Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Dalâlet ve küfür dışında; her şey güzeldir



Meşrû dairenin kapsam alanı oldukça geniş

Meşrû dairenin keyfe kâfî olduğunu biliyoruz. Bu meşrû dairenin, insanın masum bütün ihtiyaçlarına cevap verdiğini de biliyoruz.

Bunun tersi olan gayr-i meşrû dairede lezzet ve keyfin olmadığını, gayr-i zarûrî ihtiyaçların insanın maddî ve manevî dünyasına faydasının olmadığını da biliyoruz.

Dolayısıyla yolun iki olduğu apaçıktır. Meşrû daire ve gayr-i meşrû daire.

Meşrû dairenin, Kur’ân’la hadleri çizilmiş, Resûl-i Ekrem (asm) ile uygulama alanına çekilmiş ve asırlardan beridir de, uygulandığında insanların ve milletlerin tarihlerinde çok olumlu, müspet, pozitif sonuçlar vermiş davranışlar bütünü olduğunu da, artık bilmeyen kalmadı.

Huzur ve saadet arayışını, meşrû daire dışında aramış bütün toplumlar ve bireyler, yanlış adresleri denediklerinin artık farkına vardılar. Bu farkına varış, hem Batı toplumu için söz konusu, hem de Müslüman toplumlar için söz konusudur.

Maddeyi mânânın önüne çekmiş anlayış iflâs etti.

Varlığı müsbet anlamanın dışında ve ötesinde kullanan anlayış mutlu olamadı. Onun için cebine haddinden fazla para koyduğunuz genç, bütün geçim ihtiyaçlarını karşıladığınız oğul, rahatı için bütün konfor malzemelerini temin ettiğiniz kızınız mutlu olamadı.

Yani dinin çizmiş olduğu hadlerin dışındaki bütün ilgiler, bütün şefkatler, bütün sevgiler beraberinde mutluluğu taşımadı. Onun için insan sonra sonra anladı ki, Allah’ın sevgisi, şefkati, merhameti dışındaki atılan bütün adımlar beraberinde acı tokatlar taşıdı.

Hakka giderken, kullanılan

vasıtalar da hak olmalıdır

Hakka giderken kullanılan vasıtaların da hak olması gerekir. O yüzden batıla giden adam, eğer hak vasıtalar kullanıyorsa, muvakkaten de olsa galip olabiliyor.

Meşrû dairenin dışı, hem o daireyi yaşayanlar için, hem de yaşaması arzu edilenler için keyif taşımıyor. Meşrû dairenin dışındaki vasıtalar, nasıl özellikler içerirse içersin, mutluluk getirmiyor.

Ondandır ki, insanlar mutlu, rahat olmak için yeri geldiğinde taksitli banka kredilere girip, haramlara da bulaşarak lüks otomobiller, lüks evler, lüks kullanım eşyaları aldılar, ama bu meşrû dairenin dışına çıkmış bütün adımlarda bu adımların acı sonuçlarıyla karşılaştılar. Onun için faize, harama bulaşmış bütün insanlardan acı hatıraların bulunduğu şikâyetler dinlenmektedir. Yani faize bulaşmış da, bunun neticesinde mutlu olmuş, huzur bulmuş insan manzarası yoktur. Biz uzaktan öyle görmesek bile, davulun sesi, bize uzaktan hoş geliyordur. Gerçekte öyle değildir. Böyle insanlara değil özenmek, ancak acınmalıdır.

Mekanizmayı bozduk, varlığın yaratıcısıyla bağlarını kopardık; her şeyi sahiplendik, dünyevîleştik; ama sonuçta dünya ahiret dengemiz bozuldu.

Musibetler, birer kader kamçısıdırlar

Âyet-i kerime, insanlığın huzursuzluk kaynaklarının nerelerden geldiğine dikkatleri çekiyor; “Sana gelen her güzel şey Allah-ü Teâlâdan gelmektedir. Sana gelen her kötülük de kendindendir.” (Nisa Sûresi, 78)

Huzur, saadet, maddî ve mânevî lezzet halleri Rabbimizin bize birer ihsanıdırlar. Çirkinlikler, haramlar, arızalar, kötülükler kişinin nefsindendir. Onun için bir kötülükle, bir çirkinlikle karşılaşıldığında hiç kimseleri suçlamadan, kabahati kimselerde aramadan kişi nefsine dönmeli ve hatanın, yanlışın kaynağını bulup, onu gidermeye çalışmalıdır. Başa gelen sıkıntılar, musibetler insanda bir takım olumlu gelişmeleri, yaşadıklarımızı sorgulamayı netice vermelidirler. Bu gözle bakıldığında, musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır.

İnsan, haramdan, dinin müsaade etmediği hallerden önce kendisini temizlemek durumundadır. Başa gelen musibetleri de böylece okumak gerekmektedir.

Gerçek musibet, dine gelendir

Başa gelen sıkıntılar, belâlar her ne kadar acı ve üzücü görünür ise de, kalbe ve ruha tatlı gelmektedir. Çünkü beden ile ruh, birbirinin zıddı gibidir. Birine acı gelen ötekine tatlı olur.

Musibet dini olmamak şartıyla musibet değildir. Dine gelmedikten sonra yaşanan her hâli, olumlu değerlendirmek gerekmektedir. O zaman denilebilir ki, meşrû daire alanı, dine uygun keyif alanı, hevesâta dair müsaade edilen lezzet alanı, aslında insanların ihtiyaçlarına yeterince cevap verebilecek derecededir ve bu alan yeterincedir. Bu alanı daraltma veya genişletme kişi haddinin üstündedir.

Dalâlet ve küfrün dışındaki her hâl için hamd etme vurgusu, bunun için önemlidir. Bu şu demektir, dalâlet ve küfür içermedikten sonra, her hâl ve davranış müspettir.

Helâllerin çeşit ve sayısı, haramlardan pek çoktur

Allah-ü Teâlânın mübah ettiği ve izin verdiği şeylerin çeşidi ve sayısı, haram kıldıklarından pek çoktur. Mübahlardaki fayda ve lezzet, haramlardakinden kat kat ziyadedir.

Onun için meşrû daire keyfe kafidir. Harama girmeye lüzum yoktur.

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Ne halin varsa gör (!)..



Hastane bahçesinde yaşlı bir teyze ve konuşmalarından kendi kızı olduğunu anladığım bir abla aralarında tartışıyorlar.

Tartışıyorlar demek imkânsız:

Resmen bağrışıyorlar…

Az geçmeden, resmen; itişip-kakışıyorlar…

Kelimenin tam anlamıyla iğrenç bir manzara.

Aslında iç acıtıcı bir vâziyet.

İnsanı acı acı düşündüren bir vâziyet…

Hayret ediyorum.

Kanım donuyor!

Öylece kendilerine bakıp kala-kalıyorum…

***

Kız, en sonunda annesine dönüp:

“O paraları mezarına mı götüreceksin… Seni hasta haneye getirdim. Ben mi hastayım. Biliyorsun maddî durumumuz kötü, taksi parasını çıkarıp verseydin canın mı çıkardı?” diyor…

Annesi:

“Sizin bütün gözünüz benim üç-beş kuruşumda. Onu da bitirince asla yüzüme bakmazsınız… Ben evlâtlarımı bilmez miyim?! Bana yaptığınızın on katını da inşallah sizin evlâtlarınız da size yapar!...” şeklinde cevap verince aklı sıra annesine tehditkâr davranan kızı, kendi elindeki poşeti annesinin eline tutuşturarak oradan hızla uzaklaşıyor numarasına girişip bir yerlere doğru seğirterek o an izini kaybettiriyor…

***

Arkadaşlarımdan biri anlatıyor:

Bir gün ilkokulda okuyan çocuğu okuldan geliyor…

Sırt çantası ters takılı!

Arkasında durması gereken çanta kitap dolu ve oldukça ağır vaziyette önünde asılı!..

Bu çanta, akşam yemeğine kadar öylece asılı kalıyor çocuklarının boynunda.

“Evlâdım çıkar çantanı, elini-yüzünü yıka ve sofraya gel!” diye kendisini çağıran annesi ve babası bu durumun ne anlama geldiğini zeki çocuklarının kendilerine anlatacaklarından eminler.

Elini-yüzünü yıkayan çocukları sofraya oturmadan sarılarak önce babasının sonra da ağlayarak annesinin ellerini öpüyor ve şunları söylüyor:

“Öğretmenimiz hepimizin sırt çantasını bugün boynumuzda ve önümüzde taşıttı. Teneffüslere de böyle çıktık. sebebini son derste söyledi ve size teşekkür etmemizi istedi: Canım anneciğim sen beni 9 ay, 10 gün böyle ağır halimle karnında taşıdığın; güzel babacığım sen de beni büyütüp beslediğin için size çok teşekkür ediyorum…”

Yeni nesil daha iyi!...

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Aldatmaca



Din dersiyle ilgili tartışmalar farklı zeminlerde değişik boyutlarıyla devam ederken, bu derste çizilen Atatürk portresinin gerçekle ne ölçüde örtüştüğüne ilişkin sorgulamalar da sürüyor.

Eğitim-İş Sendikası Fatih Şubesi Başkanı Mustafa Cemil Kılıç’ın, okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi kitaplarıyla ilgili araştırmasında buna dair çok ilginç tesbitler var.

Meselâ, 9. sınıflar için hazırlatılan kitapta Atatürk’ün 1923’teki “Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir” sözüne yer verildiğini ifade eden Kılıç, ancak aynı kitapta Atatürk döneminde, 1930’larda okullardaki din derslerinin kaldırılmış olmasına değinilmediğini vurguluyor.

10. sınıf kitabında “Atatürk’ün eğitim gördüğü okullar devrinin şartlarına göre ciddî anlamda dinî bilgiler veren okullardı” denilerek Atatürk’ün eğitim hayatının dinî eğitim veren okullarda geçtiğinin ileri sürüldüğünü belirten Kılıç’ın, “Oysa Atatürk bir hafta süreyle devam ettiği mahalle mektebi haricinde dinî bir eğitim almamıştır” tesbiti dikkat çeken bir diğer örnek.

Kılıç’ın gösterdiği üçüncü örnek ise 11. sınıf kitabından: “ ‘Atatürk ve cumhuriyet dönemi din hizmetleri’ adlı ünitede hutbelerin Türkçe okunması konusuna yer verilmiş, ancak aynı dönemdeki Türkçe namaz ve Türkçe ezan çalışmalarına yer verilmemiştir.” (Radikal, 12.10.07)

Bu örnekler, “din dersi aldatmacası” olarak nitelediğimiz hadisenin, önemle üzerinde durulması gereken bir boyutunu daha gözler önüne seriyor.

Yani, 12 Eylül’le birlikte yürürlüğe konulan “Atatürk’ü dindar gösterme” projesi uğruna, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri de, gerçekleri tahrif maksadına böyle alet ediliyor.

Aslında yapılan işin, herşeyden önce, dersin temel konusunu oluşturan ahlâkın en birinci kuralı konumundaki dürüstlük ilkesine ters düştüğü açıkça ortada; ancak kimin umurunda?

Okullarda her sabah çocuklara “Türküm” diye başlayan o tuhaf metin tekrarlatılırken ilk söyletilen kelime “Doğruyum” ifadesi ve ahlâk dersinde ilk öğretilen konulardan biri doğruluk; ama o ders bile böyle bir “yalan” için propaganda aracı olarak kullanılıyor. Yazıklar olsun...

Haddizatında, bu nitelik ve içerikteki bir Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin anayasa ile zorunlu kılınmasında şaşılacak birşey yok. Zira resmî ideolojinin, herşeyi kendi amacı için alet ederken bu uğurda din dersini de kullanması ve bunu yaparken her alanda olduğu gibi yine dayatma yolunu seçmesi son derece “normal.”

Ama normal olmayan, en başta etik açıdan çok yanlış olan bu durumun, “normalmiş” gibi savunulabilmesi ve din kültürü dersi adı altında yapılan resmî ideoloji propagandası gözardı edilip ettirilmek suretiyle, işin içyüzünü sezemeyen insanları yanıltma ayıbının devam ettirilmesi.

Din dersi tartışmalarında öncelikle bu problemin ahlâk zemininde ele alınıp din derslerinin bu gölgeden bir an önce kurtarılması gerekiyor.

Bu yapılmadığı müddetçe kargaşa bitmez.

Ama yapılmasa dahi, gerçeklerin er veya geç bir gün mutlaka ortaya çıkma gibi bir “huyu” bulunduğu ve insanların hepsini ilânihaye aldatmak da imkânsız olduğu için, yalan üzerine kurulan sistemler günü gelince mutlaka çöker.

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mardin modeli; kadrolu eşekler



Gençliğimde Kahire’de, Ezher’in önünden geçerken veya Revak ul Etrak’ın (Türk Yurdu) tepesinden bakarken Ezher’in ilişiğindeki hastanenin yanında çöpleri toplayan eşek arabalarına rastlardım. Bazen de Medinetü’l Buus (Nasır’ın yaptırdığı modern öğrenci yurdu) tarafından gelirken aynı çöpçü eşek arabalarına rastlardım. Bunlar bana uzay arabaları kadar tuhaf gelirdi ve bu manzarayı Kahire’nin ve Mısır’ın geri kalmışlığına yorar ve verirdim. Bir yönden ve modernizm gözlüğüyle bakıldığında da durum bundan farklı görünmüyor. Gerçekten de durum pek parlak değildi. Kahire modernizmi başaramamış hatta yüzüne gözüne bulaştırmış bir kent havasında ve görünümündeydi. Kırsaldan göçün tetiklediği yığılma ve yığılmaların getirdiği Ezher civarındaki modern apartmanlar insana uzaktan modernizmin iflâsı gibi görünürdü. Eşşek bağlasanız durmayacak apartmanlarda insanlar çar naçar balık istifi yaşarlardı. Sefaletle içiçe modernizm insanda istifra (boşalma) isteği uyandırırdı. Arkadaşlarımız da Mısır’ın halk lehçesi ve Batliyye (Batiniyye) ve biraz da Kahire’nin ünlü eşekleriyle alay ederlerdi. Gerçi Tevfik Hakim de eşeğiyle birlikte anılırdı. Alay edilenler arasında tefsir derslerini halk dilinde yani avamca irad eden Muhammed Mütevelli Şaravi de vardı. Bir de bazı arkadaşların itiyad haline gelerek dadandıkları bir nev’î makarna olan Kuşeri (halk matinasına benzer halk lokantası) satılan Kahire tipi lokantaları alay konusu olurdu. Birbirlerine ‘seni oradan çıkarken görmüşler’ diyerekten tarizde bulunurlardı. Zaten sürümden dolayı bu lokantalara girmek ve girilse bile yer bulmak adeta imkânsızdır. Ama siz buralarda en ucuz tarife ile karnınızı doyurabilirdiniz.

Ben Şaravi’ye hürmette kimi arkadaşlarımdan ayrılırdım. Şaravi hâlâ da çok sevdiğim Mısırlılardan birisidir. Kur’ân ve hikmet ehli bir zattı. Gençliğimde bana birisi Kahire tipi eşşeklerin taşıdığı çöp arabalarının küreselleşeceğini, yaygınlaşacağını söyleseydi küçük dilimi yutardım. Yine de Mısırlı bir dosttan; Ahmet Behçet’in yazısından Kahire modeli eşeklerin küreselleşmekte olduğunu okudum (Avdetü’t devab, 8/11/2007, el Ahram) Aynı makaleden öğrendiğimize göre, dünyanın en modern ülkelerinden birisi olan Kanada çöp toplamak için eşekleri devreye sokmuş ve seferber etmiş. Çünkü çevre uzmanlarının tavsiyesi bu yönde imiş. Modern motorlu araçlar yerine eşeklerin istihdamını tavsiye etmişler. Kırsalda ve şehirlerde bu modelin tamim edilmesini ve yaygınlaşmasını da istemişler. Bunun modernizm algısıyla ne kadar çeliştiğini Kanadalı uzmanlar da benim Kahire’deki ilk gözlemlerim doğrultusunda itiraf ediyorlar.

Çağımızın alışkın olduğu me’lûf bir tarz değil elbet. Bununla birlikte, çevreyi temizlerken çevreyi temiz tutmak da ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Fosil artığı yakıtların çevreyi kirletmesinden ancak bu şekilde kurtulabilirsiniz. Keza maliyet açısından da kadrolu eşekler ile motorlu araçların sarfiyatı arasında muazzam bir açık ve fark var. Keza Mardin örneğinde olduğu gibi daracık sokakların tek fatihi motorlu araçlar değil eşeklerdir.

***

Mardin deyince aklıma düştü. Bir defa ekranlardan izlemiştim. Tarihî dokuyla meşhur olan şehrin daracık sokaklarından motorlu araçlar geçemediğinden eşekler hizmete alınmış ve bordrolu ve kadrolu hale getirilmişler. Belediyenin bir sürü eşek çalışanı varmış. Bu da, tarihî dokunun modernizm kompleksini bilmecburiye ve zorakî olarak yenmemizi sağlıyor. Bu yeni humma veya post modern görevlendirme Kanada’dan İtalya’ya da sıçramış. İtalya’da da artık eşekler çöp toplama hizmetine başlamışlar. Ve yaygınlaşan bir görüntü arz etmeye başlamış. Bizim Kahire ile ilgili müşahedatımız eskilerde kalmış. Ahmet Behçet’e göre, Kahire hâline veya pazarlarına eşeklerle taşınan sebzeler görüldüğü yerde bu modernizm kompleksi yüzünden müsadere ediliyormuş. Hem de taşıyıcısıyla birlikte. Demek ki Kahire belediyesi eşekleri terhis edeli çok olmuş. Onlar da modernizm kompleksine müptelâ ve giriftar olmuşlar. İnşallah Kanada ve İtalya üzerinden yenmeyi başarırlar. Bizde de 30 yıl önce faytonlar vardı. Alanları darala darala adalara sığınır hale gelmişlerdi. Adrapazarı’na ilk geldiğimde ilk karşılaştığım faytonlar olmuştu. Şimdi yeniden nevzuhur hâllerini ve yeniden nisbi de olsa yaygınlaştıklarını görebiliyorum. Aynı kompleks Bangladeş’e de bulaşmış durumda. Oranın da millî aracı Rikşalar aynı akibetle karşı karşıya.

Eskiler ‘ah mine’l aşk’ diye aşkın elinden çektiklerinden feryad ederlerdi. Şimdi de ‘ah mine’l ukde/kompleks’ diye feryad etmenin tam zamanıdır. Modernizm üzerinden modernizmi yenmek de ne güzel. Ama biz bunca mesafe katetmeden elimizdeki kıymetlerin ve güzelliklerin bir farkına varabilsek. Bir şükrünü eda edebilsek. Eşeğini kaybettikten sonra yeniden bulmanın sevincini yaşamak yerine keşke hiç kaybetmesek. Hayatımız daha renkli olacağı gibi belki hayatımız daha da tatlanacak. Huzur ve asude bir iklimin çocukları oluruz.

Geride, eşşeklerin hakkını ödemek kalıyor. Maaş bağlasanız olmaz. Eşekler modernizmin diliyle hiç konuşmazlar. Onlarla ancak hizmet mübadelesi ve takası yapılabilir. Çevreseverler bu hizmetler için hayvanları tavsiye etseler de hayvanseverler de bilfarz buna itiraz edebilirler. Geriye kalıyor eşeklerin hakkının nasıl ve ne şekilde ödeneceğine. Onlar için de yapılması gereken galiba yemini iyi vermek ve takatlarının haricinde yük yüklememek. Rıfkla muamele etmek. Bu durumda hayvanseverlerin de sesleri kısılacak veya hepten kesilecektir.

—Devam edecek—

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

YÖK ne oldu?



Türkiye terörle mücadeleyi ve sınırötesini tartışırken diğer yandan da başka meselelerine el atabilmelidir. Bunların başında da yeni anayasa çalışmaları, düşüncenin önünde engel olan TCK’nın 301. maddesi ve AB reformları gibi konular geliyor. Aciliyeti olan bu konular terörle mücadele edilirken unutulmamalı, unutturulmamalıdır.

Türkiye’nin önündeki en büyük meselelerinden birisi de YÖK’tür. Geçtiğimiz Salı günü Yüksek Öğretim Kurulunun (YÖK) kuruluşunun yıldönümüydü. Bundan 26 yıl önce (6 Kasım 1981) kurulan YÖK, 12 Eylül darbesi deyince ilk akla gelen kurumlardan.

1981 Üniversite Reformu ile bütün üniversitelerin bir kurum altında birleştirilmesi amacıyla oluşturulan ve 12 Eylül darbesi ile şekillenen 1982 Anayasası ile varlığını koruyan YÖK’ün kuruluş amacı, kurul tarafından “…Bunlara ek olarak 1960 ve 1980 arasında ortaya çıkan siyasî, sosyal ve ekonomik sorunlar, yükseköğretimdeki kötüye gidişi daha da arttırmıştı. Bu nedenle 70’li yılların sonunda köklü bir reform kaçınılmaz hale gelmiş ve sonunda 1981 reformu yürürlüğe konulmuştu” şeklinde izah edilmektedir. Peki, YÖK’ün kurulması, meseleleri çözmüş mü, yoksa meselelerin daha derinleşmesine mi sebep olmuş?

Kurulduktan sonraki yıllarda, sol görüşlü öğrenci ve öğretim elemanlarını üniversitelerden uzaklaştıran uygulamaları ile ünlenen YÖK, 28 Şubat süreci sonrasında ise başörtüsü yasakçısı, laik söylemleriyle ve baskılarla dikkat çekiyor.

* * *

Hem şimdiki başkan Erdoğan Teziç, hem de önceki başkan Kemal Gürüz dönemlerinde YÖK her zaman tartışılır bir kurul oldu. Teziç’in görevi süresi 8 Aralık’ta doluyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Teziç’n yerine yeni bir isim atanacak. Bu da Gül’ün yapacağı en önemli atamalardan birisi olacak. Ancak şu bir gerçek ki, Teziç’in 4 yıllık görev süresi, “özgürlükler” anlamında yaptıklarından dolayı hayırla yadedilmeyecek.

Son aylarda alelacele çağırdığı “rektörler komitesi” toplantıları ile YÖK’ü hep tartışmaların odağına koydu. Bilim heyeti tarafından hazırlanan ve henüz çalışmaları devam eden yeni anayasa taslağındaki “kılık kıyafet serbestliği” ile ilgili bölüm daha netleşmeden bu komiteyi topladı ve peşinden “bildiri” ile bu düzenlemenin mümkün olmadığını açıkladı.

Türk üniversitelerinin dünyada öne çıkan hiçbir akademik çalışması ortada yokken, “Dünyanın en iyi 500 üniversitesi” araştırmalarında Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 500’’e giremezken, Avrupa Üniversiteler Birliği Bologna Kriterlerine göre, Türkiye üniversitelerinin kalite notu 5 üzerinden 2 olarak belirlenmişken, bunları düzeltmek ve aslî görevi olan bilimle uğraşmak yerine, hep üzerine vazife olmayan işler yapmakla meşgul oldu. Şimdi “İçim rahat, huzurluyum” diyor ancak onbinlerce insanı huzursuz ederek görevini bırakıyor.

TÜBİTAK Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi’nin (ULAKBİM), Thomson Institute of Scientific Information (ISI) tarafından sağlanan verilere dayanarak hazırladığı “Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri” kataloğunda, Türkiye bilimsel yayın konusunda 28 ülke arasında 98 bin 186 yayınla 21. sırada yer aldı. Bu durum mu huzur veriyor?

Öğretim üyeleri adına değerlendirmelerde bulunan bir dönem YÖK üyeliği de yapan ve 1983 Yılında, 1402 sayılı yasaya dayanılarak görevine son verilen Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Alpaslan Işıklı dahi, “YÖK, demokrasi, bilimsel özerklik ve özgürlük anlayışı ile bağdaştırılması asla mümkün olmayan uygulamaların aracı olmuştur” diyor. Bu konuda son yıllarda YÖK’ün kaldırılmasını en fazla isteyenlerden birisi olan Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun, “YÖK’ün kuruluşunu değil yıkılışını, yok oluşunu kutlamak istiyoruz” sözü gerçekten yerinde bir tespit.

* * *

Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim heyeti tarafından hazırlanan yeni anayasa taslağında, YÖK’le ilgili olarak, “Yüksek Öğrenim Kurumu kaldırılacak. Üniversite rektörlerinin yer aldığı Üniversitelerarası Kurul güçlendirilerek yetkileri arttırılacak. Rektörlerin atanmasında cumhurbaşkanı devre dışı kalacak, rektörlerin üniversitelerde yapılacak seçimle göreve gelmesi düzenlenecek” deniliyor. Gerçekten çok önemli bir adım. Ancak AKP’nin şu günlerde tartışmaya açacağı taslakta bu konu nasıl değerlendirilmiş bilmiyoruz. Bu arada, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın seçimler öncesinde “YÖK’ü halledeceğiz” sözü de ortada duruyor. Ümit ediyoruz ki—bundan önce olduğu gibi—geri adım atılmaz. Bunun için de samimiyet ön şarttır.

Başta anayasanın 130. ve 131. maddeleri değiştirilerek bu maddelerde akademik özgürlük net bir şekilde ifade edilmeli, üniversiteler demokratik yapıya kavuşturulmalıdır.

* * *

İhtilâl ürünü YÖK ile ara dönem ürünü katsayı adaletsizliği bir an önce kaldırılmalıdır. Demokrasinin önündeki engeller tez zamanda temizlenmelidir. Zira, CHP, DSP de YÖK’ün kaldırılmasını değişik zamanlarda söylemiştir. Bunu fırsat bilip, yeni anayasa rölantiye alındı ise, bu değişiklik bir an önce hazırlanmalı, gerekirse Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinde yapılan referandum gibi bu konuda da bir referanduma gidilmelidir.

Sözün özü, YÖK’ün kuruluşunun 28. kuruluş yıldönümü bir daha kutlanılmalı, bu konu hemen gündeme alınmalıdır.

Seneye YÖK’ün kuruluşu değil, yok oluşunu kutlamak ümidiyle…

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İtirafların gösterdiği



Ankara haftayı, terörle mücadele tartışmalarıyla geçirdi. Ancak Kara Kuvvetleri eski komutanı Aytaç Yalman’dan 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’e kadar birçok emekli generalin hatıraları, son yırmi yıldır yapılan vâhim hataların gecikmiş itîrafları oldu.

Emekli askerler, olayın sosyal yönünü görmediklerini, Amerika’nın kendilerini kullandığını âdeta ikrar ettiler. Baba Bush’un Özal’la anlaşarak Irak’ın 36. paralelinin kuzeyini İncirlik’te üslenen Çekiç Güç’ün kontrolüne vermesiyle bölgede bölücü terörün yuvalanıp bugünkü içinden çıkılmaz fitneye sebebiyet verdiğini açık açık belirttiler...

Keza “Kürt yoktur” benzerî telkinlerden “Kürtçeyi yasaklama”ya kadar fitnede istimal edilen ciddî yanlışlıkların teröre ne denli istismar imkânı sunduğunu seneler sonra kabul etmek durumda kaldılar... Ancak bir yandan “komutanların itirafları”nı manşetlere çıkaran medyanın diğer yandan baştan beri yine küresel egemenlik ve çıkar projeleri çerçevesinde bölgedeki politikalarına endeksli siyasî iktidarın hatalarını allayıp pullayarak propaganda etmesi dikkat çekici...

Yine teröre hâlâ düzenli ordularla karşı konulmaya çalışılıp, bütün dünyada olduğu gibi bölgenin şartlarına adapte olabilen özel birliklerle karşı konulabileceği gerçeğinin yeni yeni kabulü de düşündürücü... Otuz bin insanın katlinden ve bunca şehidden sonra, ilgililerin bu tür açıklamaları, ister istemez, “acaba terör kasten mi bitirilmek istenmedi?” sorusunu gündeme getirmekte... Kısacası çeyrek asırdır süregelen hataların tekrarlanmasının ardından gelen itiraflar, Türkiye’nin ne denli bir komployla karşı karşıya olduğunu ortaya çıkarmakta...

* * *

Ne var ki hatalar hâlâ tekrarlanıyor. Hâlâ olup bitenlerden ders alınmış değil... “İkinci Özal” olarak politika arenesına atılan ve her fırsatta “Özal’ın yolunda” olmakla itîraf eden Erdoğan hükûmetleri, son beş yıldır İncirlik’e ilâve olarak onlarca hava ve deniz limanını Amerikan işgalci güçlerin her türlü askerî malzeme, silâh ve mühimmatına açtı. İncirlik’ten son üç yılda yapılan binlerce sorti ile Çekiç Güç’ün işlevî daha etkin bir biçimde yerine getirildi.

Bush’la görüşmesinin ardından Başbakan, Afganistan’da ve Irak’ta ABD’ye verdikleri desteğe dikkat çekerek, topyekûn alt ve üst yapıyı işgal güçlerinin emrine ve desteğine amâde ettiklerini bizzat söyledi. Doğrusu Erdoğan’ın Bush’la görüşmesinin ardından, “tezkereyi mutlaka kullanacağız” demesi, mâlum medyada derhal “sınırötesi harekât” şeklinde hararetli haberlerle duyuruldu. Belli ki Başbakan’ın sözünü ettiği “bir ve pir bir sınırötesi” zaten olmayacak. Belki sınırlı ve bazı nokta operasyonlarla kalınıp, kamuoyunda yükselen infialin önü alınacak...

Zira uzmanlar, bunun için zamanın oldukça daraldığını ve saatten sonra “sınırötesi”nin çok zor olacağını bildiriyorlar.

Kışın bastırmasıyla birkaç hafta içinde bölgeye iki üç metre karın düşmesi ve daha şimdiden eksi sekizlere varan soğukların başlamasıyla “sınırötesi”nin yapılamayacağını ifâde etmekteler.

Anlaşılan, daha önce birbirlerinden binlerce kişi öldürmüş Irak’ın kuzeyindeki peşmergelerle terör örgütü arasındaki son dönemdeki son derece yakınlaşmayı da kullanan Bush yönetimi, Türkiye’nin sıkıntısını Türkiye’ye karşı hoyratça kullanacak. “Sınırötesi” olsa da ABD’nin istediği gibi oldukça sınırlı ve birkaç nokta operasyonun ötesine geçmeyecek.

Bu arada önce Erdoğan’ın Bush’la görüşmesini “sınırötesi harekât”a yeşil ışık yakması açısından “çok olumlu” bulan CHP Genel Başkanı’nın, şimdi Türkiye’nin Kuzey Irak’a yaklaşması ve işbirliğini attırmasını önermesi de enteresan...

* * *

Görünen o ki şimdiye kadar ağırda alıp Türkiye’yi oyalayan ve “PKK” yi ağzına almayan Bush’un, son görüşmede üç kez peşpeşe “PKK düşmandır” tekrarı, meseleyi Türkiye’nin terörle odaklandığı örgüte hasderedek tuzağa düşürmenin bir parçası. ABD, bölgede himâye edip beslediği terör örgütünü ve güdümündeki yerel yönetimi açıkça Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmakta. Özetle “tavşana kaç, tazıya tut” taktiğiyle, Türkiye’yi köşeye sıkıştırıp, emr-i vakilerine mecbur etme noktasına getirme plânı adım adım uygulanmakta.

Senaryolar tek Ankara’nın önüne konuluyor. “Musul meselesi” zâten unutturuldu. “Kerkük’ün yeni statüsü”nü ve “Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet” dayatması için daha şimdiden ortam hazırlanıyor... Bu açıdan yıllarca devlette önemli görevlerde bulunmuş Hasan Celal Güzel’in, “mesele sâdece PKK terörü değildir” tesbiti oldukça önemli.

Washington’un bir plân çerçevesinde Ankara’yı tamamen terör ögütüne kitleyip bölgedeki projelerine mecbur ettiği; İran ve Suriye’ye operasyonları dahil bölgedeki işgal ve saldırı senaryolarına ortak etmek noktasına getirdiği gerçeği açıkça sırıtıyor.

Türkiye, azdırılan terörle o denli “çâresiz” ve “yola gelsin” ki ne Kerkük’ü düşünebilsin, ne Irak’ın kuzeyindeki oldu bittiye karşı çıkabilsin. Ve en dehşetlisi komşu İran’a yapılacak bir operasyonda, Müslüman bir bölge ülkesi olarak ABD’nin yanında yer alsın. İtiraflar bunu gösteriyor. Tam “zâlimlerin satranç oyunları” gibi...

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘İtiraf’ değil, ‘icraat’ bekliyoruz



Emekli generallerin ‘Kürt sorunu’ konusundaki itirafları, umulandan daha fazla yankı yaptı. Milliyet’te yayınlanan (3-7 Kasım 2007) röportajlarda emekli komutanlar özetle; “Güneydoğu konusunda yanlış işler yaptık, itiraf ediyoruz” anlamına gelecek beyanlarda bulundu.

Emekli generallerin itirafları üzerine, “Emeklilerin gördüğünü işbaşındakiler görmez mi?” diye sormuş ve “Bugünkü idarecilerden de emeklilik günlerinde benzer tesbitleri duymak istemiyoruz” temennisinde bulunmuştuk. (Yeni Asya, 5 Kasım 2007)

Milliyet’te 5 gün devam eden ‘dizi röportaj’ları değerlendiren çok sayıda köşe yazısı yayınlandı. Bu yazıların ortak noktası, komutanların bu itiraflarında geç kaldığı ve böyle bile olsa bu günden sonra ne yapılacağıydı. Meselâ, Nazlı Ilıcak, “Yalman ve Evren’in yegâne hataları, Kürt meselesinde yanlışı değerlendirmeleri değil” derken (Sabah, 8 Kasım 2007), Taha Akyol, “Artık bu aşamada bari eski şartlanmalarımızdan kaynaklanan hataları yapmamalıyız” diyordu. (Milliyet, 8 Kasım 2007) Can alıcı bir soru da İsmet Berkan’dan geldi: “Emekli komutanlar, bugün sahip oldukları görüşleri, görevlerini yaparken de dile getirmiş miydiler?” (Radikal, 8 Kasım 2007) Daha pek çok yazar, benzer sorgulamayı yaptı ve komutanların bugün itiraf ettikleri ‘doğru’ları o günlerde dile getirenlerin ‘vatan haini’ ilân edildiklerine de dikkat çektiler. (Ergun Babahan, Sabah, 8 Kasım 2007)

Bütün bu sorgulamaların yanında bir noktanın daha ısrarla sorgulanması gerekir: Hangi kademede olurlarsa olsunlar bugünkü yöneticiler, bu konularda ne düşünüyorlar? Hâlâ 30 yıl önceki yanlış düşüncelere mi sahipler? Daha da önemlisi; yarın Türkiye’yi idare etmesi beklenenlere bu konularda nasıl bir eğitim veriliyor? Meselâ, yarın general olması beklenen kurmaylara hâlâ ‘kart-kurt’lu bilgiler mi veriliyor?

Komutanların dillendirdikleri ‘Kürt sorunu’ konusundaki itiraflardan sonra diğer konulardaki itiraflarını da dinlemek isteriz. Meselâ, ısrarla devam ettirilen kanunsuz başörtüsü yasağının ‘kökten yanlış’ olduğu noktasındaki itiraflar ne zaman dile getirilecek? Çok daha yakına gelelim: Son yıllarda gündemden çıkmayan TCK’nın meşhur 301, 288 ve benzeri maddelerinin, Türkiye’nin önünü tıkadığı ve ufkunu kararttığını, yöneticilerin bu konudaki ısrarın ülkeye zarar verdiği itiraflarını hangi emekli siyasîden ya da komutandan duyacağız?

Aslında itiraf edilmesi beklenen o kadar çok ‘hata’ var ki, saymakla bitiremeyiz. Ancak şu şekilde özetlemek mümkün: “Millete rağmen millet için” anlayışıyla yapılan her türlü hareketin ‘kökten yanlış’ olduğu ve netice alınamadığı yıllar sonra da olsa bir şekilde itiraf ediliyor, itiraf edilmeye de devam edecek.

O halde, Türkiye’yi “idare edenler”den ricamız şudur: Lütfen, yanlışlarda ısrar etmekten vazgeçin! Suları tersine akıtma inadından vazgeçin! Milleti dinleyin, tarihin ‘doğru’luğunu tasdik ettiği şeyleri değiştirmeye kalkışmayın!

Türkiye’de yaşayanlar, Türkiye’yi ‘idare edenler’den gecikmiş itiraflar değil, ‘önemli icraatlar’ bekliyor...

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Elveda Rumeli’de Damdaki Kemancı



Elveda Rumeli dizisine (atv) zaman zaman gözüm takılıyor. Erdal Özyağcılar ve diğer oyuncuların performansı maksimum derecede… İzleyiciyi hemen sarıveriyor. Rumeli denince zaten orada yakın tarihte yaşanan Osmanlı isyanları aklıma gelir.

Daha yakın tarihte yaşanan Sırp katliâmını kim unutabilir? Boşnakları dilim dilim doğrayarak toplu mezarlara attıkları ve bizim de elimizin kolumuzun bağlı olduğu o kara günler..?

Elveda Rumeli’yi izlerken, bir müddet bir hikayeye çok benzediğini ama hangisine olduğunu çıkaramadım.

Sonra zihnimde bir şimşek çaktı.

Bu dizi ne kadar da “Damdaki Kemancı” hikâyesine benziyor.

Hikâyenin aslı 1900’lerde Ukrayna’da geçer… Sholem Aleichem’in hikâyelerinden hareketle sahnelenen ve uzun bir süre kapalı gişe oynayarak büyük bir başarı elde eden Broadway müzikalinden sinemaya uyarlanan bu film, aşk ve kabullenme hikâyesi olarak da adlandırılır. Damdaki Kemancı 1971’de Yönetmen Norman Jewison tarafından Beyaz perdeye uyarlandı.

Filmin konusu, Sütçü Teyve, karısı ve üç kızları etrafında dönüyor. Ukrayna’da bir köyde geleneklerine sıkı sıkıya bağlı küçük bir Yahudi topluluğun içinde yaşananları anlatıyor. Teyve karakteri geleneklerine bağlı ama kızlarını da çok seviyor. Kızları birer sevgili edinmiş ama Teyve hiçbirisini beğenmiyor. Eşinin uyarılarına rağmen, çekişmeye başlarlar.

Gelelim Elveda Rumeli’nin konusuna…

Yıl 1896… Manastır yakınlarında bir Osmanlı köyü.. Arnavut, Makedon bir çok farklı etnik grup bu köyde bir arada yaşamakta… Balkanlar fokur fokur… Ramiz karakteri karısı ve üç kızıyla birlikte bu köyde sütçülük yaparak geçimini sağlıyor (ne tesadüf!)… Sütçü Ramiz oldukça fakir… Bütün karmaşa arasında ailesini geçindirmeye çalışan bir Makedon köylüsü. Evlilik çağına gelen kızlarını iyi ve zengin bir kocaya vermek isteyen karısıyla arada bir didişir…

Nasıl da benzerlikler var değil mi?

Sütçü Teyve oldu Sütçü Ramiz.

Damdaki Kemancı oldu Elveda Rumeli.

Ne diyelim: Bizden kaçmaz!

ANKA KUŞU

Anka Kuşu’nun tanıtımlarını görüyorum. Televizyonda izledim, gazetelerde okudum ve radyolarda dinledim.

Çarpıcı diyaloglar fragmana konulmuş. Çok merak ettirici unsurlar ön planda.

Yönetmen Mesut Uçakan’la geçen yıl yaptığımız söyleşi zihnimde canlandı (Medya Masal, Hilal TV). Film “parasızlık” yüzünden bitmemişti. Sponsorlara çağrıda bulunduk. Çağrıyı dikkate alan olmadı. Eğer öyle olsaydı, film bu zamana kadar kalmayacaktı.

Buna da şükür diyoruz. Film dünden itibaren vizyona girdi. Haydi hayırlısı!

SEVİ-YE

Bu kadar acı olaylar cereyan ediyor. Bir yandan şehit cenazeleri kaldırılırken, bir yandan da seviyesizliğin yerlerde süründüğü “prim” arandığı günleri yaşıyoruz.

Kanal zaplıyorsunuz: Seviyesiz diyalogların geçtiği bir programa rastlıyorsunuz.

Özellikle gündüz ekrana gelen kadın kuşağı programları yine pespaye konuşmalarla rating yarışında.

İki kişi arasında bile söylenmeyecek sözler, ekranda milyonlarca kişinin önünde sarfediliyor.

Ama programcıların umurunda mı? Onların derdi varsa yoksa rating…

Arada bir “seviye zabıtalığı” yapar gibi görünüyorlar. Sonra yumurtaları tokuşturuyorlar.

Yapmayın, etmeyin.

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Yine bir 10 Kasım



Her 10 Kasım’da olduğu gibi, Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümü vesilesiyle yazılı ve görüntülü medya organlarında yine bildik haberler yayınlanacak mı, diye merak ediyorum. Yine her 10 Kasım dolayısıyla milleti sanal bir sınıflandırma ile “Vahdettinciler ve Atatürkçüler” diye iki cepheye ayıran yazılar yayınlanacak mı? O gün, hangi anma töreninde kriz çıkacak ve bir kendini bilmez meczup yüzünden milyonlarca vatandaş gerici/ yobaz yaftasıyla töhmet altında bırakılacak mı? Çünkü her 10 Kasım, bir yerlere mânâlı mânâlı göndermelerde bulunma günü olmaktadır. Ama bu göndermelerin ve imaların göndericileri acaba M. Kemal isminin arkasında neler çevirmeyi düşlemektedir diye de ayrıca endişeli bir bekleyiş içindeyim.

Ne ki, “Falanca Korgeneral falanca yerde 10 Kasım töreninde ağladı” veya “Fişmekânca ilde alay komutanı, falanca, filancaya sert baktı, tokalaşmadı ve yüzünü çevirdi” veya “Bilmem hangi okulda, bilmem hangi öğretmen veya öğrenci Mustafa Kemal’i karalayıcı şu şu sözleri sarf etti” gibilerden haberler çıkacak. Ondan sonra gelsin saldırı furyaları. Konuş babam, konuş.

Mustafa Kemal’i tabulaştırmanın kaçınılmaz sonucu olarak, elbette ki, özellikle böylesi günlerde onun görüşlerini inceleme, irdeleme, tahlil etme gibi daha gerçekçi konularla doldurulacağına, ona şablonlaşmış, klişeleşmiş, kuru-sıkı övgülerle kalıplaşmış medh ü sena günü ve bir takım siyasîlere veya sosyal kurumlara sövme günü olarak kullanılmaktadır.

“Atatürk veya Atatürkçülük” hemen her konuda referans gibi gösterilmekte, her mesele ona irca edilmektedir. Herhangi bir siyasal veya sosyal gelişme sonucunda infiallerini, tepkilerini Anıtkabir’e gidip orada bir takım hamasî nutuklar söylemek, anı defterine iddialı cümleler yazmakla sözkonusu problemin halledildiğini sananlar var. Bu olsa olsa kendini tatmin veya yapması gereken projeden mahrum oluşu gösteren bir çaresizlik ilânından başka bir şey değildir. Oysa ki, 2007’lerde, Türkiye dünyanın neresindedir? Çağdaş dünyada bilim ve teknoloji alanında bütün kurum ve kuruluşlarıyla hangi göz kamaştırıcı başarıları elde etmiştir gibi sorulara cevap arama günü olarak değerlendirilmesi lâzımdır.

10 Kasım 2007 tarihli yazılı basın organlarını inceleyecek olursanız eğer, geçen yıldan fazla bir farkı olmadan aynı şeylerin tekrar tekrar yazıldığını göreceksiniz. Belki bir iki cümlesi şu son günlerde gündemi oluşturan Kuzey Irak operasyonu ve PKK terörü üzerine atıfta bulunacaktır. Ama her hal ü kârda, “Atatürk olsaydı şöyle yapardı. O hayatta olsaydı böyle yapardı” gibilerden l930’lu yılların konjonktürüne göre yapılanları referans göstererek akıl almaz teklif ve önerilerde bulunacak ve bir iki sütun ilerde “Rakı-sakız leblebisi muhabbeti/Atatürk’ün sevdiği şarkılar”, Çankaya’da uşaklığını yapmış bir iki yabancı garsonun anılarını aktarmalar, “Majesteleri şöyle fasulye yedi, böyle kadeh kaldırdı, şu saatte şöyle şöyle yaptı. Bir gün bana dedi ki…” şeklinde hiçbir ufuk açıcı muhtevası olmayan, çok çok özel konuları gündeme getirecekler her zaman olduğu gibi.

Ve bir 10 Kasım daha geride kalacak.

Netice Mustafa Kemal’i sevenlerle seviyor görünenlerin ve bu işten geçimini sağlayanların, rant peşinde koşanların 10 Kasımlarında yeni bir şey yok..

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinatı Kur’ân gibi okumak



Allah’ın teşriî ve tekvinî olmak üzere iki çeşit âyetleri vardır. Kur’ân’daki âyetlerine teşriî, kâinattaki âyetlerine de tekvinî âyetler diyoruz.

Bir doğru yol rehberi, hayat nizamı, huzur ve saadet kaynağı Kur’ân’ı olduğu gibi kâinat kitabını da satır satır, cümle cümle okuyup anlamak, kanun ve kurallarına uymak zorundayız.

İlmî ve teknolojk bir gelişme sergilemek için kâinat kitabında dercedilen basınç, çekme-itme ve suyun kaldırma gücü gibi tekvinî âyetleri nasıl görmezden gelebiliriz? Onlara da uymak zorundayız.

Kâinat kitabı Allah’ın güzel isimlerinin tecellilerinden ibarettir. İnanan insan çalışıp çabalayıp işini en güzel ve en sağlam yaparken, israftan kaçınıp dengeli ve tutumlu davranırken; planlı, programlı, düzenli hareket ederken bu güzel isimlere ayna olmuş olur.

İşte bu kâinat kitabını okumak, ondan gerekli dersleri çıkarmak, hayata geçirmek demektir. Maddeten kalkınmanın yolu da bu değil midir?

Bugün gelişmiş ülkelerin bulundukları seviyeye gelişlerinde hiç şüphesiz sünnetullah ve âdetullah dediğimiz bu tekvinî kanunlara uyma yatar. Mü’minin ayrıcalığı ise farkında olarak bu gerçeğe uymaktır.

Yazılanlar okunmak, okumak anlamak, anlamak da uygulamak içindir. Kur’ân bunun için gönderilmiş, kâinat kitabı bunun için yazılmıştır.

Kur’ân kâinatın yazılı şekliyse kâinat da onun açılımıdır. Bir âyette dikkat çekildiği gibi kendisi de ap açık bir delil olan Resûl-i Ekrem (asm) dünya ve ahireti aydınlatan apaçık bir nur olan Kur’ân’la1 gelmiştir.

Bu yüce kitap, Kur’ân’ın ifadesiyle anlaşılmak için indirilmiştir.2 Zuhruf Sûresinin 2 ve 3. âyetlerinde açık açık şöyle buyurulur: “Herşeyi ap açık beyan eden kitaba yemin olsun ki, düşünüp anlayasınız diye Biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.”

Demek, Kur’ân, üzerinde enine boyuna düşünülmesi, iyice anlaşılması, incelikleri kavranması, her yönüyle istifade edilmesi için gönderilmiştir.

Peygamberimiz (asm) olsun, diğer peygamberler olsun getirdikleri emir ve yasaklarla toplum düzenini sağladıkları, olgunlaşmanın yollarını gösterdikleri gibi ellerindeki mucizelerle de ilmî ve teknolojik kalkınmanın kapılarını açmış, en son sınırlarını çizmişlerdir. Bütün bunlar, üzerinde iyice düşünülüp3 gerekleri yapılması gereken hakikatler değil midir? Tâ ki Kur’ân hem ahiret, hem de dünya işlerinde yol gösterme fonksiyonunu icra etmiş olsun.

Madem Allah, ahiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de mü’min kullarının emrine vermiştir. İstifade için hiçbir engel yoktur.

Bu ise Kur’ân’ın olduğu gibi kâinat kitabının da okunup anlaşılması ve emirlerine uyulmasıyla mümkündür.

Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi: 174.; 2- Yusuf Sûresi: 2.; 3- Nahl Sûresi: 44.

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşrûtiyetin/meşveretin tövbe ettirdiği Mâmehuran hırsızları!



Dikta rejimlerde kuvvet şahıstadır. Yöneticilerin muâmeleleri keyfîdir. Kanunu, hukuku da keyfine göre yorumlar. (Nitekim Türkiye’de cumhurbaşkanı seçiminde de bunun örneği görüldü! O takdirde de hak, kuvvetin mağlûbu olur. Yâni, kuvvetli olan haklı;1 güçsüz ise haksız düşürülür. Bu ise, zulümdür…

Meşrûtiyetin, cumhûrî sistemin, hürriyetin/gerçek demokrasinin ve meşveretin sırrı, kuvvetin kanunda olmasıdır. Şahsın düşünceleri, yani keyfîliği söz konusu olamaz. İslâm toplumlarında millet hâkimiyetinin, şûrânın, meşveretin İslâmiyetteki yeri şöyle tesbit edilir:

İcmâ-ı ümmet (aynı asırda yaşamış Müslüman âlimlerin, müçtehidlerin bir meselede birleşmesi, fikir birliği etmeleri), şeriatta kesin bir delildir. Re’yi cumhur (ekseriyetin görüşü) şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme (kamuoyu) şeriatta muteber ve muhteremdir.2

Ne var ki, meşrûtiyet/meşveret/demokratik sistemde de kimi zaman işler düzgün gitmeyebilir. O halde şöyle düşünülmeli: Problemin kaynağı meşrûtiyet, meşveret olamaz. Zira, meşrûtiyetin veya meşveretin rûhu şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle (zarûretlerin zorlamasıyla) teferruâtta ona uygunluk göstermeyebilir. Dolayısıyla, meşrûtiyet/hürriyet zemini ve zamanında vücuda gelen her olay, her hal meşrûtiyetten kaynaklanması lâzım gelmez.3 Yani, “Meşverette meydana gelen her halin meşveretten olması gerekmez!” diye adapte edebiliriz. Ancak, ne kadar iyilik varsa, meşrûtiyetin (meşveretin) ziyasındandır.4 Bâzı memurların yanlış hareketleri, onu özümseyememeleri, yanlış anlamalara ve tavırlara sebebiyet vermiştir.5

Meşveret sisteminde bazen şer de çıksa ehven-i şerdir (iki kötüden daha zararsızını tercih etmek). Ehven-i şer, ise bir adalet-i izafiyedir/göreceli adalettir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.6 Yani, şu kararsız, perişan dünyada, olumsuz duygularla da örülmüş şu imtihan deverânında elbette bir takım aksaklıklar, eksiklikler ortaya çıkması kaçınılmazdır...

İşlerin aksaması durumunda yapılacak şey; Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder!” Sonra şu çarpıcı örneği verir:

Size bir misâl söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muâvini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini (yetmeyeceğini) bilmekle nevm-i gafleti (gaflet uykusunu) terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofi eden şu sır değil midir?7

Bilindiği gibi, Mamehurân hırsızları halkın malını talan ettiler. Bunun bir sebebi, çoban ve bekçilerin değersiz olup vazifelerini yapmamalarıdır. Talandan bıkan halk, artık malını bizzat kendisi korumaya karar verir. Her evden bir kişi koyunlarını, mallarını beklemeye başlar; hırsızlara göz açtırmazlar. İş bulamayan hırsızlar, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Tevbe edip kendilerini tekkeye atarlar! Tekkeyi beklediklerinden de çorbayı içerler...

İşte, meşveret de budur. İşlerin, ekseriyetle düzgün gitmesi, problemlerin asgariye inmesi, katılımı gerektirir. Meşveret üyelerinden, meşveret üyelerini seçenlere kadar fikri, zikri, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri, mihenge vurma, hakkın hatırını yüksek tutmayı gerektirir.

Unutmayalım ki: “Eğer meşrutiyet/demokrasi/meşveret buraya gelmemişse, sizin divaneliğinizden korktuğu içindir. Zulüm, Meşrutiyetin hatasından değil, kafalarınızdaki cehalet karanlığından kaynaklanıyor...”8

Dipnotlar: 1-Divân-ı Harb-i Örfî, s. 40.; 2-Münâzarât, s. 38.; 3-Age, 38.; 4-Age, s. 31.; 5-Age, s. 23.; 6-Age, s. 122-123.; 7-Age, s. 45-46.; 8-Münâzarât, s. 28

10.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sergendeçti'nin hatırasına (1)



Yakın tarihimizin en renkli simâlarından biri olan Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti), bundan tam 24 sene evvel bugün, yani 10 Kasım 1983'te Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Karakterine uygun gördüğü "Serdengeçti" terkibini bir imza, bir mahlas yerinde kullanan ve çok sevdiği aynı isimle yıllarca dergi çıkaran Osman Yüksel, 1917 yılında Akseki'de (Antalya) dünyaya geldi.

Kendisi, aynı zamanda Akseki müftüsünün oğlu ve eski Diyanet İşleri Başkanlarından merhûm Ahmet Hamdi Akseki'nin de yeğenidir.

İlk, orta ve lise tahsilinin ardından, 1940'ta Ankara'daki Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesine kaydını yaptırır.

Son sınıfta iken, 3 Mayıs 1944'te Ankara'da vuku bulan "Türkçülük hareketi" ile irtibatlı bulunarak tutuklandı.

Hapisten çıktıktan sonra, okuluna devam etmek istedi. Ancak onun bu isteği, fakültenin o zamanlar bağlı bulunduğu Millî Eğitim Bakanlığınca kabul edilmedi.

Bu red cevabı karşısında, MEB Hasan Âli Yücel'e hitaben "Yüksek makamın alçak vekiline" başlığını taşıyan bir dilekçe yazdı. Fakat, bu dilekçe bakana iletilmediği gibi, Osman Yüksel tekrar cezaevine gönderildi.

İkinci hapishane hayatından sonra, bu kez basın–yayın hayatına atıldı. 1947'de "Serdengeçti" ismini verdiği fikir dergisini neşre başladı.

Bu derginin hemen her sayısı, muhtevasındaki yazılar sebebiyle ya toplatılıyor, ya da iş mahkemelik oluyordu.

Yıllarca sürüp giden bu sıkıntılar sebebiyle, Serdengeçti dergisinin ancak 33 sayısı (1947–62 yılları arasında) yayınlanabildi.

Bizim açımızdan bu dergiyi esasen kıymetli kılan nokta, birkaç sayısında Üstad Bediüzzaman'dan, onun eserlerinden ve talebelerinden takdirle ve sitayişle bahsedilmesidir.

Bir: Bu derginin nüshalarından biri, Mart 1952 tarihini taşıyor. Yazının başlığı ise, "Said Nur ve Talebeleri"dir. Aynı başlıklı makalenin uzunca bir bölümü, Tarihçe–i Hayat isimli eserin sonlarında yer alan "Tahliller" bölümüne dercedilmiş. Yazının devamını araştırıp eski Serdengeçi sayılarında bulduk. Bu vesileyle, tarihî vesika niteliğindeki o kısmı da burada sizlerle paylaşmak arzusundayız.

İki: Mecmuanın bir sonraki sayısında (Haziran), bu kez "Said Nursî'nin Huzurunda" başlıklı enfes bir yazı çıktı. Birinci yazısını Bediüzzaman'ı henüz görmeden yazan Serdengeçti, ikinci yazıyı ise, 1952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a gelen Said Nursî'yi bizzat ziyaret edip görüştükten sonra kaleme aldı.

Yazımızın ilerleyen bölümlerinde, inşaallah Serdengeçti'nin bu ikinci makalesini de sizlerle paylaşmaya çalışırız.

Osman Yüksel'in ayrıca 1954'te Isparta'ya giderek Said Nursî'yi ziyaret ile ilgili hatırası var. Bilvesile, bundan da kısaca söz etmek arzusundayız.

Nasıl bir şahsiyet idi?

Kısaca ve ana başlıklar halinde sıralamak gerekirse, Osman Yüksel'i şu ifadelerle de tarif etmek mümkün:

* Milliyetçi, mukaddesatçı bir vatanperverdi.

* Gazeteci–yazar ve şair bir nüktedan idi.

* Cesur ve gözükara bir siyasetçiydi.

* Hemen bütün hayatını hapishanelerde, mahkemelerde ve çeşitli mücadeleler içinde geçirmiş bir kavga ve dâvâ adamıydı.

1980'de, yani vefatından üç sene kadar evvel İstanbul Cağaloğlu'nda bizzat görüştüğümüz Osman Yüksel'in, yukarıdaki tarife tamamen uygun bir yapıda olduğuna yakînen şahit olduğumuzu da burada ifade etmek istiyoruz.

Evet, o zatta bir milliyetçilik damarı vardı. Fakat, onun milliyetçilik anlayışı, bir zamanlar arkadaşlık da etmiş olduğu Nihal Atsız'ın, Alparslan Türkeş'in, veyahut daha evvel yakınlık hissetmiş olduğu Ziya Gökalp, Fevzi Çakmak'ın Türkçülüğü gibi değildi.

Meselâ, diğer milliyetçilerin Üstad Bediüzzaman'a olan yaklaşımı asla dostane değildir, hatta çoğu zaman hasmanedir. Serdengeçti ise, samimî dosttur, kardeştir; hatta, kendi hatırasına göre, Said Nursî'nin "evlâd–ı mânevîsi"dir: Ziyareti esnasında, Üstad Bediüzzaman onunla şunları konuşmuş: "Bir oğlum olsaydı, ismini Serdengeçti koyardım; senin gibi yetiştirirdim. Vefat eden biraderzâdem Abdurrahman vardı. Evlâd–ı mânevîyem idi. Onun yerinde şimdi sen varsın." (Agd, 7. sayı, 1952.)

* * *

Merhum Osman Yüksel'in diğer bazı yönlerini ve orijinal makalelerinden seçme bölümleri bir sonraki yazıya bırakarak, burada onun "Bir kahraman bekliyoruz" isimli şiirinden birkaç mısra takdim edelim:

Kal'a gibi dik başın bulutlarla yarışsın.

Dalga dalga saçların rüzgârlara karışsın.

Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,

Eğilsin öpsün gökler canım nazlı hilâlli.

Selâm dursun karşımda bütün şerefler şanlar,

Namını tebcil etsin, yıldızlar, kehkeşanlar.

İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var,

Yavuz gibi diyorum: Bir dünya insana dar!

Bir seda duymak için, sahralara düşeyim,

Helâl olsun bu yolda varım yoğum her şeyim.

Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm,

Ben fikir uğruna çılgınlara dönmüşüm.

Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun,

Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsun.

Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar

Kahrolsun Hak dururken yabancıya tapanlar

Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz

Yıllardır yollarında, yorgun emekliyoruz

Musa ol Hakka yüksel, tecelli et de Tûr'a

Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nûra

İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum

Ne hayâl ne kuruntu, hakikat istiyorum.

Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum...

10.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sehiv secdesi



Cevat Bey:

*“Sehiv secdesi nasıl yapılır? Tahiyyâttan sonra mı? Salâvatlardan sonra mı yapılır?”

Düşmez, yanılmaz, hatâ yapmaz, unutmaz, sehiv yapmaz bir Allah’tır. Kul hatâ yapar, kusur eder, yanılır ve unutur. Bu hatâ ve yanılma namazda olursa, kul secde ile, hatâsız ve kusursuz olan Allah’ın Ulûhiyetine ve Rubûbiyetine sığınır.

Bedîüzzaman’ın (ra) târifine göre secde, Yüce Allah’ın zevâlsiz Zâtının Cemâline, değişikliğe uğramaktan münezzeh kudsî sıfatlarına ve sermedî kemâlâtına karşı hayret ve mahviyet içinde, Allah’tan başkasını kalben terk ederek, bütün fânîlere bedel Cemîl-i Bâkî ve Rahîm-i Sermedî’nin huzurunda “Sübhâne Rabb’iye’l-A’lâ” diyerek zevâlden münezzeh ve kusurdan müberrâ olan Rabb-i A’lâ’sını takdis etmek ve Allah’a olan muhabbet ve ubûdiyetini îlân etmek demektir.1 Namazda sehiv yaptığımızda ve yanıldığımızda yaptığımız secde ile, Allah’ın bütün kusurlardan ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu teslim etmek, acziyetimizi, zaafiyetimizi ve mahviyetimizi Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda îtiraf etmek ve namazımızın kabûlünü ricâ etmek istediğimizi belirtmiş oluruz. Namazın vâciplerinden birini yanılarak terk ettiğimizde veya geciktirdiğimizde namazın sonunda sehiv secdesi yapmamız vâcip olur.

Sehiv secdesinin yapılışında detay denebilecek görüş farklılıklarının olduğu doğrudur. Bu farklılık “evlâ-daha evlâ” arayışlarından ibârettir. Hiç şüphesiz her bir görüş sâlim içtihatların ürünüdür. Ancak esas olan secde yapmak ve detaydaki içtihat farklarına takılmamaktır. İçtihatlardan birisi ile amel etmek câizdir ve yeterlidir.

Hanefî mezhebine göre sehiv secdesi şöyle yapılır: Et-Tahiyyâtü okunduktan sonra bir görüşe göre sağa ve sola, diğer bir görüşe göre yalnız sağa selâm verilerek secdeye gidilir. Buradaki iki görüş de Hanefîlere âittir. İmam-ı Azam ile Ebû Yusuf’un görüşüne göre, iki tarafa selâm verildikten sonra secdeye gidilmesi daha evlâdır. İmam Muhammed ve cumhurun görüşüne göre de yalnız sağa selâm verildikten sonra secdeye gidilir. Bilhassa cemaatle kılınan namazlarda iki tarafa selâm verildiğinde namazdan ayrılan olabileceği düşünülerek, yalnız sağa selâm verilerek secdeye gidilmesi yönünde görüş birliğine varıldığını görüyoruz. Secde peş peşe iki defa yapılır. Her iki secdede de üçer defa “Sübhâne Rabbi’yel-A’lâ” okunur ve sonra oturulur. Bu oturuşta Et-Tahiyyâtü, Allahümme Salli ve Bârik ile Rabbenâ duâları okunarak sağa ve sola selâm verilir.

Hanefî mezhebinde, sehiv secdesine gitmezden önce et-Tahiyyâtü ile beraber Allahümme Salli ve Bârik duâlarının da okunacağını söyleyen bir görüş de mevcuttur. Tahavî bu görüştedir. Bu görüşe tek başına namaz kılarken uyabiliriz; fakat cemaatle namaz kılarken sehiv secdesi yapmak isteyen imamın, yalnız et-Tahiyyâtü’yü okuduktan sonra hemen secdeye gitmesi cemaatin yanılmamasını temin açısından daha isâbetlidir. Çünkü imamın daha tez bir süre içinde selâm vermesi, cemaatin imamın sehiv secdesi yapacağını sezmesine yardımcı olur ve daha dikkatli davranmasına vesîle olur.

Netice olarak; namaz kılarken sehiv secdesini yapmayı gerekli kılacak şekilde yanıldığımızda namazın sonunda sehiv secdesi yaparız. Bunu yaparken, namaz oturuşunda yalnız et-Tahiyyâtü’yü okuyup secdeye gidebileceğimiz gibi; et-Tahiyyâtü ile beraber Allahümme Salli ve Bârik duâlarını okuduktan sonra da secdeye gidebiliriz. Aynı şekilde, yalnız sağ tarafa selâm verip secdeye gidebileceğimiz gibi; sağa ve sola selâm verdikten sonra da gidebiliriz. Biz burada, yalnız sağ tarafa selâm verdikten sonra secdeye gidileceğini söyleyen görüşün daha güçlü olduğunu belirtmekle yetinelim.

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde sehiv secdesi, son oturuşta et-Tahiyyâtü ve salâvâtlar okunduktan sonra, selâm vermeden önce yapılır. Mâlikî mezhebinde ise yapılan yanılgı, eğer namazda bir fazlalık meydana getiriyor ise sehiv secdesi selâmdan sonra yapılır; eğer namazda bir eksiklik meydana getiriyor ise selâmdan önce yapılır. Meselâ namazda bir secdeyi fazla yapmak durumunda sehiv secdesi selâmdan sonra yapılır.

Cemaatle kılınan namazlarda imam yanılması halinde cemaatle birlikte sehiv secdesine gider. İmama uyan bir kişi yanılırsa sehiv secdesi yapmaz.

Allah kabul etsin. Âmin.

10.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri