Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Hürriyet...



Çok samimî insanlardırlar. Tek dertleri memleket meseleleridir.   Ülkeye özgürlük getirmek… Huzur ve güveni sağlamak! Avrupa insanının yakalamış olduğu insan hakları boyutunda bir gelişimi Türk insanına da kazandırmaktır. ***  Önce: Bu çok yakın dört arkadaş istişâre ederler… Görüş alış-verişinde bulunurlar…. Bunlardan biri devletin en tepesindeki kişidir. Zamanla kendine yağ çeken yakın tayfası tarafından diğer üç arkadaşından kopar! Özellikle: Bu yakın arkadaşlardan biri dünyaca tanınan bir şair de olduğundan yeryüzündeki ilk özgürlük övgüsünü yazarak devletin başındaki Sultan Abdülâzîz’e ağır şekilde dert yanar. ***  Bu kişi büyük devlet adamlarına kasideyazıp yağ çekmek yerine “Hürriyet Kasidesi” adıyla bilinen özgürlük övgüsünün sahibi Namık Kemal’dir! Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal; Osmanlı Sultanı Abdülâzîz’in bir dönem en yakın arkadaşlarıdır! Sene 1826…. Yeniçeri Ordusu kanayan bir yara halinegelince daha pratik bir savaş kıyafeti kullansınlar diye Afrika’dan getirdiğini bildiğimiz başa geçirilen fesigiyen “Eşkinci Ordusu”nu kuran padişah II. Mahmut iktidardadır… Şimdilerde İstanbul’daki kabrine gidip şefaat dilendiğimiz o zata ne demiş o zamanki dedelerimiz?: “Gavur Padişah…!” II.Mahmut’un oğlu daha da Avrupa hayranı bir kişi olarak bilinen Sultan Abdülmecit’tir! Mehteri kaldırıp “castara-custaaaara” çalan “Mızıka-i Hümâyûn”u kurup Türk milletinin o dönem tepkisini çekmiştir. Kendinden sonra gelen ve halka daha yakın bir insan olan Sultan Abdülâzîz’e yerini bırakmıştır. Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal ile zamanla bağlarını koparan ve hatalar yapıp devleti iyi yönetemeyen bu Sultan’a ve çevresindekilere Hürriyet Kasidesi’nde Namık Kemal; “Köpektir zevk alan sayyad-ı bî insafa hizmetten/ İnsafsız avcı gibi duran Abdülâzîz’e hizmet eden yağçekiciler kö……!!!” diyerek yüklenmiştir. O gün bu mücadeleler olmasaydı bu gün tartıştıklarımızı korkudan belki konuşamıyor da olabilirdik! Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “19.YY Türk Edebiyatı Tarihi” isimli eseri siz saygı değer okuyucularıma özetlemiş bulunuyorum. Ancak…. Şimdi sizlere bir soru: O günlerden bu güne tam 190 yıldır ne değişmiş bizde?!!

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Dost kervanı



Dost kelimesini duyunca kalbime sıcak esintiler, gönlüme muhabbet, ruhuma bir huzur doluyor. Kalbimin ritmi yükseliyor. “DOST” ne mübârek bir kelime. Ne kadar engin bir ifade. Arkadaşlık, kardeşlik, kanka gibi kelimelerle karşılaştırdığımda, “DOST” sıcaklığını hiç birisinde bulamıyorum. Hiç bir kelime bu kadar içimi ısıtmıyor.

Dost deyince, muhabbet, şefkat, sadakat, fedakârlık ve benzeri anlamların tamamından derlenmiş bir “öz ifade” aklıma geliyor. Tıpkı çeşitli çiçeklerden derlenmiş bal gibi bir tat ve koku bırakıyor yüreğime.

Dost deyince bakışlarım Asr-ı Saadet’e uzanıyor. Ensar ile Muhacir’in dostlukları gözümün önüne geliyor. Onların, hayatı da, ölümü de nasıl paylaştıklarını görüyorum. “İşte dostluk budur” diyorum. Bütün varlıklarını Mekke’de bırakarak sadece ellerinde bir kılıçla Medine’ye göç edenler, orada öyle bir sevgi ve şefkatle karşılandılar ki, bu sıcaklığı ancak “dost” kelimesi ifade edebilirdi. Medine halkı, iki odalı evinin bir odasını muhacire veriyor, iki devesinden birini onlara tahsis ediyor, tek devesi varsa, ona da ortaklaşa biniyorlardı. Bahçesini, tarlasını, koyun sürüsünü muhacirle paylaşıyordu. Bir Muhacir ağlayacak olsa, Ensar’ın gözünden yaş geliyordu. Çünkü Allah’ın en yakın Dostu (asm) onları birbirleri ile dost kılmıştı. Halka dost olmak için önce Hakk’a dost olmak gerektiğini öğretmişti.

Asr-ı Saadet’ten sonra da, onun (asm) yolundan gidenler, Hakk’a ve halka dost olmaya devam etmişler, “Habib” ve “Halil” isimlerinin anlamlarını hayatlarına rehber edinmişlerdir. Bu büyük caddeden bir çok evliya, asfiya, ermiş, derviş, müceddit ve muhakkik gibi Allah dostları gelip geçmiştir. Ona (asm) dost olduktan sonra, her şey onlara dost olmuştur.

Bizim milletimizin de hamuru İslâmiyet mayası ile yoğrulduğu için özünde dostluk duyguları çok kuvvetlidir. Bu millet içinde bizi Asr-ı Saadet’e bağlayan dostluk zincirinin büyük lokmalarını teşkil eden bir çok Allah dostu çıkmıştır. Ahmet Yesevî, Hacı Bektâşi Velî, Mevlâna, Yunus Emre gibi nurdan halkalar, bunlardan bazılarıdır. Bu nurânî zincirin günümüze ulaşan en büyük halkası ise “Mesleğimiz haliliye, meşrebimiz hıllettir” diyen Bediüzzaman Hazretleridir. Bu cadde-i kübrâda yürürken, çekmediği eza, görmediği cefa kalmamıştır. Ama o, hiçbir zaman şikâyetçi olmamış, bu yolda dünyasını feda ettiği gibi ahiretini de feda etmekten çekinmemiştir.

“Haliliye” mesleği ve “hıllet” meşrebi, bugün Bediüzzaman’ın yolundan gidenler tarafından devam ettirilmektedir. Her ne kadar mağduriyete, mahrumiyete ve mahkûmiyete maruz kalsalar da, azami ihlâs, azami fedakârlık, azami sadakat ve azami feragat göstererek, dostluk mesleğinden ayrılmamışlardır.

Hakiki dostları zaman ve mekân ayıramadığı gibi, ölüm de ayıramaz. Çünkü onların dostluğu sadece bu dünya hayatı ile sınırlı değildir. Ebedî âlemde de devam edecek olan bir muhabbet hâlidir.

“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”

Bu dostluk kervanına katılmak, aklı başında olan her insanın en büyük gayesi olmalıdır. Hem de hiç vakit kaybetmeden kalp ve gönül kapılarımızı böyle bir dostluğa açmalıyız. Dünyanın fuzulî işleri ile, nefis ve şeytanın aldatmacaları ile oyalanırsak, bu kervana yetişmek mümkün olmayabilir. Ondan sonra da “Geçti dost kervanı eyleme beni” diye sızlanmanın bir faydası olmayacaktır.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Güneydoğuya bakış



Güneydoğu meselesinin, terör ve Kürt orijinli iki kavram etrafında yorumlanması, teşhis konması ve buna göre lehte aleyhte görüş ve yaklaşımların ortaya çıkması, problemin kaynağını ve çerçevesini değiştirmektedir.

Güneydoğunun ekonomik, sosyal ve kültürel problemleri ile taleplerini, etnik temelli Kürt bölücülüğünden ve terör merkezli PKK zemininden ayırmak gerekir.

Yıllar yılı “Kürt meselesi” denmesinin sakıncalı hâli ile problemleri görmezden gelen resmî ideolojinin sıkıntıları adlandırmada bile içine düştüğü belirsizlik, sosyolojik bir vakayı derin, içinden çıkılmaz ve girift bir noktaya getirmiştir.

Kürt bir vatandaşın kendini Kürt olarak tanımlaması, ana dilini ve kültürünü bilmesi, hatta bu konuda desteklenmesi normal bir demokratik süreç olarak tanımlanırsa, PKK terörü ve Kürt ırkçılığından ayırıcı bir yapı öne çıkar.

Kürt söylemli mesajlar, eğer birliği zorlaştırıcı, ülkeyi kaosa sürükleyici bir siyasî açmazın parçası, Türk halkına ve diğer unsurlara karşı bir nefret ve tepkinin adresi olmuşsa, bu yıkıcı ve bölücüdür.

Yukarıda belirtilen iki farklı kategori ve yaklaşım, iç içe algılanırsa, bölgesel tahrik kalıpları karşısında yeterince etkili olunamaz.

Üstelik bölge halkının yüzde doksanın üstündeki kahir ekseriyeti, meseleye Kürtçü bakış ile bakmamaktadır. Teröre karşıdır. Kürt ve terör uzantılı siyasî hareketin ve söylemlerin mağdurudur ve bunu birebir yaşamaktadır.

Keza, batı da doğunun mağdurudur. Gelir kaynaklarının teröre gitmesi, yatırım hızının kesilmesi, ekonomik istikrarın sendelemesi, başlıca sosyal risk alanlarını arttırmaktadır.

Ayrıca bölge halkı dindardır. Muhafazakârdır. Âdet ve gelenek bağlamında, daha tutucu ve içine kapanıktır. Marksist bir ideolojinin yıllar yılı gayretine rağmen toplumu yanına alamadığı da bir gerçektir.

İdeolojisi Marksizm olan bir siyasî hareketin ve terör örgütünün, kendine seçtiği argüman, Kürt kartıdır. Kürtler üzerinden ve Kürtlere zarar vererek siyasî bir terör hareketi teşekkül etmiştir. Şiddet merkezli Stalinist bir ceberutluktur.

Bölge vatandaşına ve olaylara böyle bakıldığı zaman, Türkçü ve milliyetçi vurguların bölgeyi rencide eden genellemeci tutumlarından da uzak durmak gerekiyor.

Bölge halkı, Marksist ideolojinin Kürtçü versiyonunu tasvip etmediği gibi, Kemalist versiyonun kendine özgü dayatmacı ve ırkçı tarzını da makul görmemektedir ve soğuk durmaktadır.

Bölgenin millî hassasiyetler ortalaması, diğer bölgelerden geri değildir. Ancak başı duvara vurulmuş bir bölgenin sersemleşmiş, eğitim ve ilgi mahrumu fakir halinin ne denli tahrik ve aldatmalara açık olduğunu da düşünmek gerekir.

Uzun lafın kısası, Kürt, Kürtçü, terörist, güneydoğu gibi dört ayrı noktayı birbirine bağlamak, aynıymış gibi göstermek, oyuna gelmenin ve birbirini anlamamanın yolunu açar.

Bir kavram kargaşası yaşanıyor. Bunların tarihî, siyasî, dinî, millî, ahlâkî, vatanî ve mahallî durumları ile sınır ve komşu şartları ayrı ayrı tahlil edilmelidir.

Sacın ayaklarında, demokrasi, güvenlik ve ekonomi üçgeni sağlanamazsa, siyasî demeçler, uluslar arası güç dengeleri ile Irak batağının menfî etkileri, çözümün parçası olsa da, kökten çözüm için yeterli değildir.

Milletin dinî hassasiyetleri, ülke birliğinde olmazsa olmaz bir faktör olması; eşitlik, adalet ve muhabbet etkilerini hissettirecek eğitim, kültür ve sosyal yaklaşımları arttıracak atak adımlarla mümkün olur.

Ülkeyi sakinliğe, esenliğe kavuşturacak akl-ı selim sahibi ve muhabbet merkezli, cehaletin kabaran ayranı olmaktan uzak, makul, müdebbir ve teskin edici rehber fikirlere ve kendini aşmış mütehammil devlet adamlarına ihtiyaç var.

Haklı olmak, ülkenin selâmetini düşünmekle eşdeğerdir. Bunun yolu da, demokrasi içinde birlik ve farklılık içinde bütünlüğü sağlamaktan geçiyor.

Çınar devlet, Osmanlı böyle başarmıştı. Tecrübe geçmişimizde saklı.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Terörün üstesinden gelmek



Aile huzuruyla ilgili bir konferansta dinlemiştim. Hatip hiç unutamadığım şöyle ilginç bir tesbitte bulundu: “Eğer eşler huzurlu bir aile hayatı istiyorlarsa herbir fert, ‘Ben ailemi mutlaka mutlu etmeliyim’ duygusuyla hareket etmeli. O zaman mutluluğu yakalamak mesele olmaz.”

Siz müzmin bir derde yakalanmışsanız, doktor doktor dolaşır, en uzmanlarını bulur, derdinize çare arar ve çaresi olan bir dertse mutlaka ilacını da bulur, kullanır, hastalıktan kurtulursunuz.

Eğer bugün terör büyük bir aile olan ülkenin en önemli derdi, en büyük problemi ise bunun tedavisi de elbet mümkün. Öncelikle tedavinin gerekliliğine içtenlikle, samimiyetle inanmak gerekir. Gerisi kolaylaşır. Bu işten anlayan, bilen insanlar bulunur, istişare edilir, fikirleri alınır, sonra da tedaviye geçilir.

Uzmanlar size önce hastalığın sebeplerini söyler, “Şunlardan şunlardan uzak kalmalı, şunları şunları da yapmalısınız” diye bir reçete sunarlar.

İnsanı kötü, zararlı alışkanlıklardan, özellikle terörden kurtarma, insanı insan yapma; insanca, medenice yaşatma, daha açıkçası huzurlu bir toplum kurma hedef olunca, öncelikle bu hususta başarılı olmuş insanlara bakmalısınız. Ne yapmışlar da bunun üstesinden gelmişler?

Temelinde eğitimin bulunduğunu görürsünüz. Canavar ruhlu insanları karıncayı dahi incitmekten çekinir hâle getiren bu eğitimde insana insanca yaklaşılır. Sevgi ve şefkat vardır orada. Elden tutma, ihtiyaçlarına cevap verme vardır orada. Kenetleşme, yardımlaşma, dayanışma, tekvücut olma vardır orada.

Sevgi ve şefkatin önemini pedogoglar, psikologlar, sosyologlar hep söyleyip durmuyorlar mı?

“Sevgi insanlığın kanunudur” diyor Gandi. Seven de, sevilen de mutlu olur.

Şefkat de çok önemli. “Şefkat öyle bir dildir ki sağırlar da işitebilir, körler de okuyabilir” denilmiştir.

En huysuz, en haylaz çocukların dahi sevgi ve şefkatle yola geldikleri düşünülürse, özellikle Doğu ve Güneydoğu illerimizde sevgi ve şefkate dayalı eğitime ağırlık vererek nesilleri vatanını, milletini seven, sayan insanlar olarak yetiştiremez miyiz? Böyle bir eğitim, anarşi ve terör üretmez. Bölge insanı da kendini ayrı değil, birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçası olarak görürler.

Bunun yanında iş ve aş imkânı bulan, karnı tok, sırtı pek gençler ekmek yedikleri eli ısırmayacak, terörün tuzağına düşmeyeceklerdir.

Demek kalıcı çözüm, sevgi ve şefkate dayalı eğitim ve ekonomik kalkınma.

Terörün kökü başka nasıl kurutulabilir?

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Daire yapılanması ve sıkıntıların asıl kaynağı



Önceki yazılarımızda toplumbilimin; cemaatlerin yapılanmasını “daire, zincir, tekerlek ve Y” olarak dört kategoride incelediğini belirtmiştik.

Daire yapılanmasında söz sahibi şahıs/lider değil; meşveret ve şahs-ı mânevîdir. Yönetim biçimi seçim sistemine dayandığı için tüm üyelerin aktif olarak katılımı sağlanır. Gayet tabiî ki, bu katılım gönüllüdür. İşleri yürüten ve organize eden kurul, yöneticiler seçimle işbaşına gelir ve meşveretin aldığı kararları uygular. Vazifeleri, trafik memuru gibi organizatör olarak sistemin düzenli akışını sağlamaktır.

Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur olduğundan Nur cemaatinin halifesi, lideri yoktur. Bediüzzaman, bunu bizzat kendi nefsinde uygulayarak “şeyh, hoca, lider, halifeyi”, “Her meselemizde emir, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin (talebelerin) ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”1 diyerek aradan çıkarmış. Ve fikir, kitap endeksli, çoğunluğun görüşüne dayalı meşveret/danışma sistemini ihya etmiştir.

Liderlik sistemi ve özel sektör mantığıyla çalışan müesseselerde, şahıslar radikal kararlar alır, risklere girer ve sonuçlarına da katlanırlar. (Ki, onlar bile her istediklerini yapamaz, yetkileri sınırlıdır.) Ancak, cemaat fertlerinin tümünün katılımıyla oluşan hizmetlerde yönetici, istediği icraatı yapamaz. Meşverete bağlı olduğundan kendi başına karar alamaz.

Ne var ki, demokratik sistem, yani, “meşveret, seçim ve katılım” sistemiyle çalışan daire yapılanmasında da sıkıntılar, aksaklıklar, yanlışlar, problemler kaçnılmazdır. Kimi zaman işler sarpa da sarabilir. Veya zaman zaman müesseselerine “KİT” (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) mantığı hâkim olabilir.

Acaba bu durumda keyfîlikleri önlemek ve problemleri asgariye indirmek nasıl mümkün olabilir? Veya yöneticilerin keyfî karar ve uygulamalarını önleyecek müeyyideler nelerdir?

Aslında insan, imtihan ve dolayısıyla hizmet olan yerde problemler de vardır. Dünya dört dörtlük değildir. Önemli olan bunlara yaklaşım ve çözüm şeklidir.

Öncelikle belirtelim: Sıkıntı ve çarpıklıkların kaynağı istişare/meşveret değil, meşveretin lâyıkıyla yerleştirilip işletilememesindendir. Yani, cemaat fertlerinin, “eksikleri tamamlama, kusurları örtme, hizmete yardım etme, kontrol, mihenge vurma, hakkın hatırını âlî tutma” gibi vazifelerini ihmal etmeleridir. Ki, şahısların bu zaafları, şahıslardan mürekkep olan şahs-ı mânevîye de sirayet eder, zafiyetine sebep olur.

Bediüzaman bu hususa, “Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz dîvanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz…”2 tesbitleriyle işaret eder. Burada meşrutiyetin yerine “istişare/meşveret”, millet yerine “cemaat” mefhumlarını koyabiliriz.

Şu hususta mutabık değil miyiz ki; tüm sıkıntılar, günümüz Kur’ân ve Sünnet ölçüleriyle, hizmet metotlarını ortaya koyan Risâle-i Nur’u ve özellikle—en azından—her on beş günde bir okunması tavsiye edilen İhlâs Risâlesini, yine ara sıra okunması tavsiye edilen İktisat ve Hucumat-ı Sitte Risâlelerini okumamak ve pratiğe geçirememekten kaynaklanmıyor mu? Öyle ise, teferruâtı tartışmanın ne anlamı var?

Böyle fasit bir düşünceden sıyrılmalı ve sonuçtan titremeliyiz: Ki, lider olmayanları lider konumuna sokup, ardından başkalarının kabahatlerini ona yüklemek adalet, ihlas ve uhuvvet prensipleriyle çelişmiyor mu?

Dipnotlar: 1-Hizmet Rehberi, s. 175.; 2-Münazarat, s. 28.

25.10.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Profesyonelce saldırılar



Ellerindeki 8 askerin yirmi kadar fotoğrafını da yayınlayan PKK yanlısı bazı web sitelerinde, ayrıca son Hakkâri saldırısıyla ilgili detaylı bilgiler yer alıyor.

Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farça ve İngilizce olarak aktarılan bu bilgilerde, özellikle 12 askerin ölümüne ve 16'sının da ağır yaralanmasına yol açan son saldırının hangi grup tarafından nasıl yapıldığı anlatılıyor.

Orada anlatılanlara göre, PKK'ya bağlı ve kısa ismi HPG olan grup, "profesyonel gerilla eğitimi" almış.

Bu grup, sürekli şekilde yer değiştiriyor, yeni yeni taktikler geliştiriyor, en son teknolojik âlet–edevatla donatılıyor, psikolojik hatta felsefî testlerden geçiriliyormuş.

Profesyonelce alınan bunca eğitim hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmesine rağmen, bu eğitimin nerede ve kim/kimler tarafından organize edildiğine dair tek bir kelimeye dahi yer verilmiyor. Bu nokta, adeta sır gibi saklanıyor.

Oysa, şu an Türkiye'nin ve hatta dünya kamuoyunun en çok merak ettiği nokta budur: Örgütün elemanları, nerede ve kimler tarafından eğitiliyor?

Evet, ortada çok profesyonelce işlerin döndüğü muhakkak. Aynı şekilde, bu işlerin çok gelişmiş ülke istihbaratları tarafından sevk ve idare edildikleri de muhakkak. Zira, bir örgütün tek başına, üstelik medeniyetten, teknolojiden uzak ve mahrum mekânlarda bu işleri kotarması pek mümkün görünmüyor.

Demek ki, perdenin gerisinde ve gelişmelerin arka planında bir başka gelişmişlik ve profesyonellik var. Var da, kim, ne ve nasıl?

Bu soruların cevabını verecek olan, herhalde biz değiliz.

Evet, bu ve benzeri soruların cevabına ulaşıldığı takdirde, hiç şüphe edilmesin ki, hemen her yönüyle artık bir "taşeron örgüt" haline gelen PKK'nın arkasındaki güçlerin kim olduğu, kimin hangi maksatla bu örgütü kullandığı da çok iyi anlaşılır bir hale gelecek.

En büyük zararı en başta Kürt halkına veren bu örgütün, kesinlikle mevzi kazanmak veya halkın huzurunu, barışını temin etmek gibi herhangi bir hedefi, maksadı, yahut stratejisi yoktur. O, vargücüyle huzurun büsbütün kaçmasını, bunalımın baştan aşmasını, genel barışın imkânsız hale gelmesini, bölgesel kalkınmanın tamamen durmasını ve asayişin tümüyle berhava olmasını ister. (Bu durum da, örgütün haricî odaklara bütünüyle âlet olup taşeronluk yapacak bir hale geldiğini gösterir.)

Özellikle şu an itibariyle, örgüt, bütün kuvvetini (ve arkasına almış olduğu kuvveti) sırf Türkiye'yi tâciz etmek, zaafa düşürmek, zarara–ziyana uğratmak, halkın huzurunu baltalamak, AB üyeliğini çıkmaza sokmak, demokrasi yerine diktayı canlandırmak ve sabır taşını çatlata çatlata Türkiye'yi Ortadoğu girdabına sürükletmek için kullanıyor.

Temenni ederiz ki, Türküyle, Kürdüyle bütün halkımız oynanmak isteyen büyük ve profesyonelce oyunların şuuruna, idrakine varır da, onları kendi kazdıkları çukura düşürttürür.

GÜNÜN TARİHİ 25 Ekim 1937

İsmet'in gidişi, Bayar'ın gelişi

4Mart 1925 tarihinden beri 7 defa ve aralıksız olarak Başbakanlık makamını işgal eden İsmet Paşa, 12 yıl sonra ilk kez istemeyerek, hatta küskün bir vaziyette bu makamdan istifa etti.

İsmet İnönü'nün yerine yeni kabineyi kurmakla İktisat Vekili Celal Bayar görevlendirildi.

Dersim Hadisesinden sonra M. Kemal ile araları açılan İnönü, gözlerden uzak bir hayat sürmeye çalıştı. İki eski arkadaş, bundan sonra hoşnutluk içinde hiç biraraya gelmediler, gelemediler.

Bilgi/belge ambargosu

İsmet Paşanın 1925 Mart'ında büyük bir iştahla Başbakan oluşu, Şeyh Said Hadisesinin patlak verdiği günlere rastlar. Kerhen istifa edip gitmesi ise, kanlı bir başka hadisenin, Dersim Hadisesinin hemen sonrasına denk gelir.

Bu her iki hadisede de, ne yazık ki çok kan akıtıldı. Kayıp bilânçosu bilinmiyor. Bu iki tarih arasında yaşanan telefatın yekûnu hakkında, bazı kaynaklarda "yüz bin başlar" ifadesi kullanılıyor.

Çok eski tarihlerde yaşanan kayıpların sayım–dökümü hakkında resmî belgelere/bilgilere ulaşılabildiği halde, özellikle 1924'ten sonraki iç olaylara dair telefat bilgilerine bir türlü ulaşılamıyor. Daha doğrusu, resmî makamlar sağlıklı bilgi vermiyor, vermek istemiyor. 80 yıllık ambargo, halen devam ediyor.

Eski/yeni kabine

Yeni kabineyi kuran Bayar, çoğu eski kabine üyesi olan adamlarla çalışmak zorunda kaldı.

Şükrü Kaya, Ş. Saraçoğlu, Kâzım Özalp, T. Rüştü Aras ve Ali Çetinkaya gibi isimler, İsmet Paşa ile olduğu kadar M. Kemal ile de iyi geçindikleri için, hem eski hem de yeni kabinede yer almayı başardılar.

Yeni kabine, ilk toplantısını M. Kemal'in başkanlığında yaptı.

Son Doğu seyahati

Uzun zamandır Doğu vilâyetlerinde seyahata çıkmayan devlet erkânı, Dersim Hadisesinin yatışmasından sonra, seyahat için Ankara'dan yola çıktı.

M. Kemal, yeni hükümetin güvenoyu almasının hemen ardından, yanına Başbakan Celal Bayar, İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya ve Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya olduğu halde Şark seyahatine çıktı.

Sivas'tan başlayan bu seyahat, sırasıyla Malatya, Diyarbakır, Elazığ, Tunceli'ye kadar sürdü, oradan da Adana, Mersin, Konya, Afyon ve Eskişehir yoluyla Ankara'da noktalandı.

10 Kasım (1937) günü başlayan bu seyahat, M. Kemal'in son Doğu vilâyetleri gezisi oldu.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Ağlatan musiki



Geçtiğimiz Cumartesi günü Çorum Kültür Salonu’nda icrâ edilen Türk Tasavvuf Musikisi TRT Korosu’nu izledik.

Ahmet Hatipoğlu yönetimindeki heyet tam anlamı ile bir müzik ziyafeti verdi.

Duygulanmayan, gözyaşı dökmeyen kimse kalmadı salonda.

Tekbirler, tehliller, salâvatlar ve mânevî dünyamızın gönüllerde müsbet heyecan fırtınası meydana getiren nağmeleri...

TRT’nin bu anlamda yaptığı programları ekranda izliyorduk. Ancak, canlı icrâ edilen musiki, televizyondan çok farklı.

Kanun sanatçısı merhum Bülent Uyaroğlu anısına yapılan bu müzik ziyafeti Çorumluları kelimenin tam anlamı ile mest etti.

İki saat otuz dakikanın nasıl geçtiğinin farkına varamadık.

Alkışlar salonu adeta inletiyordu.

Hangisini anlatayım bilemiyorum.

Semazenlerin o nefis gösterisi...

İsmail Coşar’ın coşarcasına dillendirdiği nefis kasideler...

Sayın Demiryürek’in aynı anlamda söylediği kasideler de gönül dünyamızda huşu ve huzur dalgalarının canlanmasına vesile oldu.

Ve bu konser unutulmayacak manevî izler bıraktı.

Yıllarca “Allah” demenin suç sayıldığı, Türk Sanat Müziğinin dahi yasaklandığı bir dönemden sonra böylesine bir konserin, hem de devlet sanatçıları ile icrâ edilmesi, gerçekten çok önemli bir olaydır.

Sanat ve edebiyatın zayıfladığı ve yok olduğu bir toplumda monoton hayatın acımasız halleri, insanları, stresten bunalıma, bunalımdan psikolojik hastalıklara kadar götürmektedir.

Bir milletin temel değerlerini yok sayar veya onları tahrip ederseniz, o toplum adeta güçsüz ve kanatsız kalır.

Zevksiz ve hissiz müziklerin, sanat estetiği ile bezenmiş sazların ve de seslerin insana kazandırdığı birşey yoktur.

Avrupa, akıl hastalarını ateş korlarında yakarken, ecdadımız onları müzik ile tedavi eden şifahaneler yaptırmıştı.

Saz icrâ heyetinden solistlere kadar, bu ziyafeti hazırlamakta emeği geçen herkese gönülden tebriklerimi iletiyorum. Sağolun, var olun.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Referandumun mesajı



Terörü, Türkiye’ye karşı açılmış sinsi savaşın en tahripkâr âleti olarak kullanma niyetini ele veren son gelişmeler, 21 Ekim referandumu gibi demokrasimiz açısından son derece önem taşıyan bir hadiseyi dahi maalesef perdeledi.

Ama farklı bir açıdan bakıldığında, tam da o gün gündeme düşen Dağlıca saldırısı ve 12 yeni şehit haberi bile, seçmenlerin yüzde 67’sini sandığa giderek oy kullanmaktan alıkoyamadı.

Terörün referandumu geri plana itmesi konjonktürel ve geçici bir durum. Ama referandumun yapılması ve sandıktan yüzde 70 “evet” neticesinin çıkması, demokrasimizin biraz daha kökleşip sağlamlaşması yönünde atılan çok önemli bir adım olması cihetiyle kısa ve uzun vadede Türkiye’nin önünü açacak bir hamle.

Bu sonucun, süreçteki her türlü olumsuzluğa rağmen alınmış olması, ayrı bir anlam taşıyor.

Herşeyden önce, son dört güne kadar, 21 Ekim günü referandum yapılıp yapılmayacağı dahi belli değildi. Sebebi ise, pakette yer alan ve 11. cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören maddelerin son anda metinden çıkarılması sebebiyle oluşan belirsizlikti.

Bu belirsizliği görüşmek için 17 Ekim’de toplanan YSK’nın “devam” kararını 5’e 6 gibi çok kritik bir dengeyle alması bile, durumun ciddiyetini gösteren başlı başına bir işaretti.

Eğer aynı denge “Referandum ertelensin” yönünde oluşmuş olsaydı, 21 Ekim günü sandığa gidemeyecektik.

İşin bu derece kritik bir noktaya gelmesinde, iktidar partisinin son âna kadar meseleyi ciddîye almayan kayıtsız tavrının büyük rolü oldu.

Gül’ün Meclis tarafından 11. cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra tartışma doğuracağı ve sıkıntı getireceği baştan belli olan geçici maddeler, gümrüklerde oy kullanımı başlamadan önce kaldırılsaydı bu durum yaşanmayacaktı.

Ve şimdi, referandum yapılıp bittikten sonra dahi kimilerince seslendirilen usulsüzlük iddiaları ve referandumu Anayasa Mahkemesine iptal ettirme girişimleri gündeme gelmeyecekti.

Sonuçta, iktidar partisinin anlaşılmaz tavrı sebebiyle ortaya çıkan belirsizlik, bir kısım muhalefet çevreleri ve medyanın bir kesimi tarafından istismar edilerek, halka “Sandığa gitmeyin“ ya da “Hayır” deyin çağrıları yapıldı.

Ülkede zaten sandığa gidip oy kullanma havası yoktu. Bu çağrılar iyice havayı bulandırdı.

11. cumhurbaşkanı seçiminin yeni sonuçlanmış ve 12.’nin seçimine daha yedi sene var olması da sandığa gitme isteksizliğini besledi.

Üstüne üstlük, son üç haftada gerçekleşen ve sonuncusu tam da referandum gününün sabahında duyurulan terör saldırıları işin tuzu biberi oldu. Halkın psikolojisi tümden sarsıldı.

İşte bütün bunlara rağmen katılımın da, evet oylarının da beklentilerin çok üstüne çıkması son derece önemli ve anlamlı. Böylece halk, “herşeye rağmen daha güçlü ve gelişmiş bir demokrasi” mesajını vurgulu bir dille ifade etti.

Bu mesajın önem ve değerini ne kadar vurgulasak az. Sadece bir kısmını sırayabildiğimiz olumsuzluklara rağmen çıkması ise, bu sonucun değerini daha da arttırıyor ve bu mesajla hem teröre, hem de diğer bilumum gündem saptırma girişimlerine ve lâkaydlıklara en güzel cevap verilmiş oluyor. Milletimize hayırlı olsun.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Sanal kuşak



Vatan gazetesinden Tuna Kiremitçi ‘Savaş görmemiş kuşak’ başlıklı yazısında sanal kuşağa temas etmiş. Sanal kuşak; 1990’ların ürünü ve dünyevileşme rüzgârlarının getirdiği, direnci alınmış ve kırılmış veya kırılgan bir karakterli kuşak. Yeterince imtihan ve testten geçmemiş ve anne-babasının veya toplumun kazanımlarının sırtından geçinmiş; hazır yiyen, tüketici, tuttuğunu koparmakta zorlanan bir kuşak. Bu kuşağın kırılgan vasfının PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyle de yakından alakası var. Zira ülkemizin savunması bu kuşağa emanet edilmiş durumda. 1990’lı yıllar tahribat yılları oldu ve hem İslâmî kesimler yozlaştı, hem de genel mânâda ülkenin sosyolojik yapısı ters yüz oldu. İdeallerinden yalıtılmış ve zoru gördüğü anda çark eden bir kuşakla karşı karşıyayız. Ve dönemin bu vasfı, karakteri bütün kurumlara yansıyor ve ruhunu veriyor. Türk Silâhlı Kuvvetleri de elbette buna dahil.

Bu dönemde hercai ve harc-ı âlem bir kuşak yetişti. Niye olmasın ki? Vatanperverliğin yerine çılgınlık ikame edilmeye çalışıldı. Milliyetçilik maneviyattan soyutlanmış ulusalcılığa indirgendi. Çanakkale ruhuyla dalga geçildi. Şu Çılgın Türkler zihniyetiyle yeni bir ruh aşılanmaya çalışıldı! Fedakârlığın yerine macera geçirilmeye çalışıldı. Bunun sonucunda, İngiliz askerlerinden farkımız kalmadı. 8 Türk evlâdı PKK tarafından propoganda maksatlı olarak ele geçirildi. Kendi istekleriyle teslim oldukları iddiaları da var. Bu durum bir zafiyet göstergesidir. Şattu’l Arap’ta İranlılar tarafından ele geçirilen İngiliz deniz piyadelerinin akibeti gibi. İngiltere de askerlerin kolaylıkla hiç direniş göstermeden kendilerini İranlı hücum botlarına teslim etmelerini anlayamamıştı. Elbette anlayamasa da yadırgadı. Ama artık İngiltere için Avrupa’nın ‘hasta adamı’ tabiri kullanılıyor. Hasta adamın askeri de böyle olur. Halbuki biz Türkler, hasta adam olduğumuzda dahi Çanakkale’yi geçilmez kılmıştık. İşte o ruhu kaybettik. Şehadetin yerine macerayı geçirirseniz ve ideal namına bir şey bırakmazsanız, ruhları talan ederseniz olacağı budur. Halkı sokağa dökmek de çare değil. Gerçek mânâda millî birlik ve vatan sevgisini kazandırmak gerekir. Bu da gençliği ancak millî anane ile yetiştirmekle mümkündür. Aksi takdirde, toplum çözülür, toplumun çözülmesi tedricî olarak bütün kurumların da çökmesini getirir.

***

Maneviyat yerine maceracı zihniyeti yerleştirmek isteyenler, maneviyata dayalı milliyetçiliğin yerine de ulusalcılığı ikame etmek istediler. Sonuç ortada. Ulusalcılık millî bünyemize terstir. Gençliğimiz yeniden sabır; metanet ve şehadet kültürünü öğrenmelidir. Bu toprakları başka türlü savunmamız mümkün değildir. Öyleyse gençlik yeniden buna göre yapılandırılmalıdır. Keza ülkenin de buna göre yeniden yapılandırılması kaçınılmazdır. Siyaseten ve askerî olarak Amerikan hegemonyasına karşı olmak yetmez ve karşı görünenler sosyolojik olarak onun hayat tarzını benimsemişlerse bir çelişki var demektir. O zaman İbni Haldun’un deyimiyle mukallitler asıllarına karşı savaşamazlar. Asların üstlerine karşı savaşamayacakları gibi.

Amerikan hayat tarzıyla Amerikan planlarına karşı durulmaz. Hedonist kültürle cephede direnmek mümkün değildir. Türkiye’nin en fazla satanları Soner Yalçın ve Turgut Özakman kaldığı müddetçe içte ve dışta bozgunlar kaçınılmazdır. Öyleyse önce irademizi tahkim etmeliyiz ve irademizi tahkim etmek Özakman’ın anlattığı gibi macera ruhuyla olmaz. Çılgınlık ve şehadet ruhu imandan beslenir. Sokakları ağıt yerine çevirmek de Türkiye açısından üzücü bir durumdur. Sokağın metaneti askerin metanetidir. Psikolojik harpçilerin de kafaları karışık anlaşılan.

***

Bu işin manevî kısmı. Elbette teknik kısımları da var. Acemi askerleri cepheye sürmek ve sayı üstünlüğüyle gerilla savaşını kazanmak mümkün değildir. Tarz farklıdır. Gayri nizami harp gayri nizami mukabeleyi gerektirir. Özal dönemindeki özel timler gibi yeniden dağlık arazi şartlarına uygun seyyar ve mobil güçlerin teşkil edilmesi gerekir. Erdoğan’ın da dediği gibi acemi askerler ancak nizamî harp şartlarında kullanılabilir. Ayrıca en temel mesele, Türkiye’nin tek elden idare edilmesi meselesidir. Ülke, savunmasıyla da tek elden idare edilmelidir. Baykal meselenin hükümetin çapını aştığını ve insiyatifinden çıktığını savunmuştur. Aksine, olması gereken hiyerarşik olarak savunmanın da daima sivil hükümetin insiyatifinde olması ve kalmasıdır. Manipülasyon savaşları ilk önce iç cepheyi vurur. Balkan Savaşlarını böyle kaybetmiştik. Hatırlayan var mı? Biz idarî ikiliği aşmadan ve düzeni sağlayamadan ülke düzenini sağlayamayız.

PKK bizi bu aralıktan vurmaktadır. PKK’nın işinin bitirilmesi hiç de zor değildir. İşi zorlaştıran ve onu palazlandıran bizim tutumumuzdur.

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İslâm dünyası ve eğitim



İstanbul, dün başlayan ve 27 Ekim 2007 tarihine kadar devam edecek önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) ve Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezince (TASAM) Grand Cevahir Otelinde düzenlenen ‘’İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi’’ derin bir yara olan eğitim konusuna neşter atmayı hedefliyor.

Eğitim her ülke için önemli, hele hele İslâm ülkeleri için çok çok önemli. Malûm, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), ilmi teşvik için; “İlim Çin’de bile olsa gidiniz alınız” demiş, Kur’ân-ı Kerim de “Oku!” ile nazil olmaya başlamıştır. İlme, okumaya ve öğrenmeye bu kadar önem veren bir dinin mensuplarının, ‘cahil’ kalması kadar derin bir çelişki olabilir mi?

İstanbul’da devam eden ‘’İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi’’ndeki ilk gün, ‘cehalet’ konusu gündemi meşgul etti. Gerek İSAV Başkanı Prof. Dr. Ali Özek ve gerekse Millî Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik aynı konuya temas etti. Özek, “İslâm dünyasının en büyük problemi cehalettir” derken, Çelik de; ‘’İslâm dünyasının temel problemi, cahillik, fukaralık ve bunun sonucu ortaya çıkan ihtilaflardır’’ diye konuştu.

Kongrede söz alan diğer konuşmacılar da bu minval üzerine sözler söyledi. Dile getirilen bu tesbitlere itiraz eden olur mu? Az çok, eğitim konusuyla ilgilenen herkes bu konuda hemfikirdir. Asıl önemli olan da bu ‘cehalet’le nasıl mücadele edileceğidir. Aslında bu konuda da ihtilâf olmaması lâzım, ancak işin içine ‘din’ girdiğinde nedense bazıları itiraz seslerini yükseltiyor.

Tabiî İslâm dünyasının en büyük derdi olan cehalet konusunda çare bulmak için bir kongre toplamak yeterli olmaz. İmkân ve fırsat olsa da her yıl, her ay benzer toplantılar yapılsa. Ya da bu toplantılarda dile getirilen çözümler ve çareler uygulama imkânı bulabilse.

Devam eden toplantıda muhtemelen çok güzel çözüm teklifleri dile getirilecek. Ancak bunların kaçı uygulama imkânı bulabilecek? Önemli olan, dile getirilen tekliflerin uygulanma imkânı bulması.

Toplantının ilk gününde bir konu daha dikkatimizi çekti: Konuşmacılar, kız-erkek ayırımı yapmadan herkesin eğitimden eşit olarak istifade etmesi gereği hususuna işaret ettiler. Ancak bilhassa Türkiye şartlarında kız çocuklarının eğitimlerinin önündeki en ciddî engel olarak duran ‘başörtüsü yasağı’ konusundan hiç söz eden olmadı. Yoksa, kanunsuz bir şekilde uygulanmaya devam eden başartüsü yasağı, eğitim sistemimizin önünde çiddî bir engel değil mi? Aynı şekilde, çocuklarımızın Kur’ân öğrenmelerinin önündeki ‘yaş sınırı’ da bir problem değil mi? İnkâr edilse ve görmezden gelinse de ‘karma eğitim’ de okullaşma oranının az olmasında önemli bir engeldir.

Bugün itibarıyla “karma eğitime karşı çıkanlar”a “gerici” diyenler olabilir. Fakat, bugün bile bilhassa Anadolu’da kız çocuklarını okullara göndermeyen anne-babaların gerekçesi budur. “Benim kızım büyüdü, yabancı erkeklerle aynı sırada, sınıfta bulunmasına razı değilim” diyenler yok mu? “Bu çağda bu kafa olur mu?” demeden önce; eğitim sisteminin önündeki ciddî engelleri bertaraf edelim.

“Uygar dünya” bile bu yolu tercih etme noktasında ‘sinyal’ler vermiyor mu?

25.10.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Tahrike mânevî tedbir



Maddeci felsefeden türeyen ırkçılığı esas alan bölücü teröre karşı salt askerî değil, ekonomik, sosyal, siyasî ve psikolojik çözümlerin bulunması ve mânevî tedbirlerin alınması, artık herkesin kabul ettiği ortak bir fikir.

Ne var ki çoğu dünyevî çıkar eksenli ve maddeci felsefeden türeyen sözde terdbirlerin, bir sonuç vermediği Cumhuriyet tarihindeki olaylar gösterdi.

Bu bakımdan, daha Osmanlının son devrinden başlayarak, peşinden yeni rejime sözkonusu maddî tedbirlerle beraber mânevî ve Kur’ânî tedbirleri beyân eden Bediüzzaman’ın, bu husustaki tespitleri, bugün daha büyük bir ehemmiyet kazanmaktadır.

Demokrasi döneminde “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlığıyla Ankara’ya yazdığı bir mektupta, Ortadoğu ve Önasya’da İslâm ülkeleri arasında 1955’te kurulan “Bağdat Pakti”nı, bölgedeki milletler arasına ecnebî sömürgecilerce atılan “ırkçılık belâsı”nı defetmesi ve mânevî kardeşliği ihya edip pekiştirmesi açısından takdir eder. (Emirdağ Lâhikası, 437-440)

“Dehşetli ifsad komitesi”nin “bu fedâkâr, mâsum ve hâmiyetkâr millet”e zarar vermek maksadıyla, “milliyetleri İslâmiyetle mezc olmuş”, içiçe girip kaynaşarak ayrışma imkânı olmayan “mücâhid Türkler”e karşı başta “mübârek kardeş Araplar” olmak üzere, diğer Müslüman milletleri pervâsızca istimal ettiğini bildirir...

* * *

Merhum Menderes hükûmetinin, İslâm kardeşliğini tahribe yönelik dünya barışını bozan bozguncu “gizli din düşmanları”nın tahriklerini boşa çıkartacak, Türkiye’nin Pakistan ve Irak’la imzaladığı ve daha sonra İran’ın da katıldığı ittifakı, Bediüzzaman’ın, “bu millete kemâl-i sâmîmiyetle, sürur ve ferahla kazandırmasını bütün rûh-u cânıyla tebrik”i bunun içindir.

Çünkü, Emeviler zamanında ve geçen asırda hürriyetin başında kavmiyetçi “kulüpler”le kışkırtılan ve iki dünya savaşında hoyratça kullanılan ırkçılığa karşı en etkili çârenin, İslâm kardeşliği olduğu, tarihin şehâdetiyle sabitir.

Bundandır ki Bediüzzaman, nihâyetinde din ve mânevî hissiyatın hâkim olduğu Asya’da, insanları ifsad ve anarşiden koruyacak yegâne âmilin mânevî tedbir olduğunu belirtir.

Yine bu amaçla, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’la birlikte, Asya’nın kalbinde, Van’da din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı Şark Üniversiteninin kurulması idealini gündeme getirir. Tâ ki, birbirine dost, kardeş, akraba ve dindaş olan “İslâm kavimleri”ni, “menfî ırkçılık” bozmasın...

Son çeyrek asırdır, Marksist-Leninist kökenli bölücü terörün, mâsum insanları, kadınları, ihtiyarları ve hatta bebekleri hunharca katleden eylemlerine ve acımasızca on iki baskında bir defa daha görüldü ki, tıpkı dünya savaşlarında ırkçılık yüzünden yakılıp yıkılan ve onlarca milyon insanını kaybeden yabancılar, benzer gaddarca vahşi zulümleri Türkiye ve İslâm ülkelerine de taşıtmakta...

Gerçek şu ki bugün yeryüzünde artık cephe savaşları kalmadı. Ancak, bozguncu şebekeler ve insanlık hasmı gizli komiteler, mafyalaştırılıp, uyuşturucu, silâh, insan ve organ ticareti ve kaçakçılığı şebekesine dönüştürülen terör örgütlerini maşa olarak kullanmaktalar.

İsrail’e hizmeti asıl vazife bilen Evanjelist George W. Bush gibi, küresel gücü kullanan neoconlar ve dünya para spekülatörü Soros gibilerin küresel sermaye aracılığıyla, mazlum dünyada, özellikle İslâm coğrafyasında ırkçılık ve mezhepçiliği kışkırttığı ortada. Bu etnik tahrik politikalarıyla, bir dizi provokasyona sebebiyet verdirilmekte.

İşte bütün bunlara karşı, Bediüzzaman’ın “Bağdat Paktı”nı tebrik mektubunda yer alan, Cumhuriyetin başında Ankara’ya Meclis’e dâvette mebuslara dile getirdiği, “dinî ders”in önemi bir defa daha tebârüz etmekte.

Zira “dinden tecrid” hevesiyle, “mekteplerde yeni öğretim usûlleriyle nesillerin İslâmiyetle alâkasını kesen” öğretim ve tâlimin acı akıbeti, açıkça kendini göstermekte...

* * *

Süregelen etnik ve mezhebî tahriklerin, “bütün bu dehşetengiz plânları çeviren o müthiş fitnenin kaynağı” ecnebilerin işi olduğuna işâret eden Bediüzzaman, anarşi ve teröre karşı bilhassa Şark’ta insanların ıslahında dinî eğitim ve terbiyenin ehemiyetini nazara verir.

“Batılılaşma”yı öneren milletvekillerini uyarır. “Garplılaşmak’ nâmıyla an’ane-i İslâmiyeyi (İslâmın esas ve geleneklerini)” bir tarafa bırakma ve “lâdinî” dedikleri dinle ilgisi olmayan, dinden ayrı sistemi kurma eğilimindeki Meclis üyelerini, daha o günden bugünkü din dışı “menfi milliyetçilik” diye nitelendirdiği “ırkçılık” tehlikesine karşı ikaz eder.

“Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” sualine, Van’da “hâmiyetli Kürd bir talebesi”nin verdiği, “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum; belki, babamdan ziyâde ona alâkadarım. Çünkü, tam îmana hizmet ediyorlar” cevabının gerekliliğini Meclis’e de tasdik ettirir.

Irkçı muallimlerin enjektesine tepkiyle daha da tırmanan “Kürtçülük damarı” tehlikesine karşı, Doğu’da, “Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur” kanaatinin tam yerleşmesi için, mânevî eğitim ve terbiyeye şiddetle ihtiyaç olduğunu ifâde eder.

Özellikle Anadolu’da ve bütün Şark’ta, birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, Van’daki medresede verdiği “dinî ders”in ne kadar lâzım olduğunu belirtir...

Sormak lâzım; bugünkü ırkçılık temelli asimetrik tahrike karşı mânevî terbiyenin ehemmiyeti âşikâr değil mi?

O halde neden hâlâ bundan bigâne kalınıyor?..

25.10.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri