Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

İslâmfobya Konferansı



‘Uluslararası Kudüs Buluşması’ toplantısında İstanbul’un İslâmfobya Konferansı’na evsahipliği yapacağını da bilvesile öğrenmiş oldum. Böyle bir toplantı elzemdi. Zira en son olarak Muhammed ismi etrafında Sudan eksenli gürültülü bir tartışmayı arkada bıraktık. Ama yine de garp ve şark ilişkilerinde ufak çaplı bir hasar meydana getirdi. Bu mesele, ‘Gibbons Vak’ası’ olarak da şimdiden tarihe geçmeye aday. Gillian Gibbons isimli bayan öğretmen ders verdiği sınıfta sevimli bir oyuncak ayıya isim verme anketi düzenlemiş. Aday isimler arasında Hasan, Abdullah (mürekkep bir şekilde Turabi’nin adıdır) ve Muhammed seçenekleri arasında kalmışlar. Netice itibarıyla, çocukların çoğunluğunun tensibi ve tasvibiyle sevimli küçük oyuncak ayıya Muhammed ismi verilmiş.

Zafer Arapgirli’nin alaylı bir ifadesiyle ‘Mü’min ve muhbir’ bir vatandaşın olaydan haberdar olması ve yetkili kurumları haberdar etmesiyle birlikte Gibbons Vak’ası hemen küreselleşmiş. İslâma hakaret (blashemy) dâvâsına binaen Sudan hükümeti İngiliz öğretmenin cezasını kesmiş. 40 kırbaç bir de hapis cezasına çarptırılmış. Meselenin dallanıp budaklanması üzerine İngiliz hükümeti devreye girmiş ve vatandaşını ‘mutaassıp’ Sudanlıların elinden kurtarmış, çekip almış.

Zaten o Sudanlılar ki Darfur’da da katliâm yapıyorlar! Medyanın olayı tasviri bu. Tasvirde haksızlık var mı, yok mu? İşin esasına baktığınızda Sudan’da belirli ve muayyen bir hassasiyetin varlığından söz edebiliriz. Gerçekten de bazen olmadık şeyler yüzünden insanın başı derde girebilir. Arap dünyasında bir de ihbar sistemi iyi işler. Batılılar gibi ihbara meraklıdırlar. Bununla birlikte, bu gerginliğin nedenini sadece Şarklıların mubalâğalı algısına hamletmek gerçekten de haksızlık olur. Kaldı ki olayın kahramanı Gillian Gibbons, Sudanlıları suçlayıcı konuşma yapmaktan imtina ediyor. Yanlış anlamanın varlığını elbette kabul ediyor. İslâma hakaret etme gibi bir niyetinin olmadığını da söylüyor. Okuldaki öğretmen arkadaşları ve kendisini tanıyanlar da bu ifadesine katılıyorlar. Bununla birlikte, Gibbons kendisi Sudan’ı ve Sudanlıları suçlamaktan azamî derecede kaçınırken Batı medyası olay üzerinden tam bir cadı avı başlatmış durumda. Meselenin arkaplanına baktığımızda kimi Batılı ülkelerin kucak açtığı Ayan Hirsi Ali’yi, Selman Rüşdi’yi ve Hollanda ve İskandinav ülkelerindeki karikatür ve hakaret krizini ve furyalarını görüyor ve hatırlıyoruz. Dolayısıyla bu kadar hakaret ve koro halindeki saldırı karşısında Sudanlıların hissi selim ile hareket etmesini nasıl düşünebilirsiniz? Batı İslâm şuurunda büyük bir travma meydana getirdi. Bir tarafta Irak ve Afganistan’daki gibi fizikî işgalleriyle diğer tarafa da Danimarka ve Hollanda gibi ülkelerdeki metafiziki saldırı vehakaretleriyle bu süreç hâlâ canlı. Bayan Gibbons, çocuklardan “ayıyı sıra ile her hafta sonu evlerine götürmelerini ve evde yaşadıklarını birer küçük öykü olarak yazıya dökmelerini’ istemiş. Bunları da ‘Benim adım Muhammed’ adlı şık ve şirin bir kitapçıkta toplayacakmıştı. Proje de böylece suya düştü ve akim kalmış oldu.

***

Burada Şark ile Garp arasında bir algılama farkı olduğunu müşahede ediyoruz. Benim kanaatim de bayan öğretmenin masum olduğu yönünde. Lakin kollektif şuur bütün bütün yanılıyor olamaz. Zira ‘Muhammed’ ismi Batı’da en fazla konulan ve revaç bulan isimlerden birisi. Ama 11 Eylül’den itibaren tarassuz ve gözetim altına alındı. En fazla hedef tahtasına yerleştirilen isim haline geldi. Sözgelimi, Batı bankacılık sistemi ‘Muhammed’ adı üzerine bir ‘mim’ koymuş. Muhammed ismi otomatik olarak taranan ve gözleme alınan bir isim. Bu isim üzerinden teröristlere para havale edilebilirmiş. Bundan dolayı bu isim üzerinden para gönderenlerin paraları bazen adreslerine ulaşmıyor. Sözgelimi Körfez ülkelerinden Hindistan’daki Kerela eyaletine para transfer eden Muammed isimli bazı insanların paralarının yerlerine ulaşmadığını ve bloke edildiğii öğrenmişlerdi ve bu vak’alar geçmiş dönemlerde medyaya intikal eden hususlardandı.

Muhammed ismini taşımanın hâlâ ağır bir yük ve cesaret işi olduğuna dair Gibbons vak'asından daha büyük vak'alar tanıklık ediyor. Sözgelimi daha geçenlerde Atlasjet şirketinin düşen uçağının pilotu Ferhat Özdemir’in ‘Muhammed’ adını değiştirmesi Batı’daki zorlayıcı atmosferi göstermesi açısından manidar değil midir? Atlasjet uçağının kaptanının ilk adı Muhammet’ti. Ama bu ismi sildirdi. Neden mi? 3 çocuk babası olan 48 yaşındaki Özdemir, isim tashihi dâvâsını, İzmir 5’inci Asliye Hukuk Mahkemesi’nde avukatı aracılığı ile açtı. Özdemir dâvâ dilekçesinde; “Terör saldırısından sonra mesleğimi yapmakta sorunlar yaşadım. İşimi kaybetme riskim oldu. ABD’de saldırıdan sonra Müslümanlara karşı önyargılı davranışlar başladı. Anonslarda Ferhat değil de ön adım Muhammet anons edilince yolcular tedirgin oluyor. Toplumdaki birtakım önyargılar sorun çıkartıyor. Muhammet olan ön ismimin nüfustan silinmesini istiyorum’’ dedi.

Duruşmada dâvâlı Konak Nüfus İdaresi ve Özdemir’in avukatı hazır bulundu. Cumhuriyet Savcısı, toplanan kanıtlara göre, dâvâcının adının düzeltilmesinde haklı sebepler olduğunu belirtip önadı ‘Muhammet’in nüfustan silinmesini istedi. Hakim de istemi yerinde buldu ve Özdemir’in ön adı Muhammet’in nüfustan silinmesine karar verdi. Ferhat Özdemir, 2004’te Türkiye’ye geldi, önce Fly Air’de görev yaptı, ardından World Focus Havayolları’na geçti.

***

Demek ki meseleler çok da masum değil. Şuuraltına kazınan travmalar var. Bunları düzeltmek belki zaman alacaktır. Geçtiğimiz günlerde Almanya Başbakanı Merkel, camilerin minarelerinin kilise çan kulelerinden yüksek olmaması gerektiğini ihtar etti. Burada da böyle bir travmatik gelişmenin izlerini görüyoruz. Bernard Lewis, 2005 tarihinde The Zeit gazetesine yaptığı eğerlendirmede İslâmiyetin yüzyıl içinde kıt'ayı istilâ edeceğini ileri sürmüştü. Böylece Batı şuurunda büyük bir travmatik gedik açtı. Bunu kapatmak belki yılları alacak. Şimdi Merkel işte böyle bir arkaplandan konuşuyor. Bu açıdan Merkel sözlerinde ne kadar mazur veya değil ise, Sudanlılar da aynı şekilde mazur veya değildirler. Burada asıl cinayet tek yanlı değerlendirmelerdir.

Elbetteki Müslümanların misafir olarak bulundukları ülkelerin hissiyatına ve duygularına riayetkâr olmaları iktiza eder. Onlara meydan okumaları doğru ve hoş değil. Ama bu arada karşılıklı olarak havadan nem kampa yaklaşımının da bitmesi gerek. Bunun için de basının hem de siyasetçilerin azamî dikkatli olması gerekiyor. Kışkırtıcılar eksik olmazsa da onların etkisini basın ve siyasetçiler körüklüyorlar. Bernard Lewis gibi mürcifun, yani kışkırtıcılara prim vermemek dünyanın sulh ve sükûnuna hizmet edecektir.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Önemli bir mesele



İnsan olan insana ben merkezli olmayan yüce duygular yakışmaktadır. İnsanlar sadece kendilerini düşündükçe değerlerini kaybetmekte, kendilerinden önce başkalarını düşünme erdemini gösterdikleri ölçüde de değer kazanmaktadırlar. Çünkü insan kendi kendine oluşmuş bir varlık değildir. Onun yaratılmasında kendini gösteren güç, onun yaşatılması için gereken her ihtiyacı karşılayan kudret, onu çok yakından ilgilendirmektedir.

Yaratılıştaki gerçeği görmek insan olmanın önemli bir gereğidir. Bu sebeple insanı yüce duygu ve hasletlerden uzaklaştırma görevi şeytanlara düşmüştür. İsyan duyguları neticesinde dışlanan varlıklar, varlığın gerçek mahiyetini ortaya koyan insanı, kendilerinin düştükleri bataklığa çekmek istemektedirler. Dünya hayatındaki mücadele, itaat ve isyan duygularının çarpışması çerçevesinde meydana gelmektedir.

Fıtrat yaratılışın sahibine itaati emretmektedir. Bu itaat ile iyilik duyguları faaliyete geçirilmekte, hasletler yüceltilmekte, kabiliyetler geliştirilmekte, ahlâklar en yüce makamlara çıkarılmaktadır. İnsanlığın bütün meselesi budur aslında. Bütün güzelliklerin yaratıcısı ve bütün güzellik ve yüceliklerin sahibi olan Yaratıcıya yönelmede başarılı olmak en çok istenen bir hâlettir.

Kâinatın Yaratıcısına yönelmek ve her şeyi Onun rızası dairesinde istemek ve ona göre hareket etmekle elde edilecek makamın üstünde başka bir insanî makam bulunmamaktadır. İhlâs denilen makamdan söz etmek istiyorum. Sadece Allah için yaşamak, sadece Onun rızasını düşünmek, sadece Onu razı etmek için hareket etmekle “İhlâs” denilen yüce haslete sahip olunabilmektedir. Onunla bir zerre olan davranış, onsuz tonlarca amelden daha kıymetli olan bir sırdır bahsetmek istediğimiz.

Kazanılması da, muhafaza edilmesi de kolay olmayan hâletler vardır hayatımızda. Kazanıldığında bizi gerçek insan eden, kaybedildiğinde de hayvandan aşağı derekelere düşüren duygularla iç içe yaşamaktayız. Bu duyguların ışıkları bazen dünyamızı aydınlatmakta, onlardan uzaklaşma ile de karanlıklar âlemimizi istilâ etmektedir. İşte her biri önemli bir değer ifade eden bu duyguların en yücesi şüphesiz ihlâs duygusudur. Bu duyguyla yaşamaya muvaffak olduğumuzda hayatımızın en büyük başarısını elde etmiş olacağız.

İnsanın insanlık mücadelesini kazanmasında en önemli faktör olan ihlâs duygusunun öneminden dolayıdır ki üzerinde çok durulmuş, en mükemmel insan olan Allah’ın Resûlünün mübarek hayatının en önemli şekli olmuştur. İhlâsla şekillenmiş, ihlâsla bezenmiş bir hayatla Peygamberimiz (asm) bizlere örnek olmuştur. İnsanların ihlâs olamadan kazanamayacağı, onsuz olanların helâkete uğrayacakları söylenmiştir.

Duyduklarımızla, gördüklerimizle amel etmekte zayıf olduğumuz gibi, ne yazık ki çoğu zaman bildiklerimizle de amel etmemekteyiz. Allah’ın rızasına uygun olmadığını yakînen bildiğimiz bir çok davranış tarzından kendimizi kurtaramıyoruz. Terbiyesinde zorluk çektiğimiz nefsimiz çoğu zaman bizleri akıl ve kalbimizin doğru bulmadığı taraflara çekmektedir. Bu sebeple nefsimizi ilzam edecek hatırlanmalara olduğundan fazla ihtiyacımız bulunmaktadır.

Risâle-i Nur isimli eserlerini, arzımız insanlarının imanlarının kurtulması ve insanca yaşamaya kavuşmaları için önemli bir şans bildiğimiz Bediüzzaman Said Nursî de ihlâsın ehemmiyetini Lem’alar isimli eserinde belirtmiş ve bu bölüm için “Bu lem’a lâakal on beş günde bir defa okunmalı” ifadesini kullanmıştır. En az on beş günde bir okunması tavsiye edilen İhlâs Risâlesinin aslında çok daha fazla okunması gerektiği ifade edilmek istenmiştir. Çokça okunacak ki, amellerimizde sadece rıza-i İlâhînin olması gerektiğini nefsimize kabul ettirebilelim.

İmtihanın kazanılması için mutlak gerekli olan ihlâstan uzaklaştığımız ölçüde nefsimiz ve şeytanlar hem davranışlarımızı, hem de düşüncelerimizi yönlendirecek, kötü hasletlerle hem dünyamızı karartacak hem de ebedî saadeti kaybetmemize sebep olacaklardır...

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Gündelik hayatta din araştırması



Tarhan Erdem’in KONDA ve Milliyet işbirliği ile yaptığı araştırma, Türkiye’nin sosyal ve siyasî fotoğraflarını dini bağlamda yorumlamaya çalışıyor. Hayatın içindeki dinin ve bireyin varlığında etkili olan inancın, toplumsal potansiyelini ölçmeye çalışıyor.

Çalışmada kullanılan soru dili, kavramlaşmış anlamlar taşımıyor. Belirsizlik içeriyor. Soruyu cevaplandıracak kişinin yüklediği anlam, tartışmaya açık görünüyor. Meselâ, “Sofu, dindar, inançlı ve inançsız” olarak adlandırdığı inanç kümelerinin tarifinde eksiklik var. Anlam bütünlüğü yok. Sofu tanımı yapılırken, “Dinin gereklerini tam yerine getiren dindar biri” denilmekteyken, dindar için “Dinin gereklerini yerine getirmeye çalışan dindar biri” olarak ifade edilmektedir.

Sofu ve dindar farkını, dinin gereklerini ‘tam yerine getiren’ ve ‘yerine getirmeye çalışan’ şeklinde ortaya koymak, sağlıklı bir yaklaşım değildir.

Buradan şunu demek istiyorum, esasen dinin sosyal hayattaki karşılığını araştıran, analiz eden ve yazan kesimlerin bir kısmı, dini terminolojiye ve doğru tabirlere çok aşina değil. Bir de ideolojik tercihi “eleştirel” bir bakışla dini kendine göre hayat pratiğinde değerlendirmeye çalışıyorsa, daha da yanıltıcı ve kafa karıştırıcı sonuçlar elde edilebilir.

Bu tür çalışmaların yapılması, sosyal bilimin veriye dayalı ölçümleri açısından çok yararlı. Ancak okuma biçimi ve mesaja dönüştürme şekli, “ders” çıkarma ile “ters” bakma arasındaki incelikleri ayırt edici özellikte olması gerekir. Konda’nın, “Gündelik yaşamda Din, Laiklik ve Türban” araştırması, soldan bakan bir yaklaşım. Verilerin elde edilişi, sorular, hedef kitlenin nasıl algıladığı ve araştırmadan ne elde edilmek istendiği de önemli bir nokta.

Kabul etmek gerekir ki, araştırmayı genel olarak incelediğimde, kanaatimce oldukça olumlu bir gidiş var. Ancak, din ve laiklik ekseninde, Türkiye’nin risk haritasını çıkarır gibi “Acaba kaç kişi daha örtünmüş?”, “Gidiş nereye?” gibi siyasi mesajlara dönüştürmek veya uyarıcı alanlar oluşturmak yerine, toplumu anlamaya dönük yeni çareler üretmeli.

En basiti, madem ki toplumun yüzde 43.9’u düzenli, yüzde 41.7’si de ara sıra namaz kılıyor. Geriye hiç kılmayan yüzde 14,4’lük bir kesim kalıyor. Neden büyük alış veriş merkezlerinde, otellerde ve bir kısım kamu veya özel sosyal ve iş merkezlerinde mescit bulunmaz?

Neden belli bir inşaat alanından sonra, standartları belirlenmiş mescitler olmaz? Bu konuyu tüketici hakları açısından ve müşteri memnuniyeti açısından baktığınızda bile bir ihtiyaçken, veriler de bunu doğrularken, acilen neden buna çözüm aranmaz?

Dediğim gibi, araştırma sonuçlarına nereden ve neden baktığınız önemli. Bir önemli nokta ise deneklerin “gündelik yaşam”da ortaya çıkan davranışını destekleyecek ve onu anlayacak sistemler geliştirmektir. Yoksa siyasi sonuçları üzerinden rejim ve laiklik kaygısı çıkarmak, yıllar yılı koruma ve kollamaya muhtaç bir rejimi ayakta tutmak adına vatandaşın gündelik hayatına müdahale etmek, yeni sapmalara sebep olur.

Araştırmada ele alınan bir başka nokta, sosyolojinin irdelediği ortam ve çevre faktörleri açısından “Yaşanılan yere göre dindarlık” kriteri ile dindar olmanın kır veya kent farkı irdelenmektedir. Aradaki fark, çok düşük çıkmaktadır. Yani, dindar olduğunu söyleyenlerin kırsal kesimde yaşayanları yüzde 54,1 iken, bu oran kentte yaşayanlarda yüzde 52,3’e çıkmaktadır.

Burada enteresan bir tespit yapmak mümkün. Aydınımızın dindarlığı “kırsal alan”da, kent hayatının dışında ve eğitimsizlerde görme yaklaşımları ile geçmiş zamanlara yansımış bir çok bakış açısı ve yorumların pek isabetli olmadığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, “Eğitim düzeyine göre inanç grupları”na bakıldığında, “inançsız” grupta görünenlerin üniversite mezunları içindeki oranı yüzde 10,5 iken, lisede bu oran yüzde 4,5’e ve ortaokul da yüzde 1,8’e düşmektedir. Bunun dışında kalan gruplar “İnançlı, dindar ve sofu” olarak tanımlanmaktadır. Tabloya bakıldığında, inançlı grupta, eğitim arttıkça dine yönelme artıyor. Diplomasızlarda yüzde 16,3 iken üniversite mezunlarına doğru yüzde 41,3’e kadar çıkmaktadır. Dindarlaşma oranı üniversite mezunlarında yüzde 36,1 olduğu göz önüne alınırsa, artan eğitimle paralel inancın güçlendiği ve dindarlaşmaya yöneliş kapısının gittikçe aralandığı söylenebilir.

Sonuç olarak; Türkiye dindarlaşıyor. Toplumun eğitim ve ilim seviyesiyle paralel gelişiyor. Toplumu doğru okuyanlara ve buna göre çözüm üretenlere, yeni işler düşüyor.

10.12.2007

E-Posta: [email protected].




Şaban DÖĞEN

Allah’tan haya etmek



Haya, yani utanma duygusu insanı utandıracak, yüzkızartıcı davranışlar yapmaktan alıkoyar. Onun içindir ki bu güzel duygu imandan sayılmıştır.1

Bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz vardır. O da, “Haya etmedikten sonra dilediğini yap”tır.2

Gerçekten haya etmeyen insanın yapamayacağı kötülük yoktur.

İnsan her şeyden önce Allah’tan haya etmelidir.

Peki, Allah’tan haya nasıl olur?

Birgün kâinatın Efendisi (a.s.m.), Ashabına, “Allah’tan hakkıyla haya edin” buyurmuşlar, onlar da, “Ya Resûlallah, Allah’a hamdolsun, biz haya ediyoruz” diye karşılık vermişlerdi. “Sizin anladığınız mânâda değil” buyurdu Allah Resûlü. Ve şöyle anlattılar Allah’tan hakkıyla haya etmeyi: “Allah’tan hakkıyla haya etmek, başı ve başın içindekileri, karnı ve karnın içindekileri haramdan korumak, birgün ölüp gideceğini ve gelebilecek musibetleri hatırda tutmaktır. Ahireti isteyen dünya ziynetlerine gönül kaptırmaz. Kim böyle davranırsa Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur.”3

Görüldüğü gibi İslamın bütün emir ve yasakları meleklerin dahi saygı duyacağı mükemmel bir insan modeli ortaya koymak içindir. Yine İslâmın bütün emir ve yasakları Cennete lâyık adam yetiştirmek içindir. Böyle insanlar ideal insanlardır. Bunlar sayesinde dünya da Cennete döner. Öyle ya, Allah’tan haya eden insan aklının, fikrini, duygularını hep güzelliklerle donatır. Zararlı, kötü şeylere yer vermez. İyi şeyleri düşünür, iyi şeyleri hayal eder, iyi şeylere akıl yorar, bütün yetenek ve duygularını güzel meyveler verecek hale getirir.

Ya karın? Karnını haram lokmayla dolduran insan ne yaptıklarından haz duyar, ne duası kabul olunur, ne de huzur bulur.

Helal lokma ise hayatın tadına varmak demektir. Kişi o zaman yediğinden içtiğinden lezzet alır, zevk ve şevkle işine sarılır, ibadetlerinin zevkine varır, mutlu ve huzurlu bir hayat geçirir.

Dinimiz bize dünya nimetlerinden, ziynetlerinden yararlanmayın demiyor. Aksine helâl ve meşrû dairede kalmak şartıyla bütün nimetlerin mü’minin emrine âmâde edildiğini söylüyor. Şu var ki mü’min bu nimetlere sahip olacak, ama gönlünde yer tutturmayacaktır. Yani bunların sevgisi Allah’ın sevgisi yerine oturmayacak, hiçbiri onu kulluktan uzaklaştırmayacak, aksine daha da Allah’a yaklaştıracaktır.

İşte bunlar yapıldığında Allah’tan hakkıyla haya edilmiş olur.

Dipnotlar: 1. Tirmizî, Birr: 65; İbni Mace, Zühd: 17. 2. Buharî Enbiya; 54; Ebu Davud, Edep: 6; İbni Mace, Zühd: 17. 3. Tirmizî, Kıyame: 24

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Türbanlidur, kapalidur, artıyordur, nedur?



Temel-Cemal bilmece yarışması yapar:

“Saridur, asilidur, öterdur; nedur?”

“Kanarya, ayva, bülbül, arı kuşu!”

Hepsine de “Hayır, bilemedun!” cevabı üzerine:

“Peki, sen söyle nedur?”

“Hamsiiii!”

“Ola hamsi sari midur?”

“Boyattum oni!”

“Asılı midur?”

“Astum oni!”

“Ula hamsi öter mi?”

“O da onun şaşirtmacasidur!”

***

Milliyet’in yayınladığı, yöneticisinin Tarhan Erdem olduğu KONDA’nın araştırması/ anketine göre, başörtü takanlar 4 kat artmış.(1) Yüzde 99’u Müslüman, bayanların yüzde 60’ı örtülü bir ülkede, elbette nüfus arttığı gibi, türbanlılar da artacaktır! Kızlar büyüyor ve örtünüyor!..

İnsan Hakları Beyannamesinin kabul edildiği (1948) ve Dünya İnsan Hakları Günü’nde (10 Aralık), yazdığımız şu yazıya bakın; medyadaki haberlere bakın; ciddî kuruluşların, rejimin sistemin uğraştığı işlere bakın! İşin traji-komik, gülünç, gülünç olduğu kadar da ağlattıracak vehamette olan haberin devamına bakar mısınız lütfen:

“Başörtüsü takanların yüzde 65.7’si, türban takanların yüzde 71’i düzenli olarak Cuma namazına gidiyor!” Ört ki ölem! Ne hikmetse, başını örtenleri, “başörtülü, türbanlı, yemenili” diye üçe ayırmasına rağmen, “yemeni”lilerin kaçta kaçının Cuma namazına gittiğini yazmamış!

Bu utanç verici haberi gülsek de mi saklasak, ağlasak da mı sarımsaklasak! Milliyet yöneticilerinden vaz geçtik; okurları, araştırma meraklıları, lütfen dikkat kesiliniz: Eğer bunlardan “Bu sene de Hac ziyareti Kurban Bayramına denk geldi!” diye bir yazı, haber, araştırma çıkarsa şaşırmamalı!

“Başörtülüler Cuma namazına gider mi sayın Tarhan?”

“Gönderdim onları!”

“Yemenilileri niye göndermedin?”

“Bu da KONDA’nın şaşırtmacısudur!”

En azından bir bölümü masa başında hazırlanan, pardon “masa başında araştırılan!” bu anketin maksatlı olduğunu düşünmüyor musunuz? Ya, orada türbanlı heykel, burada gazeteler televizyon korkutmaca programları, şurada birincilik ödülü alan başörtülü öğrencilere hakaret; Askerî Müze ve Kültür Sitesi’nde yapılan “Özürlüler ’07 Kongresi”ne, başörtülü olduğu gerekçesiyle Tüketiciler Birliği Engelli Tüketici Hakları Komitesi Üyesi Gülsim Horan’ın alınmamasıyla haberleriyle birleştirildiğinde acaba yine belli merkezleri ve kamuoyunu yanıltma, yönlendirme, manipule etme gayretinin izleri görülmüyor mu?

Dipnotlar: 1- Milliyet/05.12.2007.

10.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

93 Harbinde şânlı Plevne halkası



Tarihimizde "93 Harbi" ismiyle yer alan hadise, Osmanlı devletinin başına açılmış en büyük sıkıntı ve gailelerden biridir.

Gerek toprak ve insan kaybı ve gerekse milyonların muhaceretine yol açan bu savaş, defalarca tekrarlanmış olan Osmanlı–Rus savaşının da en büyüğüdür.

Bu tarihî vak'anın "93 Harbi" şeklinde yâdedilmesinin sebebi ise, o dönem itibariyle kullanılan Rumî takvimin 1293 senesini göstermesidir.

Milâdî takvim itibariyle 1877 Nisan'ında başlayan ve 1878 Martı'ındaki Yeşilköy Antlaşmasıyla sona eren bu dehşetli savaşın en önemli halkalarından biri de hiç şüphesiz ki 1877 Temmuz'unda şiddetlenen ve 10 Aralık 1877'de son raddesine çıkan meşhûr Plevne Müdafaasıdır.

Bugünkü Bulgaristan sınırları içinde yer alan Plevne, o tarihte Osmanlı'nın Balkanlardaki stratejik öneme sahip bir kale–şehriydi.

Temmuz ayı ortalarında buraya gelen Gazi Osman Paşa, şehri müdafaaya başladı.

30 Temmuz'da, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, burada harikulâde bir başarı kazandı. Ruslar perişan edildi.

Tarih kaynaklarında yer alan mukabil kuvvetlerin durumu şöyledir:

50 bin kişilik Rus kuvvetlerinin elinde yekûn 184 adet savaş topu vardı.

Osmanlı kuvvetleri ise, 23 bin asker ve 58 toptan müteşekkildi.

Yani, karşılıklı kuvvetler arasında adeta uçurum vardı; aradaki fark, yüzde yüzden fazlaydı.

Buna rağmen, Ruslar bozguna uğradı. 7300'den fazla ölü ve sayısız derecedeki yaralı ile çekildiler.

Osmanlılar ise, 100 kadar şehit vermişti, 400 kadar da yaralı gazi vardı.

Hemen hatırlatalım ki, bu yakın bir muvafakiyetli çatışma da, 11 gün evvel, yani 19 Temmuz'da yaşanmıştı.

Bu durum da gösteriyor ki, iki defasında da mağlûbiyet içinde geri çekilen Rusların istilâdan vazgeçeceği yoktu. İki de bir toparlanıp saldırıya geçmesi, onun işgal ve yayılmacı niyetini açığa vuruyordu.

Nitekim, aynen öyle oldu. Ruslar, ikinci mağlûbiyetten sonra, yeniden toparlanıp bir kez daha saldırıya geçti.

Rus Çarı emir vermişti: "Osmanlı orduları mağlup edilecek ve Balkanlar'daki hakimiyetine son verilecek..."

Bu emir doğrultusunda hareket eden Kazak ve Rumen takviyeli Rus ordusu, 11 Eylül'de şiddetli bir saldırı harekâtını daha başlattı.

Ancak, bunda da başarılı olamayan Ruslar yine binlerce ölü (15 bin) ve yaralı ile geri çekildi.

Osmanlının da 3500 kadar şehit verdiği bu savaştan sonra, Sultan II. Abdulhamid, Osman Paşaya "Gazilik" ünvanını verdi.

Tuna'yı aşan Rusların, yüksek ateş gücüyle yaptığı bunca taarruz ve saldırıya rağmen, Osman Paşayı mağlûp edememesi ve Plevne'yi alamaması, bir dizi imkânsızlığa rağmen, orada çok şanlı bir direnişin sergilenmekte olduğunu gösteriyordu.

İşte, bu şanlı direniş hadisesi, halkın dilinde şu mısralarla destanlaşarak tarihin altın sayfalarına geçti:

Tuna Nehri akmam diyor

Etrafımı yıkmam diyor

Şânı büyük Osman Paşa

Plevne'den çıkmam diyor

Düşman Tuna'yı atladı

Karakolları yokladı

Osman Paşanın kolunda

Beş bin top birden patladı

Kılıcımı vurdum taşa

Taş yarıldı baştan başa

Şânı büyük Osman Paşa

Askerinle binler yaşa

Destana sonradan ilâve edilen bir dörtlük de şudur:

Kara kazan coştu derler

Dalga boydan aştı derler

Osman Paşanın askeri

Gece burdan geçti derler

Son direniş halkası

Kendinden katbekat fazla olan Rus kuvvetlerini defalarca mağlûp eden Plevne'deki Osmanlı ordusu, Ekim ayı sonlarında ise, yeni ve çok daha şiddetli bir kuşatmaya maruz kaldı.

Sürekli takviye edilen Rus ordusunun asker sayısı 100 binden fazlaydı. Osmanlılar ise, yekûnu 25 bini dahi bulamayan bir kuvvetle mukabele ediyordu.

Osmanlı ordusunda, 9 Aralık gününe kadar süren açlık, susuzluk ve hariçten hiçbir yardım alamaması yüzünden sıkıntı had safhaya varmış, kaleyi müdafaa imkânı neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı.

Son bir hamle ile, kuşatmayı yarma gayreti gösteren Gazi Osman Paşa, ne yazık ki bunda muvaffak olamayıp geri çekildi.

Bu durumda, teslim olmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu.

Rus komutanlarına haber gönderildi. Onlar da gelip Osman Paşa ve hayatta kalan askerlerini esir aldılar.

Ancak Ruslar, Osman Paşaya esir değil, misafir muamelesi yaptılar ve savunmalarından dolayı onu tebrik ettiler.

Ruslar, Osman Paşaya karşı esaret günlerinde de hiçbir saygısızlıkta bulunmadılar. Ancak, esir askerleri adeta ölüm yürüyüşlerine mahkûm ettiler.

Barış antlaşmasından sonra, çok az sayıdaki Osmanlı askeri hayatta kalarak ülkesine geri dönebildi.

Esaretten kurtulan ve İstanbul'a gelen Gazi Osman Paşa 1900 senesinde vefat etti. Mezarı, Fatih Sultan Mehmed'in mezarına en yakın bir mevkide yapıldı.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Hey sen, veri tabanındaki!



Sen bir ankette bir verisin. Veri tabanında kendi halinde oturur, yüzdelikleri yükseltip alçaltırsın.

Gazetelerde manşet, köşe yazılarında konu, televizyonlarda sokak röportajı sorusu olarak yer alırsın.

Senin yüzünden Malezya olacaktır Türkiye. Senin yüzündendir, mahalle baskısı.

Yeni anayasadan önce son çıkış sensindir.

Yasaklamalar için düşülen çaresizlik denizinde sarılacak bir ipsindir.

Kimsin, nesin, necisin, ne hissedersin, önemli değildir. Hatta sen hiç kimsesindir, hiçbir şeysindir; bu yüzden hissetmezsin ve yüzdelik diliminin rengi kadar önemlisindir.

Sana benzeyen herkes aslında sen olduğun için, senin gibi giyinen her hangi birinin verdiği cevap senin de cevabındır. Zira sen tek başına bir değer değilsin. Senin gibi inanan, giyinen, yaşayan herkesin içinde bulunduğu tek bir kişisin. Belki kişi de değil, verisin.

Sen aslında evinde değil, databankta yaşarsın.

Sen aslında evine giden o caddede değil, istatistik çizelgesinde yürürsün.

Sen sevmez, incinmez, üzülmez, hayal kırıklıklarına uğramaz, sevinmez, heyecanlanmazsın. Zira sen bir yüzdelik dilimisin. Rengin o dilimin rengi kadar koyu yahut açık, bedenin o dilim kadar büyük ya da küçüktür.

Hayallerin olmaz, senin üzerine yorumlar olur.

Umutların olmaz, “Bu tablo bizi nereye götürür?” sorusu olur.

İstendiğin tarafa çekilebildiğin ölçüde sevilir, çekilemediğin ölçüde nefret edilirsin.

O ankette kendisine soru sorulan biri olup olmaman önemli değildir. Cevaplar verildikten sonra zaten sen bir insan olarak bütün değerini kaybetmiş, bir rakam oluvermişsindir.

Mesnetsiz nefretlere bir dayanak olarak yerini almışsındır, bunu istemesen de.

Nefret senin dünyana ne kadar uzak, ne kadar soğuk olursa olsun, bilimsel bir nefret, bir “öteki” olasın diye sana giydirilen o soğuk rakamlarla sen artık başka bir şeysin.

Bir ismin yok, sen “Hani şu, veri tabanındaki”sin.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Önemli bir yazı dizisi



Başet köşesi yazarımız Halil Uslu, Kuzey Irak eksenli gelişmelerin gündemi doldurur hale gelmesi sonrasında, hadisenin geçmişine ve bu noktaya geliş sürecinin sebeplerine ışık tutan, ama bununla kalmayıp çarelerin de altını çizen önemli bir yazı dizisi hazırladı. Yazarımızın, 1980 öncesi istişare kararı neticesinde rahmetli Ali Uçar’la birlikte yaptıkları şark gezisinden ve bölgedeki kendi hizmet hatıralarından dikkat çekici anekdotlar da aktardığı bu orijinal çalışmayı ilgiyle ve istifadeyle takip edeceğinize inanıyoruz.

Çalışmasının önemli bir hizmete vesile olacağına dair inancıyla, Halil Uslu’ya teşekkür ediyoruz.

***

Rifat Okyay ve Harman

Daha çok Osmanlı tarihi üzerine yaptığı ve bazılarını kitaplaştırdığı araştırmalarla bilinen, gazetemizde zaman zaman gezi notlarını yayınladığımız ve mahallî gazetelerde yıllarca köşe yazarlığı da yapmış olan Rifat Okyay, Yeni Asya’daki haftalık yazılarına başladı.

Tebrik ediyor, hayırlı olmasını diliyoruz.

***

Bediüzzaman Sempozyumu

Geçen haftaki “8. Bediüzzaman Sempozyumu” yazımız üzerine, Rotterdam İslâm Üniversitesinde görevli Prof. Dr. Bünyamin Duran’dan şu mesajı aldık:

“Evet, gerçekten zikredilen alanlarda Yeni Asya önemli bir görev ifa etmiştir, zaten Yeni Asya’dan da beklenen budur.

“Allah’a şükür, arzulanan birliktelik bu sempozyumda sağlanmış oldu. İnşaallah bundan sonrakiler de aynı halisane duygular içinde gerçekleştirilir.

“İlgililere kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Selâm ve dua ile.”

***

Ortaboy Emirdağ

Yeni tanzimli Risâle-i Nur Külliyatının ortaboy versiyonunda şimdiye kadar Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar ve Tarihçe-i Hayat çıkmıştı. Gazetede neşrine başlanan ilânlarla duyurulduğu gibi, geçtiğimiz günlerde bunlara Emirdağ Lâhikası da eklendi. Böylece ortaboy külliyatın altı eseri tamamlanmış oldu.

***

İhlâs Risâleleri

Bu arada, küçük risalelerin de yeni tanzimle neşri devam ediyor. Metindeki kelimelerin anlamlarının, geçtikleri sayfada verildiği, kitapların sonlarında indeks bilgilerinin de yer aldığı bu tanzimle yayınlanan küçük risâlelerin sayısı 9’du, İhlâs’la birlikte 10’a çıkmış oluyor.

***

Güleçyüz’ler Avustralya yolcusu

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz ve eşi, Bizim Aile dergisi Yayın Koordinatörü Yasemin Güleçyüz, Avustralya Nur Vakfının davetlisi olarak bu ülkeye gidiyorlar. Güleçyüz’ler, oradaki okurlarımızla bir araya gelecek, seminerler verecek ve sohbet edecekler.

***

Özdabak’tan kısa bir mola

Bu sene yaz tatili dahil, ara vermeden, non-stop çalışan karikatüristimiz İbrahim Özdabak, yıl sonuna doğru kısa bir mola verdi. Ama karikatürleri gündem oluşturmaya devam ediyor. Özdabak, yakında yeni karikatürleriyle yine aramızda olacak.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sırada ilkokullar var!



Öğrencilerin başörtüsü takmalarını yasaklayan ve yürürlükte olan her hangi bir kanun maddesi olmadığı halde, birileri ‘varmış’ gibi yaparak kanunsuz yasağı savunmaya ve ilelebed devam etmesine çalışmaktadır. “Türban liseye kadar indi” şeklinde atılan manşetler bu cümleden sayılabilir.

İlgili manşete göre, Trabzon’daki bir lisede bazı kız öğrenciler okula türbanlı olarak giriyor, bazı okul yöneticileri de bunu normal karşılıyormuş. (Bkz. Cumhuriyet, 8 Aralık 2007)

Fotoğraflarla desteklenen haberden anlaşıldığına göre bazı öğrencilerin okul içinde başörtülü olarak bulunmaları ‘suç’lanıp şikâyet konusu edilmiş. Bazı eğitim sendikaları ve siyasî parti il temsilcileri de bu davranışları ‘karşı devrim ilânı’ olarak yorumlamış. (agg.)

Belki de “Türkiye’yi idare edenler” açıklama yapıp; “Sözkonusu öğrenciler ‘sınıflara’ değil, sadece okul binasına başörtülü olarak girmiştir. Biz sınıflara başörtülü olarak sokmayız” demek sûretiyle kendilerini savunabilirler. Eğer böyle yaparlarsa şimdiden ifade edelim; yanlış yaparlar.

Bu şekilde, yanlışı ve kanunsuzluğu savunarak bir yere varmak mümkün değildir. Şunu söylemek lâzım: Yürürlükteki kanunlara göre başörtüsü yasak değildir. Velev ki böyle bir kanun olsa bile, bu kanun temel insan hak ve hürriyetlerine aykırıdır, değiştirilmelidir. Türkiye ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşacaksa, Avrupa örneğinde olduğu gibi başörtüsü yasağı olmamalıdır!

Tabiî ki bunu önce “Türkiye’yi idare edenler” dile getirmelidir. Çünkü bu konudaki birinci vazife onlarındır. Milletten bu sıkıntıları sona erdirmek için ‘yetki’ istediler ve aldılar. ‘Memur’lardan bunu beklemek “Türkiye gerçekleri”ne uymayabilir.

Eğitim problemlerine çözüm bulmaları gereken bazı ‘sendika’ ve siyasî parti temsilcilerinin, asıl işlerini yapmak yerine başörtüsü yasağını savunmalarını da anlamak mümkün değildir. Meselâ, yakınlarda Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından yapılan ve sonuçları dikkatle izlenmesi gereken PISA Araştırması ile ilgilenmek yerine, kanunsuz başörtüsü yasağını devam ettirmek için ‘yığınak’ yapmanın âlemi var mı?

Ülkelerin eğitim kalitelerini değerlendiren PISA araştırmaları üç yılda bir yapılıyor ve bu ‘liste’de Türkiye’nin yeri 44. sırada! (Hürriyet, İK eki, 9 Aralık 2007) Eğitimciler ve siyasî parti temsilcileri asıl bu konuda konuşmalı, değil mi? Yoksa Türkiye’nin eğitim seviyesinin düşmesi, sıkıntıların artması onları ‘enterese’ etmiyor mu?

PISA araştırmasında 44. sırada yer almamızda doğrudan ya da dolaylı olarak devam eden kanunsuz başörtüsü yasağının da payı olabilir. Çünkü uygulanan yasak, bir şekilde okumak isteyen ‘başarılı’ öğrencilerin de önünü kesiyor ve ufkunu karartıyor.

Bugün, “Türban liseye kadar indi” diyenlere “hayır inmedi” demek yerine; uygulanan yasağın “insan haklarına aykırı” olduğunu ve böyle bir yasağın “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşan hiçbir ülkede olmadığını hatırlatmak lâzım. Ve hatırlatmak lâzım ki, bu kanunsuz yasak ilelebed devam edemez, etmemeli. Arzu etmeleri halinde, ilkokul öğrencileri de tıpkı hür Batı ülkelerinde olduğu gibi başlarını örterek okullarına gidebilmeli.

Başörtüsü yasağı sadece üniversitelerde değil, bütün eğitim sisteminde ve ‘kamusal alan’da da sona ermeli. Milletin talebi budur.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Meclis “Konuşan Türkiye”nin aynası



2008 bütçesi TBMM Genel Kurulunda, bütün hızıyla görüşülmeye devam ediyor. Görüşmelerde ne ararsanız var. Zaman zaman gerginlik de olmuyor değil. Ama genel itibariyle demokratik hoşgörünün büyük oranda sağlandığı gözleniyor.

Türkiye’nin en çok konuşmaya ihtiyacı var. Konuşmaktan korkmanın kimseye faydası yok. Her görüş ve düşünce üslûbu içinde kendini rahatça ifade edebilmeli.

AİHM içtihatlarında yer aldığı gibi görüş ve düşünceler şok etkisi meydana getirebilir, sarsabilir ama yeter ki şiddeti teşvik etmesin, övmesin. Buna karşılık 'şok'a tahammül gösterilebilsin. Fikirlere fikirle mukabele edilsin. TBMM konuşulacak yerdir. “Konuşan Türkiye”nin aynasıdır. Meclis ne kadar özgürse toplum da o kadar özgürdür. İnşallah özgürlük artarak devam eder.

Abuzittin’lere Anıtkabir yasağı!

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Türkiye Resimleri” projesinde “Abuzittin Anıtkabir’de” bölümü CHP’lileri fena halde kızdırdı. Kızgınlıkları projeye değil, Anıtkabir’i ziyaret eden ismin Abuzittin olmasına.

CHP Sinop Milletvekili Engin Altay, Bakan Günay’a fırçasını atıyor: “Abuzittin Anıtkabir’de, Abuzittin Ulus’ta, şurada burada… Yani, Abuzittin de bir isim tabiî. E ama olur mu? Bu kadar sulandırılmış bir turizm kültür olayı olabilir mi? Sayın bakan bu konuyla ilgili ne yaptığınızı da çok merak ediyorum.”

Abuzittin’ler Anıtkabir çevresinde bile görünmeyin!

Bakan Günay: “Opera-bale de özelleşmeli”

Devlet Opera ve Bale Genel Müdürlüğü’nün bütçesi görüşülüyor. Kürsüde AKP Trabzon Milletvekili Safiye Seymenoğlu var. Konuşmasında “opera ve balenin halka tanıtılması, sevdirilmesi ve yurt sathına yaygınlaştırılmasını” anlattı. Opera ve balenin kültürümüzle içli dışlı oluşunu (!) son cümlesiyle dikkatlerimize sundu: “Opera ve bale san'atının desteklenmesi, korunması Türk kültür ve san'atı açısından büyük önem arz etmektedir.”

Daha sonra kürsüye CHP kökenli Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay geldi. Günay, son derece gerçekçi bir yaklaşım sergileyerek, senfoni, opera ve balenin toplum tarafından sahiplenilmediğini açıklayarak özelleştirilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Devletin hâlâ bunları taşımasına bir anlam veremediğini anlattı.

Söz Bakan Günay’da: “Devlet öncülük yapmış bir dönem. Senfoni kurmuş. Hâlâ senfoni, opera, bale yeteri kadar kitleselleşmediği ve yeteri kadar toplumsal bir sahiplenmeye kavuşmadığı için, bunlar devlet tarafından belki devam ettirilebilir ama ben bu çağda çok daha güzelini özel kuruluşların yaptığını görüyorum. Bunları hâlâ devletin taşıması gerekir mi? Acaba bunları doğrudan doğruya sivil toplum örgütleri yapamaz mı? Bunu sorguluyorum."

Nominalimiz reelimizden daha iyi ama…

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye'deki ücretlerin çok iyi olduğunu söylemişti. Maaşların nasıl çok iyi olduğunu herkesin görmesi için bir formül de öğretmişti: “Türkiye’de ortalama ücreti alın, kişi başına milli gelire bölün. OECD ülkeleri ile karşılaştırdığınızda, ücrette en yüksek ülkelerden bir tanesiyiz. Aslında son derece iyi.”

Buna benzer formülasyonu Başbakan Erdoğan da yapmıştı. TBMM’deki konuşmasını yeri geldiğinde net rakamlarla besleyen Erdoğan, rakamların komikleşeceği yerde de yüzdelik oranlara sığındı.

Mesela, “asgari ücrette nominal artış oranı yüzde 127,5, reel artış oranı yüzde 42,8. En düşük SSK emekli aylığı yüzde 113 oranında artmıştır, reel olarak yüzde 33,8. Tarım Bağ-Kur emekli aylığı yüzde 334,2 oranında artmıştır, reel olarak yüzde 172,6’dır. Memur emekli aylığı ise yine aynı dönemde nominal olarak yüzde 90,3, reel olarak yüzde 19,5 oranında artmıştır. Altmış beş yaş aylığı ise bu dönemde yüzde 228,6 oranında artmıştır, reel olarak bu yüzde 106,3’e tekabül etmektedir.”

Ev kiralarının ortalama 500 YTL olduğu bir ortamda en düşük devlet memuru maaşının 843, asgari ücretin 419 olması başka nasıl gizlenebilir ki? Burada suçu tamamen AKP’ye atmak haksızlık olur yılların yanlışlıkları var ama şu anda hükümette AKP var. Ve sahici iyileştirmek yapmaları gereken de AKP.

CHP, Sezer’i çok özlemiş çoook!

Bütçe görüşmeleri Çankaya tartışmalarına da sahne oldu. En son söyleyeceğimizi ilk başta söyleyelim: CHP, Ahmet Necdet Sezer’i çok özlemiş.

Geçen 7 yıllık sürede Sezer’in olumsuz icraatlarına getirilen eleştirilerin aynısını bugün CHP’liler dillerinden düşürmüyor.

Hükümetin her gönderdiği yasa, kararname, atamanın Çankaya’dan geri dönmesine alışan CHP Lideri Deniz Baykal, Abdullah Gül ile başlayan tam tersi sonuca kızanların başında geliyor.

“Çankaya’ya ne oldu?” diye soran Baykal üzüntüsünü şöyle dile getirdi: “Çankaya, partilerin üstünde, gerektiği zaman hükûmete ‘dur’ diyebilecek bir merci olmaktan üzüntüyle tespit ediyorum ne yazık ki çıkmıştır.”

Mustafa Özyürek de Baykal gibi aynı durumdan şikayet etti: “Sayın Cumhurbaşkanının, milletin Cumhurbaşkanı olması gerekir. Cumhurbaşkanları anayasal kurumlarla kavga etmezler. Anayasal kurumlar arasında uyumu ve eşgüdümü sağlarlar.”

CHP’lilerin cümleleri tanıdık geldi değil mi?

Gelelim hükümet cenahına. AKP’liler yeni durumdan çok memnun. Sezer’in yasaları son dakikaya kadar bekleterek geri göndermesinden çok çeken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Kusura bakmayın, biz on beşinci günün son dakikasına kadar bu ülkede bekletildik” derken, Kayseri Milletvekili Sadık Yakut da Sezer dönemini üzüm-bağcıyla andı; “Önceki dönemde maksat, bağcıyı dövmekti. Şimdi ise üzüm yemektir, bağcı dövmek değildir. Türkiye, 500 dönümden ibaret, 900 rakımlı dar alana hapsedilemeyecektir.”

Çankaya savaşları devam ediyor.

10.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Yaş” iş!



Ankara’da iç gündemin belki de en önemlisi, Yüksek Askerî Şûra’da Başbakan ve Millî Savunma Bakanının bu defa da “irticaî suç”tan ordudan ihrâç kararlarına imza atıp altına “şerh” koyması oldu. Oysa herkes biliyor ki YAŞ, herhangi bir Meclis komisyonu değil ve Başbakan da komisyon başkanı değil. Kararları imzalamaması halinde zaten yürürlüğe girmez; “oy çokluğu” ile de olsa...

Zira şûra başkanı olarak Başbakan Erdoğan’ın yargısız “irtica isnadı”nı ayıklamaya hakkı vardır. Tıpkı daha önce Başbakan Demirel’in bu tür emr-i vakileri “inceleme”ye alıp müzâkere dışı bıraktırdığı gibi. Keza Gül’ün bakanken “şerh” koyduğu ihraç kararlarını “cumhurbaşkanı” olarak imzalaması, bir başka siyasî garâbet! Siyasî iktidarın her yaptığına bir “hikmet” aramakla “görevli” medya kalemşörleri, buna bir dizi “gerçekçe” izâfe ettiler. Neymiş; “Cumhurbaşkanı imzalamazsa YAŞ kararları yürürlüğe girmez”miş! Dahası, devletin birliğini temsil ettiğinden “imzalamaması olmaz”mış vesâire...

Bu durumda “Cumhurbaşkanı Gül”ü, “Başbakan Gül”e şikâyet etmek gibi bir ucûbe ortaya çıkıyor. Neticede tablo, dört yıl boyunca anayasayı dahi değiştirecek güce sahip olmanın ardından, içinden istediği bir ismi Cumhurbaşkanı yapan tek başına bir siyasî iktidara hiç yakışmıyor...

* * *

Ne yazık ki AKP hükûmetinin “kırılgan politikaları” bununla kalmıyor; inanç ve mânevî değerlere dair hemen hemen her meselede nüksediyor. Sahi, özelleştirme ihâlelerinde, “yabancıların mülk edinmesi”nde, “B2 orman yasası”nı ısrarla yeniden Meclis gündemine getiren hükûmet, neden antidemokratik dayatmalara karşı uluslar arası kural ve demokratik uygulamaları sözkonusu etmez?

Niçin AB’nin her ilerleme raporunda şart koştuğu, demokrasinin olmazsa olmazlarının başında gelen, askerin siyasî demokratik otoritenin emrinde olmasını ileri sürmez? “Alevî açılımı”nı gündeme getiren Başbakan, neden “yaş kararlarının yargıya açılması” açılımını ciddîyetle gündeme getirmez? Bunun için daha kaç kişi sırf eşi örtülü olduğu, evinde biblo ve heykel bulundurmadığı ya da radyodan ilâhî dinlediği benzerî nedenlerle hayatını verdiği mesleğinden edilecek?

“Leyla Şahin davası”nda AİHM’e YÖK’ün yasağını hatırlatan hükûmet, AB’nin demokrasi ve özgürlük kriterlerini, “dinî bir vecîbe olan başörtüsünün yasaklanmayacağına dair” teminatlarını nazara vermedi. Dahası yasakçı YÖK ve rektörlerin “uydurma gerekçeleri”ni savunup yasadışı yasağı savundu.

YÖK’ün düzeltilmesini “yeni anayasa”ya bırakan siyasî iktidar, belli ki bu hususta da Erbakan’ın ifâdesiyle “pansuman tedbirler”le problemin üstünü örtme peşinde. YÖK yasasını ve Anayasanın ilgili 130. ve 131. maddelerini gündeme getirmekten hâlâ sakınıyor. YÖK’ün, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi en azından yüksek öğrenimi koordine eden konuma çekilmesini hep erteliyor. İmam hatiplerin de içinde bulunduğu “kat sayı haksızlığı”nı tamamen rafa kaldırıyor.

Millî Eğitim Bakanlığı, devam eden ve binlerce öğrencinin hakkını ketmedip haksız yere mağdur eden bu uygulamayı tâdil etme konusunda en ufak bir çaba göstermiyor...

* * *

Bir diğer “kırılganlık”, Kur’ân kurslarındaki 28 Şubat “postmodern darbe dönemi”nden kalma “yaş yasağı”nda da beş yıldır bir düzeltme yapılmış değil. Hâlâ yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ve bin yıl Kur’ân’a şerefle hizmet etmiş bir milletin çocukları, kendi dinlerinin kitabını öğrenmede yaş engeliyle karşı karşıyalar...

Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde, çocukların Kur’ân öğrenimi için ilk öğretimin beşinci sınıfını bitirmiş olmaları, okul zamanında ise en azından ilk öğretim mezunu olmaları şartı devam ediyor. Aksi halde çocuklara Kur’ân’ı öğreten imam ve hocalar hakkında soruşturma açılmasıyla cezaî müeyyideye tabî tutulabiliyorlar. Daha ne kadar beklenecek?

Peki bu “YAŞ’ta şerh politikası” neyi çözdü? Hükûmet birçok hususta olduğu gibi millete, “ne yapayım elimden bir şey gelmiyor” örtülü mesajını vermeye ve “seçmene selâm” göndermeye ne zamana kadar devam edecek?

Kısacası, kazanılmış hakları dahi kaybettiren AKP hükûmetinin bu hususta da işi “yaş”! İnanç özgürlüğü ve din eğitimi ve öğretimindeki tâvizkâr ve çekingen tavrı “yaş iş...”

Siyasî iktidar, milletin verdiği desteğin hakkını vererek biran evvel bu “yaş iş”ten kurtulması gerekiyor. Yoksa bu gidişle millet de günün birinde AKP’ye “şerh” koyar...

Bizden hatırlatması...

10.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri