Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Operasyon ve yasakçılar



Geçtiğimiz Ekim ayında anayasa projesi rölantiye alınıp sınırötesi harekât tezkeresi Meclisten geçirildikten iki ay sonra teröristlere yönelik hava operasyonları gerçekleştirilmişti.

İki ay daha geçti; şimdi de kara harekâtı gündemde. Basına göre 10 bin, Irak hükümetine göre birkaç yüz—son açıklamada bini aşmayan—askerimiz Kuzey Irak’a girmiş durumda.

Bu gelişme, tabiatıyla, diğer bütün gündemlerin üzerine çıktı. Haftalardır tartıştığımız başörtüsü konusu bile harekâtın gölgesinde kaldı.

Gerçi Cumhurbaşkanının, başörtüsü yasağını üniversitede kaldırma fikriyle Meclisten geçirilen anayasa paketini 11 gün beklettikten sonra tam da kara harekâtının başladığı gün onaylamasından hareketle, operasyonun bu meseleyi unutturmaması için uğraşanlar yine var.

Nitekim “Paket Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi, ama YÖK Kanununun ek 17. maddesindeki düzenleme de sonuçlanmadan bu paket uygulanamaz” diyerek, hükümeti MHP ile birlikte hazırladığı ek 17 tuzağına düşürme ve sıkıştırma çabaları hayli yoğunlaştı.

Bir tarafta Kuzey Irak’taki operasyon devam ediyor; diğer tarafta yasakçı rektörler bir kısım medyanın desteğiyle örtülü öğrencileri üniversitelere sokmamak için “savunma mevzileri”ne tahkimat üstüne tahkimat yapıyorlar!

Mehmetçik Kuzey Irak’ta terörist avında; yasakçılar ise içeride başörtülülerin peşinde!

YÖK Başkanının “Anayasa paketi yürürlükte, başörtülüleri alın” genelgesi de yasakçıların keskin direnişiyle karşı karşıya. YÖK’ün yasakçı üyeleriyle yasakçı rektörler sıkı bir ittifak halinde meydan okuyorlar.

Böyle bir günde dahi yasakçı kafanın inadından vazgeçmeme uğruna ne garabetlere yol açabileceğinin hazin ve çok ibretli yeni bir tezahürü olan manzara herhalde kolay unutulmaz.

Tıpkı aynı kafanın, geride kalan yıllar içerisinde verdiği diğer utanç dolu görüntüler gibi.

Bunları kaydettikten sonra operasyon bahsine dönecek olursak: İlk dikkat çeken noktalardan biri, Genelkurmay’ın harekâtla ilgili olarak “üst düzey askerî yetkililer” gibi klişe şifreleri mahreç gösteren ve kaynağını gizleyen haberlere itibar edilmesin ikazında bulunmuş olması.

Anlaşılan o ki, operasyonda tek kaynak olarak Genelkurmay resmî açıklamalarının esas alınması isteniyor. Ama dünyanın gözü oradayken, bölge yerli ve yabancı gazetecilerle ve gazeteci kılığındaki ajanlarla kaynarken bu nasıl olacak? Kamuoyunun bilgi talebi, yetersiz resmî açıklama ve fotoğraflarla nasıl karşılanacak?

Operasyon başlamadan iki gün önce youtube’da yayınlanan video kayıtları ve operasyon bilgisinin daha önceden teröristlere ulaştığı iddiaları, meseleyi daha vahim boyutlara taşıyor.

Gerçi hava akınlarının ardından kara harekâtının gelmesi zaten beklenen ve teröristlerin de kendilerini hazırladıkları bir gelişmeydi, ama “bilgi sızdırma” iddiaları yine de düşündürücü.

Genelkurmay açıklamasında “Panik halinde güneye kaçıyorlar” denilen “sözde lider kadrolar,” harekâtı bir şekilde önceden haber aldıkları için mi yakalanamayıp kaçma fırsatı buldular?

Cevap bekleyen daha birçok soru var.

Bu aşamada, şehitlerimize Allah'tan rahmet, geride kalanlarına sabır ve metanet diliyoruz.

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İslâm miskinliği kabul etmez



İnsanları yaratıp en güzel bir şekilde ihtiyaçlarını yerine getiren Kâinatın Hâlıkı, elbette insanlar için en faydalı kuralları ortaya koymuştur. Rabbimiz insan hayatı için faydalı olan davranışların yapılmasını, zararlı olanların da yapılmamasını istemiştir. Şüphesiz, O bizi bizden daha iyi bilmektedir.

Bizim kendimiz hakkındaki bilgimiz, Rabbimizin bizim hakkındaki bilgisi yanında denizden bir damla bile değildir. Biz biliyoruz ki kendi başımıza kendimizi idare edemeyiz, ihtiyaçlarımızı da karşılamaktan aciziz. O halde bizi en güzel bir şekilde terbiye eden ve ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimizi her an hatırlamalı ve emirlerine harfiyen uymak için elimizden geleni yapmalıyız.

Madem bizi en güzel bir şekilde yaratıp bu dünyaya gönderen Rabbimiz Allah’tır. O halde Onun bu dünyada hayatımız için vaaz ettiği kaide ve kurallara uymamız gerekmektedir. Bunun aksini düşünmek ve verilen İlâhî emirlere göre hareket etmemek nankörlüktür, hayata ihanettir, koyu cahilliktir ki, gün gelir mutlaka bu sorumsuzluğun hesabını, bu dünyada olmazsa da mutlaka âhirette vermek zorunda kalırız.

Emre itaatsizlik olarak bilinen suçlarımızın farkına varıp telâfisi yoluna gitmezsek, akıbetimizin korkunçluğundan kendimizi kurtarmamız kolay olmayacaktır. Elbette her iyiliğin bir bedeli olduğu gibi her kötülüğün de bir bedeli vardır.

Bizler Rabbimizin emirlerini yerine getirmekle ve yasakladıklarından kaçınmakla ancak yaratılışımızın gereğini yapabiliriz. Ancak İlâhî hükümlere uymakla gerçek bir insan hâline gelebiliriz. Verilen emirleri yerine getirmemekle, uzaklaşmamız istenen davranışlardan da kaçınmamakla insanlığımızı tehlikeye atıyoruz. Böyle yaptığımız takdirde hem kendimize, hem de içinde yaşadığımız topluma büyük zararlar vermekteyiz.

Çiğnediğimiz her bir yasak, hem kendi dünyamızda hem de toplum içinde büyük maddî ve mânevî yaraların meydana gelmesine sebep olmaktadır. İşte bozgunculuğa sebep olan bu yasak fiillerinden bir tanesi de şüphesiz faiz illetidir.

En büyük günahlardan sayılan faizin toplumlarda yayılmasıyla büyük sosyal problemler meydana gelmektedir. “Sen çalış, ben yiyeyim” mantığının bir uygulaması olan faiz, insanların çalışmadan kazanmasına sebep olmakta, insandaki alın terinin değerini düşürmektedir.

Rabbimizin, Kur’ân-ı Kerîm’inde açıkça “ribâ” diye isimlendirdiği faizi, mü’minlere haram kılmasının elbette bir çok hikmeti bulunmaktadır. Bununla her şeyden önce miskinlik ve tembelliğin önüne geçilmek istenmiştir. Çünkü dinimizde çalışmanın önemi büyüktür. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz (asm) “Veren el alan elden üstündür” buyurmaktadır.

Elbette, öncelikle her hükmüne boyun eğmemiz gereken Kitabullah’ta yasak edildiği için bizlerin faizden kaçınmamız gerekmektedir. Böyle yaptığımız zaman hem Allah’ın emrini yerine getirmekle rızasına nâil olabilme imkânını elde edebiliriz, hem de içtimâî hayatımızla ilgili birçok zararından kurtulmuş oluruz.

Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın açık hükmüyle haram olduğu bilinen faiz hakkında Yüce Peygamberimiz de (asm) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Bilerek faizi yiyen, ona kâtiplik eden, bilerek ona şahitlikte bulunan kimse.... Kıyamet günü Muhammed’in dili ile lânete uğramışlardır.” İşte hüküm bu kadar kesin ve korkunç akıbetlidir.

Zamanımızda her tarafa yayılan ve isteyerek veya istemeyerek herkesin az-çok bulaştığı faiz illetinin şimdiye kadar faydalı olduğu konusunda ciddî bir görüş ortaya konulmadığı bilinmektedir. Son zamanlarda Müslüman olmayan toplumların bile bu faiz illetinin zararlarını zikretmeye başlamaları ise akıllarının başlarına geldiği anlamına gelmektedir herhalde...

İnsanlık eninde sonunda İslâmî hükümlerin güzelliklerini fark etmeye başlayacaktır mutlaka. Huzuru arayan insanoğlu, İlâhî emirlere uymak zorundadır. Aksi takdirde her şeyden önce kendine zarar verecek, sonra da içinde yaşadığı topluma ve bütün varlıklara asiliğiyle zarar vermiş olacaktır.

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Yolda bir tevafuk



Gideceği menzile varmak için gelecek otobüsü bekliyordu durakta… Yolun akışında onun istikametine gidecek olanı gözlerken, özel bir arabanın kendisine işaret ettiğini gördü… Doğruluğunu anlamak için sağına soluna baktı; evet, çağrılan oydu… İlk bakışta tanıyamamıştı, belki hatırlarım diye düşündü, bindi arabaya… Önde küçük çocuk oturduğundan arkaya bindi, yandan bakıyor hâlâ hatırlayamıyordu; acaba çok mu unutkan olmuştu?

Selâmlı nasılsınlı girişten sonra sükûn başladı; sabahın sessizliği dinleniyordu, hoş pek de sevmiyordu konuşmayı… Sessizliğin sesinde kendini, eşyayı ulvî hislerle dinlemek daha huzur verici geliyordu… Malayaniyât ne mânâsızdı; idrak ufuklarını kapatıyordu… Hayalini, kalbini, zihnini, duygularını temizlemek istiyordu lüzumsuz fazlalıklardan… Çokluk sıkıyordu çoktan beri; kesretten vahdete giden kısa yolu arıyordu yıllardan beri yollarda…

Yürümüyordu, tanımadığı birinin arabasındaydı şimdi, hiç de konuşmamazlık edemezdi; maşaallah kar ne güzel yağdı… Kelimeler yağmaya başladı karşılıklı: Kar, Allah’ın rahmeti… Küresel dengesizlik olmazdı, beşerin bulaşık eli karışmasaydı… Dünyevîleşen dindarları kabirde haps-i münferid bekliyor… Maddî ve mânevî kıyamet kopmazsa bu kıştan sonra baharın gelmesi kat’iyetinde cennet âsâ bir bahar kaplayacak yeryüzünü, Nur Risâleleri böyle müjdeliyordu… Rahmeti unutturan bireysel ve küresel zenginlik mânevî bir kıyametti, en az maddî kıyamet kadar korkunçtu… Korkulacak olan her hâl ü kârda Mün’im-i Hakîkî’yi unutmaktı…

Meseleler sıra sıra dökülmeye başladı… Evet, evet tanışıyorlarmış, hem de iyi derecede… Aydınlık bir güneş eşliğinde ağaçlar arasından geçerken akan hikmet kelimelerle lâtifeler uyandı, zihin zindeleşti, düşünceler derinleşti… Trafikten, işlerden, şehirden şikâyet edilmedi; şükür dendi, hayır dendi, hikmet dendi… İnmek için bindiğimiz dünya arabasından biraz sonra inecektik; onunla fazla meşgul olmanın ne lüzumu var, direksiyonu çevir yeter… Ağaçları, kuşları, bulutları, yağmurları seyret, içine sonsuzluk sevinci dolsun, coşku kanatlarını aç, için hikmete doysun… Neylesin denî dünyayı, ona esmâya bakan yönü yeter…

Ne güzel demiş zamanın bediisi: “Beni dünyaya çağırma, ben onda fena buldum” Ne tatlı Yunus söz; “Biz bu dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun”

Ne güzeldi binekleri, ne hoştu “en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş”le sohbetleri… “Birimiz şarkta birimiz garpta, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da beraberiz” böyle bir şey olsa gerek; aynı yolda olanlar bir gün bir şekilde bir yerlerde buluşuyorlar… Ayrılık zamanı gelmişti, müsaade ve teşekkürle inerken tanıştılar; tekstilciymiş… “Selâmün Aleyküm, işin gücün, Nur yolun rast gitsin”

Kuşluk vakti cereyan eden tevafukla ümit ışıkları belirdi içinde, şehrin kalabalıklarında yürürken bu ışığı herkese, her yere götürmeli diye düşündü… Düşülen dünya düşünden nasıl uyanılacaktı başka türlü…

“Uyan ey gözlerim gafletten uyan”

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gerçek zenginlik



İnsan vardır ne elde ederse etsin onu memnun etmek mümkün olmaz. Ruhu, kalbi o kadar açtır ki dünyayı versen doymaz. Hırs bütün zerrelerine işlemiştir. Zaten hırslıyı doyurmak mümkün değildir. Mevlânâ’nın dediği gibi deniz suyu içenin daha da susaması gibi böyle kimseler de neye kavuşursa kavuşsunlar doymazlar, yine açtırlar, mutlu olmazlar. Gönülleri rahat değildir onların. Huzursuzdurlar.

Kısmetine rıza gösteren insan ise mutludur. Çalışmış, çabalamış, Allah ne nasip etmişse ona kanaat etmektedir. Az da olsa, çok da olsa kanaat etmektedir. Mutluluğuna diyecek yoktur. Mesnevî-i Nûriye’de “Kısmetine razı ol ki rahat edesin” denilmiyor mu?

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: “Allah tarafından kendisine takdir edilene rıza göstermesi kişinin mutluluğundandır. Mutsuzluğu da Allah’tan hayırlısını istememesi, Rabbinin takdir ettiğine kırgın olmasıdır.”

Ne kadar önemli bir ölçü değil mi? Madem Kur’ân’ın belirttiği gibi başımıza gelen her şey vuku bulmadan önce bir kitapta yazılı bulunmaktadır. (Hadid Sûresi: 22.) O halde kısmetimiz de takdir edilmiştir. Rıza göstermekten başka ne yapabiliriz ki?

İşte kadere, kısmete rıza budur. Tabiî bu yan gelip yatıp, “Eh kaderimizde ne varsa o gelir başımıza!” demek değildir. Kişi çalışıp çabalayacak, sonra da kısmetine rıza gösterecektir. Yoksa hiçbir şey yapmadan kadere teslimiyet cehalettir, tembelliktir.

İşte böyle yapan insan mutlu olur. Tam tersi hareket etmek, yani üzerine düşenleri yapmamak, Allah’ın verdiğine rıza göstermemek hem kanaatsizlik, hem de bedbahtlık, yani mutsuzluktur.

Asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bildiren Resûl-i Ekrem (asm) kanaatin tükenmez bir hazine olduğunu belirtiyor ve “Kısmetine razı ol ki insanların en zengini olasın” buyuruyor.

Kısmetine rıza göstermeyen insan bu zenginlikten mahrumdur ve mutsuzdur.

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batı medeniyeti: Kurtlaşmış bir ağaç!



Avrupalı düşünür Edgar Morin, Batının, medeniyetin özellikle maddî ve teknik yönünü geliştirdiğini, mâneviyât gibi konularda tamamen bir azgelişmişlik hâli sergilediğini söyler. Morin, Le Monde’da verdiği, Mostar dergisinde de yayınlanan röportajında, teknik ve ekonomik gelişmelerin halkın bir kısmına refah getirdiğini, ama mânevî huzur sağlayamadığını; olumlu etkilerinden çok olumsuz etkileri görülen Batı medeniyetinin bir reformdan geçmesi gerektiğini belirtir.1

Harvard Üniversitesi Visual and Environmental Studies Bölümü öğretim üyesi Dr. Nan Burks Freeman da, “Bu toplumun bunalım içinde olduğunu görmek çok büyük eğitimi gerektirmiyor. Hemen herkes, onu fark eder”2 diyor.

Ancak, Batı, inat ve gururu yüzünden itiraf edemiyor! Hâlâ “medyatik” oyunlarla hem dünyayı, hem kendilerini aldatıyor. Beynelmilel fesat şebekeleri, İslâm ülkelerindeki Müslümanların maddî yöndeki perişan hâlini sık sık ekranlara, gazete sayfalarına aktararak yanıltıyorlar. Müslüman coğrafyalarda yaşayan gayr-ı müslim veya ateistlerin ahlâk ve davranışlarını da Müslümanlıktan kaynaklanıyor gibi göstererek, İslâmiyete olan teveccühleri kırmak istemeleri gözlerden kaçmıyor.

Oysa Batı, ıztırabını çektiği hastalıkların mikroplarını, bizzat kendisi üreterek bulaştırmakta ve kendi kendini zehirliyor. Batı medeniyetinin bunalımının sebebi, fazîlet ve hüda üzerine değil, beş menfî esas üzerine oturmuş olmasıdır. Zirâ, dayanak noktası “kuvvet”, hedefi “menfaat”tir. Hayatı “mücadele” olarak görür. Kitleler arasındaki bağı, “menfî milliyet ve ırkçılık”, çekici ve sihirleyici hizmeti, “hevâ ve hevesi harekete geçirmek, kötü arzuları tatmin etmek ve kolaylaştırmak”tır.

* Batı medeniyetinin dayandığı nokta: Kuvvet

Bu anlayışa göre, kuvvetli olan daima haklıdır. Sonuç olarak da kuvvetli zayıfı hâkimiyeti altına almakta, ezmekte, sömürmekte ve köleleştirmektedir.

* Hedefi: Menfaat

Bir yerde menfaat varsa boğuşma da vardır. Menfaatperestlik, zahmet ve sıkıntıyı da beraberinde getirir. Sadece zahmet ve sıkıntıyı mı? Nice cinâyet, işkence, eziyet, çıkar kavgaları “menfaat” ağacının acı meyveleri değil mi?

* Kitleler arasındaki bağı: Başkasını yutmakla beslenen Irkçılık ve menfî milliyet

Bu da boğuşmalara, haksızlıklara, zulümlere ve dolayısıyla insanlığın mutsuzluğuna sebeptir.

* Hayattaki en büyük prensibi: Çarpışmak

Hayatı bir çarpışma, mücadele kabul etmenin âkıbeti, kavga, gürültü, ayrılık, düşmanlık, kin, nefret, ezme ve ezilmedir. Bu, Batı cemiyetinin her kesiminde yaşanmaktadır.

* Batı medeniyetinin çekici ve sihirleyici hizmeti: Hevâ ve hevesi harekete geçirmek, kötü arzuları tatmin etmek ve kolaylaştırmak

Bu görüşün yüksek insânî duyguları mahvettiği; alçalttığı; sefil, rezil ettiği açık. Hamuru “hevâ ve heves” ile yoğrulan bir toplumda, “egoizm ve şahsî çıkarlar” ön plâna çıkar. Ardından sosyal fâcialar başgösterir. Bu anlayışın insanlığa yegâne armağanı insan rûhunu ve iç dünyasını tamamen boşaltılmış kof ve çürük bir ağaca döndürmekten ibarettir.

Avrupalı düşünür Edgar Morin, Batının, medeniyetin özellikle maddî ve teknik yönünü geliştirdiğini, ama maneviyât gibi konularda tamamen bir azgelişmişlik hâli sergilediğini belirterek, “Bu hususlarda başka medeniyetlerden destek alınabilir” dedi. Morin “Bugün olumlu etkilerinden çok olumsuz etkileri görülen Batı medeniyetinin bir reformdan geçmesi gerekiyor” diye konuştu.

Said Nursî ise, Batı medeniyetinin insanlığın huzurunu kaçırdığını şu sözleriyle ifade etmişti: “Bu medeniyet-i hâzıra (şimdiki medeniyet), beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh (sahte) saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne (ikisinin arasında) bırakmış. Saadet odur ki, külle (herkese), ya eksere (çoğunluğa) saadet ola. Bu ise, ekall-i kalîlindir (azın da azınındır) ki, nev-î beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal (en azından) ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.”3

Yine Nursî, Batı medeniyetini “kurtlaşmış bir ağaca” benzeterek çökeceğini ve yerini İslâm medeniyetinin alacağını;4 İslâmın parlayıp Müslümanların yükseleceğini müjdeler.5

Dipnotlar: 1- Yeni Asya, 20.02.2008.; 2- Zaman, 26 Haziran, 1995.; 3- Sünûhat, s. 59.; 4- Tarihçe-i Hayatı, s. 120.; 5- Şuâlar, s. 497-515; Mektûbat, s. 60.

26.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Zıtlaşmaya, restleşmeye âlet olmadan



Meclis'teki mutlak çoğunluğun kararına, Cumhurbaşkanlığının hiç itirazsız onayına ve ilgili kànunların Resmî Gazetede yayınlanmasına rağmen, üniversite öğrencilerinin başörtüsü sıkıntısı devam ediyor.

Ne YÖK'te bir müşterek fikir ve hareket var, ne de rektörler arasında... Gelişmeler karşısında duyulan hayret ve taaccüp, kız öğrencilerin sıkıntısına paralel şekilde artarak devam ediyor.

Bazı rektörlerin tavrına bakıldığında açıkça anlaşılıyor ki, bu ülkede Anayasaya da, Meclis'in iradesine de, devletin zirvesi Çankaya'ya da saygı duymayanlar var.

Hatta, bırakın saygıyı, bunlara hiddetle muhalefet eden, alenen karşı tavır koyan ve âdeta kànun hakimiyetini hiçe sayanlar bile var.

Elbette ki, her hükümette, her rejimde muhalif kimseler bulunabilir. Bunlar, aykırı fikirlerini bir şekilde ortaya koyabilir. Demokrasilerde, bu durum gayet normal karşılanır.

Ne var ki, demokratik bir ülke olan Türkiye'de şu günlerde sergilenen tablonun mahiyeti gibi boyutları da çok farklı görünüyor.

Bakınız, kimi üniversite rektörleri, kendi yetki ve iradesini Meclis'in iradesinden üstün tutma zehabına kapılıyor. Hür iradenin tecelligâhı olan Meclis'e adeta kafa tutuyor. Ve âdeta "Sen ne yaparsan yap, ben senin her kararına uymam" demek istiyor.

Hani, resmiyetle işi gücü olmayan sıradan bir sivil vatandaş olsa, bu tutumu bir dereceye kadar mazur görebilirsiniz.

Peki, ya devletin resmî görevlisi olan ve bu milletin vergileriyle maaşını alan birileri bunu nasıl yapar, nasıl yapabilir?

Ama, yapıyor ve yapabiliyor demek ki... İşte bu durum, maalesef ciddî krizlere yol açabilecek bir sancının vahim işaretleri gibi görünüyor.

Bundan en çok zarar görecek gibi görünenler ise, ne yazık ki yine başı örtülü öğrenciler olacak.

Zira, kavga, münakaşa, zıtlaşma, tartışma.... tümüyle onların bu temel hakları üzerinden yürütülüyor. Ve yine maalesef, hemen her defasında mağduriyet gelip yine onları buluyor.

Onlara tavsiyemiz, asıl mahiyeti gibi neticesi ve nihayeti de henüz kestirilemeyen ve bu sebeple kaotik bir sürece giren "başörtüsü meselesi"nde, gerek arkadaşları, gerek öğretmenleri veya idarecileriyle herhangi bir zıtlaşma, yahut restleşme havası içine girmesinler. Zira, bazı siyasî emellere âlet olma ve sonunda da orta yerde sahipsiz kalma riski altındalar. Aynen, yakın geçmişte yaşandığı gibi...

Bir temel insan hakkı, böyle siyasî çekişmelerin malzemesi olmamalıydı. Ama maalesef oldu; olmaya da devam ediyor. Bu sebeple, son derece ihtiyatlı olmalı ve müteyakkız davranmalı.

Tarihin Yorumu 26 Şubat 1992

Hocalı'da Rus–Ermeni vahşeti

Yakın tarihin kaydettiği ender katliâmlardan biri de, 1992 yılı 26 Şubat'ında dağlık Karabağ bölgesi Hocalı Köyü ve çevresinde yaşandı.

Bölgede bulunan Rus ordusuna bağlı bir askerî birliğin (366. Rus Motorize Alayı) desteğini de alan silâhlı Ermeni gruplar, bir gece yarısı baskınıyla savunmasız Hocalı Köyü halkı üzerine ateş yağdırmaya başladı.

Kadın–çocuk demeden, gece ve gün boyu katledilen mâsum insan sayısı 600'ü geçerken, kayıp ve yaralı kurtulanlar da eklendiğinde, bu rakam binlere ulaşıyor.

1988'deki Halepçe katliâmını andıran bu insanlık dışı cinayetin hesabı, ne yazık ki hâlâ sorulabilmiş değil.

Kıyım ve kırım harekâtı

Hocalı'da vaktiyle 7000 civarında Azerî Türk nüfusu yaşıyordu.

Sovyet Rusya'sının dağılmasından sonra, Ermeniler, Dağlık Karabağ Bölgesini bütünüyle tahakkümleri altına almaya yöneldi. Bu zâlimane tahakkümden, haliyle Hocalı ve çevresi de nasibini aldı.

Karabağ Bölgesi Ermeniler’in eline geçmeden önce (Eylül 1991), Hocalı’da 7000 civarında Azerî Türk nüfusu yaşıyordu. Baskılar kıyıma dönüşüp nüfus göçü başladıktan bir sene sonra, bu nüfus maalesef yarıyarıya düşmüş oldu. Katliâmın yaşandığı tarihte ise, Hocalı'da yaklaşık 3000 Azerî yaşıyordu.

Yanlarına kâr kaldı

Ruslarla Ermeniler'in Hocalı'da yaptıkları katliâm, ne yazık ki yanlarına kâr kaldı. İnsanlık, bu cinayetin hesabını onlardan sormadı, soramadı.

Ne acıdır ki, bu katliâmın yaşandığı sırada, Hocalı kasabası ne Azerbaycan'ın, ne bir başka ülkenin koruması altında bulunuyordu. Tamamen savunmasız ve korumasız bir haldeydi.

İşte, Ermeniler de bu fırsattan istifade ile, tam bir zorbalıkla hem bu bölgeyi ele geçirmiş oldu, hem de Karabağ'daki kendileri dışında kalan diğer bütün unsurlara bir nevi gözdağı vermiş oldu.

Yaptıkları bu katliâmla, "Şayet sesinizi çıkarır ve bize itaat etmezseniz, sizin âkıbetiniz de böyle olur" demek istediler.

Çok acı ve elem vericidir ki, bundan 16 sene evvel işlenmiş olan bu kanlı vahşete, dünya ülkeleri insanlık âlemi hâlâ seyirci vaziyette duruyor.

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vahdetü'l-Vücud ve Vahdetü'ş-Şuhud meslekleri



Mehmet Bey:

*“Muhakemât’ın 133. sayfasında: ‘Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi fark ve sahv’dir; ehl-i vahdetü’l-vücudun meşrebi mahv ve sekir’dir. Sâfi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahv’dır” denilmektedir. Burada, ehl-i vahdetü’ş-şühudla, sâfî meşrebin meşrepleri, fark ve sahv olmuş, yani ikisi de aynı olmuş olmuyorlar mı?”

Vahdetü’l-vücud mesleği, Hallac-ı Mansur, Muhyiddini-i Arabî ve Sadreddin-i Konevî gibi az sayıda evliyânın, Allah aşkının verdiği yüksek heyecanın zevkiyle ve sevkiyle girdikleri, akla konuşma izni vermeyen, kendine özgü, zevkli bir kalp ve aşk yoludur. Aklın sustuğu, aşkın da bu sebeple meydanı boş bularak kalbe sarhoşluk verdiği bu mesleğe göre, Allah’tan başka gerçekte hiçbir varlık yoktur. Var olduğunu gördüğümüz eşya, hayalden, gölgeden ve zandan ibarettir. Gerçekte var değildir. Var olan yalnızca Allah’tır. Bu sebeple bu meslek sahipleri “La mevcude illâ hu” (Allah’tan başka hiçbir şey yoktur) derler. Oysa Kur’ân, “lâ İlâhe illâ hu” (Allah’tan başka ilâh yoktur) demektedir.

Gerçekte, Allah’tan başka varlıklar elbette vardır. İçinde yaşadığımız varlıklar âlemi, Allah’ın halk ettiği varlıklardan ibarettir. Var olan bir şeye yok demek, ya da hayal, vehim veya gölge saymak gerçekle bağdaşmaz. Kur’ân’ın ana caddesi bunu reddeder. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Hallâk, Rezzak gibi çok isimlerin mazharları olan varlıklar, hayal veya vehim sayılamaz. Madem Allah’ın isimleri hakikattirler; isimlerin mazharları olan varlıklar da hakikattirler.1

Bu sebeple bu yola girenler İslâm Tarihi boyunca genelde anlaşılmamışlar; meselâ Hallac-ı Mansur gibi bir hakikat âşığı “Ene’l-Hak” (Ben Hak’kım) dediği için şirkle itham edilerek idam edilmiştir. Oysa Hallac-ı Mansur tevhid inancına şiddetli Allah aşkı penceresinden baktığı için, Allah aşkının yanında diğer varlıkların bir hiç olduğunu düşünmüştür. Muhyiddin-i Arabî’nin de Şam’da dağa çıkarak “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!” diye bağırdığı, bu sebeple zamanında şirk koşmakla suçlandığı, sonradan Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a giderken bu yeri açtırdığı ve bu yerde bol miktarda altın bulduğu, binâenaleyh Muhyiddin-i Arabî’nin insanları dünya malına meyletmekten sakındırmak istediğinin böylece ortaya çıktığı rivayet edilir.

Vahdetü’l-vücud mesleği bir aşk mesleğidir; bu meslekte mahv ve sekir vardır, yani kendini Hak önünde hiç bilmek ve bunun sarhoşluğu içinde yaşamak vardır. Bu meslekte akıl gözü bunun için kördür. Bu meslek bir felsefe mesleği değildir. Bu sebeple günümüzde felsefecilerin tevhid inancına sahip olmadan bu yola girmeleri sakıncalıdır, şirke kapı açar. Muhyiddin-i Arabî bile bu sebeple “Bizden olmayanlar bizim kitabımızı okumasınlar” demiştir. İyi bir tevhid inancı terbiyesinden geçmeyene ve âşık olmayana bu meslek zarar verir. Çünkü Allah’ın varlığı yanında varlıkları bir gölgeden ibaret gören ve yok sayan bu meslek, tevhid inancına sahip olmayanların elinde, “O’ndan başka hiçbir şey yoktur; her şey ondan ibarettir” gibi bir söylemle, varlıklar adına Allah’ı yok saymak gibi tehlikeli bir inkârcılığa kapı açabilir.

Bununla beraber, bu yola girenler Hak aşkı için girdiklerinden, Bediüzzaman Hazretlerine göre Hak katında makbuldürler; fakat keşfiyâtları mizansız olduğu için, hudutları çiğnemişlerdir. Bu sebeple şahısları itibariyle yüksek ve harika birer kutup oldukları halde, tarikatları gayet kısa kalmış ve rağbet görmemiştir.2

Vahdeti’ş-Şuhud mesleği ise fark ve sahv mesleğidir. Yani varlık noktasında boğulmamış, kulluk noktasında yoğunlaşmış, halk ile Hâlık’ı birbirinden ayırmış, Yaratıcı ile yaratılanı birbirine karıştırmamış, bilâkis tefrik etmiş, arasına fark koymuş, Yaratıcıya Vacibü’l-Vücud demiş, yaratılana ise mümkinü’l-vücud diyerek Allah’ın dışındaki eşyanın varlığını Allah’a bağlamıştır. Bu açıdan bu meslekte gidenler ehl-i sahvdirler. Yani yollarında akıllı ve uyanık yürümüşler, aklı ihmal etmemişler, akıl ile kalbi birlikte götürmüşlerdir. Bu sebeple Bediüzzaman, Vahdeti’ş-Şuhud mesleği için “zararsızdır; ehl-i sahvın yüksek bir meşrebidir” demiştir.3

Muhakemât’ta bahsettiğiniz yerde Bediüzzaman “Sâfî meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahv’dır” demekle, şüphesiz, zararsız ve arı (sâfî) meşrebin fark ve sahv mesleği olan Vahdetü’ş-Şuhud mesleği olduğunu kaydetmiştir.

Dipnotlar:

1- Lem’alar (yeni tarz), s. 146

2- Lem’alar (yeni tarz), s. 143

3- Mektûbât (yeni tarz), s. 147

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

İki yanlıştan bir doğru çıkmaz



Geçen günlerde Vatan gazetesinin bir haberinde türban konusunda askerlerin referans olarak gösterecekleri bir kitaptan bahsediliyordu. Buna göre, 21 Şubat Perşembe günü yapılacak Çankaya Köşkü’ndeki MGK toplantısında askerler türban konusunda bu kitaba dayanarak türbanın/başörtüsünün serbest olamayacağı görüşünü ileri süreceklermiş.

Vatan gazetesinin konu edindiği kitaptan alıntı yaptığı bölümlere göz gezdirecek olursak, iki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını hemen herkes müşahede edebilir.

Prof. Dr. Cahit Tanyol’un l989 yılında basılmış “Laiklik ve İrtica” isimli kitabından alıntı yapılan bölümleri okuyalım. Bir an için, Prof. Tanyol’u tarafsız bir bilim adamı sayalım, önyargılı olmayalım. Kitabın isminin de subjektif olup olmadığını tartışmaya açmayalım şimdilik. Motamot aktarılanlara göz gezdirelim.

“Son zamanlarda ortaya çıkan türban olayı irticanın en belirgin örneğidir. Örtünmeden (tesettür) söz eden Nur ve Vakıa Sûrelerindeki âyetler ne inanç ve ne de ibadetle ilgilidir.Türban olayının hukukî bir tarafı da yoktur. Bu konu moda ile ilgilidir. Yaptırım gülünç olmaktadır.”

Bu paragraftaki yanlışlara bir bakalım. Son zamanlarda ortaya çıkan türban olayı, demek yanlış. Çünkü olay l989’lardan çok önce de vardı. Bu bir. Türban olayından kasıt tesettürdür. Bu iki. Tesettür âyetleri Nur Sûresinin 24/31 âyetlerinde ve Ahzab Sûresinin 33/59 âyetlerinde geçer. Tanyol Vakıa Sûresi diye biliyor. Vakıa Sûresinin tesettür/örtünme hükmü ile alâkası yoktur. Bu üç. Tanyol bunu böyle biliyorsa bu yanlıştır. Bu dört. Eğer araştırıp da yazmışsa, yanlış araştırma ve nakil var. Bu beş. Türban olayı bir moda ise ve hukukî bir tarafı yoksa nasıl oluyor da bir moda rüzgârı için bu kadar irtica, mürteci, tehlike, yasak gibi ciddî ve ağır terimlere malzeme olabiliyor? Bu da altı. Nur ve Ahzab Sûrelerinde bahsi geçen tesettür ise ve Allah’ın emri, Peygamberin de uygulamasında tarihî süreç içinde uygulanmış bir dinî vecibe ise, nasıl oluyor da türban, yani tesettür, ne inanç, ne de ibadetle ilgili değildir, olamaz hükmü veriliyor? Bu yedi. Madem ki türban modadır ve moda konusu olan bir şey hakkında yaptırım gülünçtür. O halde MGK toplantısına bile gündem maddesi olacak kadar ciddiye almak niye veya niçin? Bu da sekiz..

Alıntıdan alıntı yapmaya devam edersek, “Ama bir genç kız hem de üniversiteli çıkar da ‘Ben Kur’ân’daki Nur ve Vakıa Sûrelerindeki âyetlere uyarak başımı örteceğim’ dese/derse ve bu bireysel olmaktan çıkarsa açık ve seçik bir irtica olayı ile karşı karşıyayız demektir.”

“Amma bir genç kız hem de üniversiteli çıkar da” bu cümledeki anlatım bozukluğu Prof. Dr. Cahit Tanyol gibi bir bilim adamının yapacağı Türkçe hatası olamaz. Ayrıca üslûp, dil ve anlatım teknikleri bir bilim adamının üslûbu değil. Konumuz yazım ve anlatım hataları olmadığı için geçiyorum.

Paragrafta bir kız dinî inancı gereği örtünmek istiyor, bir haktan bahsediyor. Eğer bir hak/hürriyet araması ve isteği söz konusuysa, “bir genç kız, hem de üniversiteli” ayırımı hukuken yanlış. Eğer farz-ı muhal suç ise, üniversiteli olmayınca, hafifletici unsur mu var bu hukuk sisteminde? Bu da ayrı bir yanlış.

Devam edelim bay yanlışlar serisine: “Genç kız âyetlere uyarak ben başımı örteceğim dese/derse ve bu bireysel olmaktan çıkarsa…” Burası da tam bir facia. Birisi dinî inanç gereği başını örteceğini söylüyor. Bu hak ya var, ya da yoktur. Siyakına bakarsak, ikinci cümledeki “bireysellikten çıkarsa” şartı anlamsız. Hak ve hukuk bireysel olamaz ki… Olsa olsa “suçun şahsîliği” hukukta esas olur. Burada bir hak kazanımı var. Ve bireysellikten çıkış, yani emsal dâvâ gibi, diğer vatandaşların da örtünme hakkından istifadesi hangi medenî hukukta suç haline geliyor? Tanyol’un cümlesinden çıkan kaziye-i mutlaka’ya bakınız. “Ve bireysel olmaktan çıkarsa açık ve seçik bir irtica olayıyla karşı karşıyayız demektir.” Şu mantık çıkarımından biz de şunu çıkarabiliriz kıyas-ı fasit olarak: “Duvar beyazdır. Şeker de beyazdır. O halde duvar şekerdir.”

Vallahi, karar bana kaldığına göre, bu yanlışlar silsilesinden bıktım, burada sonlandırıyorum. Bir iki paragrafı bu kadar anlam, kıyas-mantık hatası ve yanlışlar dizini ile dolu bir kitabı başörtüsü/türban/tesettür konusunda referans almak ne derece isabetli olur, iyi düşünmek lâzım. Bizden söylemesi.

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Rutin ve sınırlı



TSK’nin sınırötesi operasyonuyla ilgili çeşitli senaryolar ve iddialar var. Kimilerine göre tampon bölge kurma amacına matuf, kimilerine göre ise Kürt oluşumunu bertaraf etmek veya zayıflatmak için gerçekleştirilmiş bir operasyon. Aslında operasyonun mahiyeti basit. Havadan yumuşatılan mevki ve mevzilerin karadan da taranması. Zira hava harekatından sonra PKK unsurları, yine Kandil sırtlarında arz-ı endam ediyorlardı. Kısmen bunları elimine etmeye matuf bir hareket. Dolayısıyla operasyon tam da Dışişleri Bakanı Babacan’ın ifade ettiği gibi rutin dışı değil, rutin bir hareket. Hem rutin, hem de sınırlı bir hareket. Bununla birlikte, onu rutin dışı yapan 5 Kasım 2007 sonrası yeni dönem. Yani Türkiye’nin önce havadan sonra da karadan yine sınır ötesi operasyon yapabilmesi ve bu harekâtın Saddam sonrası en büyük harekât olma özelliği taşımasıdır. Türkiye zaten sınırötesinde 18 harekat yapmıştı. Daha önce zayıf konumda iken, Türkiye ile işbirliği yapan Kuzey Iraklı Kürt partiler, işgal sonrası ABD’ye yaslanarak Türkiye’ye kafa tutmuşlar ve devranın da böyle gideceğini ummuşlardı. Türkiye’nin yeni harekatıyla birlikte umdukları dağlara kar yağmıştır. Şimdi, ‘nerede hata yaptık’ diye düşünecekleri yerde, Amerikalılara lânet okuyorlar. Kendilerini sorgulayacakları yerde, başkalarını sorguluyorlar. Halbuki, Amerikalıların ahlâkî noktadan pragmatik oldukları bilinen bir gerçek. Onların çıkarlarından başka müttefikleri yoktur. Bunu bilmeleri gerekirdi. Niye, Türkiye ile müttefik idiyseler, yine o nedenle Kürtlerle bir dönem müttefik olmuşlardır. Çıkarlarına geldiği oranda ve müddetçe de bu böyledir. Övünmenin veya dövünmenin bir faydası yok. Bu durumda komik duruma düşen Amerikalılar değil, Amerikalılara güvenenlerdir. Bu kaçıncı lades. PKK’cılar da sadece Amerikalılara değil, ‘Bizi sattı’ diye Kürtlerin Mam veya Amerikalıların yeni Tom amcası Celal Talabani’ye de veryansın ediyorlar. Celal Talabani zaten kullanarak veya kullanılarak ayakta kalıyor. Adam profesyonel bir siyasî pazarlamacı. Adamın zaten hiçbir zaman kendi politikası olmadı ki… Hep aracıydı. Övünmenin, dövünmenin veya yerinmenin bir âlemi yok. PKK’lılar, Amerikalılara ve Talabani’ye kızmışlar. Barzani’yi ‘es’ geçmişler. Bu da Barzani ile işbirliği halinde olduklarını gösterir.

***

Sadece PKK’lılar değil, ‘geçmişte Türkiye ile iyi günlerimiz ve dostluklarımız oldu ve hatta PKK’ya karşı birlikte mücadele ettik’ diyen Neçirvan Barzani de PKK’lılar gibi hayâl kırıklığını ifade etmiş. ABD’nin Türkiye’ye istihbarat sağlamasını ve onun da ötesinde hava ve kara harekatı için izin vermesini dostluklarına yakıştıramamış. Zannetmiş ki, Barzani için ABD, Türkiye ile sürekli sürtüşecek. Kürt partilerin bir nevi fedaisi haline gelecek. Dolayısıyla Barzani ve benzerleri ABD ile ilişkilerin kimyasını kavrayabilmiş değiller. İlişkinin tabiatını hissi bağlama oturtuyorlar. Amerikalılardan güçlerini ve çıkarlarını aşan manevralar ve ittifaklar bekliyorlar. Christian Science Monitor gazetesine göre, Kuzey Irak’taki yerel Kürt yönetiminin üst düzey yetkilisi Neçirvan Barzani, Türkiye’nin, ABD’den aldığı destek ve istihbarat yüzünden “cesaretlendiğini” ileri sürüyor. Gazeteye göre Neçirvan Barzani, “Amerikalılar, Türklere istihbarat sağladı ve bölgemizi bombalamasına izin verdi. Şimdi de Türkler daha fazlasını istiyor. ABD’nin, Türklerin Irak hava sahasını kullanmasına izin vermesi büyük bir hataydı” görüşündeler.

***

Türkçe’de güzel bir tabir vardır. “El parasıyla gerdeğe girilmez” derler. Sudanlılar hep böyle yaptıklarından, ömür boyu gerdek borcu öderler. Baba Barzani de Mehabad’da Sovyet desteğiyle ve daha sonra da Şah’ın ve Amerikan desteğiyle hareket etti ve ömrünü yanlış güvenin hayâl kırıklığıyla birlikte gurbette tamamladı. Leyla Zana, kimi kastediyorsa, ‘ümmetçilerin’ Kürtleri yüzüstü bırakmalarından yakınıyor. Ve kendisi de kavmiyetçi olduğu halde, ümmetçi bilinen Şeyh Said’e atıfta bulunuyor. İlişkilerde tutarlılık arayanların, kendilerinin de biraz tutarlı olmaları gerekmez mi?

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yakın tarihimize yabancıyız



İçerde ya da dışarda ‘düşman’ ararken, belki de asıl ‘düşman’ların farkına varamıyoruz. Malûm olduğu üzere bizim asıl düşmanımız ‘cehalet, zaruret ve ihtilâf’tır. Bu üç düşmanla başa çıkmanın yolu da bellidir: San’at, marifet, ittihad.

24 Şubat 2008 Pazar günü, İstanbul Bağcılar Kültür Merkezinde düzenlenen bir toplantıda bu ‘düşman’lar ve bunları mağlup etmenin yolu bir defa daha gündeme geldi.

“Mehmed Âkif ve Yakın Tarihimiz” konulu ‘sohbet’ toplantısının konuşmacısı, değerli araştırmacı yazar M. Ertuğrul Düzdağ Ağabeyimizdi. Risâle-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği toplantıda konuşan Düzdağ, Mehmed Âkif’i çeşitli yönleriyle tanıtırken bilhassa çalışkanlığı ve gayreti üzerinde durdu. Âkif’in şiirlerini ‘üzerinde çalışarak’ yazdığına dikkat çeken Düzdağ, “Âkif’in şiirlerini okuyanlar ‘çok kolay’ şiirler olduğunu düşünür. Ama benzerini yazmaya kalkanlar buna mavaffak olamaz. Çünkü Âkif, şiirleri üzerinde günlerce, bazen aylarca çalışmış ve son şeklini vermiştir. Onun şiirleri çalışma ve gayretin ürünüdür. Âkif’in çalışkanlığını örnek almalıyız” anlamında tesbitlerde bulundu.

Tabiî ki konu Mehmed Âkif olunca, anlatılan sadece ‘tarih’ olmadı. Sohbette, ‘gizli çehreler’ de gündeme geldi. Tarihimiz, müsbet ya da menfî tesirler bırakan şahsiyetlerle dolu. Ne yazık ki bu şahsiyetlerin çoğunu gerçek yönleriyle tanıyamıyoruz. Sadece bize tanıtıldıkları kadarıyla iktifâ ediyoruz ki bu da yanlış yorumlara sebep oluyor.

Mehmed Âkif’ten bazı hatıralar da nakleden Düzdağ; Âkif’in, konuşması esnasında kendisini dinleyenlerin “Sahi mi, doğru mu söylüyorsun?” şeklindeki çıkışlarından çok rahatsız olduğunu ve “Ben yalan söyleyebilir miyim ki sözlerimin doğru mu olduğunu tekrar soruyorsunuz?” şeklinde mukabelede bulunduğunu hatırlattı.

“İstiklâl Marşı”mızı da yazan ve ‘doğru’luktan ayrılmayan Âkif’in, sonraki yıllarda peşine ‘polis takıldığı için’ Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldığını da hatırlatan Düzdağ, bu konuların yeterince bilinmediğine ve tartışılmadığına dikkat çekti.

Mehmed Âkif’in her türlü ‘istibdad’a karşı çıktığına da dikkat çeken Düzdağ, “‘Dindar diktatörlük’ de olsa ona da karşı çıkmalıyız. Çünkü hürriyet, İslâmın özünde var” şeklinde konuştu.

“Bazı arkadaşlar Âkif’le ilgili filmler hazırlayıp, roman yazmak istiyor. Ama gerekli araştırmaları yapmıyorlar. Bu yönüyle cehil ve tembellik içinde yüzüyoruz. Bu yanlıştan kurtulmalıyız” diyen Düzdağ, konuyla ilgili bir iki hatırasını da nakletti.

Kadınların asıl görevinin ‘ev’lerde olduğuna da dikkat çeken Düzdağ, “İslâmî camiâ bu konuda da yanlışlara düşüyor. Bugün ilahiyat fakülteleri ve imam hatip liselerinde sadece kız öğrenciler kaldı. Bunun ‘faturası’nı da sonraki yıllarda öderiz” tesbitinde bulundu.

İki saatten fazla süren toplantı ilgi ile takip edildi ve yakın bir zamanda benzer bir toplantının daha yapılması dinleyiciler tarafından talep edildi.

Her konuda olduğu gibi, ‘yakın tarih gerçekleri’ konusunda da cehâletimiz sona ermeli. Bu konuya tahşidat yapanlara maddî ve mânevî destek vermek de vazifemiz...

26.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Bedel”in bedeli



Sınır ötesi kara harekâtı devam ederken, Genelkurmay, terör örgütüne ağır kayıplar verildiğini bildirdi. Harekâtın dördüncü gününde 63 hedefin vurulduğu, 112 teröristin öldürüldüğü ve 15 şehid verildiği açıklandı.

Türkiye, Anadolu şehirlerine getirilen şehidlere ağlarken, kamuoyunda harekâtın ne getirip, ne götüreceği henüz tartışılmıyor. Ne var ki, Türkiye’nin Afrika ve Ortadoğu’ya yönelik “yeni açılımı” çerçevesinde Cumhurbaşkanı Gül’ün ertelenen Afrika gezisini en kısa zamanda yapacağı açıklanırken, bu süreçte Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Saleh’in Ankara'ya gelmesi dikkat çekici.

Saleh, Başbakan Erdoğan ve Avrupa’nın Sarkozy’den önceki ilk “Bush hayranı” İtalyan eski Başbakanı Berlusconi’yle birlikte Kuzey Afrika’yı da içine alan “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı.

Bu açıdan, Gül’ün Afrika gezisi öncesi Saleh’in ziyaretinin Kuzey Irak’taki harekâtın arka plânının konuşulduğu bir sıraya denk gelmesi, Irak işgalcisi ABD ve işgal ortaklarının “Türkiye’den beklentileri” hakkında bazı “ipuçları” veriyor…

* * *

Bilindiği gibi, son Ortadoğu turunda petrol fiyatlarından şikâyetçi olan Bush, Suudî Kralı Abdullah’tan OPEC’in vanayı açıp petrolü ucuzlatmasını istemiş ve Amerika’daki ekonomik krizi aşmak için yüklü miktarda silâh satışı yapmıştı.

Bush bununla da kalmamış; Cumhurbaşkanı Gül’le aynı güne “rastlayan” Mısır ziyaretinde, Amerika’da büyük tartışmalara yol açan, yüz milyarlarca dolarlık büyük masraflara mal olan ve kayıpları üç bini aşan Irak’taki işgal gücünün yerini Müslüman ülkeler olarak “Türkiye’nin Mısır’la birlikte doldurması”nı gündeme getirmişti.

Keza, Gül’ün Katar ziyaretinde, bu ülkenin ABD ile ortak LNG yatırımları çerçevesinde doğalgaz havzasının öteki tarafındaki İran’a karşı kullanılması söz konusu olmuştu.

Gerçek şu ki Amerikan yönetiminin, yıllarca Bekaa Vadisi’nde, Kuzey Irak’taki kamplarda, Kandil Dağı’nda himâye edip palazlanmasına göz yumduğu terör örgütünü Bush’un ağzıyla “düşman” ilân edip tasfiyesi için “istihbarat desteği” vermesinin bir “karşılığı” olmalıydı. Çünkü ABD hiçbir şeyi “karşılıksız” vermezdi ve mutlaka “çıkarı”nı her şeyden önce tutardı…

Tıpkı Ronald Reagan’ın hayalini kurduğu “Yıldız Savaşları” için uzaya yüzlerce “casus uydu” gönderen ABD’nin, uydunun arızalanıp başa belâ olması, dünyanın, belki de Amerika’nın başına düşmesi tehdidine karşı denizden fırlatılan füzeyle vurması gibi, yıllarca istimal ettiği “terör örgütü uydusu”nu vurmasını “desteklemesi”nin bir sebebi olmalıydı.

Peki, 65 generalini konuşlandırdığı Ankara’da âdeta bir “küçük Pentagon” kuran ABD’nin, Türkiye’ye “istihbarat desteği” vermesinin maksadı nedir? Bunda çıkarı ne olabilir?

Belli ki neoconlar, Amerika’daki başkanlık seçimleri öncesi, kontrollerindeki Irak’ta conilerin bir kısmını çekecek, yerine Türk askerini koyma peşinde. Okyanuslar ötesindeki çıkarlarını “güvence” altına almanın, hiçbir riske girmeden, 30 yıllık uyduruk anlaşmayla Cheney’in şirketlerinin de aralarında bulunduğu uluslar arası sermayenin ağababaları Amerikan petrol holdinglerinin kaptığı petrol ihâlelerini korumanın gayesinde...

300 bin askerle tutunamadığı Müslüman Irak’a karşı asırlarca bu bölgeyi bir “vilâyeti” olarak adaletle yönetmiş Osmanlının mirâsını devralan Müslüman komşu Türkiye’yi “taşeronu” yapmak. Teslim aldığı halde bir türlü oluşturamadığı “sömürgeciliği”ni yerleştirip devam ettirmek.

En vâhimi, Mehmetçiği, işgale karşı ülkelerini savunan “direnişçi” ve hatta “isyancı” dediği Irak halkıyla karşı karşıya getirtmek. İstediği zaman değiştirdiği ve tamamen Washington’a bağlı güdümündeki yönetimi kollamak…

* * *

ABD, “stratejik müttefiki” Türkiye’ye bu “görevi” vermekle de yetinmiyor; ayrıca Türkiye’nin terör örgütüyle mücadelesini, İran’a saldırma senaryosunda istimal etmeyi plânlıyor. “ABD ile terörle mücadele” ortaklığı perdesinde…

Oysa, ABD ile Türkiye’nin “terörle mücadeledeki ortaklık” ve “işbirliği” iddiası, hiçbir ortak yanı olmayan bir uydurmadan ibâret. Zira ABD’nin İran’ın da bîzar olduğu ve her fırsatta bombalayıp imhasına çalıştığı PKK–PEJAK’ın tasfiyesine karşı olmadığı ortada.

Türkiye’nin terörle mücadelesini öteden beri “ABD’nin terörle mücadelesi”yle aynı anlama çekme oyununun altında da bu yatıyor. Oysa, İran’ın karşı koyduğu PKK’nın İran kolu olan PEJAK, ABD tarafından hâlâ hararetle destekleniyor. Ve Türkiye’ye yönelik terörle ABD’nin daha çok yine kendi icâdı olan “El Kaide” ve benzerî örgütler arasında hiçbir bağ bulunmuyor.

Görünen o ki, PEJAK’ı İran’a karşı kullanmayı sürdüren ABD’nin, “işi bittiği” ve “kullanma miâdı” dolduğu için PKK’yı “düşman” ilân etmesinin “bedeli” ağır olacağa benziyor.

Sınır ötesinin ardından Türkiye’den bu “bedel”in “Irak işgaline ortak” ya da “İran saldırısına destek”le ödenmesinin istenmesi, doğrusu dehşet verici…

Şehid kanı hiçbir emperyalist gücün menfaatine “bedel” olamaz. Ankara, bu “bedel”in bedelini düşünmeli…

26.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri