Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Sınırötesi ve YAŞ



Hükümetin verdiği yetkiyle TSK’nın sınırötesi operasyonu başladı. Ama bu konu etrafında aylardır koparılan gürültü ile kıyaslandığında, bu gelişmenin çok sakin bir şekilde geçiştirildiğini söylemek yanlış olmaz.

Bağdat’tan da, Kuzey Irak’tan da herhangi bir tepki gelmedi. Zaten kapsamlı bir harekât beklemediklerini, sınırlı nokta operasyonlarına ise itirazları olmayacağını söylemeye başlamışlardı.

Buna karşılık, Barzani’nin sözcüleri “köşeye sıkışan” PKK’nın kendilerini tehdit ettiği yolunda açıklamalar yapma noktasına da geldiler.

Görünen o ki, sürecin bundan sonraki seyri, PKK’nın Türkiye için silâhlı bir tehdit olmaktan çıkarıldığı, buna mukabil İran’a karşı bu özelliği ile kullanılmaya devam edeceği bir zeminde gelişecek. Ve Türkiye açısından “Kürt sorunu”nun çözümü siyaset platformuna intikal ettirilecek.

PKK ile bağını koparamayan DTP, 1991 seçimiyle kazanıp da harcadığı şansı, 16 yıl sonra ikinci defa yakalamışken yine kaybedecek. Kürt kimliğini öne çıkaran DTP dışı siyasî aktörler ön plana geçirilmek istenecek. Buna da öncelikle, 22 Temmuz başarısını daha ileri noktalara taşımak isteyen AKP engel olmaya çalışacak.

Askerî seçenek ise düşük profilde kalacak.

Böyle bir iklim ve atmosfer, sorunun kalıcı çözümü için asıl şartı oluşturan demokratik açılımlar, sosyal ve ekonomik hamleler açısından çok büyük bir şans ve fırsat sunuyor.

Umalım ki, iyi kullanılsın.

O cenahta mevcut tablo böyle bir görüntüyü verirken, bundan sonraki gelişmelerin şekillenmesi açısından çok kritik önem taşıyan devlet içi dengeler ne durumda?

İşte bu noktadaki en hassas dönemeçlerden biri, YAŞ toplantısıydı.

Bilindiği gibi bu toplantılar öteden beri hep personel ihraçları ve bunların özellikle irtica gerekçeli olanları ile kamuoyu gündemine geliyor.

Halbuki TSK Türkiye’nin en önemli kurumlarından biri ve YAŞ toplantılarında orduyu ilgilendiren başka birçok konu da görüşülüyor olmalı. Ama sanki ihraçlardan başka bir gündemi yokmuş gibi bir algılama oluşmuş durumda.

Demek ki, burada bir problem var. Bunun da en önemli sebebi, ihraç kararlarının yargıya kapalı ve ağırlıklı gerekçelerinin “irtica” olması.

Gerçi birkaç toplantıdır bu durum değişiyor. Önceleri uzunca bir zaman ihraç gerekçesi “disiplinsizlik” gibi genel bir tabirle ifade edilirken, son toplantılarda “irtica” açıkça zikredilmeye ve yanında “gayri ahlâkî davranış,” hatta “uyuşturucu” gibi sebepler zikredilmeye başlandı.

Nitekim son YAŞ’taki 38 ihraçtan 7’si irticadan, diğerleri ahlâksızlık ve uyuşturucudandı.

Son toplantıdaki bir başka yenilik ise, kararların “oy çokluğu” ile alındığının ifade edilmesi.

Bunun anlamı, Başbakanla Millî Savunma Bakanının ihraçlara şerh koyarak muhalefetlerini kayda geçirmeleri. Ama bu şerhler sonucu değiştirmiyor, çünkü ihraçlar yürürlüğe giriyor.

Ortaya çıkan bu sonuç, Genelkurmay’ın Başbakana bağlı olduğu söyleminin kâğıt üzerinde kaldığı gerçeğinin de gayet açık bir tezahürü.

Beş sene önceki başbakanlığında YAŞ kararlarına şerh koyan Gül’ün bugün cumhurbaşkanı olarak ihraçları onaylaması ise, “Yeni anayasa ile kararlar yargıya açılacak” haberleri ile örtülmek istenen hazin ve çelişkili bir manevra...

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Bir zamanlar mektup varmış…



Bir alış veriş merkezi bayram için kampanya başlatmış: “bu bayramda sevdiklerinize kartpostal yollayın, nostalji yaşatın.”

Duyunca içimden bir şeyler uçtu gitti.

Zira postacıları görmeyeli, yâ da yollarını gözlemeyeli epey zaman oldu. Öyle ki ne zaman mektup yazdığımı, gönderdiğimi unutmuşum. Birkaç yıl olmuştur. En son zoraki bir dosta iade-i mektup yapmıştım ki; onun gönderdiği mektubun üzerinden aylar geçmişti benim iade etmeye karar verdiğimde.

Bu reklâmın ardından geçtiğim kırtasiyenin camında duran renk renk zarflar, çeşit çeşit süslü mektup kâğıtlarını görünce duygularım iyice zorladı hatıralarımı. Durup zarflar beğendim, onların içine uyacak kâğıtlar...

Hepimiz biliriz, mektup yazacaksan birbirini tamamlayan kâğıt ve zarf alman gerekirdi. Ve genelde ruh haline ya da yazacağın kişiye göre renk ve desenler değişirdi. Yani en baştan anlaşılırdı mektubun maksadı, içindekiler ve eklenenler.

Şimdilerde bırakın mektup yazmayı kartpostal atmayı bile çıkardık hayatımızdan ki; bir aralar bayağı bir şikâyet ediliyordu: “mektupları kısalttık kartpostal gibi hazır şeylere alıştık” türünden sitemlerdi bunlar.

Bu sözleri diyenler şimdilerde ne diyor merak ediyorum.

Kartpostala bile hasret kalmışken.

Yazı tarzımızın nasıl olduğunu dahi unutmak üzereyiz.

Hakikat şu ki; biz özlemeyi de unuttuk ne zamandır.

Hatırlıyorum da küçükken anneannemden, teyzelerimden mektup gelirdi de defalarca okurdu annem ve bir de ağlardı. Şimdilerde anlıyorum o yaşlar hüznün değil, hasret ve sevincin karışımıydı. Hatta yazılan satırları okumaktan ezberlerdi ki; okumayı öğrenince bende okurdum mektupları ve yanlış okuduğum yerleri annem satırları görmeden düzeltirdi.

Tabiî gelen mektuplara cevap vermemek ne mümkün, okunur okunmaz yazılmaya başlanırdı. Büyükten küçüğe bütün aile fertleri sorulur, selâm edilir. Ve ne var ne yok anlatılırdı. Ve yazılanlarda defalarca okunur, sonra pencerede posta yolu beklenirdi.

En son ne zaman mektup satırlarını okurken gözlerim nemlendi? Hiç hatırlamıyorum ya da öyle bir anım var mı? O bile meçhul.

O kadar özlemişim ki postacıdan mektup alıp, kimden geldiğine bakıp, açarken elimin titremesini heyecandan. Ama artık çok lüks bir durum mektup yazmak ve almak.

Eskiden ucu yanık mektuplar varmış ki, hiç öyle bir mektup görmedim. Ve genelde bu mektuplar hep aşk mektupları, sevgiliye gönderilen mektuplar olurmuş. Bu mektuplardan birini İbn-i Hazm Güvercin Gerdanlığı isimli kitabında şöyle anlatır: “Bir âşığın sevgilisine yazdığı mektubu gördüm. Âşık bıçağı ile elini kesmiş; kanı akmış ve bu mektubu kanıyla yazmış; kanını mürekkep yerine kullanmış. Tabi bu mektubu kuruduktan sonra gördüm. Yemin ederim, kırmızı çini mürekkebiyle yazılmış gibiydi”

***

Artık askerler bile mektup yazmıyor.

Mektup denince birazda askerler hatırlanır. Analardan oğullarına ve asker evlâtlarından analarına gelen mektuplar. Gözyaşlarıyla yazılıp okunan mektuplar. Onlar bile tarihe karışmak üzereyken, mektup tarzı iletişimden söz etmek komik.

Nesil gençleştikçe, anılarımız bile tutmuyor.

Kendimi çok eski bir zamanda yaşamış, yaşı yetmişlere gelmiş ihtiyar gibi hissediyorum. Şimdi o kadar uzağız ki bu duygulara, birkaç sene önceki hallerimizi çok eskiyi yad eder gibi hatırlıyoruz.

Mektup dediğimde şimdiki lise öğrencileri gülüyor “Hadi ya! Gerçekten mi o kâğıtlarla uğraşırdınız? Saatlerce yazar birde günlerce posta beklerdiniz?” onlara o kadar uzak ki bu durum. Oysa o satırlardaki kibarlık, incelik, sevgi, emek, kelimelere yüklenen anlamlar o kadar özeldi ki bunu hiçbir teknoloji harikası karşılayamaz.

Hele şimdilerde her şeyi kısaltmış bir durumdayken, selâm verip almaktan hal hatır sormaktan bile yorulmuş bir durumdayken, bu durumu anlamak zor.

Cep telefonları, sms’ ler, anında iletiler, mailler hayatımızı kuşatmışken, postacıyı sadece telefon faturalarını ve bazı önemli evrakları getirirken gördüğümüzden…

Mektup, postacı, posta kelimelerinin içi boşalmış durumda.

“Mektup yaz, alışkanlıkların tazelensin!” demiş Şeyh Galip…

En güzel alışkanlığımız olan özlemeyi unuttuğumuz şu günlerde yeniden mektuplara bir dönüş mü yapsak.

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

FOX'un iki programı



Fox TV yayına girdiği günden bu yana, kaliteden çok "izlenirliği", yani reytingi ölçü aldı.

Eh, maksat çok kazanmak ve kâr etmek değil mi… İşte en âlâsını yapıyor denebilir.

Kalitesiz ve sansasyonel programlarla...

İşte bunlardan bir tanesi Seyfi Dursun-oğlu'nun sunuculuğunu yaptığı "Benimle Dans Eder Misin?" yarışma programı…

Malum:

RTÜK, Dursunoğlu'nun "Huysuz Virjin" tiplemesiyle ekrana çıkmasını "ahlâkî" bulmuyordu. Nitekim yarışma programında şahsına münhasır çıktı.

Ancak galiba birileri Dursunoğlu'nu "gaza" getirdi… Bir gazeteciye verdiği söyleşisinde önceki hafta bir "sürpriz" yapacağını söylemiş… Ardından programa sarı peruk taktı ve eline ince bir tül alarak dans etti… Güya bu tavrıyla "Huysuz Virjin"i hissettirmiş ve RTÜK'e ince bir mesaj göndermiş oldu!

Breh, breh!

Ne kahramanlık!

75 yaşında birinin bu yaşta inzivaya çekilmesi ve hayatını son anına kadar tövbe istiğfarla geçirmesi gerekirken, inatla sahnelere çıkıp gençliğinde işlediği hatayı tekrar etmesi hayra alamet değil.

Efendim, bu sanatçı(!)nın kadın kıyafetiyle ekrana çıkmasını engelleyen RTÜK'e en sert tepki de koskoca profesörden… Yani Prof. Yalçın Küçük'ten geldi (Sky Türk).

Güya Küçük, bu yasağı getirenler için Osmanlıya ve Türk tarihine küfredildiğini söylüyor.

Koca profesörün bildiği tarih hangisi bilemem. Ama Osmanlı tarihinde erkekleri kadın kılığına sokarak, milyonlarca kişinin gözü önünde teşhir etmek var mı bilemiyorum ve "küçük" aklıma sığıştıramıyorum.

Fox'un bir diğer seviyesiz yarışma programlarından biri de; spor yorumcusu Ahmet Çakar'ın sunuculuğunu yaptığı; Şansa Bak!

Fragmanları izledim, tiksindim. Ahmet Çakar, bir deste parayı sırıtarak ekranlara sallıyor…

Format gereği, yarışmacılar Ahmet Çakar'ı ikna edecek ve yarışmaya girecek.

Eğer ikna olmazsa Çakar efendi yarışmacıyı paylıyor. İkna etmek isteyenler ise salya sümük ağlıyor, kendini rezil ediyor ve onurunu ayaklar altına alıyor.

Böyle aşağılayıcı program olur mu?

Olursa işte böyle olur!

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Tören “terör”ü



Kars’ta bir okulun açılış töreninde çocuklar fenalık geçirmiş. Üşüyüp, takatleri yetmeyince, bedenlerine direnememiş. Bunu fark eden zevat, harekete geçmiş, merasimi daha erken bitirmişler. Diğer ifadeyle, yetkililer açılış konuşmalarından biraz fedakârlık etmişler. Az konuşmuşlar.

Aklıma, bir anda geçmişte mecburen ve görev icabı katıldığım yüzlerce tören geldi. Köyümüzde, okulda tebeşir bulamazken, gereksiz bir gayretle yaptırılan kaideyi ve büstü hatırladım. İlçeye resmî kutlamalara götürülüşümüzü, diplomaya yapıştırılmak üzere resim çektirmek için bir gün şehir seferine çıktığımızı, bütün bunları merasimle yapan öğretmenlerin “başarılı” görünmeleri adına uyguladıkları disiplini, gözümün önüne getirdim.

Müfettişlerin okul teftişlerinde, öğretmenlerin öğrencilere döktürdüğü ecel terlerini hatırladım. Kendini kutsamışçasına, istibdat ve bilginin putuna dönmüş teftiş baskısının ve rejim imtiyazının dayattığı o eğitim kurgusunun sıkıcı hallerinin psikolojimize sinmiş anlarını düşündüm.

Bürokraside, her kademenin öncesine ve sonrasına göre yetki hiyerarşisi içinde, bazen köle ruhlu, bazen istibdat azmanı zafiyet veya haykırış hallerinin törenlere, resmî programlara yansıyan telâşlı ve titiz sun’î yoğunluklarını hatırladım.

Fırça atan amirden, her şeyden habersiz iltifata boğdurulup gönderilen, daha doğrusu brifing sayesinde siyasîlerin dinlerken ve bakarken geçirdiği tereddütleri ve hamaset dolu kararlılık ifadesiyle “yapacağız, edeceğiz’ diyerek biten cümlelerini…

Memurların “şematetli” halleri, amirlerin “kükremiş arslan gibi bendimi çiğner aşarım” edalı duruşları ve haykırışları ile her şeyi bilirimi söze döken nutuklarını…

Törene katılacak yetkilinin çapına göre, haftalarca, hatta aylarca süren hazırlıkları, provaları ve kılı kırk yaran bürokrasi kalıplarının içini doldurma telâşı ve zaman öldüren hazırlık toplantılarını…

Haliyle, kendi kendime soruyorum: Neden devlet hiyerarşisi, protokol dedikleri, kendilerince toz kondurmadıkları o “Devlet geleneği/teamülleri” adı altında dayattıkları bu kadar içi boş ve tantanalı gösterişi ve eziyeti insanlarımıza yapıyorlar/yaptırıyorlar?

Neden, çoğu hatibin konuşması, önüne konulduğu andan itibaren kendisi tarafından fark ediliyor? Ya da inanmadığı bir metni okuyor? “Sayın” diye başlayan, tabiri caizse, tıraş öncesi sabunlama yapıp, iltifatlara boğduğu oradaki yetkililere, sonunda yine temenna ile kürsüyü terk ediyor...

Beden duruşları, hitap biçimleri ve kullandıkları üslûp ve muhteva, kişinin potansiyel ve görevi ile paralel değil, kendisine biçilen figüran rolle alâkalı.

Kamu harcamalarının görünmeyen ciddî kalemlerinden birisi, bu merasim israfıdır. Gösteriş sorumsuzluğudur. Cari yapı, sanki, toplumda bir şeyi örtmek için, bir farklılık gösterisine zorlanıyor.

Bürokratın mevkiini korumak veya terfî etmek için düşündüğü eylem plânı, genellikle açılış senaryolarıdır. Siyasetçinin de en mutlu olacağı ve tribünlere oynayacağı güzel bir propaganda vasıtasıdır bu törenler.

İki tarafın bu “samanlığı saray yapma” arzusu, işi kotaracak bir organizasyon firması veya bu vesileyle satın alınacak birkaç parça malzeme ile birlikte ayrı bir harçlık ve “iş” kapısına da vesile oluyor.

Eskiden siyasî mizah konusu olan temel atma enflasyonunu da unutmamak gerekir. Hatta birden fazla açılışın, döneme göre biraz farklılaştırılarak yapıldığı kara mizahları da unutmadık. Birisi, tesisin A kapısının açılışını yapmışsa, diğeri gelip B kapısından girişle yeni bir açılış yapabiliyordu.

Diyebilirim ki, tören psikolojisi, genellikle siyasî sonuç beklentisi ile tutunma aracıdır. İçi kof, dışı cafcaflı bir kandırmaca stratejisidir. Bürokratlar, bir üste yaranmak için bu vesileleri çok iyi kullanıyorlar. Durduğu yerde program icat etme başarısını yakalıyorlar. Siyasetçinin gözünden kaçmasa da, o da riyakârlığın kendisine yapılmasından memnundur.

Çok açık yazdığımın farkındayım. Ne yapalım gördüğümüz bu. Hâlâ çocuklar, tören hatırına hastanelik oluyorlarsa, bu bir “terör”dür. Bürokrasinin terörüdür. İçi doldurulamayan bir demokrasinin yanıltma stratejileridir.

En garibi de, ziyaret edilen makamın, daha doğrusu ısrarla program yapmak isteyip dâvet eden makamın, üstlerine plaket vermesini, hediye yağmuruna tutmasını, özel gezi ve özel görüşme seansları için fırsat kollarcasına sosyal zekâsını işletmesini de törenin öncesi ve sonrası ile programın neyi sayıyorsanız sayın.

Hükümetten, özellikle sayın Başbakandan ricamız, acilen yeni bir genelge yayınlayıp, törenleri asgarî seviyeye çekmesidir. Baraj ve üniversite gibi büyük projelerin ana açılışı dışında tören eziyeti ile kamu meşgul edilmemeli. İsteyen gelmeli. İstemeyen serbest olmalı. Hele çocukların ve okulların tören dolgusu yapılması önlenmeli.

Karşılama ve uğurlama yönetmeliği de değiştirilmeli. Daha sade, hakim olmayan, hadim olan bir bürokrasi, vatandaşça hissedilmeli. Tevazu gerekli bu devletlûlara ve ilerde olmak isteyenlere…

Bu sosyal “terör” niteliğindeki kamusal gevşeme ve otoriter törenler azaltılmalı. Her bakanlık, yılda en fazla ciddî 10 başarısını Türkiye çapında kutlamalı… Gerisi sadece bir yol ve seyahat masrafı olmaktadır.

05.12.2007

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

Yapanın yanında kâr mı kalsın?



Üniversite eğitiminin önünü açmak ve problemlerine çare bulmak için çalışması gereken Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) bu güne kadar tam tersini yaparak, sürekli problem çıkaran bir kurul olarak varlığını sürdürdü. Çünkü, YÖK’ün kuruluşunda iyi niyet yoktu ve başka bazı ‘kurum’lar gibi bu kurul da 12 Eylül ihtilâlinin ürünüydü!

Nasıl ki 12 Eylül ihlilâlinin bir diğer ürünü olan ‘1982 Anayasası’ Türkiye’nin dertlerine çare olamamışsa, aynı şekilde yüksek öğretimi ‘düzen’e sokmak için oluşturulduğu ifade edilen YÖK de dertlere çare olamamıştır. Bu o kadar tartışmasızdır ki, ‘dost ve düşman’ bu konuda itirafta bulunmuştur.

YÖK’ü sadece kişilerle irtibatlı olarak düşünmemek gerekir. Meselâ önümüzdeki günlerde YÖK Başkanı değişecek. Kimileri bu değişiklik sonrasında işlerin düzeleceğini düşünebilir. Ancak ‘gelen’in ‘giden’i aratması ihtimalini de akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü YÖK sistemi başından itibaren iyi niyetle kurulmamış, aksine ‘ihtiyaç anında’ yeni engeller tesis etmek için oluşturulmuştur.

YÖK’ün yanlış icraatı sadece başörtüsü yasağını tesis etmek ve sürdürmek değildir. En az onlar kadar başka yanlışlara da imza atılmıştır. Dünya ilim çevrelerinde yeterince söz sahibi temsilcilerimiz yoksa, bunun sorumlusu YÖK olmalıdır. Gerek üniversite rektörlerinin tayininde ve gerekse öğretim üyelerinin istihdamında çok sayıda yanlış uygulamalar yapılmıştır.

Gazetelere yansıyan ve sonradan tekzip edilen bir habere göre, YÖK’ün ‘eşi çarşaflı’ dediği bir rektör adayı bekâr çıkmış. (Zaman, 3 Aralık 2007) (Cumhurbaşkanı Gül, sözlerinin yanlış aktarıldığını, YÖK de cumhurbaşkanlığına böyle bir ‘bilgi notu’ gönderilmediğini açıkladı.)

YÖK bu iddiayı yalanladı, ama benzer ‘yanlış’lar geçmişte yapılmıştır. Bazı öğretim üyeleri ‘yalan/yanlış’ iddialarla akademik kariyerlerinde engellenmiştir.

‘Rektör adayının eşi çarşaflıdır’ bilgi notunu YÖK göndermediyse kim gönderdi? Cumhurbaşkanlığını yanıltmak isteyen kişi ya da kişiler tesbit edilmeli değil midir? Bu ‘bilgi notu’nu hazırlayanların bir müeyyide ile karşı karşıya kalması gerekmez miydi?

YÖK’ün yanlışlarından kurtulmak isteniyorsa, sadece başındaki ismin değişmesine odaklanmamak lâzım. Önemli olan kişilerin değil, ‘sistem’in değiştirilmesidir. Ve bu güne kadar unutulan YÖK mağdurlarının hakları da bir şekilde iâde edilmelidir. Gerek öğrenci ve gerekse öğretim üyesi seviyesinde kimler mağdur edilmişse, mutlaka hakları iade edilmelidir. Aynı şekilde, devlet imkânlarını kullanarak öğrenci ya da öğretim üyelerini mağdur edenler her kim ise onlara kanun önünde hesap sorulmalıdır.

Bu yapılmadığı ya da yapılamadığı sürece, YÖK’ün başındaki ismin değişmesiyle meseleler halledilmiş olmaz. Bütün 12 Eylül uygulamaları gibi, YÖK uygulamaları da sona ermeli.

Yanlış yapanların yanında, yaptıkları ‘kâr’ olarak kaldığı sürece gerçek adalet temin edilmiş olmaz. Oysa, hepimizin bildiği gibi, adalet ‘mülk’ün temelidir! Lütfen, temellerin sağlam olmasına çalışılsın...

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sıkıntıdan kurtulmak



Zaman zaman insan, musîbetlerin altında ezilir, içini bir kısım sıkıntılar sarar, gönlü daralır, işlerin içinde boğulur, hayat nerdeyse yaşanmaz hâle gelir.

Böyle bir anda insan için Allah’a sığınmaktan başka yol kalmaz. Duâ en büyük sığınak ve dayanak olur.

Peki, duâlarımız ne ölçüde kabul edilecektir? Bunun çok önemli bir yolunu Peygamberimiz (asm) gösteriyor bize. Buyuruyorlar ki: “Kim duâlarının kabul edilmesini, sıkıntılardan kurtulmayı isterse zor durumda bulunan birini sevindirsin.”1

Bulunduğumuz çevre, yaptığımız iş icabı maddeten veya mânen sıkıntıya düşmüş insanlarla karşılaşabiliriz. Bu bir yakınımız, bir dostumuz, bir arkadaşımız, tanıdığımız veya tanımadığımız biri olabilir. Bazan bir iki güzel söz, ufak bir destek sıkıntıda bulunan kişiyi rahatlatabilir, makbul duâsını almamıza vesile olabilir. Diyelim ki siz ticaretle uğraşıyorsunuz, müşteriyle olan diyaloglarınızda bu vasfınız ön plana çıkacak, kolaylaştırıcılığınızla hem müşterinizi, hem de Rabbinizi hoşnut edeceksiniz. Olur ya, sattığınız bir malı müşteriniz değiştirmek isteyebilir veya geri getirebilir. Katı olmanıza gerek yok. Onu geri bile alabilmelisiniz. Bu hususta şöyle bir müjde var: “Kim sattığı malı, iade eden müşterisinden geriye alırsa, Allah da Kıyamet gününde onun günahlarını affeder”2 buyuruyor Peygamberimiz (asm).

Diyelim ki bir malı satıyorsunuz veya borç alıp veriyorsunuz. Satarken de, borç alıp verirken de, kolaylık göstermek prensibiniz olmalı. Efendimiz (asm) böyle kimseler için duâ ediyor: “Birşey sattığında, satın aldığında ve alacağını istediğinde kolaylık gösteren kimseye Allah da merhamet etsin.”3

Şu müjdeler de oldukça sevindirici değil mi? Kâinatın Efendisi (asm) buyuruyorlar ki: “Kim darda kalmış borçluya süre tanır veya alacağını bağışlarsa Allah o kimseyi Kıyamet günü Arş’ından başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir.”4

Mahşer günü geçmiş ümmetlerden biri getirilir, Melekler, “Senin bir hayrın var mı?” diye sorarlar. “Hayır” der adam. “Hatırlamaya çalış,” derler. O da, “Ben insanlara borç verir, sonra bu borçları toplayan adamlarıma zorda olanlara mühlet vermelerini, durumu iyi olanlara da kolaylık göstermelerini emrederdim” der. Cenâb-ı Hak da “O kulumu affediniz!” emrini verir.5

Başkalarına nasıl davranırsak Allah da bize öyle muamele eder.

Dipnotlar:

1- Fethu’r-Rabbanî, 15: 84 (Hadis no: 277.)

2- Ebû Davud, Büyu’: 52; İbni Mace, Ticaret: 26.

3- Buharî, Büyu’: 16; İbni Mace, Ticaret: 28.

4- Tirmizî, Büyu’: 65; Buharî, Büyu’: 18; İbni Mace, Sadakat: 14.

5- Buharî, Büyu’: 17; Müslim, Müsakat: 26.

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Araştırma mı, karıştırma mı?



Bazı medya kuruluşları, ısrarla "türban" dedikleri hanımların başörtüsünü kendilerine dert edinmişler.

Dolaylı da olsa, bu meyandaki gelişmelerden şiddetle rahatsızlık duyduklarını bir şekilde dışa vuruyorlar.

Şimdilerde tutundukları dalın, yahut yüzlerine maske yaptıkları örtünün adı "anket–araştırma–soruşturma" türünden oyunlar veya oyuncaklardır.

Aslında yaptıkları şey, sağlıklı bir araştırma falan değil, düpedüz ortalığı karıştırmadır.

Zira, birinin yaptığı anket diğerini tutmuyor. Hatta, zaman zaman birbirini tekzip ediyor.

Bir bakıyorsunuz, araştırmanın biri "Türbanlı sayısı artıyor" derken, bir diğeri bilâkis "azalıyor" diye adeta bayram ediyor.

Muhtemelen, bu da bir çeşit müdahale oyunudur: İstedikleri zaman istedikleri grafiği çizecekler. Türlü düzenbazlıklarla oranlar, orantılar kuracaklar. Kurmaca düşüş, yahut yükseliş rakamlarını serrişte ederek, "türban" üzerinden ortalığı karıştırmaya yeltenecekler.

Oysa, bunların ne niyeti namazda, ne de kulağı ezandadır.

Bunlar, sadece ve sadece okunan ezandan rahatsızlık duymaktadırlar. Ancak, bunu bile mertçe ifade etmez, başka yollarla ortalığı sis–duman etmeye çalışırlar.

* * *

Akla hayale gelmedik baskılara rağmen, gelişmesine, yaygınlaşmasına bir türlü engel olamadıkları tesettürden, bazılarının bugün bir hayli ürktüğü, korktuğu, hatta uykusunun kaçtığı, istirahatinin bozulduğu bir vakıadır.

Ancak, bu korkuları gereksiz ve yersizdir. Zira, tesettüre bürünenlerden şimdiye kadar hiçkimse bir zarar–ziyan görmedi.

Bu insanlar ve bu aileler, hiç itirazsız bir şekilde vergisini veriyor, oğlunu askere gönderiyor, vesaire...

O halde, bunlardan duyulan korkunun, telâşın sebebi ne?

Yoksa, dünyada olduğu gibi ülkemizde de var olan dinsizliğin ve din düşmanlığının bir tezahürü müdür bu? Kuvvetle muhtemel...

Maliye

İşsizlik, yatırım, istihdam

Hazırlanan 2008 bütçesi hakkında Meclis oturumunda konuşan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, önümüzdeki dönemde en önemli meselenin işsizliğe çare bulmak olacağını ifade etti.

Hemen ifade edelim, yatırım olmadan işsizliğe asla çare bulunamaz.

Söz ile yahut kâğıt üzerinden işsizliği önleme vaadinde bulunmak kolay.

Ne var ki, beş yıllık hükümetleri döneminde hemen hiç azalmayan, aksine çoğu zaman artış trendine giren işsizlik, halen de ülkenin en zor ve en sıkıntılı problemlerinden biri olmaya devam ediyor.

Hükumetin bu konuda inandırıcı olabilmesi için, yatırıma mutlak sûrette eğilmesi, meseleye öncelik ve ağırlık vermesi gerekiyor.

İstihdam imkânı ancak bu şekilde doğabilir.

Aksi halde, söylenecek sözlerin, yapılacak vaatlerin bir kıymet–i harbiyesi olmaz. Esasen inandırıcı da olmaz.

GÜNÜN TARİHİ 5 Aralık 1755

Nuruosmaniye Camii ve Külliyesi

Mimarî tarzı itibarıyla barok (Batı Avrupa dillerinde "Barucca") stilde inşa edilen Nuruosmaniye Camii, külliyesi ve müştemilâtıyla birlikte hizmete açıldı.

Bu cami, Osmanlı'nın barok sisteminde inşa ettirdiği ilk mâbed olması itibariyle de dikkat çekiyor.

Bilâhare, daha başka camiler ve binalar da aynı tarz üzere inşa edildiler.

Böylelikle, asırlardır kendi klasik mimarî tarzını sürdüren Osmanlı, bu tarihten itibaren Avrupaî mimarî üslûbun etkisi altına girmiş oldu.

Barok, klasik, fıtrî ve sâde görünümün dışına çıkarak, gösterişli san'at yönü ağır basan, oyuk ve kabarıkları dikkati çeken Avrupa menşeli bir mimarî tarzdır.

Diğer özellikler

Mimar Mustafa Ağa ve yardımcısı Mimar Simon Kalfa tarafından yapılan Nuruosmaniye Camii ve külliyesinin inşasına, 1748'de başlandı. İnşaat yedi sene sürdü. Cami, Sultan III. Osman zamanında tamamlandığı için, mâbede onun ismi verildi.

Caminin şadırvanı yoktur. Önde, arkada ve biri de bodrum kısmında olmak üzere, üç abdestlik bölümü vardır.

Mermerden yapılmış hafif yüksekçe merdivenlerle, iki yönden camiye çıkılır.

Bu mâbed, toplam 174 pencerelidir. Müezzin mahfeli cümle kapısı üstündedir. Kare plandaki caminin iç avlusu yarım daire şeklinde olup, avluda bir kütüphane, iki sebil ve bir de çeşme bulunur.

Beş kubbeli caminin ana kubbesi 26 metre çapındadır. Camiye bitişik nizamda yapılan iki şerefeli ve taş külâhlı iki minaresi var.

Caminin ek bölümlerinin önemli kısmı dükkân olmuştur. Buna rağmen, külliyesinde imaret, türbe, medrese, çeşme, sebil, abdesthane ve 5000'den fazla değerli eseri barındıran kütüphanesi mevcuttur.

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın öznitelikleri



Abdullah Bey:

*“Onuncu Söz’de Zeylin İkinci Parçasının Birinci Makamında ‘hayatın yirmi dokuz hassası’ tâbiri var. Bu ne demektir?”

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl hayatlandırıyor! Şüphesiz O, ölülere de böylece hayat verecektir. O, her şeye Kadirdir”1 âyetinin bir tefsiri sadedinde Hayy ismini incelediği Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesinde hayatın ve mahiyetinin ne olduğunu yirmi dokuz maddede bildirir. Hayy ve Muhyî isimlerinin mühim bir tecellisi olan hayatın yirmi dokuz önemli özelliğini özetle buraya alalım:

1- Hayat; bu kâinatın en ehemmiyetli gayesidir. 2- Hayat; bu kâinatın en büyük neticesidir. 3- Hayat; bu kâinatın en parlak nurudur. 4-Hayat; bu kâinatın en latif ve en hoş özüdür, mayasıdır, hamurudur. 5- Hayat; bu kâinatın gayet süzülmüş bir çekirdeğidir. 6- Hayat; bu kâinatın en mükemmel meyvesidir. 7- Hayat; bu kâinatı olgunlaştıran en harika mekanizmadır. 8- Hayat; bu kâinatı güzelleştiren en güzel yüzdür. 9- Hayat; bu kâinatın en güzel süsüdür. 10- Hayat; bu kâinatın unsurlarını birleştiren bir sırdır. 11- Hayat; bu kâinatın birim ve parçalarının birlik bağıdır.

12- Hayat; bu kâinatın mükemmel oluşunun kaynağıdır. 13-Hayat; san’at ve mahiyetçe bu kâinatın en harika bir ruh sahibi sırrıdır. 14- Hayat; bu kâinatın; en küçük bir mahlûku, bir kâinat hükmüne getiren mucizeli bir hakikatidir. 15- Hayat; bu kâinatın özünü ve özetini her küçük mahlûkta toplayan bir kudret mucizesidir.

16- Hayat; en küçük bir mikro-parçayı en büyük bir kütle kadar büyük kılan, en küçük bir canlıyı bir âlem hükmüne getiren ve sevk ve idare cihetinde kâinatı bölünmesi ve ortaklığı kabul etmez bir bütün haline getiren fevkalâde harika bir İlâhî sanattır.

17- Hayat; bu kâinatın mahiyetleri ve parçaları içinde Hayy ve Kayyum olan Allah’ın varlığını, birliğini ve Allah’ın birlik tecellîlerini gösteren işaretlerin en parlağı, en keskini, en kesini ve en mükemmelidir.

18- Hayat; Allah’ın san’at eserlerinin hem en gizlisi, hem en görüneni; hem en kıymetlisi, hem en ucuzu; hem en nezihi, hem en parlağı ve en mânâlısıdır.

19- Hayat; sair varlıkları kendine hizmet ettiren nazlı, nazik ve nezih bir Rahmet cilvesidir.

20- Hayat; Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının gayet geniş bir tecellî alanıdır.

21- Hayat; Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok isimlerin cilvelerini kendinde toplayan; rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek, işitmek ve hissetmek gibi bütün duyguların kaynağı olan Allah’ın eşsiz bir hilkatidir.

22- Hayat; bu kâinatın tasfiye ve temizlik yapan, terakkî veren ve nurlandıran büyük tezgâh makinesidir. Öyle ki, milyarlarca zerreye ve hücreye yuva olan her canlı vücut, o zerrelerin vazife yapmaları, yaratılış talimat ve emirlerini yerine getirmeleri ve böylece nurlanmaları için bir okul, bir kışla ve bir misafirhane hükmündedir. Hayy ve Muhyî olan Cenâb-ı Allah hayat makinesi vasıtasıyla, bu karanlıklı, fani ve süflî olan dünya âlemini lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nev'î beka veriyor ve böylece bâkî bir âleme gitmeye hazırlıyor.

23- Hayat; iki yüzü, yani mülk ve melekût yüzleri, yani dış ve iç yüzleri parlak, kirsiz, noksansız ve ulvî olan, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Allah’ın kudret elinden çıkan bir müstesna mahlûktur.

24- Hayat; altı iman rüknüne birden bakan ve ispat eden bir yüksek hakikattir.

25- Hayat; Allah’ın varlığını ve benzersiz ve ezelî hayatını gösteren bir yüksek burhandır.

26- Hayat; âhiret yurdunu ve âhiret yurdundaki bâkî hayatı tam bildiren bir büyük delildir.

27- Hayat; meleklerin hayatlarından haber veren bir nuranî hakikattir.

28- Hayat; peygamberlerin hayatlarına, kitapların hayatı anlamlandırmalarına, Allah’ın kader ve kaza ile hayatı yönlendirmesine pek kuvveli bakan ve bildiren bir manevî göstergedir.

29- Hayat; bu kâinatın en mühim bir İlâhî maksadı olan şükür, ibadet, hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.2

Üstad Hazretleri hayatın bu yirmi dokuz hassasını ifade ettikten sonra böyle yüksek meyveleri bulunan hayatın, Allah’ın Hayy ve Muhyî isimleri için yüksek bir burhan teşkil ettiğini bildirmiş; hayatın gayesini, “rahatça yaşamak, gafletle lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek” olarak görenlerin hayat nimetine, şuur hediyesine ve akıl ihsanına karşı dehşetli bir nankörlük içinde bulunduklarını beyan etmiştir.3

Cenâb-ı Hak cümlemize hayatı anlamayı ve hayat için Allah’a şükretmeyi nasip ve müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Rûm Sûresi: 50

2- Lem’alar, s. 510-512

3- A.g.e., s. 512

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Maşrapasını atan Diyojen



Eksiklerimizi değil de fazlalıklarımızı düşündük mü hiç hayatımızda? Diyojen’i tanırsınız belki. Hani kendisine ihsanda bulunmak isteyen, ve ‘Ne istersen yapayım’ diyen Büyük İskender’e, ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diyen filozof. Kuyruğuna bağlanmış tenekenin peşinde koşturup duran kedi misâli, modernizmin ürettiği ihtiyaçların peşinde koşturmaktan yorgun düşen ve hiçbir zaman eksiği bitmeyen günümüz insanına, 2400 yıl öncesinden ders verircesine ‘Hayatımda fazla olan neler var?’ diye sorgulayan bir düşünür. Sahip oldugu eşyalar, değnek, torba, fıçı, fener ve maşrapa. Evi fıçısıdır zaten. Zenginliğini belki de fıçısına düşen güneş ışığıyla ölçmektedir. Herhalde bunun için sadece güneşinin önünden çekilmesini istemişti İskender’den.

İşte bu filozof, günün birinde pazara gidip, etrafta satılan bir sürü şeyi görünce şöyle bağırır: “İhtiyacım olmayan ne kadar da çok şey varmış!” Yine başka birgün avucuyla su içen bir çocuğu görünce, maşrapasını da atar elinden. ‘Bu çocuk bana hâlâ fazla eşya taşıdığımı öğretti’ der.

Bugün artık aşina olduğumuz devasa alışveriş merkezlerini her gördüğümde Diyojen gelir aklıma. Günümüzde yaşıyor olsaydı, belki de ihtiyacı olmadığı halde biraz daha ucuza bir ürün almak için bu merkezlerin önünde geceyarısından kuyruğa giren, raflara saldırırken birbirlerini ezen insanları görseydi, acaba nasıl bağırırdı diye merak ederim.

Günümüz dünyasında inananlar için en büyük imtihan, hayat tarzları üzerinden gerçekleşiyor. Gelişine yaşanıyor artık hayatlar. Çok fazla sorgulama ihtiyacı hissetmeden.

Bir yazarın belirttiği gibi artık ehl-i dünya, ehl-i iman ayrımı, anlamını hemen hemen yitirmiş durumda. Çünkü herkes bir şekilde dünyevîleşmiş durumda malesef.

Kapitalist hayat anlayışına göre ihtiyaçlar sınırsız, kaynaklarsa sınırlıdır. Bundan ötürüdür ki, günümüz insanı ihtiyaç esiri, tüketim zavallısı bir varlığa dönüşmüş durumdadır. Oysa gerçek, bunun tam tersidir. Yani ihtiyaçlar sınırlı, kaynaklarsa sınırsızdır. İki bin yıl öncesi düşünürlerinden Seneca, şöyle der: ‘Samandan bir dam hür adamları barındırırdı; şimdi mermer ve altın tavanlar altında bir köle sürüsü yaşıyor.’ Bugünkü insanlık da gökdelenler, plazalar, bankalar, lüks alışveriş merkezleri içerisinde ücretli kölelik hayatını yaşıyor aslında.

Bediüzzaman, Sözler adlı eserinde, dünyanın üç yüzü olduğundan bahseder. Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakan birinci yüzünün ve ahirete bakan ikinci yüzünün muhabbete lâyık olduklarını söylerken, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan üçüncü yüzününse nefrete lâyık olduğunu belirtir. Nitekim kendisi de, dünyanın ilk iki yüzüne nazar eden, söylediği gibi yaşayan, bütün eşyasını bir sepette taşıyabilen ve üçüncü yüzü itibariyle dünyayı küçümseyebilen biriydi.

Bugün Bediüzzaman gibi bütün eşyamızı bir sepette taşımak veya Diyojen gibi fıçıda yaşamak mümkün değil belki ama en azından onlardan ders alarak, ara sıra da olsa hayatımızda nelerin fazlalık olduğunu, ihtiyaç kavramının hayatımızdaki anlamını düşünmeliyiz kanaatindeyim.

Unutmayalım ki, çok az şeye sahip olan değil, çok şeyin özlemini çeken insan fakirdir.

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Neler oluyor?



İran-Amerikan ilişkileri silbaştan yeniden mi düzenleniyor? Buna dair birçok işaret var. ABD’nin İran’ı vurup vurmayacağına dair ibreler sürekli değişirken ABD’nin İran’ın nükleer faaliyetlerini aklayan ve İran yönetimine göre bir çeşit itiraf olan aklama raporu yeni ve köklü bir değişime ve eğilime işaret ediyor.

İran’ı aklayan Amerikan istihbarat raporunun zamanlaması tesadüf olamaz. Eğer gerçekten de raporun öngördüğü şekilde İran 2003 yılından itibaren silâh geliştirmeye matuf nükleer faaliyetlerini askıya almış ve durdurmuş ise Amerikan tarafı bunu önceden biliyor demekti. Önceden görmemesi şimdi görmesi imkânsız. Demek ki, bugüne kadar bu gerçeğin gizlenmesi politika idi ve çıkarları bunu gerektiriyordu ve İran’a baskı amacı taşıyordu. Öyleyse ne değişti? İran mı değişti yoksa Amerikan tarafı mı? Yoksa 2003 yılında askıya alınan ‘Büyük Pazarlık’a kalınan noktadan yeniden mi start verildi? Elbette, Amerikan tarafı Saddam Hüseyin’in 1992 yılından itibaren kitle imha silâhlarını üretmeyi bıraktığını biliyordu. Zira Saddam Amerikalıların zaten bahane aradıklarının ve zayıf konumda olan ülkesinin bu faaliyeti kaldıramayacağının farkındaydı. Buna rağmen, Nijer uranyumu gibi skandallarla Amerikan tarafı Irak’a karşı zoraki ve zorlama bir savaşa girdi.

Bunun neticesinde, Bush’un savaş kanıtları ve nedenleri birer birer fos çıktı ve kendi ülkesi içinde de skandallarla karşı karşıya kaldı. Bizzat Bush’un da içinde bulunduğu Beyaz Saray dinozorları eski büyükelçiyi zor durumda bırakmak için eşinin CIA’da çalıştığını sızdırdılar. (Valerie Plame affair.) ABD nasıl Saddam’ın 1992 yılında bu tür faaliyetleri terk ettiğini biliyor idiyse aynı şeyleri 2003 sonrasıyla alâkalı İran için de şüphesiz biliyordu. Pekâlâ, Irak için yapıldığı gibi İran için de bir darbe sonrası postmodern bir açıklama veya itiraf yapılabilirdi. Dolayısıyla neden böyle bir raporun şimdi açıklandığının ikna edici bir gerekçesi olması lâzım.

***

Esasında, Bush’un önümüzdeki bir yıl içinde İran’ı ya vurması ya da onunla pazarlığı kotarması ve tamamlaması gerekiyordu. Bu yeni açılım ise vurmaktan ziyade pazarlık aşamasına girildiğini gösteriyor. Bilindiği gibi İran, 2003 yılında Amerika ile nihaî bir pazarlık yapmak istemiş ve güçlü mevkide bulunan Bush yönetimi bunu reddetmişti. Ancak ABD’nin kısa sürede Afganistan ve Irak işgalleri İran’ı korkutmuş olmalı. Olmanın ötesinde elbetteki korkutmuş. Bunun üzerine İran’ın politika değişikliğine gittiği ve barışçıl olmayan nükleler faaliyetlerini askıya aldığı anlaşılıyor.

İşgalle kendine güvenen ve üst perdeden davranarak İran’la masaya oturmayan ABD daha sonra İran’ın faziletlerini öğrendi ve Irak bataklığı bir yerde onu İran’la masaya oturmaya sevk etti. Irak bataklığı ABD’yi alttan almaya mecbur etti. 2003 sonrasında İran’ın doğrudan nükleer silâhlar edinmek yerine dolaylı nükleer güç olan Japonya modelini esas aldığı söylenebilir. Bu modelde nükleer silâh üretmek yok ama hini hacette üretme potansiyelini yakalamak var.

Şimdi Amerikalılar bunu doğruluyorlar. Peki, Bush İran’ı vurmak yerine neden pazarlığa yöneldi? Anlaşıldığı kadarıyla, Bush İran’dan iyi geçinmenin karşılığında iki şey istiyor. Birincisi, İran’ın barışçı olmayan nükleer faaliyetlerden uzak durması ve ikinci olarak da Irak’ı hazmetmesine yardımcı olması. Son sıralarda bakıldığında ABD’nin ilk yıllara nazaran Irak’ta başarılı olmaya başladığı görülüyor. En azından şiddet dalgaları azaldı ve hatta Suriye’deki mülteciler dönmeye başladı. Bir başka gelişme de İran ve Suriye’nin Irak’la müşterek sınırlarını tam kontrol altına almaları. Bu iki cephede de yumuşamaya neden oldu. Suriye cephesi bilindiği gibi Annapolis’e katıldı. İran cephesi ise Annapolis’in karşı kutbundaysa da hemen Beyaz Saray’da İran, Hekim tarafından temsil edildi. Böyle bir raporun yayınlandığı sırada Hekim’in Washington’da olması bir tesadüf eseri olmasa gerek!

***

Bunların ötesinde, hiçbir temsili gücü olmayan ve meşrûiyetini yitirmiş olan Maliki ABD ile cömert anlaşmalar imzalıyorlar. Irak’ı taksit taksit pazarlıyorlar. İran da kolaylaştırıcı pozisyonda (facilitator). Irak beşlisi ABD’yi memnun edecek her şeyi yapıyor. Mukteda Sadr da bir şekilde dize getirildi ve artık Mehdi Ordusu sanki yer yarıldı içine girdi. Esamisi okunmuyor. Kaide’ye karşı da Sünnî kesimlerde köy korucu usûlüne geçildi. Haris Dari buna ‘kantonlaştırma’ diyor. Evet, Lübnan-Suriye ile İran-Irak cephesinde mühim ve tarihî gelişmeler yaşanıyor. İki cephe de ABD ile pazarlık masasında.

05.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Mânâsız, hakikatsiz, haksız, zararlı nizâ...”



Türkiye’yi öteden beri Alevî-Sünnî diye bölmeye çalışan ifsad odaklarının, Alevî eksenli parti ve derneklerle tutturamadığı oyun, bu kez bir başka maskeyle sahneye sürülmekte.

“Cemevlerinin ibâdethâne olması” ısrarı, Alevîleri diğer bütün Müslümanlardan “ayırma” ameliyesine vardıran tuzağın bir parçası olma tehlikesini de beraberinde getiriyor.

AKP milletvekili Reha Çamuroğlu, Başbakan’a kabul ettirdiği ve “çağdaş din adamı” olarak nitelediği Diyanet İşleri Başkanının “olumlu” baktığını söylediği, “Alevî açılımı”, dinde tefrikaya kapı açıyor. Çamuroğlu, “Bundan Müslümanların kıblesi bölünmez” diyor; lâkin neticede Müslümanların birlikte aynı kıbleye yöneldikleri ibâdethânelerini bölüyor.

Bu haliyle mesele, Alevîlere kültürel kimlikte ayrıcalık ve imtiyaz tanımasının çok ötesine geçiyor; bin dörtyüz yıldır en müfrit Şiâ mezheplerinin bile cür’et edemediği, en aşırı Rafızîlerin bile ağızlarına almaktan çekindikleri, “ibâdethâneleri ayırma” ve “camilerden ayrılma” fitnesinin ateşini alevlendiriyor...

Sormak lâzım; Alevîlerin ibâdetleri, diğer bütün Müslümanların mezhep ve anlayış farkı gözetmeden birlikte ifâ ettikleri namazdan ayrı mı ki, ayrı ibâdet mekânları tahsis edilsin?

Çalgı ve müzik âletleri eşliğinde oynanan bazı oyun ve folklorik gösterilerin, Kur’ân ve Sünnette târif edilen namazla ne ilgisi var? Tarih boyunca “Alevî” olarak bilinen Müslümanların namaz ve ibâdeti, bizzat Peygamberimizin (asm), Hz. Ali’nin ve bütün Ehl-i Beyt imamlarının ifâ ettiği, “cumhur” denilen bütün İslâm müçtehidleri ve mezheplerince belirlenen namazdan farklı mı ki, ayrı “ibâdethâneleri”, farklı “camileri” olsun?..

* * *

Anlaşılan o ki Alevîlerin “namazlarını ayrı camilerde ifâsı”, tamamen Alevîliği Müslümanlıktan, ayırma fitnesinin bir aracı olarak istimal edilmekte. Belli ki bu icâd, haricî fesad şebekelerinin yerli işbirlikçileriyle birlikte, İslâm’da tefrikayı telkin eden bir bahane olarak ileri sürülmekte...

Plan bütün dehşetiyle sırıtmakta. Sözde “demokratikleşme” ve “özgürlükler” perdesi altında Macar Yahudisi dünya dolar spekülatörü Soros fonlarıyla Yahudi lobisi güdümündeki sebatayist masonik sivil toplum kuruluşlarının “Alevîlere dinî özgürlük” ve “Diyanette Alevîlere yer verilmesi” türü projelerinin maksadı açığa çıkmakta...

Gerçek şu ki, “Alevîlere özerklik” sloganıyla, “kültürel haklar” ve “demokratik talepler” paravanında önce ibâdethânelerini ayırıp, ardından toplumdan tefrik etme ameliyesi, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”nin, İslâm coğrafyasını etnik ve mezheplere göre bölme plânının bir parolasıdır. Lübnan’ı beşe, Suriye’yi dörde, Irak’ı üçe parçalamanın bir parçasıdır...

İslâm dünyasında birlik içinde güçlü hiçbir ülke istemeyen ve “süper güç ABD”yi kontrolüne alan ifsad şebekeleri, Suudî Arabistan’dan Pakistan’a kadar İslâm haritasını Sünnî-Şiî ayrımıyla topyekûn bir tefrikayı telkin etmek peşinde...

Başbakan, Çamuroğlu ve benzerlerinin fitneye bahane edilecek “cemevlerinin ibâdethâne olması”nı benimsemek yerine, İslâm’daki mezheplerin ayrı ibâdethâneleri olmadığını ve esâsen Alevîliğin, Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan, İslâm içinde bir anlayış olduğunu, Sünnîlerin de bu şiâra sahip olduklarını, dinî ve tarihî tahlil ve delillerle bildirmeli.

Zira Sünnîler de Ehl-i Beyte yapılan zulüm ve haksızlıklara hep karşı çıktılar. Hiçbir Sünnî yoktur ki Kerbelâ şehidlerine ağlamasın...

* * *

Ankara, AB kriterlerinde sözü edilen “dinî özgürlükler”in, hiçbir zaman İslâm’ın ayrılmaz bir parçası olan Alevîliği kapsamadığını, yalnız Lozan’da imza altına alınan gayr-ı Müslimleri kapsadığını hatırlatmalı. Müslümanlardan olan Alevîlerin hiçbir surette “azınlık” olmadıklarını ve “ayrı” olarak görülemeyeceklerini resmen izâh etmeli...

İlâhiyat fakülteleri, Millî Eğitim ve devletin din öğretimi ve eğitimiyle ilgili birimleri bu konuda köklü çalışmalar yapmalı. Alevîlerin Müslümanlarda ayrı olarak algılanmasının vâhim bir hata ve saptırma olduğu etraflı araştırmalarla ortaya konulmalı.

Diyanet, Alevîleri ayırıp ayrı ibâdethâneler tahsis etmek yerine, Alevîliğin imanî ve itikadî esaslarının, ibâdete dair delil ve kaynaklarının, dinî ve tarihî temel referansının Müslümanlığın içinden ve İslâmla aynı olduğunu belgeleriyle açıklamalı.

Ve Alevîler hiçbir zaman, Hâricilerden türeyen bazı müfrit iddialara bakıp en az kendileri kadar Hz. Ali’ye hürmeti ve Ehl-i Beyt muhabbetini baş tâcı eden, ifrat ve tefritten uzak istikameti ve Sünneti rehber edinen Sünnî İslâm câmiasına asla cephe almamalı; oyuna gelmemeli...

Ve bütün Müslümanlar bu hususta Bediüzzaman’ın şu ikazına kulak vermeli:

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden, (seçip kabul eden) Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı (ihtilâf ve kavgayı) aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka (egemen dinsizlik ve ifsad) cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid (aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba, aynı kıbleye inanan birlik ve beraberlik içinde bir ümmet) olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı râbıta-i kudsiye (kutsal birlik bağları) mâbeyninizde (aranızda) varken, iftirakı (ayrılığı, bölünüp parçalanmayı) iktiza eden (sebebiyet veren) cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.” (Lem’alar, 32)

Millet hiçbir zaman bu “cüz’î meseleler”e bakmadı, ecnebî oyununa gelmedi. Devlet ve hükûmet de, “haksız, hakîkatsiz ve zararlı ihtilâf ve kavga oyunu”na gelmemeli; bu tuzağa düşmemeli...

05.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri