sen bütün bunları Allah rızası ve emr-i ilâhiyi ifa etmek niyeti ile yaptın. Bunun için ümitsizliğe düşme ve çalışmalarının boşa gittiği düşüncesine de kapılma. Zira her şeye kader hâkimdir. Allah elbette hakkında hayır olanı murad etmektedir. Sana da kadere rıza ve tevekkülün derecesinde mükâfatını verecektir. Öyle ise kaderine razı ol, doğru bildiğin yoldan asla ayrılma ve Allah’a güvenmeye devam et!” dersini vermektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı sonuca odaklanmak yanlıştır. Doğru olanı sürece odaklanmak, emredileni ve Allah’ın rızasına götüreni yapmaya devam etmektir. Netice Allah’ın hikmetine tabidir. Muvaffak etmek veya etmemek ona bağlıdır. İşte gerçek tevekkül ve ihlas bu noktada kendisini göstermektedir. Biz bize ait olanı yapmalıyız. Allah’ın işine ve hikmetine karışmamalıyız.

Sonuç olarak şairin dediği gibi “Dost bî-vefâ, felek bî-rahm, talih zebûn, devran bî-sukûn” dememeliyiz. Kader hâkim, meşîet-i İlâhiye asıl ve esastır. “Allah dilemedikçe bizler yapamayız.” Bize düşen tevekkül ve rıza ile kadere teslim olmak, ihlâs ve samimiyetle hak bildiğimiz yolda çalışmaya devam etmektir.

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AB yasağa karşı...



Yeni anayasa taslağı tartışmalarında vâhim çarpıtmalar yapılmakta. Medyanın da propagandasıyla gerçekler tersyüz edilmekte...

Asıl çarpıtma; Türkiye’deki başörtüsü yasağına “yasal engel”in gerekçe gösterilmesi. Vatandaşların en temel hakkı olan başörtüsü gibi inanç ve inancını yaşama hakkının, şimdiye kadar olduğu gibi, “laiklik ilkesi” ve “inkılâplar”la yasaklanması.

Ve en garibi de hukuk ve kanun dışı yasağın, demokrasi ve özgürlük değerlerini teminat alan Avrupa Birliği kriterlerine dayandırılması…

Oysa, AB’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları temelindeki değerler manzumesi, bir inanç hakkını yasaklamaz; eğitim hakkının engellenmesine müsaade etmez…

Kaldı ki AB’de öncelikle demokratik eğitimin nicelik ve nitelik itibarıyla geliştirilmesi ve demokratik değerlerin zenginleştirilmesi hedef alınır. Standartlara erişmede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve 20 Mart 1952 tarihli Ek Protokolü esastır:

“Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir.”

Bundandır ki Ankara, mevzuatın AB müktesebatına uyumunda yapılacakların başında “eğitimin demokratikleşmesi” sözünü vermiş...

* * *

Doğrusu, Avrupa’nın en demokratik ülkelerinde bile öteden beri demokrasi değerleriyle bağdaşmayan bazı lokal uygulamalar olmakta.

Son Leyla Şahin davasında olduğu gibi, Türkiye’deki kanunsuz keyfî yasağı dayatanlar tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin şaşırtılması bunlardan biri.

Kaldı ki bir Macar Yahudisi ve Siyonizm hizmetçisi Evanjelist Bush’un peşine takılan “Fransız” Sarkozy gibi bazı politikacılar ve kimi “AB içindeki ABD truva atları” hâriç, AB temsilcileri, hep yasağı kınadılar. AİHM’in Türkiye’deki yasadışı başörtüsü yasağını onaylamasını AB’nin demokrasi ve özgürlük kriterlerine aykırı buldular.

AB yetkilileri, geçtiğimiz süreçte bu rahatsızlıklarını açıkça ifâde ettiler.

Mesala, “Kemalizm AB’ye engel” diyen Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Arie Oostlander, başörtüsü konusunda “Türkiye’nin tutumu anlaşılır değil; dinî kıyafetin okullarda yasaklanması geriye gidiştir, asıl irtica budur” ikazını yaptı.

AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendik., “Başörtüsü AB’nde problem değil. Öğrenciler, çoğulcu ve demokratik bir yapının gereği olarak okula başörtülü olarak girebilme haklarına sahipler” dedi. Başörtüsü yasağının kız öğrencilerin eğitim hakkını engellediğini belirtti.

Alman hükûmetinin göç, mülteci ve uyum işlerinden sorumlu Bakanı Marieluise Beck, “Başörtüsüne hayır, diğer dinî sembollere evet’demek, anayasadaki eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir. Başörtüsü yasağı, farklı bir dini dışlayıp okul huzurunu ve uyum çabalarımızı zehirliyor” uyarısında bulundu.

Hessen Yabancılar Meclisi Başkanı Manuel Parrando, eyâlet okulları ve resmî dairelerde başörtüsünü yasaklama teşebbüsüne, “Başörtüsüne yasak getirecek yasal düzenlemeler AB hukukuna aykırı” beyânıyla sert tepki gösterdi.

İtalya İçişleri Bakanı Guuseppe Pisanu, “Başörtüsü İslâmî ve kültürel kimliği temsil ediyor; saygı görmeyi hak eden bir semboldür” diye konuştu.

Kısacası dünden bugüne AB insan hakları sorumluları, başörtüsünün dinî inanç gereği olduğunu nazara vurguladılar. “Yahudiler de, rahibeler de başörtüsü takıyor; Müslümanlara zorla baş açtırılmasına karşıyız” değerlendirmesiyle, Türkiye’de demokrasi ruhuna uygun olmayan uygulamaları olduğunu” nazaran verdiler.

Keza AB basını da, AB değerleriyle çelişen yasakçılığa tepkili. Mesela, Le Monde Diplomatigue gazetesi Fransa’da orta dereceli okullarda başörtüsü yasağını “tuhaf” buldu. “İnsan haklarının ve modern demokrasinin beşiği kabul edilen Fransa böyle bir ayırımcılığı yapabilir mi?” sorusunu sordu...

Özetle AB sözcüleri, Türkiye’de baskıcı ve dayatmacı rejimin tipik özelliğiyle, düşünce ve kılık kıyafete getirilen yasaklamalara dikkat çektiler. Bunun Türkiye’yi AB nezdinde sıkıntıya sokacağını söylediler.

Ne var ki, AİHM’in üstelik yeniden gözden geçirme kararı aldığı oldubittiye benzer bazı mevzîi dayatmaları diline dolayan medya ve yasakçı mihraklar, bütün bunları gözardı ettiler. Her fırsatta AB’nin demokratik ve özgürlükçü perspektifini çarpıttılar...

Şimdi de, aynı çarpıtmayı yapıyorlar. Demokrasi değerleriyle özgürlükleri tahribe yöneliyorlar.

Peki, “bireyi odağa alan, ideolojilerden uzak, özgürlükçü demokrasiyi derinleştiren sivil anayasa”da temel hak ve hürriyetler engellenir mi?

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Çankaya “mahalle”sinin baskısı



Önceki gün Çankaya Köşkünü gezdik. Üzerinde fırtınalar kopartılan Çankaya’nın belli başlı ana binalarını ziyaret ettik, bilgi aldık. Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever’in tabiriyle “Duvarların arkasında nasıl bir yaşamın olduğunu” gözlemlemeye çalıştık.

***

“Köşkler diyarı” Çankaya Köşkünün hikayesi M. Kemal’in Ankara’ya gelip çalışma ve ikamet edecek bir mekân ihtiyacına dayanır. Ankara’nın o zaman yazlık bağlar bölgesi olan Çankaya’da bir yer aranır. 1921 yılında Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin önderliğinde “Kasapoğlu Köşkü” satın alınır. Bugün “Müze Köşk” olarak hizmet veren mekân ile Çankaya Köşkünün temelleri atılır.

Zaman içinde M. Kemal, bugün “Pembe Köşk” olarak anılan yeni köşkün yapım işini Avusturyalı mimar Prof. Dr. Clemens Holzmeister’e verir. Yapı malzemelerinin tümü Avusturya’dan getirilen, iç mekânlarının bir bölümü de Viyana’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde tasarlanan binanın yapımına 1931 yılında başlanır. 1932 Haziranı’nda M. Kemal’in ‘en sevdiği renk’ olan pembeye boyalı haliyle teslim edilir. Pembe Köşk, Cumhurbaşkanı ve ailesinin ikametgâhı olarak kullanılıyor.

Camlı Köşk ise, 1935 yılında M. Kemal tarafından kızkardeşi Makbule Atadan’ın ikameti için yaptırılır. Mimari kayıtlarda dönemin lüks villa örneklerinden olduğu belirtilen “Camlı Köşk” bugün, Türkiye’yi ziyaret eden yabancı devlet başkanlarının ikametgâhı olarak kullanılıyor.

Tek katlı kargir bir bina olan Başyaverlik binasının ise kimi kayıtlarda 1922’de yapıldığı bilgisi bulunuyor.

438 dönüm alan üzerinde kurulu olan Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde bunlara ek olarak Hizmet Binası, Genel Sekreterlik ve Devlet Denetleme Kurulu Binası, İdari ve Mali İşler ve Koruma Müdürlüğü binaları, Basın Toplantı Salonu, Resepsiyon Salonları, İtfaiye Binası, Sosyal Tesisler, Garaj, Sera, Halı Saha ve Tenis Kortu ile lojmanlar bulunuyor.

***

İki saati aşan bir zaman diliminde bu mekânların büyük bir kısmını gezdik. Ahmet Necdet Sezer ile birlikte başlayan içine kapanma stratejisinden köşkün bazı mekânları da nasibini almış. Mesela Demirel tarafından yıllık toplantıların yapıldığı 260 kişilik basın toplantısı salonu Sezer tarafından hiç kullanılmamış. Yine Özal ve Demirel tarafından “zaman zaman kullanılan” çalışma odaları, Sezer tarafından “herhalde kullanmıştır”a dönüşmüş.

İstisnasız her mekânda -oturma odasında bile- M. Kemal’in ya büstü ya da posterleri bulunurken, duvarlar ünlü ressamların yağlı boya resimleriyle süslenmiş. Sivil ve askerin belli periyotlarla bir araya geldiği MGK salonunun dört duvarına da farklı ebatlarda kabartmalı haritalar yerleştirilmiş.

Ama köşkün en muhteşem alanı, bahçesi. Son derece intizamlı bir şekilde bir çok bahçıvanın istihdam edildiği köşk bahçesinde farklı ağaç, bitki ve çiçek türleri insanın gönlünü ferahlatıyor.

***

Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Çankaya Köşkü tam anlamıyla bir askerî disipline sahip. Sadece içinde muhafız alayının veya kuvvet komutanlarının lojmanlarının bulunmasından kaynaklanan bir durum değil bu. Her metrekaresi sivillerden çok askerlerin kontrolünde olan bir mekân. Belki de cumhurbaşkanı “başkomutan” olduğu içindir. Ya da en zor ve kritik kararların alındığı Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına ev sahipliği yaptığı içindir. Cumhurbaşkanlarının ikamet ettiği Pembe Köşk bile ev ortamından çok resmi kabul salonlarını andırıyor.

Pembe köşk 6 ay bakımda olacak. Gül ailesinin tadilat sonrası köşke yerleşmesi bekleniyor. Ancak bu askeri kontrol içinde ne kadar rahat edecekler orası şüpheli. “Hayrunnisa Gül’ün başı örtülü diye askerlerin takındığı tavır, köşk içinde de devam ederse ne olacak?” ve “Her fırsatta kamuoyunun gözleri önünde bile apaçık sergilenen ‘Çankaya Mahallesi baskısı’, köşk içinde de sürerse bir insan buna ne kadar dayanabilir?” soruları akıllara geliyor.

İnşallah zaman içinde bu baskı ortadan kalkar. Çankaya Köşkü’nün halkın ziyaretine açılması da bunu hızlandırır.

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Vüs’at ve ihata



(Umre günlüğü- 4)

Koltuğun sırtına yüzüm yapışmış, eller kağıdın üstünde ve kalem beklemede bir gidiş daha yaşıyorum… Sonsuzluk yoluna… Her şey duruyor. Kağıt da, kalem de, ben de, çevre de...

***

Çantamdaki azığım risaleye uzanıyorum. Sünnet-i Seniyye Risalesi. Tefeülden çıkan sağ baştaki satırdan aynen okumaya başlıyorum. Sonra dönüp yazıyorum:

“…olan bir kaç dakikalık zaman-ı miraç, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bil fiil vukuunu gösteriyor. Miracın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o, mirac yoluyla beka alemine girdi. Beka aleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.”(s,45)

Evet, bir mana daha kalbe nakşoluyor. Dimağa dokunuyor ve ruha his katıyor.

Gerçekten bir yükselme var. Bir miraca liyakat kesbetme niyetiyle, buluşmaya koşan müminlerle Medine’ye giderken, uçuşun semavatındayız.

Namazla, müminin miracı yaşanıyor. İkindiyi kılacağız birazdan.

Karadaki hız ve zaman kavramı bile geride kalıyor. Hava yoluyla, hız ve zaman değer farkı oluştururken, miracın tayy-ı mekan ve bast- zaman kavramına destek mahiyetinde bir sırrın inkişafına vesile oluyor. İdrakimize pencereler açıyor.

Zaman, en masum ve bereketli sevap defterini açmış… Katlanırcasına rahmet tecellilerine götürüyor…

Manevi yolculuğun “Vüs’at ve ihatası”, kevni alemin münkesif halinden, munkabız dünyadan alıp koparıyor. Biraz yaralıyor. Cerrahi ameliyat yapıyor. Cerahati akıtıyor. Kopuşun ve sınırlılığın verdiği mazi ıstırabından dolayı.

Besatet kesbeden duygu ve düşünceler çok hafif ve berrak…

Rehberimiz Recep bey, koridorda yaklaşarak; “Fazla dalma…” diye seslenerek tebessüm ediyor ve beni uyarıyor…

Sağ komşum Mekke-Medine namaz saatlerini bana gösteriyor. Tam dalacakken, yine dönüyorum. Sağ komşularıma da, bu vesileyle lojistik sağlıyorum; Kur’ân meali, risale. Sol komşuma ise Cevşen.

Beraberce, aynı sırada, gayet iyi bir taallüm hali. İsmail beyle, Medine programını konuşuyoruz.

***

Önümdeki koltuğun arkasına yerleştirilmiş video programını çözmeye çalışıyorum. İslami programlar kısmında Kur’ân tilavetini buluyorum. Ekrandaki Kur’ân ayetleri göz takibi verirken, kulaklıkla Suudi hocaları dinliyorum.

Tilavet-i Kur’ân, sema yolculuğuna ayrı bir zindelik katıyor. “Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle mütmain olur” hakikati kendini okutturuyor.

Nisa Sûresi okunuyor… Ve kanellahu alimen hakimen…

Elimdeki Türkçe mealden, okunan ayetleri takip etmek istiyorum. Muvaffak olamıyorum. Yetersizliğimin eseri. Kur’ân’ı videodan dinlerken takip etmenin yanı sıra mealine bakmayı çok isterdim. Ancak bu kadarına yeterli değilim. Kendi adıma üzüldüm. O zaman üçlü bir yoğunluk olurdu. Göz, kulak, akıl birden devreye girerdi.

Hayırlısı deyip, en iyisi, sadece dinlemek. Gözlerle takip etmek. Semada ayetlerin hükmünü huşu ile dinlemek. Hislenmek, ilahi tebliğin muhatabı olmak, belağatın ve hakikatin emrine musahhar olmak ayrı bir rahatlama veriyor.

Kulaklığın, kulağı çınlatırcasına beyne gönderdiği zikr-i ilahi, okunan Kur’ân etkisi, Kur’ân”ın nazil olduğu beldelere götüren beşeriyet harikası uçakla, kalben daha da yakınlaşmayı ve ruhani seyri süluku başkalaştırıyor.

“Lii kariyi Şeyh Abdulvedud Bin Hanifi” şeklinde biten kısımda, böylece hâfız efendinin ismini de öğrenmiş bulunuyoruz.

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Mahalle baskısı’ nasıl aşılır?



Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de insanların İslâma teveccühü artıyor. İnsanların İslâma ‘teslim’ olmaları zorlama ile değil, kalplerin kazanılmasıyla gerçekleşiyor. Türkiye’yi ziyarete gelen turistler arasından İslâma teslim olanlar olduğu gibi, yurt dışında yaşayan Müslüman gurbetçilerden etkilenerek İslâma teslim olanlar da var.

İnsanların İslâma teslim olması, İslâmın ‘fıtrat dini’ olmasından kaynaklanıyor. “Neciyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi insanlığı meşgul eden ciddî sorulara; İslâm dini gibi ikna edici cevaplar veren bir din, bir felsefe, bir hayat anlayışı var mı? Yaratılışları gereği iyiyi, doğruyu, hakkı arayan insanlık, bu soruların cevabını bulduğu için İslâma teslim oluyor.

Bu teslimiyeti yanlış yorumlayanlar ‘mahalle baskısı’ tabiriyle bir anlamda insanlığın İslâma teslim oluşunu engellemeye çalışıyor. Onlara göre, bir insanın İslâmî hayatın gereklerini yerine getirmesi; yaşamanlara karşı ‘baskı’ anlamına geliyor. “Baskı” anlayışının ürettiği ‘korku’ sebebiyle tartışmayı alevlendirmek isteyenlerin unuttuğu bir nokta var: Gerçek anlamda ‘baskı’sız bir hayat yaşamak istiyorlarsa; insanların İslâma teslim olmasından gocunmamaları gerekir. Çünkü ‘doğru İslâm’ı öğrenen bir kişi, ‘baskı’ uygulamaz. Bilir ki, ‘baskı’ ile yapılan, yaptırılan ‘iş’lerde, ibadetlerde ‘fayda’ olmaz. Yine bilir ve bilmelidir ki, ‘baskı’ münafıklık, iki yüzlülük gibi bir hastalığın doğmasına sebep olur ki; bu da ‘küfür’den daha şiddetlidir/kötüdür.

Zaman zaman ‘bağnaz’lıktan bahsedilir ya, asıl bağnazlık; İslâmı doğru tanımamaktan doğar. İşin içerisine ‘cahillik’ de girdiğinde kötülükler alır başını gider. O halde, insanların İslâmı doğru şekilde anlamasını, tanımasını ve “İslâmiyete lâyık doğruluk” diye tabir edilen hayat anlayışını kavramalarına çalışmak gerekir. “Doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk” için de insanları dine, İslâma ve Kur’ân’a teşvik etmek gerekir. Kur’ân’dan, İslâmdan, dinden uzaklaştırılmak istenenlerin “doğru İslâm”ı öğrenmeleri mümkün olmaz. Neticede ortaya çıkan ‘taassub’ birilerince ‘mahalle baskı’sı olarak anlaşılabilir...

Kendilerini “mahalle baskısı” var diyerek korkutanlar, bu korkudan kurtulmak için beyanlarında samimi iseler, insanların dine yönelmelerinden, İslâma teslim olmalarından gocunmamalıdırlar. Hem korku üretip, hem de insanların İslâma teslim olmalarından rahatsız olmak, samimiyetsizliğin bir türü olsa gerek.

Tabiî ki ‘mahalle baskısı var’ diyenerin asıl niyetlerinin insanları İslâmî hayattan uzaklaştırmak olduğunun farkındayız. Ama ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, insanların; kalpleri fetheden İslâma teslim olma süreci devam edecek.

Türkiye’de dillendirenlerin iddia ettiği anlamda ‘mahalle baskı’sı değil, ‘İslâm aşkı’ var ve inşallah artarak devam eder...

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İki fetret arasında Mevlânâ



Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arap tarihçilerden ve müelliflerden olan Philip Hitti, İslâm tarihini ve bu tarihe sinmiş İslâm ruhunu bir Hıristiyan olmasına rağmen iyi yakalamıştır. Çok güzel bir şekilde analiz eder. Mevlânâ’nın rolü de bu dönüştürücü ruhun içindedir. Levanten ve Lübnanlı tarihçilerden olan Hitti İslâm’ın geçirdiği en karanlık fetret devirlerinden birisi olan yedinci ve miladi onikinci yüzyılı şöyle tasvir eder:

“İslâm’dan geriye ne cismi, ne resmi, ne de ismi kalmıştı. Müslümanlar darmadağın olmuştu. Hiç canlılık eseri ve hayat belirtisi kalmamıştı. İslâm neredeyse bir kadavra haline gelmişti. Garip bir durum vardı. Müslümanlar bütün cephelerde sükût etmiş ve yenilmişlerdi. İnsanlar arasında tek bir söz dolaşıyordu şu mealde: Muhammed’in dini (asm) son nefesini vermek üzere. İslâm ölüm döşeğinde zeval buluyor. Batı’dan yürüyen (zahf) gelen Haçlılar savletleriyle Kudsü’l Akdesi ellerine geçirmişlerdi. Ve bu yürüyüşlerini Medine’ye doğru ilerletiyorlardı; son hedefleri Hazreti Peygamerin kabrine ulaşarak İslâm’ın ruhunu bitirmekti. Aynı anda şarktan da İslâm dünyasının Tatar dediği Moğollar ilerliyorlardı. Moğollar bütün önlerine çıkanları kılıçtan geçirerek ve mamur ve bayındır beldeleri de yıkarak ve yakarak ilerliyorlardı. Bazı bölgelerde insanların onda dokuzu kırılmıştı. Bağdat’a girdiklerinde günlerce Fırat, kitapların kanı olan mürekkebi akıttı durdu.

Her şey İslâm’ın zevale doğru yürüdüğünü gösteriyordu. Sanki İslâm can çekişiyordu. Moğol ve Haçlı kıskacı ve çemberi giderek daralmaktaydı. Zahiri esbab artık İslâm’ın bir daha ayağa kalkamayacağını ve nihaî olarak ufûlünü haber veriyordu. Mısır’ın dışındaki bütün beldeler işgalcilerin ayakları altında çiğneniyordu....”

Philip Hitti bu kelimelerle İslâm’ın ve Müslümanların yedinci yüzyıldaki durumlarını özetliyordu. Ama İslâm yeni bir mucize daha gösterecek ve bu kuşatmayı ve fetreti yeniden yaracak ve aşacaktı. Makus talihini yeniden yenecekti. Bu dinamizm onun özünde saklı idi ve son marhalede Akif’in deyimiyle bir ruh-u mücerred gibi mezarından kalktı, dirildi. Hitti bu devranı çok muhteşem bir ifadeyle anlatmaktadır: “Yedinci hicri ve on ikinci miladi yüzyıl bittiğinde İslâm dini ruhunu teslim ediyor mu, sorusunun yerini bir başka soru almıştı: Kimse İslam’ın önünde durabilecek mi?”

Nereden nereye?

***

Merhume Zeynep Gazali’nin ağabeyi Muhammed Gazali bu sahneyi şöyle anlatır: “Latin Krallığının kurulmasından 90 yıl sonra Selahaddin Eyyûbi bu devlete son verdi. Devlet düştü ve Selahaddin Eyyûbi dilsiz minareye (Mescid-i Aksa) yeniden ezanı iade etti, tevakkuf eden ezanı yeniden başlattı ve yine suskun minberden hatipler kelime-i tevhidi terennüm etmeye başladılar...”

Burada o zamanlarda Mescid-i Aksa’nın tasviri için kullanılan ‘el menaretü’l hersa/dilsiz minare’ deyimi bana Abdullah Azzam’ın bir başka benzetmesini hatırlattı. Türkiye için yazdığı kitabın başlığına Abdullah Azzam ‘el menaretü’l mefkude’ başlığını atmıştı. Kimbilir hazin Ayasofya’dan mülhem olarak bu sıfatı yani kayıp minare sıfatını uygun görmüş olmalıdır.

***

Muhammed Gazali sekizinci yüzyılı ise şöyle tasvir ediyor: “İslâm aleminin doğu yakasındaki Müslümanlar da Moğolları İslâm’a soktular. Galip olan Moğolların talihi Aynu Calut’tan itibaren tersine döndü ve makus hale geldi. Sekizinci yüzyılda İslâm dünyası yeni bir sayfa ve yaprak açtı. Yedinci yüzyılın hezimetlerini geride bıraktı. İzlerini sildi. Bağdat’ın düşüşünden 50 yıl geçmeden Osmanlı devleti doğdu ve Batı’yı kendi içinde tehdit etmeye başladı. Ve bunun sonucunda Bizans İmparatorluğu tarihin enkazı altında kaldı...”

Bergson’ın tabiriyle Müslümanlar hamlegücünü yeniden kazanmışlardı. Bu gücü tarihten ve özlerinden alıyorlardı. Zafer yolunu ise manevi mimarlar döşemişti. “Hakeza Zahara Cilu Selahaddin ve Hakeza Adeti’l Kuds” kitabı bu manevi mimarlardan ikisini zikreder. Gazali ve Abdulkadir Geylani...

Gazali’yi Haçlılarla eşleştirecek olursak Moğolların payına da Mevlânâ düşmektedir. Bugün de tarihin simetrisinde yine benzeri bir dilimin ve sürecin başlangıcındayız. Bunu en iyi görenlerden ve gözleyenlerden birisi de çağın fitnebaşlarından olan Bernard Lewis’tir. Dünyanın yok olması pahasına İslâm’ın yeniden itilası ve yükselişinin önünü kesmeye çalışıyor. Bunun için bildikleri ve bilmedikleri bütün hünerlerini sergiliyorlar. Desise ve fırıldaklarını gerçekleştiriyorlar. Bakın yedinci yüzyılın simetrisinde onüçüncü ve ondördüncü yüzyılın fetretini aşmakta olan Müslümanlar için Lewis neler yazıyor: “Batı Müslümanları 200 yıl boyunca hakimiyeti altında tuttu. Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı’nın hakimiyeti tam anlamıyla gerçekleşmişti. Son büyük İslâm imparatorluğu olan Osmanlı, emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı. İran’daki ve Afganistan’daki diğer İslâm devletleri yıkıldılar. Türkiye bağımsızlığına kavuştu ama seküler ve anti İslâm bir rejim meydana getirdi. Soğuk Savaş döneminde Müslümanlar zayıftı. Onlara sadece güçler arasında oynamak kaldı (Emced Zehavi’nin bu yönde müthiş tespitleri var). Şimdi ise, Müslümanlar 200 yıl sonra ilk defa kendi kaderleri hakkında karar verebilecek pozisyondalar...”

Her türlü kepazliğe ve desiseye rağmen Soğuk Savaş sonrasında artık İslâm aleminin üzerini kaplayan bulutlar dağılmaya yüz tuttu. Aramızda yine zaferin ve yine Mevlânâ’nın ruhu dolaşıyor. Yeni bir fütûhat devrinin eşiğindeyiz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez,

Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez...

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaate/gruba karşı olmak



Kimileri cemaatleşmeyi, “Müslümanların bölünmesi” tevehhüm ederek karşı çıkar. Oysa, sosyal hayatın zarûrî ve tabiî bir sonucu olan cemaatleşme, iş bölümüdür, mesailerin tanzimidir. Her grup ve cemaat, İslâmın bir hakikatini öne çıkararak o noktaya hizmet eder.

Cemaat aynı zamanda, “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da biribirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık”1 âyetinin yansımasıdır. İtiraz eden; âyetin hakikatini anlamamış ve sosyal hayatın fıtrî akışına karşı geliyor demektir. Veya, mensup olduğu grup, dernek, zümre taassubuyla hareket ediyordur!

Cemaate/gruba karşı gelmek, statükocu, müstebit sistemin tek tip, tek düşünce zihniyetinin beklentisidir. Duygu ve düşünce ve kişiliklerimiz farklı olduğuna göre; meslek ve meşreplerimiz de (yapılarımız) farklı. Bu farklılıklar; gruplara/cemaatlere de yansır. Farklılıklar; iş-güç, fikir birliğine engel olmadığı gibi; çatışma sebebi de değildir. Gruplaşma/cemaatleşme değil; ancak “grupçuluk-cemaatçilik” tehlikeli ve zararlıdır.

Halbuki, cemaatte meşveret ruhu hâkim olsa, hata etse de bir sevap alır. Ayrıca; grup/cemaat bir kusur işlese; fert bin kusur işler.

Öte yandan; “Gruplaşmak iyi değil!” diyenler de farkına varmadan “İyi değil diyenler grubu”nu oluşturmuyor mu? İyi olmayan gruplaşma değil; bunun sosyal hayatın tabiî, fıtrî bir neticesi olduğunu kabul etmemekir. Ve tarafgirlik yapmak; yekdiğerine haset, kin ve düşmanlık beslemektir.

Unutulan nokta, çirkin hasletler; grupsuz da tezâhür edebilir! Hatta, cemaat, bir yerde olumsuz hasletleri törpüler, olumluya kanalize eder. Aslında bölünme gibi zararlı durumlar, cemaatten değil; ihlâs, samimiyet, uhuvvet, fazîletsizlikten ortaya çıkar. Ayrıca zarar, “Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider”2 hakikatini anlamamaktan gelir.

Ehl-i imanın, zillet içinde esâret altına girmemesi ve zalimlerin kendilerinin ihtilâflarından istifade etmemesi için, “Mü’minler ancak kardeştirler”3 hakikatinin kudsî kalesine sığınmalı. Aksi halde fert, ne hayatını muhafaza ve ne de hukukunu müdafaa edebilir. Zira, ihtiraslardan ve düşmanca tarafgirliklerden, kuvvetimiz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebiliriz.4

Kabul etmeliyiz ki:

Ferdler, hatadan uzak olmadıkları gibi; ferdlerden müteşekkil grup ve cemaatler de hatâ yapabilir. Bunlara bakıp cemaatleşme ve gruplaşmayı reddetmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Değerlendirmede ölçümüz şu olmalı:

Bir şey ne bütün bütün iyi, güzel ve mükemmel; ne de tamamen kötü, çirkin veya yanlıştır. Eğer güzellikleri, iyilikleri, kötülüklerinden, çirkinliklerinden fazla ise o iyidir. Zîrâ, eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Her halükârda bazı kusurlar ve sûistimaller kaçınılmazdır. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette amelleri muhasebe düsturuyla, Rabbânî, İlâhî adaletini, hasenat (sevap, güzel işler) ve seyyiâtın (günah, kötü, çirkin fiiller) muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat üstün ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat üstün gelse cezalandırır, reddeder.5

Dipnotlar: 1-Kur’ân, Hucurât, 13.; 2-Kur’ân, Enfâl, 46.; 3-Agk, Hucurat, 10.; 4-Mektûbât, s. 261.; 5-Mektûbât, s. 430.

26.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

25 sene öncesinin anayasa meddahlığı



Son ihtilâl anayasasını halka kabul ettirmenin üzerinden 25 sene geçti.

7 Kasım 1982'de referanduma sunulan "82 Anayasası", baskı, korku ve yapılan tek taraflı propaganda bombardımanı sayesinde, halkın yüzde 92'sine kabul ettirildi.

Biz, o gün bu dayatmaya karşı geldik ve red oyu verdik. Yani, o yüzde 8'in içinde yer aldık.

Tabiî, şiddetli baskı, tahkir, tezyif görmek pahasına, gazete ve dergilerimizin kapanması pahasına...

Öyle ki, kimi dostlarımız dahi bizi "Anarşistlerle aynı safta yer aldınız" diye itham etmekten çekinmiyordu.

O dostlara göre, bu anayasa bir önceki (1960) ihtilâl anayasasına göre çok daha güzeldi, hatta mükemmeldi ve memleket bu anayasa ile "bal gibi" idare edilebilirdi.

İşte, o dostlarımız, o günlerde adeta birer "Evren ve anayasa meddahı" kesilmişler, her tarafta lehte propaganda yapmak, hatta duâ etmekle iştigal ediyorlardı.

Evet, 25 sene evvelki durum, maalesef böyleydi.

12 Eylül İhtilâli ile 82 Anayasasının aramıza duvar ördüğü o günkü dostlarımız, artık bizi hiç duymaz ve anlamaz hale gelmişlerdi; tabiî, biz de onları tanıyamaz hale gelmiştik.

Hey gidinin referandumu

Hey gidi günler hey...

Hey gidi devran hey...

25 sene evvelki anayasa meddahlarının çoğu, vaktiyle dostlarını dahi kırarcasına methettiği o aynı anayasayı bugün yerden yere vuruyor. Hatta haykırıyor: "Beyler! Bize yeni ve sivil bir anayasa lâzım. 82 Anayasası ile Türkiye yol alamaz... Bu kesin... Buna inanın..." diyor.

Diyor da diyor. İyi...

Daha başka şeyler diyenler de var. Yeni anayasa çalışmalarını savunmak adına, eskisini adeta yerin dibine batırırcasına serd–i kelâm edenler bile var.

Üstelik, mevcudu da öyle az–buz falan değil. Bunların yekûnu, son seçimlerde iktidar partisine oy verenlerden az değil, hatta fazladır.

İyi de, bu büyük kitlenin 45 yaşından büyük olanları 7 Kasım 1982'de neredeydi? Ne yapıyordu? İhtilâl anayasası hakkında neler diyor, neler yazıyordu?

Bir kısmını şahsen, ismen, cismen tanıyoruz. Söyledikleri hafızamızda, yazdıkları da arşivimizde aynen duruyor.

Bize akıl verenlerin, bize sataşanların, hatta çok ağır hakaret ve ithamlarda bulunanların haddi hesabı yoktu.

Ama, utandırmamak ve "kişinin hatasını yüzüne vurmamak" adına, bunları açmıyoruz, açıklamıyoruz. Yani, meseleyi şahsiyete dökmüyoruz. Zaten, meselemiz şahıslarla değil.

Ne var ki, o tarihte yaşanan durum–vaziyfet, şahıslarla sınırlı değildir. Kimi cemaat ve gruplar da işin içine girmişlerdi.

Çoğunu yakînen tanıdığımız bu şahıs ve gruplar, o zaman bizi ziyadesiyle üzmüşlerdi. Şimdi ise, nisbeten sevindiriyorlar: Bizim 25 sene evvel söylediğimizi kısmen de olsa bugün seslendirdikleri veya savundukları için...

Ne yapalım ki, kaderimizde bu da var: Hakta sebat ettiğimiz ve Hakk'ın hatırını esas aldığımız için, bâzan böyle azınlığa düşüyor ve çok büyük sıkıntılara mâruz kalıyoruz. Sonra da zaman bizi haklı çıkarıyor.

Yakın zamanda yaşanan ve kimi dostlarca hiç beğenilmeyen farklı tavrımızın doğruluğu, bakalım kaç sene sonra anlaşılacak.

Ve, bizi bugün yine tefe koyan kimi siyaset meddahları, bakalım kaç sene sonra dönüp yine kendi kendilerini tekzibe yönelecek.

GÜNÜN TARİHİ 26 Eylül 1669

Girit'in fethine 160 bin şehit

Girit adası, yıllardır sürüp giden çetin mücadelelerin ardından, nihayet Osmanlıların hakimiyeti altına girdi.

Girit adası üzerinde yaklaşık 24 yıldır Osmanlı–Venedik çekişmesi devam ediyordu.

1669 yılı Eylül ayı başlarında, adadaki bütün kalelerin düşmesiyle birlikte, yaşanan savaş hali de sona ermiş oldu.

Adanın tamamiyle teslim alınması ise, 26 Eylül günü tahakkuk etti. Böylelikle, Venediklilerin asırlardır devam eden Girit üzerindeki hakimiyetleri son buldu.

Tarih kaynaklarında, 22 yıllık uzun zaman zarfında (1645–67) 130 bin kadar Osmanlı askerinin şehit olduğu, iki yıldan fazla süren son kuşatma esnasında (1667–69) ise, en az 30 bin askerin daha şehit düştüğü kaydediliyor.

Girit'in fethini tamamlayan şahsiyet, altı yıl önce Uyvar'ı (Avusturya) da fetheden Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşadır.

Bu büyük fetih hadisesini ehemmiyetli kılan bazı hususları şöylece sıralamak mümkün:

1) Girit, Kıbrıs'tan sonra Akdeniz (Ege) üzerindeki en büyük ve en stratejik adadır.

2) Tarih boyunca, Kıbrıs ile Girit benzer, yahut müşterek bir kaderi paylaşmışlardır. Birine sahip olan diğerine yönelmiş; birini kaybeden, yine diğerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmıştır.

3) Girit, Osmanlı'nın en son fethettiği ve yine en son kaybettiği "büyük ada" hüviyetini taşıyor.

Girit'te yaklaşık 250 sene devam eden Osmanlı hakimiyeti, Kıbrıs'tan 10 yıl kadar sonra, yani 1897'de sona erdi.

Ada hakimiyeti, yine Kıbrıs'ta olduğu gibi önce İngiltere'nin, ardından Yunanistan'ın eline geçti.

Bir zamanlar 200 bin kadar Müslüman'ın yaşadığı Girit, bugün çok farklı bir demografik özelliğe sahip.

26.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şifa âyetleri ve şifa duâları



Burcu Kararan:

*“Kur’ân’da şifa âyetleri hangileridir? Mânâları ile birlikte verebilir misiniz?”

İnsanın hastalandığında şifa için sebeplere müracaat etmesi, bu çerçevede doktora gitmesi, doktorun tavsiyelerine uyması, verdiği ilâçları kullanması, hastalığın hikmetlerini kavrayarak sabretmesi ve şifayı yalnız Allah’tan beklemesi; sağlıklı günlerinde ise sıhhat ve âfiyetini gözetmesi ve sıhhatini bozmamaya dikkat göstermesi hiç şüphesiz şifa için önemli birer fiilî duâ niteliği taşır. Şifa için olsun, deva için olsun, derde derman için olsun, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, duâyı mümkünse fiilî olarak yapmak, bununla beraber kavlî duayı (dil ve kalp ile yapılan duâyı) da ihmâl etmemek gerekir.1

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir insana teveccüh buyurdu mu, o insanın maddî-manevî ne hastalığı varsa şifa bulur, ne derdi varsa kaybolur giderdi. Onun yönelişi şifa demekti, nazarı şifa demekti, sözleri şifa demekti, ilgisi şifa demekti, gülümseyişi şifa demekti, mübarek tükürüğü, teri ve elinin artığı şifa demekti. Onun getirdiği Kur’ân da şifa hükmündeydi.

* Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Katâde’nin genç kalması için şöyle duâ lütfetti: “Efleha’llahü vecheke Allahümme bârik lehû fî şa’rihî ve beşerihî” (Allah, yüzünün güzelliğini arttırsın. Allah’ım saçını ve vücudunu kendisi için mübarek kıl.) Ebû Katâde (ra) bu duânın bereketiyle yetmiş yaşında vefat ettiği zaman on beş yaşında bir genç gibi gösteriyordu.2

* Yine bir gazvede Ebû Katâde’nin (ra) yüzüne ok isabet etmiş ve yüzü yırtılmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) mübarek eliyle meshetti. Ebû Katâde (ra) der ki: “Kat’iyyen ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.”3

* Bir gün İmam Ebû Kasım Kuşeyrî Hazretlerinin çocuğu hastalanmıştı. Çok üzüntü çektiği günlerde Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rüyasında gördü. Ve Efendimiz’den (asm) şifa talep etti. Peygamber Efendimiz (as):

“Oğluna şifa âyetlerini oku” buyurdu.

Hazret-i İmam da oğluna şifa âyetlerini okudu ve Allah’ın izniyle oğlu şifâ buldu.

Şifa âyetleri şunlardır:

1- “Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”

Meâli: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)4

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”

Meâli: (Ey insanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)5

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.”

Meâli: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)6

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.”

Meâli: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”7

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”

Meâli: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”8

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.”

Meâli: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.)9

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1- “Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”

(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)10

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”

(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.)11

Dipnotlar:

1- Sözler, 287, 288; 2- A.g.e., s. 145; 3- A.g.e., 139; 4- Tevbe Sûresi: 14-15; 5- Yûnus Sûresi: 57; 6- Nahl Sûresi: 69; 7- İsrâ Suresi: 82; 8- Şuarâ Sûresi: 80; 9- Fussilet Sûresi: 44; 10- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107; 11- Tirmizî, Cenâiz, 972

26.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri