Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Faydalının peşinde koşmak



Ticaretle uğraşırdı Temimdarî. Şam'a gitmiş, orijinal gördüğü bir kaç kandil, tutuşturulması için yağla birlikte birkaç da fitil getirmişti. Hurma dallarıyla aydınlatılan, is ve kiri eksik olmayan dallara karşılık ne güzel ve faydalıydı bu kandiller. Müslümanlar onun aydınlığı altında rahatça ibadetlerini yapabilirlerdi artık. Hizmetçisine emir verdi, akşam hepsini yaktırdı.

Gelen Sahabîler pırıl pırıl parlayan bir mescidle karşılaşmışlardı. Yüzlerinde tebessüm tomurcukları açtı. Böylesine faydalı bir yenilikten Resûlullahın (a.s.m.) memnun kalmaması mümkün müydü? Geldiğinde o kadar memnun ve mesrur olmuştu ki Temimdarî'nin getirdiğini öğrendiğinde ona yönelip, "Sen ki İslâmı aydınlattın. Allah da seni dünyada ve ahirette aydınlatsın" buyurmuştu.

Kandilleri hazırlayıp yakan hizmetçisi Fetih'in ismini de iltifat olsun diye Sirac (Kandil) diye değiştirmişti.1

Faydalı olan yeniliklere karşı Peygamberimizin (a..s.m.) tavrı açıkça buydu. Zaten hikmeti, faydalı olan ilmi Müslümanın yitik malı olarak göstermekte ve onu nerede bulursa almaya herkesten çok hak sahibi olduğunu bildirmekteydi.2

Mü'min güzelliklerin adamıdır. Faydalıdır, faydalı ve güzel olan her şeyin peşindedir. Her yeni gün yeni şeyler öğrenecek, ilmine yeni yeni şeyler katacaktır. Allah, Resûlüne (a.s.m.), onun şahsında bütün inananlara şu öğüdü vermektedir: "Habibim, Rabbim, ilmimi arttır' de."3 Kur'ân-ı Kerim, Hz. Musa gibi ulü'l-azim bir peygamberin ilmine yenilerini katmak, bilmediklerini öğrenmek için Hz. Hızır'dan ilim öğrenmek uğruna nelere katlandığını anlatır. Hz. Musa, Hz. Hızır'a şöyle demişti: "Sana verilen marifet ilminden bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?"4 Resûl-i Ekrem'in de (a.s.m.), "Beni Allah'a yaklaştıracak yeni bir ilim öğrenmediğim günün doğmasında benim için hayır yoktur"5 buyurduğunu biliyoruz.

"İnsan yaptığı işle tanınır. Değeri yaptığı güzel işlerden anlaşılır. İlim hakkında konuşunuz ki değeriniz anlaşılsın"6 diyen Hz. Ali insanı ilme teşvik eden en güzel sözlerden birini söylemiştir.

Bu suretle insan yeni yeni şeyler öğrenecek, her yeni ve faydalı şeye kapılarını açacaktır.

Dipnotlar:

1. Kettanî, et-Teratibü'l-İdariye, 1:166-167.

2. Tirmizî, ilim: 19.

3. Tâhâ Sûresi: 114.

4. Kehif Sûresi: 66.

5. İhyaü Ulûmiddin, 1:115.

6. Peygamberimiz ve İlim, s. 146.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesettür emri ebedî mutluluğa çağrıdır



(Dünden devam)

Van'dan okuyucumuz: "Tesettürün hikmetleri nelerdir?"

2- Bediüzzaman'a göre kadın ve erkek yalnız dünya hayatının ihtiyaçları için bir arada duruyor değiller. Birbirleriyle nikâhlanmaları, birbirlerini meşrû dairede sevmeleri ve saymaları, birbirlerine meşrû şekilde ilgi duymaları, birbirlerine âşık olmaları, evlenmeleri, çoluk çocuk sahibi olmaları ve birlikte hayat sürmeleri yalnız dünya hayatına ait bir ihtiyacın tatmini sebebiyle değildir. Gerek kadın kocasını, gerekse koca karısını yalnız dünya hayatının ihtiyaç ve ihtiyaçları için seviyor değildirler. Karı koca arasındaki sevgi, saygı, ilgi, aşk, muhabbet ve münasebet dünyada başlar, fakat ebedî hayata kadar uzanır. Yani kadın ebedî âhiret hayatında dahi kocasının, hurilerden daha güzel şekilde, eşidir ve ebedî hayat arkadaşıdır. Koca da dünyada olduğu gibi, yine ebedî âhiret hayatında dahi karısının eşidir ve ebedî hayat arkadaşıdır.

Kadın madem ebedî hayatta dahi kocasının eşidir ve hayat arkadaşıdır. Elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi güzelliklerine çekmemesi, kocasını darıltmaması ve kıskandırmaması gerekir. Kendi güzelliklerini yalnız ve yalnız kocasına açması gerekir. Gözü yalnızca kocasını görmesi, gönlü yalnızca kocasını sevmesi gerekir. Madem mü'min olan kocası iman sırrına binaen onu yalnız dünya hayatına mahsus ve yalnız nefsanî ve güzellik vaktine mahsus geçici bir hevesle sevmiyor; bilâkis ebedî hayata kadar uzanmaya kabiliyetli ciddî bir sevgi ve hürmet ile kendisini seviyor ve kendisine ilgi duyuyor. Ve bundan dolayı sevgisini yalnız gençliğine ve güzellik vaktine bağlamıyor; kendisini yaşlılık ve çirkinlik vaktinde de ciddî derecede seviyor ve hürmet ediyor. Elbette ona mukabil kadın da kendi güzelliklerini yalnız kocasının nazarına göstermesi, sevgisini ve aşkını yalnız kocasına mahsus kılması, her şey bir yana, insanlığının gereğidir. Yoksa kaybeder.

Erkek ile eşinin dinî hassasiyet noktasında birbirine denk veya birbirinin hislerine ve meşrû dairedeki tercihlerine saygılı olmaları, her ikisini de -Allah'ın izniyle- ebedî saadet kapısını açan salih amel ve davranışlara götürür.

Karısının dinî duyarlılığını takdir edip örnek alan ve dinde karısını taklit eden erkek dünyada ve âhirette mutludur ve bahtiyardır. Koca emin olmalıdır ki, yalnız dindarlığı ile, dindar eşini ebedî hayatta da yanında ve yalnız kendisini seviyor bulur.

Kocasının dindarlığına bakarak giyim-kuşam ve sair tercihlerini dinin emirleri doğrultusunda yapan ve dinin yasaklarından kendi rızası ile sakınan kadın dünya-âhiret bahtiyardır, iki cihanda mutludur. Böyle dindar bir kadın da emin olmalıdır ki, ebedî hayatta kocasını yanında ve kendisini aynı ciddiyetle seviyor bulacaktır.

Saliha kadınını ebediyen kaybedecek şekilde günahlara ve sefâhete bulaşmış olan erkek ancak kendisine yazık eder. Dindar kocasını taklit etmeyen, o mübarek ebedî arkadaşını kaybedecek şekilde tercihlerini dinin haram kıldığı davranışlardan yana yapan, meselâ açık saçık giyinen, dar veya şeffaf giyinen, tesettüre riayet etmeyen, dinin örtünmesini istediği yerleri örtmeyip açan, iffetini korumayan ve kocasına rağmen günahlara giren kadın da ancak kendisine yazık etmiş olur.

Birbirlerini günahta taklit eden, sefâhette teşvik eden, haramlara sürükleyen, görgü ve görenek belâsıyla birbirini dinin yasaklarına iten, birbirinin günahlarına ve kötü ahlâkına göz yuman karı-koca da ancak ve ancak kendilerine yazık etmiş olurlar.

3- Bir ailenin mutluluğu, eşler arasındaki karşılıklı emniyet, güven, samimî hürmet ve ciddî muhabbetle kurulur ve devam eder. Tesettür bu güveni sağlamlaştırır, bu hürmeti takviye eder, bu muhabbeti ziyadeleştirir, karı koca arasındaki meşrû aşkı ihtiyarlıkta bile devam ettirir. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık ise o emniyeti bozar, o karşılıklı sevgiyi, muhabbeti ve hürmeti kırar; karı koca arasına geçimsizlik, sevgisizlik, saygısızlık, anlaşmazlık, hoş görüsüzlük girmesine yol açar. Çünkü açık saçıklık ve tesettürsüzlük ahlâksızlığa çağrıdır. Nitekim açık saçıklık öyle canavarca bir iştihaya ve aptalca bir hevesin uyanmasına meydan verir ki, mahremler arasında bile saygıyı, saygınlığı, hürmeti ve masumiyeti kırar, mahremiyet ahlâkını bozar. Bu ise, insanlığın tüyler ürpertecek derecede alçalışının ve ahlâkî düşüşünün resmidir!

4- Tesettürü kaldırmak gayr-i meşrû iştihayı artırdığı halde, evliliği, nikâhı ve izdivacı azaltıyor. Bu da işin bir başka vahamet ve tehlike boyutudur. Çünkü en serseri ve en asrî bir genç bile karısının açık saçık olmasını istemediğinden, nihayet bekâr kalmayı tercih edecek; fakat fuhşa sürüklenmekten de kendini alamayacaktır.

Kadının en esaslı hasleti sadakat ve emniyettir; iffete, namusa, ar ve hayâya, dine ve dinin emirlerine bağlılıktır, dürüstlüktür, güvendir, kocasının aşkına, sevgisine ve muhabbetine tam bir liyakatle karşılık vermektir, kocasını sevmektir. Başkalarının nazarına kendini sunmak demek olan açık saçıklık ise bu hayatî fonksiyonları öldürür, bozar, yok eder. Kocası nazarında emniyetin ve güvenin kaybolmasına sebep olur. Kocasının merhamet, hürmet, sevgi ve saygı duygularının eriyip tükenmesine yol açar.

Oysa tesettürle bütün bu sosyal ve mutluluk değerlerinin kaybolması önlenmiş; kişinin ve ailelerin hem dünyevî, hem uhrevî mutluluklarının yolu açılmış olur.1

Dipnot:

1- Lem'alar, s. 199, 200

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaat içindeki tesanüdün kazandırdıkları



"Bir mezhebe tabi bir heyet teşkil eden halk ve aralarındaki münasebetleri din, örf ile adetlere göre tanzim eden insanlar topluluğu" şeklinde tanımlanan cemaatin kazandırdığı pek çok özellikler, güzellikler vardır. Bazılarını sıralarsak;

- İnsanî ve İslâmî vazifelerin îfasına mani maddî ve manevî sebeplerin hücumlarına karşı bir dayanak;

- Bir tesellî noktası;

- Dostluk ve kardeşâne toplanmak ve samîmane uhrevî cemiyet ve uhuvvet/kardeşliktir.

Vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd (dayanışma) ruhu taşıyan Risâle-i Nur şakirtlerinin1 şu prensiplere dikkat eder:

- Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti (düşmanlığı) ve başkalarının tenkîsi (noksanlığı, noksanlaştırılması), fikrine ve ilmine müdahale etmemeli, onlarla meşgul olmamalı.

- İslâmiyet dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak etmeli. (Acaba kendi aralarında ne kadar birlik yönleri var ve nasıl bir ittihat içine girmeli?)

- Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin (Allah'ın yardımının) bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmek. (Ve acaba aynı cemaat içindeki ittifak neler kazandırır?)

- Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek."2

Her cemaat ferdi, diğer cemaat mensuplarının çalışmalarını, hizmetlerini tebrik eder, başarıları için duâ eder; gerektiğinde yardımcı olur.

Cemaatte geçerli olan manevî, gönül bağlarıdır. İsimler üzerine değil, gönüller üzerine teessüs eder. Cemaat, olaylara konjonktürel, madde, menfaat değil; fikir, düşünce, mânâ, hizmet üzerine yaklaşır. Ve şunu hatırından çıkarmamalı:

Cemaate intisap etmesinin sebebi uhrevî güzellikleri kazanmak ve sırf dine hizmettir. Dolayısıyla cemaate intisap şeref kazanır. Yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez.3 (Bir damla, Atlas Okyanusu'nu artırabilir mi?)

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 242.; 2- Lem'alar, s. 155.; 3- Hutbe-i Şamiye, s. 105.

28.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şahlanış mitingine katliâm kurşunları



Müslüman Türklere yönelik yıldırma politikasını şiddetlendiren sömürgeci İngiliz kuvvetleri, Kıbrıs'ta katliâm yaptı. (28 Ocak 1958)

Miting alanındaki topluluğa yapılan silâhlı ve kamyonlu saldırılar neticesinde 7 kişi şehit olurken, yüzlerce kişi de yaralandı.

27/28 Ocak günlerinde yapılan ve binlerce Kıbrıs'lı Türk'ün katıldığı mitingin baş sloganı, "Ya taksim, ya ölüm"dü.

1878'den beri adayı elinde tutan İngiliz Sömürge Yönetimi ise, Müslüman Türk'ün bu şanlı direnişini ölüm kusarak kırmaya çalıştı.

Gözü dönmüş İngiliz askerleri, bir yandan halkın üzerine yaylım ateşi açarken, bir yandan da kalabalığın üzerine kamyon yürütülerek, ortalığı kan deryasına çevirdi.

Yedi kişinin şehit düşmesi ve yüzlerce insanımızın da yaralanmasıyla neticelenen bu kanlı vahşet, TBMM tarafından şiddetle kınandı ve bu mânâda İngiltere hakkında bir kınama kararı aldı. (31 Ocak 1958)

Meclis'in almış olduğu bu kararla, 70 senedir sömürge altında ezik ve elim bir hayat yaşayan Kıbrıs'lı Türkler'e esasında ilk sahip çıkılmış olunuyordu.

Zira, 1878'de idaresi büyük ölçüde elden çıkmış bulunan Kıbrıs, 1923'teki Lozan görüşmeleri esnasında tümüyle kaybedilmiş bir vaziyetteydi.

Özellikle tek parti hükümetleri, burayı adeta gözden çıkarmış ve adadaki Müslüman halkı sahipsiz bırakmıştı. Tıpkı Musul, Kerkük ve Ege Adalarında olduğu gibi...

Dönem dönem şiddetlenen baskılar karşısında tahammül gücü biten Türkler'in bir kısmı, ne yazık ki adayı terk ile başka ülkelere hicret etmek zorunda kaldı.

Bu sebeple de, adadaki Türk nüfusu azalmaya başladı. Demografik denge, daha evvel lehimizde iken, böylelikle aleyhimize döndü.

Bu son derece vahim olan sahipsizlik ve terk edilmiş durumu karşısında, kendi yağıyla kavrulan ve başının çaresine bakmaya yönelen adadaki Türk halkı bakiyesi, özellikle 1930 yılından itibaren iradesini hissettirmeye başladı.

Bu açıdan bakıldığında, 5 Ekim 1930'da yapılan Kavanin Meclisi seçimleri, adeta bir dönüm noktası oldu.

Müslüman Türkler, Rumlar'ın mağrurane tahakkümü ve İngilizler'in zalimane baskılarına rağmen, kendi üyelerini seçtirip Meclis'e sokmayı başardılar.

Yapılan bu tarz seçimleri fırsat bilerek, varlıklarını hissettirmeye yönelen Türk halkının ümidi günden güne artmaya ve kendine olan güveni daha da kuvvet bulmaya başladı.

Bu gelişme, hiç şüphesiz Rumlar kadar İngilizler'i de rahatsız ediyordu. Onlar, bunca senedir adadaki Müslüman halkını yıldırdıklarını, dolayısıyla tüketme noktasına getirdiklerini zannediyorlardı.

Neticenin umdukları gibi olmadığını görünce, adeta çılgına döndüler ve baskıcı politikalarını daha da şiddetlendirmeye yöneldiler.

Ancak, onları bu tarz politikaları aksi sonuçlar veriyor ve Müslüman Türk'ün mukavemeti daha da güç kazanıyordu.

EOKA'ya karşı TMT

Kıbrıs'lı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin 1950'ye kadar süregelen sahipsizliği ve lâkaytlığına rağmen, adadaki sömürgeci ve baskıcı politikalar karşısında, kendi içinde ufak ufak gruplar halinde "mukavemet teşkilâtları" vücuda getirerek mücadelesine devam etti.

1950'den sonra ise, adadaki Türkleri imha maksadıyla kurulan Rum EOKA terör (tedhiş) örgütü, bir çok yerde saldırmaya ve mâsum kanı dökmeye başladı.

Şiddetin had safhaya varması üzerine ise, Türkiye hükümetinin de el altında sağladığı destek sayesinde, 1957'de TMT (Türk Mukavemet Teşkilâtı) kuruldu. Bu teşkilât, kısa zamanda dağınık vaziyetteki grupları bünyesinde toplamaya muvaffak oldu.

EOKA'nın nihaî hedefi, Kıbrıs'ı bütünüyle Yunanistan'a (Enosis) bağlamaktı. Dolayısıyla, bu hedefe yönelik herşeyi mübah saymakta ve her türlü mel'aneti yapmaktan çekinmemekteydi.

Buna rağmen, adadaki İngiliz Sömürge Yönetimi, Rumlar'dan çok Türkler'den rahatsızlık duymakta ve her bahaneyle onları ezmeye çalışmaktaydı.

Türk halkı ise, bu halde yaşamaktansa, ölümü tercih ettiğini çeşitli vesilelerle deklâre etmeye başladı.

İşte, 27/28 Ocak 1958 günlerinde yapılan geniş katılımlı yürüyüş ve mitingler de, bu maksada mâtuf olarak tertip edildi.

Rumlar'ın da kışkırtmasıyla gösteriye müdahale eden İngiliz askerleri, bu hür şahlanışa mâni olamayacaklarını ve yükselen heyecanı kıramayacaklarını anlayınca, hiç çekinmeden kan dökmeye başladılar. Kalabalığın üzerine doğru ateş ettiler. Bununla da kalmayıp, kamyonlarla kalabalığın arasına daldılar.

Telefat büyük, manzara dehşet vericiydi. Yüzlerce insan kan-revân içinde kalmış, ortalık can pazarına dönmüştü.

Kıbrıs'taki Türk halkı bu vahşeti unutmadı; her yıldönümünde şehitleri için tören ve anma programları düzenliyor.

Bu tarih, varlığını ispata yönelmiş bulunan Müslüman Türk halkı için yeni bir dönüm noktası oldu.

Türkiye'de iki sene sonra darbe yapılmasa ve Kıbrıs meselesi diplomaside ustalıkla ve ciddiyet içinde sürdürülmeye azmedilseydi, şüphesiz bugün gelinen nokta çok daha farklı olurdu.

Garantörlük hakkı

Kıbrıs'taki vahim gelişmeleri ciddiyetle takip eden Menderes hükümeti, İngiltere'ye nota vermekle de kalmaz, "Kıbrıs dâvâsı"nı uluslararası platformlara taşır ve neticede ada üzerinde Türkiye'nin "garantörlük hakkı"nı elde eder. (Menderes'in bindiği uçağın düştüğü hadiseyi hatırlayın. İngiltere'ye yapılan o seyahat, Kıbrıs meselesi için yapılmıştı.)

Halen de, uluslararası platformlarda Türkiye'nin Kıbrıs meselesindeki en büyük hukukî dayanağı, işte 1959'da elde edilen bu garantörlük hakkıdır.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Artık daha bilinçliyim



Karar verdim, artık bilinçli bir vatandaş olacağım.

Nereye başvurmam, ne kadar harç yatırmam, kimden imza almam gerekiyor bilmiyorum, ama ben bu işe baş koydum.

"Halkımız çok bilinçsiz, çok" cümlesindeki halktan biri olmak istemiyorum artık.

"Halkımız yavaş yavaş bilinçleniyor" cümlesi kurulursa, o cümleye örnek vatandaş olmak istiyorum.

Her şey bilinçaltımın baskısıyla başladı. "Madem ben bilinç altıyım, bir de bunun bilinci olmalı" dedi bilinçaltım. Oysa ben bilinçsizdim. Bilinçsiz bir vatandaş, bilinçsiz bir seyirci, bilinçsiz bir okuyucu ve daha bilinçsiz pek çok şey.

Bilinçaltım uyarmasaydı, kimbilir başka daha neler olacaktım: Bilinçsiz tüketici, bilinçsiz üretici, bilinçsiz yaya, bilinçsiz internet kullanıcısı, bilinçsiz seçmen.

Önce tanıdığım birkaç bilinçli vatandaşa sordum: Ben bilinçli olmak istiyorum, ne yapmalıyım?

Beni uyardılar, bu işin hiç de kolay olmadığını anlattılar. Üstelik acele de etmemeliymişim. Çünkü bilinç öyle pat diye kazanılmazmış. Azimli olmalıymışım. Çalışırsam, dahası inanırsam başarırmışım.

Bu dersi aldıktan sonra bir şeye karar vermem gerekiyordu. Önce hangi bilinci kazanmalıydım. Sağlıklı yaşama bilinci önemliydi, ama ya seçmen bilinci, cep telefonu kullanma bilinci, Türk Ceza Kanunu'na aykırı siteleri yetkililere bildirme bilinci.

Gözüm çok korkmuştu. Sanırım ben bu işi başaramayacağım diye korkmaya başladım.

Ama korkmamalıydım. Bilinçli olmak söz konusuysa, gerisi teferruattı. Eğer vatan elden gidiyorsa, diğer bilinçlerin ne önemi vardı. Vatanı kurtarmak adına sağlıklı olma bilincinden de, bilinçli baba olmaktan da, bilinçli çay tüketicisi olmaktan da vazgeçilebilirdi. Bilinçli çay tüketicisinin çayı ince belli bardakta, demleme olarak tüketeceğini bilmesem ne kaybederdim. Ya da bulaşıkları makinede yıkamanın elde yıkamaya göre on kat daha tasarruflu olduğunu bilmeyen bilinçsiz bir tüketici olsam büyük bir kayıp sayılır mıydı?

Buradan yola çıkarak, teferruata takılmayan televizyonları izlemeye, gazeteleri okumaya, kitapları takip etmeye başlamalıyım diye düşündüm.

Buralardan oluk oluk bilinç akıyordu. Habertürk meselâ. Bilinç deryasıydı. İzlerken dehşete kapıldım. Aman Allah'ım, meğer ülke elden gitmiş, haberimiz yokmuş. Yıllardır bilinçsiz yaşadığıma yandım, ama ne fayda.

Titredim, kendime geldim ve sordum: Benim Kuvayı Milliye ruhum var mı? Yok. Eee, o zaman?

Issız bir adaya düşersem, yanıma kesin bilinç almalıyım.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Niyetin gücü



Bugün kendi başına bir kıymet ifade etmeyen sözlerimi, Peygamber Efendimizin (asm) insan hayatını düzene sokan, mükemmelleştiren yüce ifadelerinden biriyle süslemek ve değer kazandırmak istiyorum. Zira dünya yaratılalı beri hiçbir insanın ağzından o İnsan-ı Kâmilin sözlerinden daha güzel ifadeler çıkmamıştır.

Kâinatın Rabbi, o her yönüyle övülen ve her zaman övülmeye lâyık olan Kulu Muhammedü'l-Emin'e birçok imtiyazlar tanımış, onu insanların en mükemmeli olarak yaratmış ve terbiye etmiştir. Rabb-i Rahim, ona "Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım" demiş, onu âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bütün kâinata ilân etmiştir.

İşte bizler de her zaman bu İlâhî rahmetten istifade etme ihtiyacı içindeyiz. Hakikî bir insan olmak için, insanlığa lâyık bir ahlâka sahip olabilmek için o Yüce Nebi'yi tam mânâsıyla kendimize rehber etmemiz gerekir. Onu rehber etmeden doğru yolu bulamayız, arzuladığımız ebedî saadeti elde edemeyiz.

Resul-i Zişan'ın ışığını takip etmezsek karanlıklara mahkûm olacak, bu dünyada bile cehennemî bir halet yaşamaktan kendimizi kurtaramayacağız. Bu sebeple acizliğimin göstergesi olan bu ifadelerimin içine Habibullah'ın bir ifadesini yerleştirip, aciz kalemimle yorumlama cüretinde bulunacağım.

Ben kim, mahlûkatın en şereflisi olan Muhammed Mustafa'nın (asm) hadislerini yorumlamak kim. Ancak yine de o nur-u Nebi'den istifade etmek ve şefaat-i Muhammediyeye nail olmak temennisiyle böyle bir teşebbüste bulunmaya kararlıyım.

Ümmetinden olma şerefine nail olduğumuz o yüce Resul bir Hadis-i Şerifinde şu hakikatli ifadeleri serd etmektedir: "Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Şu halde kimin hicreti Allah ve Resulü için ise o kimsenin hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti elde edeceği bir dünyalık veya nikâhlayacağı bir kadın için ise, onun da hicreti hicret ettiği o şeyedir."

Niyetin gücünü bu yüce ifadelerde görebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri de Risâle-i Nur adlı eserlerinde, "Ümmetin fesada gittiği zamanda sünnetime yapışan yüz şehit sevabını kazanabilir" mânâsındaki hadisi hatırlatmakta ve sünnete uyma niyeti ile ilgili olarak "Niyet adeti ibadete çevirir" ifadesini kullanmaktadır. Bunu da ifade edelim ki, Risâle-i Nurlarda, bütün imanî meseleler gibi Sünnet-i Seniyyenin önemi de asrımız insanlarının idrakine uygun bir şekilde izah edilmektedir. Bundan dolayıdır ki bu eserler bütün dünya insanlarının dikkatini çekmekte ve insanlar kitleler halinde ondan faydalanma cihetine gitmektedirler.

Hasılı bizler fıtrî bir ihtiyacımızı giderirken de Allah'ın rızasını kazanabiliriz. Meselâ su içmek insanın vazgeçemeyeceği bir temel ihtiyacıdır. Bu fıtrî ihtiyacımızı giderirken Sünnet-i Peygamberiyeye uyarsak, yani bardağı sağ elimize alıp besmele çekersek, üç nefeste içersek, nefesimizi su kabının içine vermezsek, içerken Cenâb-ı Allah'ın bize ne güzel nimetler verdiğini düşünürsek ve sonunda "Elhamdülillah" diyerek şükrümüzü yaparsak, bir değil birkaç ibadeti bir anda yapmış olacağız.

Kaldı ki, zikrettiğimiz ameliyeleri gerçekleştirmek için fazla çabaya gerek kalmayacaktır. Sadece bütün bu hareketleri sünnete uymak niyetiyle yerine getireceğiz. Böylece hem önemli bir ihtiyacımız olan suyu içmiş olacağız hem de birkaç cihetle hasenat defterimizi zenginleştirmiş olacağız.

Ayrıca bahsettiğimiz sünnetleri yerine getirirken Peygamberimizi de hatırlayacağız, ondan sonra da Rabb-i Rahim aklımıza gelecektir. Aslında aklı başında olan insanlar için bu dünyada kazançlı çıkmak hiç de zor değildir. Rahman ve Rahim olan Sahibimiz bizlere altından kalkamayacağımız görevler vermemiştir. Biliyoruz ki, binbir hikmetleri ve faydaları olan farzların ve sünnetlerin yerine getirilmesinde zorluk bulunmamaktadır.

Bütün mesele niyetimizi doğru yapmak ve hep Rıza-i İlâhî ve kabul-i Peygamberiyi hedef yapmaktır. Bunu başardığımız zaman hem dünya hayatımız huzurlu olur hem de ebedî saadeti kazanmış olacağız...

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Varlık ve insan



Zaman zaman belirleyici konumda olduğunu algılayan insan, olayların istediği tarzda cereyan etmemesinin sıkıntısını yaşıyor. Bu durumda insanın varlıkla irtibatını doğru bir zemine oturtması gerekiyor. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Âlem'i tanıyıp, O'na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin taamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı'nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes'in de varlık aleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat'ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O'nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O'nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O'nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O'nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O'nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O'nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O'nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O'nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O'dur. Nefs'ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb'ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

İbadetlerin kabul olup olmadığı söz konusu olduğunda da yukarıdaki ölçüler dikkate alınmazsa tanımlanmış bir alanda karşılıkları belli olan ibadetler ve sevaplar ile hüküm vermek durumunda bir yaratıcı düşüncesi hakim olur ve o yaratıcının tanımlanmış ibadetleri belirlenmiş karşılıklar vermek durumunda olduğu zannedilir. Bu durumda bütün gayret yapılan ibadetin tanımlanmış olan ibadet şeklini eksiksiz yapmaya yönelir. Şekle verilen bu büyük önem zaman zaman rıza-yı ilâhîyi kazanma çabasını önüne geçerek sebep-sonuç bağlantılarının eksiksiz yerine getirilmesi ile tanımlanan güzel ya da doğru tanımı ortaya çıkaracağı düşünülür. Bundan sonra yapılan ibadetin tanımlanmış ibadetle uyumlu olup olmadığı noktasında endişeler, şüpheler ortaya çıkar. Bununda doğru cevabını bulabilmek mümkün olmayacağı için endişeler ve sıkıntılar zaman zaman hayatı yaşanmaz hale getirebilir. Aslında her şey gibi ibadetlerinde güzeli onu emreden Zat-ı Mukaddesin güzel algılaması iledir. Aslî güzeli belirleyen ise varlıkların maddî âlemdeki görüntüleri değil uhrevî âlemlere olan yansımalarıdır. Bu, güzelliğin belirlenmesinde İlâhî irade kulun olayla ilgili bilgisi ve niyetini esas hükmü verirken önemli bir faktör olarak dikkate almaktadır. Maddî boyutun bir parçası olan ibadetin şekli pek çok noktadan önemli olmakla birlikte hükmü veren temel faktör değildir. Yani esas olan şekil değil rızadır. Her varlığın, her işleyişin, her unsurun kıymetini belirleyen Rabb-ı Kerim'i, Hâlık-ı Kâinatı razı edebilme derecesidir. O Zat-ı Mukaddes şeklen en kötü ibadeti niyete göre ve samimiyet ölçüsünde en makbul ibadet olarak kabul edebilir. Kasıt ve bilgi dışındaki eksiklikler ibadetlerin bu güzellik ve doğruluk tanımını hiç etkilememektedir. Unutularak yeme içmenin orucu bozmaması gibi abdest veya namaz gibi ibadetlerde de farkında olunmadan yapılan yanlışlar ve eksiklikler ihlâs ve samimiyet ölçüsünde eksiksiz ve güzel kabul edilecektir ve bunların uhrevî âlemlere her şeyin hakikatini kaydedildiği nefs'ül emire eksiksiz ve güzel olarak yansıyacaktır. Bu noktada Mu'tezile mezhebi ibadetin aslında kabahatli ve eksik olduğunu ancak bilmemenin bir özür olarak kabul edilmesi sebebi ile ibadetin yapılmış hükmünü alabileceğini ifade eder. Ehli sünnet itikadına göre bu durumda sadece bir kabul yok ve kulun samimî ifadesi karşılığında bilmediği bir eksik var olsa bile ilâhî irade öyle kabul ederse bu ibadet aslında ve özünde hemde nefs'ül emirde noksansızdır.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Vatansız, mekânsız ve devletsiz... (2)



Filistinliler Ebu İyad'ın ortaya koyduğu gibi sadece vatansız değildi. Edward Said'in şahsında anonim olarak yaşadıkları gibi aynı zamanda bimekândılar. Vatansızlık ve mekânsızlığa bir başka sıfat daha eklemek gerekirse o da devletsizliktir. Belki de yokların anası devletsizliktir. Vatansızlığı, mekânsızlığı intaç eden de devletsizlikti. O müşterek devlet de Osmanlı ile birlikte yıkılmıştı. Bundan dolayı Osmanlı'nın yıkılması yıkımların anasıydı. 3.5 milyonluk Filistinli diasporası bivatan ve bimekân olarak yaşarken içerideki 3.5 milyonluk Filistinli kitlesi de devletsiz olarak yaşıyorlar. Gazze felâketi de bu devletsizlik sıfatının tabiî sonuçlarından birisidir. Filistin o kadar talihsiz ki bırakın bir devlet olmayı hiçbir devlet topraklarına bile katmak istemiyor. Tabiî fanatik bazı İsrailliler müstesna. Eften püften sınır sorunlarından dolayı ülkeler savaşa girerken Arap ülkeleri teker teker Filistinle bağlarını kesmekte. 1967 savaşında Ürdün, Doğu Kudüs'ü kaybetti. Bu tarihten itibaren de Batı Şeria ile ilgisini hiç kesmedi. Ta ki, 1988 yılına kadar. Zira bu ilgiyi İsrailliler de istiyorlardı. Ama amaçları başkaydı. Ürdün üzerinden Filistin meselesini halletmek. Ürdün'ü alternatif vatan olarak göstererek Filistin meselesinden ebediyen kurtulmak. İşte bu teze işlerlik kazandırmamak için sabık Ürdün Kralı Hüseyin 1988 yılında Batı Şeria ile bağlantısını kestiğini (fekkü irtibat) ilân etti. Ama halen İsrail, Filistin'i Filistinlilerin yöneteceğine ve bağımsız bir varlık olacağına Gazze'yi Mısır'ın ve Batı Şeria'yı da Ürdünlülerin bilvekâle yönetmesini tercih ediyor. Böylece Bandustan modeliyle Filistin meselesini ebediyen sulandırmak istiyor. Bundan dolayı Ürdün, Batı Şeria ile bağlantısını başının belâsı olarak görmüş ve bağlarını kesmişti. Şaron'un tek yanlı olarak Gazze'den çekilmesinden sonra Gazze adeta askıda; yer ile gök arasında bimekânda kalmıştı. Muhammed Dahlan'ın yanlışlarından sonra da Hamas, Gazze'yi elinde bulmuştu. İsrail Sderot gibi mücavir şehirlerin Kassam füzeleriyle dövüldüğünü söylüyor ve Gazze'ye karşı toplu cezalandırma cihetine gidiyordu.

Gazze yüzünden İsrail ile Mısır son haftalarda sürtüşmeye başlamışlardı. Drakulette olarak da anılan Livni, Mısır'ın Refah sınırını koruması keyfiyetinin berbat olduğunu ileri sürüyordu. İstiyordu ki, Mısır Filistinlilere karşı İsrail namına kraldan fazla kralcı davransın. İsrail oldum olası Gazze Şeridi'nin kontrolünün Mısır'da olmasını yeğliyordu. Mısır da risk almak istemediğinden dolayı bugüne kadar buna yanaşmamıştı. Refah sınır kapısının Filistinli öfkeli kalabalıklar tarafından yerle bir edilmesinden sonra İsrail, Mısır'ın bu hazırlıkları veya planı önceden bildiğini iddia ediyordu ve gerekirse İsrail'in Gazze ile ilgili sorumluluğu Mısır'a devretmesine hazır olduğunu ima ediyordu.

***

Bir hafta kadar süren, Gazze'ye elektrik ve temel ihtiyaç maddelerinin kesilmesinin ardından yıkılan Refah kapısından bir günde tam 300 bin Filistinli Mısır tarafına akın ederek bir rekor kırdılar. Adeta Gazze hapishanesinden kaçan kaçana bir görüntü vardı. Tarihte böyle anlar azdır. Bu herşeyden önce İsrail'in insanlık ayıbını gösterir. İnsanlar temel gıda maddelerine hücum ettiler. Bunu göreceği yerde Şimon Peres, Hamas'ın çoluk çocuğu ve yaşlıları kendi politikalarının kurbanı haline getirdiğini ileri sürdü. İslâmî organizasyonun vahşi ve cürümvari eylemlerinin faturasını ve bedelini halkın kendi hayatlarıyla ve kanlarıyla ödediklerini ileri sürdü. Bozacının şahidi şıracı misali Nicholas Burns'un tahlili de Şimon Peres'ten farklı değil. Diyor ki, "Gazze Şeridi'nin sakinleri Hamas hükümetinin mahkûmları ve rehineleri haline geldiler..." Sanki sınır geçişlerini kapatarak Gazze'yi havasız, susuz ve elektriksiz bırakan kendileri değil de Hamas. Hamas üzerinden Gazze halkının neden topluca cezalandırıldığı sorusunun cevabını, kendisi de bir Yahudi olan Naom Chomsky veriyor. İsrail ve ABD'nin talimatlarına uymadıkları için Hamas ve halkın cezalandırıldığını söylüyor. Altyapı ve Yerleşim Bakanı Ze'ev Boim hiç kıvırmadan bu tezi doğrulamaktadır. Mesele İsrail'in mutlak iradesine tabi olmaktır. Onun mutlak iradesi ise Filistin halkının bir şekilde yok olmasıdır. Refah sınır kapısının havaya uçurulmasından sonra muhtemel üç senaryo var. Birincisi, Gazze'nin Mısır'a devren teslimi... Şimdilik Mısır bu seçeneğe pek yanaşmıyor. Ama Mübarek, Gazze halkının açlığa mahkûm edilmesine izin vermeyeceklerini söyledi. İkinci ihtimal, İsrail'in Hamas'la anlaşması ve üçüncü ihtimal ise askerî operasyonlarla birlikte sınır şeridinin tekrar işgal altına alınması. Özellikle de Philadelphia koridorunun. Bu durumda saygın İslâm âlimlerinden Yusuf Karadavi'nin 'düşman kardeşler' Hamas ve Fetih'e bir tavsiyesi var. Daha doğrusu Mahmut Abbas ile Halit Meşal'den bu ayrılık gayrılığı bırakmalarını ve ihtilâflarını unutmalarını istemiştir. Aksi takdirde, İsrail'in ekmeğine yağ sürmüş olacaklardır. Bunu yapmazlarsa, Gazze ve Batı Şeria'nın göz göre göre bandustan modeline dönüşmesine seyirci kalacaklar hatta bu modele hizmet edeceklerdir.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şimdi de milleti 'azınlık' yaptılar



Başörtüsü yasağını savunanların içine düştüğü 'açmaz'ı görmek gerek. Kanunsuz yasağı devam ettirebilmek için tutundukları bütün 'dal'lar ellerinde kalıyor. İçerden ve dışardan, 'haklısınız, yasak devam etmeli' diyen kimseler çıkmıyor.

Tabiî ki kanunsuz yasağın devamını savunan belli bir zümre var. Ancak bu zümrenin 'hür dünya'dan destek bulduğunu söylemek imkân ve ihtimal haricinde. Çünkü bütün dünya biliyor ki, 'muasır medeniyet seviyesi'ne ulaşan hiçbir hür ve demokrat ülkede, Türkiye'de olduğu gibi kanunsuz başörtüsü yasağı yok ve olması da düşünülmüyor.

Yasakçıların tutunmaya çalıştıkları bütün 'dal'ların ellerinde kaldığını gösteren bir delil de, 'yasak kalksın' diyenleri 'azınlık' göstermeye kadar vardırmış olmalarından anlaşılıyor. Kanunsuz yasağı savunmak için belki başka bahaneler ileri sürülebilir ama 'yasak kalksın' diyenleri 'azınlık' olarak görmek ve göstermek; suları tersine akıtmaya çalışmak kadar hakikate aykırıdır!

Bir gazete, konu ile ilgili tartışmaları manşete taşımış ve bunu "Azınlığın zorlaması" başlığıyla duyurmuş. İlgili gazeteye açıklama yapan "aydın"lardan biri, güya istihza ile "Türban 1970'te farz kılındı" derken, bir başkası da "(Öğrenciler üniversiteye) Çarşaf ve sarıkla gelirler" demiş. Bunlara ilâve olarak, halkın helâl reyleriyle hiçbir zaman iktidar yüzü görmeyen bir partinin lideri de, "Türban değil laiklik tartışılıyor" demiş. (Cumhuriyet, 27 Ocak 2008)

Başörtüsü yasağının sona ermesini isteyenleri 'azınlık' olarak görmek, olsa olsa 'tek parti anlayışı' ile mümkün olabilir. Bu nasıl bir 'azınlık'tır ki, yapılan her ankette milletin yüzde 70'i 'yasak kalksın' diyor? Milletin büyük çoğunluğunu 'azınlık' olarak görmek, Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşüyor mu?

Hak ve hukukun 'azınlık' ya da 'çoğunluk' meselesi olmaması gerçeği bir yana, burada 'büyük çoğunluk'un yasağa karşı çıkma hadisesi vardır. Milletin büyük ekseriyeti 'yasak sona ersin' derken, bu talepleri 'azınlığın zorlaması' şeklinde yorumlamak gerçeklerle örtüşür mü?

Aslında Türkiye'yi bu anlayış zora sokuyor. Apaçık bir gerçeği ters yüz eden bu anlayışa göre 'yasakçılar'ın 'özgül ağırlıkları' çok fazla. Her halde 'civa' gibi çok yoğunlar ve halkın yüzde 70 ya da 80'inin tercihleri bunlar açısından bir anlam ifade etmiyor. Bu anlayışın, Türkiye ve dünya gerçeklerine tamamen zıt olduğunu ifade etmeye her hâlde ihtiyaç yok.

Yasakçılar elbette yasağı savunmaya devam edecek. Ama bunu yaparken biraz insaflı olmaları beklenir. Milletin ortaya koyduğu iradeye 'azınlık' demenin bir sonraki adımı; bu 'azınlığın' reylerine itibar edilmemesi anlayışını da beraberinde getirir. O zaman da demokrasiden bahsetmek mümkün olmaz.

Milletimiz, kendisine 'azınlık' diyenleri her defasında hür seçim sandıklarında mahkûm etmiştir, bundan sonra da mahkûm etmeye devam eder. Yasakçıların tutunacak dalları kalmadı. Bundan sonra 'yılan'a sarılsalar da faydasız...

İnşaallah, milletin dediği olacak.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Siyaset inisiyatif alırsa, çözüm kolaylaşır



MHP ve AKP'nin üniversitelerde başörtüsü yasağını sona erdirme girişimleri bu hafta netleşecek. İki parti çözüm önerisi sunacak. Çözüm kadar önemli bir konu da siyasetin inisiyatif almasıdır.

Türkiye'yi yöneten kurum, milletten onay alan TBMM'dir. En azından bu işin teorisi, kâğıt üzerindeki bilgi böyle. Meclis teoriyi uyguladığı oranda çözüm kaynağı olmuştur. Meclis dışı çözümler sıkıntıları daha da arttırmıştır. Geçmiş, bunun örnekleriyle doludur.

Yıllardır sakız gibi çiğnenen, somut adım atılmayan problemlerin bu kadar uzamasının en büyük sebebi Meclisin gerçek iradeyi göstermemesidir. Milletin vekilleri problemleri ne kadar görmezlikten geldiyse bürokrasi o kadar söz sahibi oldu, Meclis'i de yönetmeye kalktı.

Bu çerçevede MHP ve AKP'nin "velevki siyaseten bile olsa" kangren haline gelmiş başörtüsü yasağını kaldırmak için işbirliği yapması millet iradesinin tecellisi anlamında güzel bir gelişmedir. İki partinin inisiyatif alması bir lütuf değil, olması gereken, üzerlerine vazife olan, beklenen bir tutumdur. Bu konuda geç kalınmış olsa da zaman daha geçmemiştir.

Millet adına hareket eden bütün partilerden beklenen; en kısa, en hayırlı çözümün bulunmasıdır. Siyaset korkmadan inisiyatif alma, çare ve çözüm üretme, san'atıdır.

"Ergenekon"a daha erken konmalıydı

Ümraniye'de bir gecekonduda el bombaları bulundu. Ardından -resmî kayıtlara göre- "Ergenekon terör örgütüne" yönelik operasyon başlatıldı.

Çetelerin çökertilmesine yönelik kamuoyunun beklentileri yüksek. Türkiye'nin bağırsaklarının tertemiz olması en birinci şart. Buna karşılık "akıbeti Şemdinli'ye benzer mi?" korkusu da yok değil.

Operasyonda öne çıkan isimler kamuoyu tarafından çok iyi biliniyor. Bu kişiler hakkında bir çok iddia da var. İddiaların doğru olup olmadığı yargılama neticesinde ortaya çıkacak. Keşke Ergenekon operasyonu daha erken olsaydı. Belki bugün duyduğumuz iddialar olmayacaktı. Ama zararın neresinden dönülse kârdır.

Sakarya 124, Ankara 103, Van 74, Kocaeli 144

Başlıktaki iller ve rakamlar ekonomik istatistiklerin yer aldığı sıralama ölçüsü değil. Başörtüsü yasağını protesto etmek için kurulan özgürlük platformlarının "yeter artık" çağrılarının yapıldığı toplantıların sayısı. Kanayan yara başörtüsü yasağının sayısız mağduru var. Mağdurlar demokratik tepkilerini haftalık toplantılarla irade sahiplerine duyurmaya çalışıyor.

Umarız bu sayılar burada kalır, daha artmaz.

Dumansız tuvalet

Sigara Yasası Meclis'ten geçeli çok oldu. İlk günlerde Meclis kulislerinde içilmeye devam edilen sigaralar gittikçe azalmaya başladı. Sigara içilmez levhaları kulislerin bir çok yerine konuldu. Sigara içmek isteyenler kendilerine ayrılan mekânlara istedikleri an gidebiliyorlar. Sigara içme özgürlüklerini sınırsız kullanabiliyorlar.

Ancak sigara yasağını delme girişimleri de olmuyor değil. Özellikle tuvaletler bunların başında geliyor. TBMM Başkanı Köksal Toptan farkında mı bilmiyoruz, ama Meclis tuvaletlerinde nefes almak çok güç. Dumandan göz gözü görmez oluyor. Her ne kadar tuvalet bile olsa buralarda da sigara içme yasağı geçerli olmalı. Zira buralar da kapalı mekânlar. Tuvaletler de, sigara içilenler ve içilmeyenler diye ayrılsın.

Önce al, sonra döv!

CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt, ilinde meydana gelen bir olayla ilgili Devlet Bakanı M. Sait Yazıcıoğlu'na soruyor: "Ardahan'da herkes tarafından sevilen ve sayılan 25 yıllık imam Ahmet Ballı, niçin önce dövülüp sonra görevden alındı?"

Yani? Görevden alındıktan sonra mı dövülsün?

Saçmalardan seçmeler

"Saçmalardan seçmeler" köşesinin bu haftaki şampiyonu Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç: "Türkiye Cumhuriyeti devletinin şanına, şöhretine uygun gelenekleri vardır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin belli makam ve mevkilerine geldiğiniz zaman, o makam ve mevkilerin gerektirdiği kılık ve kıyafetleri giymek zorundasınız. Bugün, Çankaya'da, Türkiye Cumhuriyeti devletinin şanına, şöhretine uygun bir giyim kuşam var mıdır? Böyle bir şey olmaz."

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Abluka



İç ve dış gündemin hayhuyu arasında Filistin'deki insanlığın yüz karası zulüm, âdeta gürültüye gidiyor. İsrail'in Gazze'de uyguladığı ambargoyu daha da azdırması üzerine Ankara - Telvaviv hattında olup bitenler ise tam bir trajedi.

Bilindiği gibi İsrail, yarım asrı aşkındır Filistin'de sistemli bir biçimde uyguladığı soykırımla yetinmemekte, sürekli ablukaya aldığı Filistinlilere uyguladığı baskı ve zulmü çoğu zaman amansız bir ambargoya dönüştürmekte. Bush'un son Ortadoğu turunda İsrail'i ziyaretiyle karadan, havadan ve denizden ablukaya aldığı Gazze bölgesine gıda, su, ilâç, elektrik ve her türlü ihtiyaç maddelerinin sevkıyatını engellemesi, bunun son örneği.

Annapolis barış sürecinde Bush'un başkanlığında İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas'la "barış görüşmeleri" için sözde el sıkışırken, İsrail ordusu Gazze şeridini sürekli ateş altında tuttu ve Filistinlileri katletmeyi sürdürdü.

Ancak, son haftalardaki ablukayla iki milyon Filistinliyi resmen açlığa ve ölüme mahkûm etmesi, diğerleri gibi "Annapolis"in de bir gözboyama ve oyalamadan ibâret olduğunu bir defa daha su yüzüne çıkardı. Öylesine ki gözü dönmüş Telaviv yönetimi, iki milyon Gazzelinin açlıkla karşı karşıya kalması ve hastanelerde ilâcın tükenmesi üzerine komşu Mısır'ın "Refah sınır kapısını açık tutacağı"nı açıklamasına bile tahammül edemedi.

Gerçek şu ki İsrail, bir "Yahudi devleti" olarak Kur'ân ve diğer semâvî kitaplarda haber verilen tarihteki "misyonu"nu sergiliyor. Lâkin bu "pervâsızlığa" karşı Ankara'nın öteden beri takındığı tutuk tutum, hiç yakışmıyor. AKP hükûmetleri, baştan beri İsrail'le işbirliğini ilerlettiler. Silâh ve savunma sanayinde geliştirilen ve İsrail savaş uçaklarının Konya ovası üzerinde eğitim uçuşlarını öngören anlaşmalara ilâve olarak, önce 15 Temmuz 2004 tarihli "Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti arasındaki karma ekonomik mutâbakat zapt"yla, Türkiye ile İsrail arasında çok geniş kapsamlı bir ekonomik ve ticarî işbirliği anlaşmasını yürürlüğe konuldu.

Dönemin İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert'le Ankara'da imzalanan anlaşmada, İsrail'e GAP ve KOP'un (Konya Ovası Sulama Projesi) yanısıra, Tuz gölü ve Orta Anadolu köylerini de içine alan damlama ve modern sulama teknikleri ihâlesi verildi. Tarımdan, hayvancılıktan, tohumculuğa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden sınai alanda araştırma ve geliştirmeye ve danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin geliştirildi. Ardından da 5-7 Mart 2007'de Kudüs'te imzaladığı "Türkiye-İsrail karma ekonomik III. mutâbakat zaptı"yla İsrail'le başlatılan ticarî ve ekonomik işbirliğini daha da derinleştirdi...

Annapolis öncesinde Abbas'la birlikte İsrail Cumhurbaşkanı Peres'i dâvet etti. "Ankara forumu"nda buluşturdu; TBMM'de konuşturdu. Keza Ankara İsrail'in "endişelerini" gidermek için Cumhurbaşkanı Gül'ün son Mısır ve Suriye ziyaretinde olduğu gibi, sürekli Müslüman bölge ülkelerine "telkinat"ta bulundu. İsrail'in yüzlerce nükleer başlıklı silâhı mesele edilmedi; İran'ın nükleer enerji üretimini durdurması için devreye girdi. Şam'a Lübnan'da "yardımcı" olmasını salık verdi.

Lâkin, yıllarca kontrolündeki Bekaa Vadisi'nde Türkiye'ye yönelik terörü himâye eden İsrail, subaylarının Kuzey Irak'ta peşmergeleri eğittiği iddialarına doğru dürüst bir cevap vermedi. Suriye'deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçakları, hiç gereği yokken yakıt tanklarını Türkiye topraklarına attı. Dışişleri "nota" vermek ve konunun üzerine gitmek yerine Bakan Babacan'ın ifâdesiyle "izâhat" istemekle yetindi. İsrail buna da cevap vermedi, hep sessiz kaldı; bu konuda en ufak bir izâhatta bulunmadı; aylar sonra Olmert'in telefonla Başbakan Erdoğan'ı arayıp "özür dilediği" haberinden başka.

Erdoğan'ın Olmert'ten "ricâsı" üzerine kabul ettiği "Türk heyeti"nin incelemesine göre, Ankara'nın Kudüs'te Harem'üş Şerif civarındaki kazıları durdurması talebini de reddetti.

Kısacası, İsrail'in bütün pervâsızlıklarını Ankara hep alttan aldı. Mülteci kampları kasabı Şaron ve halefi Olmert hükûmetleriyle işbirliği anlaşmalarını imzalayan AKP hükûmetleri, İsrail sözkonusu olunca hep "müsâmaha" gösterdi. Belki de "İsrail'e hizmeti vazife" bilen Evanjelist Bush'un neocon yönetimindeki ABD'yi "stratejik müttefik" görmesinden.

Şimdi de, Türkiye Başbakanının "Gazze'deki zulme" tepkisinden rahatsızlığını yüksünmeden iletiyor. "Yavuz hırsız misâli" üste çıkmaya çalışıyor. Ankara'nın bir nota dahi vererek yapmaktan çekindiğini yapıyor; "ilişkilerin gerginleşmesi" tehdidinde bulunuyor.

Türkiye'nin İsrail Büyükelçisi Nâmık Tan'ı Dışişleri'ne çağırarak Ankara'ya resmen "protesto"sunu iletiyor ve Erdoğan'ın bu sözlerinden dolayı "izahât" istiyor. Dahası, "iki ülke arasındaki dostane ilişkilerin ışığında İsrail'in Erdoğan'ın açıklamalarıyla büyük hayal kırıklığına uğradığını" bildiriyor; "İsrail terörle mücadele eden bir devletten çok farklı tepki bekler" öfkeli ifâdesiyle, ülkelerini işgale karşı savunan bütün Filistinlileri "terörist" olarak damgalıyor. Ve Gazze'deki zulme dikkat çeken Erdoğan'ı büyük bir sorumsuzlukla "teröristleri desteklemek"le suçluyor.

Peki, Telaviv'i Ankara'ya karşı bu denli pervâsızlığa itip "şımartan" nedir? AKP hükûmetinin İsrail'e sağladığı geniş ve büyük işbiriği kıyağı değil mi?

"Besle kargayı gözünü oysun" misâli.

28.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Önemli uyarılar



Başörtüsü yasağına karşı yıllardır en kararlı mücadeleyi veren Yeni Asya'nın, sorunu anayasa üzerinden, üniversiteyle sınırlı olarak çözme girişimlerine temkin ve ihtiyatla yaklaşıp, bu yolun işi daha da çıkmaza sokabileceği kaygısını dile getirmesini anlamakta zorlananlar için, benzer endişeleri paylaşan muteber kalem erbabından bazı örnekler:

Prof. Dr. Hayreddin Karaman: Eğer yapılacak anayasa değişikliği 'kamu hizmeti verenlerden yasağın kalkmaması' şeklinde kanunlaşacaksa, üniversitedeki yasak da kalkmasın, şimdilik böyle kalsın, daha iyi (Yeni Şafak, 25.1.08).

Ahmet Taşgetiren: Sadece üniversite öğrencisine özgürlük getirmekle sorun bitmez, çünkü 'başörtüsünü inanç gereği takanlar,' inanç gereği takılması gereken bütün alanlarda takmak isteyeceklerdir. Bu da bir bayanın Müslüman olarak kendisini bu görevle sorumlu hissettiği tüm zaman ve mekânları kapsar. Zaman bülûğ yaşıdır, mekân ise mahrem olmayan bütün alanlardır (Bugün, 25.1.08).

Ali Bulaç: AK Parti ve MHP'nin üzerinde anlaştığı husus sorunu çözmüyor, tam aksine iki büyük vahim sonuca yol açıyor: Bunlardan biri yasak anayasa maddesi haline getiriliyor; ikincisi kapsamı genişletilip ortaöğrenim, lise ve kamuda hizmet vermek isteyenlere teşmil ediliyor. Bundan daha 'vahim bir çözüm' olamazdı. Bu, çözüm değildir, sorunu daha karmaşık hale getirmek, ağırlaştırmaktır. Bu düzenleme ile fiilî yasağa, yasal ve anayasal dayanak kazandırılıyor. Bu düzenleme gerçekleşirse bir daha sittin sene bu madde değişmeyecektir (Zaman, 26.1.08).

Merve Kavakçı: AK Parti diğer partilerle görüşürken serbestinin kapsamını genişletip noktayı koyacak mı? Yoksa iyilik edeyim derken zarar mı verecek, genişleteyim derken nefes alma alanımızı daha mı daraltacak? Kamu hizmeti alan-veren ayrımı çok tehlikeli bir ayrım (Vakit, 25.1.08).

***

Abdurrahman Şen için

Yeni Şafak gazetesinin sinema yazarı Ali Murat Güven, geçtiğimiz Cumartesi günü çıkan yazısında, yazarımız Abdurrahman Şen'i anlattı. Yazıdan birkaç pasaj:

"Abdurrahman ağabey, 1990'ların başlarındaki Cemre'den 2000'lerdeki Sarmaşık'a dek inatla sürdürdüğü kültür-sanat dergiciliğiyle, her biri muhafazakâr kesimin sinemadaki uzun yürüyüşünün kilometre taşları niteliğindeki arşivlik kitaplarıyla, kültür-sanat servislerini ihyâ ettiği birkaç gazetenin ardından son olarak uzunca bir süredir Yeni Asya'da kaleme almakta olduğu derinlikli yazılarıyla, halen câmiamızın yetiştirdiği 'en kıdemli sinema yazarı' olma unvanına sahip. (...)

"Ülkemizin önde gelen edebiyat sitelerinden biri olan 'sanatalemi.net,' geçtiğimiz günlerde, yazarları arasında yer alan Şen'e gayet zarif bir vefâ gösterisinde bulunarak, 19 Ocak Cumartesi akşamı Türkiye Yazarlar Birliği'nin İstanbul-Cağaloğlu'ndaki tarihî Kızlarağası Medresesi binasında onun adına bir sohbet toplantısı düzenledi. Sitenin kurucusu değerli dostumuz, eğitimci-yazar Mehmet Nuri Yardım tarafından düzenlenen bu toplantıda, sayıları 20-25 dolayındaki bir dinleyici kitlesinin arasında bendeniz de yer almaktaydım. (...)

"Bu vesileyle, güzel kalpli, güzel ruhlu ve güzel huylu ağabeyim, sinema yazarlığımdaki ustam Abdurrahman Şen'i, ben de hayatta en sevdiğim şiirin bitiş mısralarıyla selâmlamak istiyorum. İsimler ha 'Mehmet' olmuş ha 'Abdurrahman,' hiç fark etmez; (...) O da yüreğimden kopartarak kendisine gönderdiğim bu dizelerdeki kahramanı, dilerse 'Abdurrahman'ım' olarak dinlesin:

"Mehmed'im, sevinin başlar yüksekte!

"Ölsek de sevinin, eve dönsek de

"Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

"Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!

"Gün doğmuş gün batmış;

"Ebed bizimdir!"

28.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri