"Gerçekten" haber verir 04 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Şeâir-i İslâmiye



Din bir değerler bütünüdür. İnsana inanca dayalı bir hayat felsefesi ve ona göre de bir yaşama kültürü verir. Bunun sonucu olarak insanın dünyayı algılama ve anlamlandırma şekli, ahlâk ve estetik anlayışı ortaya çıkar. Bu da insanı ve insanlardan oluşan toplumu şekillendirir.

Her dinin kendine has ahlâk, estetik ve varlığı anlayış biçimi vardır. Sosyo-kültürel hayatta da bunun izleri açıkça görülmektedir. Bu da kendisini semboller, kurallar ve kavramlarla belli eder.

Dinin asıl belirgin sembolleri, ibadet ve ibadete vasıta ve vesile olan, Allah’ın emri olarak yapılagelen hususlardadır. Bunlara İslâm dininde, Kur’ân-ı Kerimin ifadesi ile “şeâir” adı verilmektedir. Namaz ibadetinin cemaatle icrâ edildiği camiler ve insanları camiye ve ibadete çağırmak için ezanın okunduğu minareler dinin sembolleri olup “şeâir” tabir edilen vazgeçilmez özelliklerindendir. Aynı şekilde Allah’ın emrini yansıtan ve kişinin dindarlığını gösteren “başörtüsü” ve bir insanın Müslüman olduğunu anlatan “selâm” ve “besmele” dinin ve dindarlığın alâmetleridirler.

Şeâir, dinin ortak dilini ve kültürünü yansıtır. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz “Bismillah” diyen ve Müslümanca selâm veren birinin Müslüman olduğu anlar ve bu ortak din dili ile anlaşırsınız. Fertte ve toplumda dinin varlığını hissettiren bu ritüeller, Kurân-ı Kerim’de “Şeâirillah” kelimesi ile ifade edilir. (Bakara, 2:158)

Şeâir lügatlerde “iz, alâmet, sembol” anlamına gelmektedir. “Safa ve Merve” tepeleri de, Kur’ân-ı Kerimde “Şeâir” olarak nitelendirilmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Ramazan-ı Şerif”i şeâir-i İslâmiye içinde en parlak ve mıhteşemi, “orucu” ise şeâir-i İslâmiyenin en büyüklerinden sayar. (Mektûbât, 2004, s. 675) Aynı şekilde namaz, hac ve zekât da İslâm alâmeti ve Müslümanların ibadet şekli olduğu için “Şeâir-i İslam” sayılır.

Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurlarda “Şeair-i İslâmiye” terimini sosyal hayatta İslâmiyeti ihtar eden unsurlar olarak ele alır. İslâm’ın sosyal hayata bakan yönü şeâire taalluk eder. (Lem’alar, 2005, s.181) Sosyal hayatta şeâirin işlevi, dini hatırlatıcı ve öğretici yönü ile öne çıkar. Ezan, kamet, Kur’ân tilâveti, cami, cemaat ve Cuma ve Bayram namazları İslâmın şeâiri sayılmaktadır. Şeâir Müslümanların ortak dili olduğu için Kur’ân ve Ezan’ın, vahiy dili olan Arapça aslıyla okunması esastır.

Şeâirin bir diğer özelliği de, insanlığa İslâmın izzetini göstermesi, bütün Müslümanların birliğini sağlaması, “Tevhid ve Risâleti” ders vermesidir. Hal böyle olunca farzların açıktan ilân edilerek yapılması, nafilelerin ise gizli olması esastır. Bunun için İmam-ı Gazali gibi büyük İslâm âlimleri “Allah’ın farz olan emirlerini açıktan yapmak, gizli yapmaktan daha faziletli ve sevaplıdır” demişlerdir. Ezanda iman esasları ilân edilir. Cuma namazı açıktan okunarak kılınır ve bütün mükellef erkek Müslümanlara farzdır ve yalnız başına kılınmaz. Zekât açıktan verilir; ama sadaka gizli verilir. Burada hem ibadete teşvik vardır, hem de izzet-i İslâmiyenin korunması söz konusudur. (Şuâlar, 2005, s. 482)

Osmanlının yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinin en yetkili makamı olan TBMM’de 1922 yılında bir hitabede bulunan Bediüzzaman, Meclis’in görevinin her şeyden önce millet iradesini ve hilafeti bünyesinde birleştirmesi ve bütün milletlerin kalbi mesabesinde olması ve onları meclise bağlamasının şartının “Şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek” olduğunu hatırlatmıştır. Bu meclisin hem halk nezdinde itibarını artıracak, hem İslâm dünyasının desteğini sağlayacak, hem de Avrupa ve dünya devletleri nezdinde güçlü bir millet imajı doğuracaktı. (Tarihçe, 2006, s.224) Ne var ki buna riâyet edilmediği için hem halkın güveninden, hem İslâm dünyasını desteğinden yoksun kalınmış, hem de Avrupa ülkeleri nezdinde “zaaf-ı milliyetin gösterilmesi”ne sebep olmuştur. Türkiye tercihini sadece batıdan yana koyarak İslâmdan uzaklaşma politikasını şeâir-i İslâmiyeyi tahrip ederek ortaya koyunca, “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamama” ve yalnız başına kalma gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştır.

Peygamberimizin (asm) sünnetleri içinde en önemlilerinin “şeâir” kısmını teşkil eden sünnetler olduğuna dikkatimizi çeken Bediüzzaman Hazretleri (Lem’alar, 181), bu çeşit sünnetlerin “nafile nevinden de olsa şahsî farzlardan daha önemli olduğunu” belirtmektedir.

Dinî sosyal hayattan uzaklaştırmak ve hayata sokmamak isteyenlerin, “başörtüsünü” siyâsî simge olarak görüp “kamusal alandan” soyutlama çabası, şeâirin ne derece önemli dinî birer sembol olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Gazetemiz yazarı Robert Miranda (Davud Ali Selâm): Barla’da Bediüzzaman’ı yaşadım



Geçtiğimiz hafta sonu yönetim kurulumuzla birlikte İstanbul’da hizmetlerimizle ilgili üç güzel toplantı yaptık. İnşaallah bunların semeresini kısa zamanda hep birlikte yaşar ve yaşatırız.

İstanbul’dan da genel müdürümüz ve abone müdürümüzle beraber İzmir’e gittik. Gayemiz, gazetemizin okuyucularına mübarek Ramazan ayında vermeyi tasarladığı promosyon hakkında o bölgede bulunan okuyucu ve temsilcilerle fikir teâtisinde bulunmak ve diğer güzel projeleri yerinde paylaşmaktı.

Bu güzel faaliyet benim için güzel bir tevafuka da sahne oldu. ABD’li yazarımız Robert Miranda,—Müslüman olduktan sonraki adıyla Davud Ali Selâm—ve çok değerli ilim adamı, kırk yılı aşkın ABD’de bulunan Prof. Dr. Süleyman Kurter Hocamızın birkaç günden beri İzmir’de olduğunu öğrendim.

Prof. Dr. Süleyman Kurter Ağabeyin ismini, risâleleri tanıdığım 1970 yılında kendi memleketi olan Kırıkhan/Hatay’da görev yaparken duymuştum ama hiç görüşmemiştim. Bu güzel tevafuk sonucu, üç dört saat İzmir büromuzda Y. K. üyemiz muhterem Hasan Şen Ağabey, yılların hizmetkârı Selahaddin Akyıl Ağabey ve diğer ehl-i hizmet ağabey ve kardeşlerin de bulunduğu bir sohbet ortamında muhabbetimiz devam etti.

Bir gün önce İzmirlilerin rehberliğiyle Barla’ya giden bu değerli misafirlerimizden Davud Ali Selâm kardeşimize Barla hakkındaki hissiyâtını sordum. İçten ve samimî anlatışından çok etkilendim. Bu hissiyâtı kayıtlara geçirmek istedim ama yanımda kayıt cihazım olmadığı için belli bir zamandan sonra söylediği fikirleri tekrar etmesini istedim:

O İngilizce konuşarak tekrar ederken, alabildiğim beni çok etkileyen hissiyâtlarını ve müstesna fikirlerini siz değerli dostlarla paylaşmak istedim.

“Bediüzzaman’ın bulunduğu mübarek mekânlara Barla ve Isparta’ya gitmişsiniz, intibâlarınızı ve hislerinizi bizimle paylaşır mısınız?” diye sordum.

“Hay hay memnuniyetle.

“Bediüzzaman’ın risâleleri yazdığı mekânlarda dolaşırken, onun evinin penceresinden dünyaya bakarken, o büyük çınar ağacına tırmanmasını, bahçe ve kırlarda gezmesini, kısacası bütün tabiatla beraber olup, kırıksız ve kesintisiz, insanlığı ve kâinatı kuşatan hakikatlere ulaşmasının sırlarını ve o andaki hâlet-i ruhiyesini yaşamaya çalıştım.

“Onun gezip dolaştığı yerleri gezerken, kalbine ilhâmen gelen o müstesna fikirlerin çok yüksek bir İlâhî ilham olduğunu ve onları, ruh ve kalp dünyasının o temizlik ve berraklığıyla, en ilmî, en modern bir şekilde, insanlığın ihtiyaç ve anlayışına uygun olarak insanlığın önüne koyduğunu bütün netliğiyle hissedebildiğimi sanıyorum.

“Barla’daki evinde, o basit mekânda durup, pencereden tabiata bakıp, oradan dünyayı seyredip bazı fikir ve hükümler çıkarmak bizim için çok zor. Fakat Bediüzzaman için o günkü şartlarda çok kolay olduğu gibi ileriki zamanlar ve insanlar için bir birikim ve güç olduğunu hissedebildim.

“Bediüzzaman’ın, o günün dünya ve Türkiye şartlarında evinin penceresinden ve çınar ağacının dalları arasından dünyayı seyrederken, inananların, İslâmiyet’i ve modern çağın gereklerini ‘hakikat mesleğine’ uygun olarak yaşayabileceklerini ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu ve bunu başaramazlarsa çok şeylerde geride kalacaklarının plânlarını ve tesbitlerini en mükemmel bir şekilde yaptığını hissettim.

“O günkü ve bugünkü şartlarda demokrasiyle İslâmiyet’in nasıl te’lif ve tefsir edileceğinin, teknolojiye karşı mevcut şartlarla nasıl mücadele ve cihad edileceğinin ve bu tür sosyal hayatta nasıl ayakta kalınıp yaşanabileceğinin çözümlerini burada ürettiğini bütün kalbimle hissettim.

“Bediüzzaman’ın evinde bulunan her şey ve o günkü şartlarda yazılan kitapların hepsi sanki cansız varlıklar değil, cıvıl cıvıl yaşayan canlı belgelerdi. Yüreğimin, ruhumun ve bütün hislerimin onlara yakînen dokunduğunu hissettim.

“Bunlar o kadar canlı belgelerdi ki, bugünün şartlarında yaşayan biz Müslümanların nasıl ve ne şekilde yaşayacağının kesin hatlarla sınırlarını gösteren, İslâmiyet’i incitmeden, Müslüman’ı da zora sokmadan mevcut hayat şartlarında nasıl meşrû dairede kalıp ayakta kalabileceğimizi ve yaşayabileceğimizi gösteren yaşayan canlı belgelerdi.

“Bediüzzaman, Müslümanlara ‘hürriyet ve demokrasi’ fikrini ve gerçeğini hissettirdi. İnsanlığı teknolojinin esiri olmadan onu İslâm’ın ve insanlığın emrinde kullanabileceğimizi öğretti. Teknolojinin, demokrasinin, hak ve hürriyetlerin var olduğu dünyada, İslâmiyet’in gölgede kalmadan bunlara hâkim olabileceğini ve birlikte yaşanabileceğini ortaya koydu.

“Onun bulunduğu mekânlarda dolaşırken, onun yazdığı kelimelerin, cümlelerin, eserlerin ne kadar kuvvetli ve tesirli olduğunu bir defa daha bütün kalbimle ve hissiyâtımla yaşadım ve bu tesir ve güçten anladım ki, bu eserlerin sadece içinde bulunduğumuz zamana değil binlerce yıl ötedeki zamanlara da ışık tutacak kapasite ve özellikte eserler olduğunu hissettim.

“Barla’da onun evinde bulunduğum zaman içerisinde ve penceresinden dışarıya bakarken 1920’li yıllara hayalen giderek aynen onun duygu ve düşüncelerini hissettiğimi ve ortak olduğumu söyleyebilirim.”

Bu samimî hissiyâtını dinledikten sonra “Herhangi birisi gelse, sizin gibi hisler yaşayabilir mi bu önemli ve tesirli mekânda?” diye sordum.

Çok kısa ve net bir cevap verdi Miranda:

“Eğer kalp gözü açıksa!”

Ve nezaket gösterip şöyle bitirdi sözlerini:

“Bana bu fırsatı veren Yeni Asya câmiasına en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Bu coşku selinden sonra ABD’li Nur talebelerini de, Barla ve bu mübarek mekânları gelip görmeleri için teşvik edeceğim.”

Yabancı diyarda yetişmiş ama şimdi bizlerden biri olmuş birisinin, bir güne sığan tatlı hatıraları böyle. Ruh, kalp, his ve gönül dünyalarımızda esintiler meydana getirmesi dilek ve temennilerimle.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mânevî kazançların arttığı aylar



Dünyaya ahiret ticareti yapmak üzere gelen insan için mânevî kazançların arttığı üç aylara bugünden itibaren giriyoruz. Perşembe’yi Cumaya bağlayan gece de Regaib Kandili idi. Recep, Şaban ve Ramazan diye anılan üç ayların büyük faziletleri ve kazançları vardır.

Çünkü Recep ayı gelince her iyilik ve ibadetin sevabı, diğer zamanlarda on iken yüzü geçer. Şaban ayında üç yüzden fazladır. Ramazanda ise bini bulur, Cuma gecelerinde binlere ve Kadir Gecesinde otuz bine çıkar.1

Madem dünyada ahiret ticareti yapmak için bulunuyoruz. Orada geçer akçe de sevaplardır. Öyleyse bu ayları bol bol namaz kılarak, oruç tutarak, hayır hesanat yaparak ve günahlardan uzak kalarak değerlendirmenin tam zamanı.

Resûl-i Ekrem (asm), “Benim ayım” diye nitelendirdiği Şaban ayının günahları temizleyici oluşuna da özellikle dikkat çeker.2 “Allah’ım, Recep ve Şaban aylarını mübarek ve bereketli eyle!”3 diye duâ eder, Ramazan’dan sonra en çok Şaban ayında oruç tutar. Ayşe validemiz, bu ayı kastederek Resûlullahın (asm), “Ramazan’dan başka bir ayın orucunu tam tuttuğunu görmedim. Şaban’daki kadar da oruçlu olduğu bir ay görmedim”4 dediğini nakleder. Resûlullahın (asm) bazan Şaban ayının tamamını oruçlu geçirip Ramazan’la birleştirdiği de olmuştur.5 “Ramazan’dan sonra sevabı en çok olan oruç ayı hangisidir?” şeklinde sorulan bir soruyu ise “Ramazan’ın şanını yüceltmek için Şaban ayında tutulan oruçtur”6 diye cevaplandırmışlardır.

Resûl-i Ekrem (asm) çoğunu veya tamamını oruçlu geçirdiği bu ayda daha çok ibadet eder, daha çok hayır yapardı. Amellerin bu ayda âlemlerin Rabbine yükseltildiğini bildirir, insanların gâfil oldukları bu ayda “Oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim”7 buyururdu.

Ramazan ayına gelince, bilindiği gibi bu ay diğer aylardan da üstündür. Hele içerisinde bir Kadir Gecesi vardır ki bin aydan hayırlıdır. Orucunun, namazının, duâsının, hayrının sevabı kat kat fazladır.Üç aylarda yer alan Regaib, Mi'rac, Berat ve Kadir Gecesi gibi kandil geceleri, mânevî grafiğin yükseldiği gecelerdir. Âhirete yatırım yapmak için en büyük fırsatlardır. Demek oluyor ki, üç aylar mânevî dünyamızın en parlak, en aydınlık, en zevkli, en kazançlı aylarıdır. Bu aylarda bilhassa Ramazan’da yapılan zekât, hayır hasenat, çeşit çeşit iyilikler, hayırlar hep bu kazancı arttırmak içindir. Okunan Kur’ân’lar, mânâsını anlama, tefekkür etme yolundaki gayretler, zikir ve fikirler, duâ ve ibadetle farklı bir atmosfer sergileme, üç ayların şuuruna erenlerce yapılan hareketlerdir. İhlâs ve samimiyetle yapılan bu ibadetler gafleti dağıtıp iç dünyamıza nûr ve sürur serperken, sevap hanemizi kabartır; günah, kötülük, sefahet ve zulümlerle kirlenen mânevî havamızı temizler.

Üç aylardan gerekli istifadeyi alabilenlere ne mutlu!

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 416. 2- Keşfü’l-Hafa, 2 : 9. 3- Müsned, 1 : 259. 4- Buhârî, Savm: 51. 5- İbni Mâce, Savm: 4. 6- Tirmizî, Zekât: 28. 7- Feyzü’l-Kadîr, 2 : 323 (H. 1954)

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Trabzon ve Uzungöl Yaylası



Çok derin kültüre sahip ve birçok cihetlerle Türkiye’ye ve dış dünyaya ses veren Trabzon, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu ve 1868 yılında vilayet olan Trabzon, Türkiye’mizde ayrı bir değer. 4.685 km² yüzölçümüne sahip olan Trabzon topraklarının % 30’u dağlık, % 60’ı kıyıdan içeriye doğru gittikçe yükselen ve ortalama 25-30 metre arasında değişen bir eğilim gösteren alanlar biçimindedir. İl sınırları içerisinde Kemer (2.856 m), Kastan (2.500 m.), Çakır göl (3.063 m.), Zigana (2.536 m.) ve Horos (2.396 m.) dağları yer alır.

Uzungöl bir köy ve yayla. Turistik pansiyonları, alabalık lokantaları, küçük tip otelleri ve manzarası ile, az bulunur bir güzellikteki konaklama yeridir. Uzungöl, fıtrî manzarasıyla izleme, yürüme, tırmanma ve botanik turizmine uygun bir yerdir. Uzungöl’de vadi içinden akan temiz berrak su, dar ve uzun küçük bir göle dökülür ve oradan taşarak akar ve Of kasabasından denize ulaşmak üzere Solaklı Deresi çayına katılır. Bu temiz ve berrak sulu dere ve oluşturduğu göl, karaçam ve diğer Karadeniz dağ ağaçlarından oluşan ormanla çevrilidir. Uzungöl’ün bulunduğu bölge daima bulutludur, zirvesinde yaz aylarında bile kar vardır. Gökyüzünün mavisi, güneş, bembeyaz bulut, yemyeşil orman ve berrak sudan oluşan manzara insanın tefekkür kaynaklarındandır. Uzungöl’den yukarıya, Soğanlı Dağı’na veya Sultan Murat Yaylası’na gidilir ve Çaykara’dan yukarıya doğru giden yol, Bayburt’a bağlanır.

Uzungöl, Trabzon’a 110 km uzaklıkta, Of ilçesine 38 km mesafededir. Yüksek dağlar arasında oluşmuş bir vadidedir. Bu dağlar, yeşilliklerle ve muhteşem manzaralarla dolu ve yerli yabancı misafirlerin nefes aldığı, yer bulamadığı bir mevkidir. Böyle bir yerde Trabzonlu can dostları ve ilme âşık şahsiyetler, eğitim-öğretim yılı sonunda, Anadolu’nun sıcaktan kavrulduğu bir zamanda, büyük fedakârlıklarla, üniversiteli ve liseli gençlerin bir kısmını, burada bir araya gönüllü olarak getirdiler ve şahsımla beraber bazı zatları bu güzide programda bulunmak nimetinde istihdam ettiler.

Bizler de, yılların tecrübe, birikim ve şevki içinde, bu eğitim arasında, ilimlerle mücehhez olmak ve hafızaları kuvvetlendirmek ve teknolojinin imkânlarıyla dünyayı bir masaya yatırıp, 7 milyarlık dünya ailesinin okuyan 2 milyar talebesiyle müşterek bir noktada buluşmak için, seçtiğimiz paket konuların derinliklerine daldık. Üstünde durduğumuz ve müşterek okuduğumuz konuların bazı başlıkları şöyle:

“Müjde Peygamberi” Efendimiz (asm). Belgelerle dünyada İslâmî gelişmeler. Bediüzzaman’ın Rusya hakkındaki tesbitleri, tahakkukları ve dökümanlar. Bediüzzaman ve beşerî münasebetler. Bediüzzaman ve basın, slayt gösterileri. Gençliğin önündeki tehlikeler ve çıkış yolları. Âyetler ışığında okumanın maddî-mânevî önemi, örneklerle. Hz. Mevlânâ’dan Hz. Bediüzzaman’a benzerlikler. 41. sene-i devriyesinde Abdülmecid Nursî Ünlükul. Ülkenin birlik ve beraberliği ve ittihad-ı İslâm. İlmihal bilgileri, tesbihat ve okuma teknikleri. vs.

Bu önemli programın bitişi de renkli oldu. Çünkü bu okuma programında bulunan talebelerin bir kısmının aileleri ve Yeni Asya gazetesi Trabzon temsilciliğinin organizesiyle çevre il ve ilçelerden gelen diğer can dostlarıyla tarihî bir kaynaşma ve piknik oldu. Muhabbet ve kardeşliğin hâkim olduğu bu yerde, sahillerin adeta yandığı bu mevsimde, burada üşüyen ve kışlık giysilerini giyen pek çok kişi birlikteydi bizimle.

Bu harika mevkide bizleri bir araya getirmenin maddî ve manevî külfetine, emeğine, gayretine ve gönül zenginliğine katkıda bulunan ve bizleri yalnız bırakmayan başta İntizam Seyda, Adem Şahintürk, Mehmed Er, Ahmed Karpuz Beylere ve diğer ağabey ve kardeşlerime ve hasseten programın son ânına kadar büyük bir ciddiyet ve azimle katılan üniversite ve liseli gençlere binler tebrik ve binler teşekkürler.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Feyiz günleri: Üç Aylar



Yıllardan hicrî 1429. Aylardan Recep. Günlerden Receb’in bir’i. Üç Aylara bugün girdik.

Hızla gençleşmeye doğru koştuğumuzun farkındayız değil mi? Dikkat edin: Ölüme doğru değil; gençleşmeye doğru! Ebedî gençliğe doğru koşuyoruz hızla.

İşte bu üç ayda yaptıklarımız hızla kendisine koştuğumuz ebedî gençliğimizin ziyneti olacak, tâcı olacak, tahtı olacak.

Bu üç ay bunun için önemli. Mücevherat ayları da denebilir bu aylara bu açıdan. Bu üç aylarda alacağımız mücevheratı, ileride ebedî gençlikte başımıza, boynumuza, gönlümüze taç yapacağız, gerdanlık yapacağız.

Zülkarneyn Aleyhisselâm, ordusuyla bir gece yarısı geniş ve taşlıklı bir vadiden geçiyormuş. Birden ordusuna emretmiş:

“Ayağınıza takılan şeyleri alınız.”

Günlerdir yaya olarak dağları taşları tepe tepe yorgun ve bitkin düşen ordu için, bu emir çok da hoş gelmemiş. Mırıldanmışlar, dudak bükmüşler.

Ordu üçe bölünmüş. Bir kısmı:

“Aman sen de. Zaten yorgunuz. Bir de ayağımıza takılan şeyleri mi taşıyacağız. Bunu yapamayız” demiş ve emri dinlememiş.

Bir kısmı:

“Yorgunuz ama komutan emretti. Bütün bütün emri dinlemezsek olmaz. Ayağımıza takılan her şeyi de alamayız. Bari bir kısmını alalım” demiş ve emri kısmen dinlemiş.

Bir kısmı da:

“Yorgunuz ama komutanımızın emri var. Emri her şartta dinlemeliyiz” demişler ve ayaklarına takılan her şeyi toplamaya başlamışlar.

Sabah olunca bir de ne görsünler; gece geçtikleri vadi bir altın vadisi değil miymiş? O ayaklarına takılan şeyler de altın külçeleri. Yorgunluğa rağmen emri dinleyenler alabildiğine kârlı çıkmışlar. Emri dinlemeyenler ise ah vah etmişler. Ama artık iş işten geçmiş.

Evet: Genç de olsak, yaşlı da olsak; bizi bekleyen ve hızla kendisine doğru koştuğumuz ebedî gençliğe bakarak söylüyorum: Hepimiz genç hükmündeyiz!

Ve bu aylarda yaptıklarımız diğer aylarda yaptıklarımıza oranla daha yüksek feyizlerle hepimizin ebedî gençliğine ziynet olacak nitelikte. Yorgunuz belki. Bu sıcaklarda… Bu iş güç mevsiminde… Ama gelin, elimize, ayağımıza, gözümüze, gönlümüze takılan şeyleri toplayarak gidelim. Gelin bu aylarda hayırlarımızı arttırarak, salih amellerimizi arttırarak, iyiliklerimizi arttırarak, ibadetlerimizi arttırarak daha fazla ahiret ziynetini başımıza taç yapalım, boynumuza gerdanlık yapalım.

Temennimiz ve duâmız, bu yeni gençlik aylarının hepimize, bütün âlem-i İslâm’a hayırlar getirmesi.

Üç Aylara “Bismillah” dedik bugün. Recep, Şaban ve Ramazan aylarından ibaret Üç Aylar, maddî-mânevî feyiz ve bereket aylarıdır. Bilhassa maneviyatta Üç Ayların açtığı feyiz ve bereket çeşmesinden sakın sakın uzak kalmayalım.

Resûlullah Efendimiz (asm) bu mübarek aylar hakkında: “Recep ay’ı Allah’ın, Şaban ay’ı benim, Ramazan ay’ı ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Recep ay’ında Allah’ın gazabından ve Cehennem azabından Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalı ve her vesileyi Allah’ın rızasını kazanmak için bir fırsat bilmeli; Şaban ayında nafile ibadetleri arttırmalı, feyiz ve sevap hanemizi rahmet bulutlarının bereket sağanağına tutmalı; Ramazan ay’ında Cennet’e lâyık olacak derecede nefsi kötülüklerden ve kalbi günah kirlerinden arındırmalı, farz oruç ve namazla Allah’ın her emrine, “Lebbeyk!” diyerek, kalbimize incelik, duyarlılık ve kulluk bilinci kazandırmalıyız. Ve artık bu duyarlılığı ömrün diğer günlerine de yaymalıyız. Yani Üç Aylar bittikten sonra da arınmış ve aydınlanmış bir ruh ile koca bir hayatı acı-tatlı göğüsleyebilmeliyiz.

Üç ayları, kabre doğru hızla akıp giden ömrümüz için bir manevî ve vicdanî muhasebenin de vesilesi yapmamız büyük ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü aslolan üç ay değil; bütün ömrümüzdür. Mahkeme-i Kübrâ sadece üç ayla değil; bütün ömrümüzle ilgilidir. Büyük hesap üç aydan değil; bütün ömrümüzden sorulacaktır. Ebedî hayatın çekirdeği üç ay değil; bütün ömrümüzdür.

Cenâb-ı Hakk’ın, “Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!”1 ezelî hitabına mazhar olmak ümidi ve niyazıyla, Üç Aylarınızı tebrik ediyorum.

Dipnotlar:

1- Fecr Sûresi, 89/29,30

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Emir kulları



Zulüm adalet külâhını takıp hakkı dağıtmaya görsün... İnsanlığın zorbalara tutsak düştüğü gün demektir, o zamanlar... Adalet ile zulmün çekişmesini Habil ile Kabil’e bağlayacağınızı biliyorum... Veya hürriyet ile istibdadın vahşet ve bedeviyet döneminden bu yana insanlığı terkip ettiğini de biliyorsunuz. İstibdat ve zulmün, daha çok kılık değiştirerek insanlığın içinde hüküm ferma olduğunu bilenler, ağızlarındaki yalancı dile ve büründükleri masum kıyafetlere aldanmaksızın sillelerini indirirler. Asıl mesele zulüm ile istibdadın mahiyetlerini bilmek... Ayrıca tarihte ve günümüzde kullandığı ifsad aletlerini, iğfal sloganlarını ve sihirli vitrinlerini iyi tanımak...

Zulüm ile istibdat ikiz kardeşler gibidir. Dikkat ederseniz mütemadiyen birisi diğerine dayanır. Bu yazımızda zulüm ve istibdat ehlinin kullandıkları “boş ve yalancı” bir slogandan bahsetmek istiyorum. Veya arkasına gizlendikleri sahi bir sütreden: “Emir kuluyuz!.. Ağamız, paşamız, amirimiz, şefimiz ve reisimiz neyi emrederlerse onu yapmak zorundayız.”

Bunu söyleyen, söyleyerek zulüm ve haksızlığı icra edenler insan iseler, sormak gerekiyor: İnsanlığın reddettiği bir sıfatı kendinize nasıl yakıştırıyorsunuz? Yani insan iseniz, zulüm ve istibdada dayanmış birisinin emirlerini nasıl icra edersiniz? İnsanlıklarıyla problemli olanlar elbette müstesna... Allah’a ve ahirete imanda zaafa düşmüş kişilerin günaha yaklaşma psikolojisine benzer bir ruh hali... Namık Kemal’in mısralarını şiddetli görenler, hakikî insaniyetperverlerin haykırışlarını bilmiyorlardır. Namık Kemal:

Muin-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir.

Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Antere daha yüksekten uçar: “Maülhayati bizilleti kecehennem / El- cehennemü biliriz: Fahri menzili” Yani; zillet içinde ab-ı hayat Cehennem gibidir, izzetle Cehennem ise, benim için iftihar edilecek bir menzildir.

Kur’ânımızın, Efendimizin (a.s.m.) ve bu yolu izleyen bütün mücedditlerin teşvik ettikleri hürriyet ve zalime karşı “dik durma” prensibinin, maalesef Türkiye’de çeşitli desiselerle devredışı bırakıldığı “ruh hali” bizi ürkütüyor. Bazen korkutarak, bazen mevki-mekân ve servet ile aldatarak ve bazen de ahmaklık ile kıskançlık duygularını kullanarak, Türkiye’deki Kemalistlerin hem istibdatlarını devam ettirdiklerini, hem de dünyamızın hayatını tehlikeye düşürtecek zulüm ve haksızlıklarda bulunduklarını söyleyen yalnızca biz değiliz. Efendimiz (a.s.m.) “Zulüm devam etmez” diyorlar. Yani zulme uğrayanlar gerekeni yaparlarsa, onlardan bazıları “adi ve hasis” menfaatleri için zalimlerle işbirliğine gitmezlerse zulüm devam etmez. Fakat Türkiye’mizde Namık Kemal ile Antere’nin şiirlerine masaddak o kadar müdahaneci var ki... Nifakın dehşetli bir hareketi olan 12 Eylül’de, zalimlerin imkânlarıyla dünya nimetleriyle tanışanların aştıkları zararlı yoldan yürüyenlerin faturasını maalesef günümüzde milyonlarca masum zulüm ve haksızlıklarla çekiyorlar.

İnsanlığın temel değerlerini alabora eden bu gidişata dur demenin bir yolu da “Emir Kulları”nın mahiyetini tanımanızdan geçiyor kanaatindeyim.

Genç nesil, yakın zamana kadar millete uygulanan mânâsız yasakları bilmez. Köylünün tütününe varıncaya kadar... Dağbaşında tüttürdüğü cigarasından hareketle jandarma onbaşısının köylünün tütün tabağına el koyduğunu ve daha sonra cezai müeyyideleri bir bir saydığını elli yaşın üzerindekiler daha iyi hatırlarlar. Boynu bükük jandarmanın peşi sıra yalvaran insan manzaraları elbette ki tarihe karışmadı. Dağdaki hadise değişik boyutlarla şehre indi ve emir kulları hep gerekeni yapmaya çalıştılar. Tesettürlü bir hanım, kamusal alana ait bir binanın önünden geçmeye görsün... Bu defa polis veya özel güvenlik olarak milletin karşısına çıkıyorlar: Giremezsiniz veya geçemezsiniz... Bazen orta yaşlı kadıncağız yalvarır. Hayret ve utangaçlık iç içe: “Yavrum, bir kereliğine müsaade etsen... Oğlum, torunum” demeden “meşhur duvardan” ses yankılanır: “Emir kuluyuz, teyzeciğim. Giremezsin dedim ya!..”

Evet emir kulları... Kulların kimler olduğunu görüyorsunuz da, emrin nereden verildiği pek belli değil. Türkiye’de hakimin kim olduğu ortaya çıkarılmadan “Emir Kulları”nı durdurmak mümkün olmayacak. Millette olması gereken hâkimiyetin seküler mabetlere sığınmış ruhanîlerde olduğu halka telkin edile dursun. Fakat millet hakikati nasıl anlayacak? Milleti temsil edenler de “Emir kuluyuz!” deyince, haklı olarak millet soruyor: “Bizim emrimizden çıkmayacağınıza yemin etmediniz mi? Millî yapımıza tamamen ters emir ve buyurdukları nereden aldığını bana söyleyeceksin... Daha doğrusu ya beni temsilen ortaya çıkacaksın, hizmetimde çalışacaksın... Gücün yetmiyorsa vekâletimi gerisin geriye bana tevdi edeceksin. Bunun üçüncü şıkkı olamaz. Zulüm ve istibdadın taun gibi ülkeyi sardığı bir zamanda, bu böyle devam edip gidemez...

Dağdaki jandarmadan, okul müstahdeminden seçilmişlerin en zirvesine kadar herkesin “emir kuluyuz” dedikleri bir Türkiye’de vekillerimize, yeni liberallerimize, sivil-toplumcularımıza önemli bir vazife düşüyor.

Emir kullarına bu zilleti yaşatanların tesbit edilmesi... Kullar zilletlerinden memnun olabilirler, fakat millet efendi olduğundan izzetiyle yaşamak istiyor.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Zincir halkasına tutunabilmek



İNSANOĞLUNA, insan olmak sıfatının yüklediği mesuliyetler, beraberinde başka mesuliyetleri, sorumlulukları da istemektedir.

İnsana inanç gerekiyor, insanca yaşaması için. Bu da bir mesuliyettir, sorumluluktur. İnançlı insana hak bir din ve iman gerekiyor, ta ki inançlı insan sıfatını yaşayışında hal ve etvarında gösterebilsin. Hak din mensubu, imanlı kişiye Hak yolunda gidebileceği hakikatlı ve doğru bir tarik, bir yol lâzım, ta ki mahalli maksudu olan hedeflere selâmetle gidebilsin.

Selâmetle ulaşılabilen tarikler, doğru yollar da elbette faziletler, kemaller, nuranî ziynetler isterler. Bu isteklerin takip edeceği tevazu, teslimiyet ve kanaat ise bizleri muvahid, mü'min sıfatlarıyla süsleyecektir.

Allah’a olan imanı, insanı illa ki Allah’a ulaştıracaktır. İnsaniyet imanı her bakımdan istemekte, arzu etmektedir. Mazideki yaşanmış hadiseleri ve yaşayan ehli tevhid zatları bilmek; onların yazdıklarını araştırmak, bulmak ve okumak da tevhid ehlinin kıblegâhlarından biri olmalıdır. Yoksa insanlık kavram ve kargaşası içinde hedef ve öz belli olmazsa muvahid kişiler değil insanlar bile mahvolurlar, dengeyi sağlaya-mazlar.

Mahviyattan azade insan; gurur, kibir, benlik ve enaniyetin elinde canavar bir hayvan olma yolunda başını kaldırırsa Allah muhafaza onda değil fazilet, kemalat, imanî tavır ve haller insan olma özelliklerine bile rastlanamaz.

İkram ve ihsanın eseri insana, Müslümana düşen görev Rabbini bilmek ve O’nu tanıdığını hürmetle, tazimle ve kullukla başkalarına değil mükrim ve Muhsin olan Zat-ı Zülcelâl-i Vel İkram’a bildirmektir. İnsan olan insan, ihsan ve ikramı kendisine baştan yapıp, Rabbinin yolunda hem kendini hem de insanlığı yükseltir. İtaatsizlik ve isyanın ise varlık âleminde ve insanlık sıfatı çerçevesinde değil yeri, ağıza alınacak bir tarafı bile yoktur. Elhasıl Rabbimizin insandan başlayarak, ta imanlı insana kadar halk ettiği bu manevî zincirin halkalarından birine tutunabilmeyi yine Rabbimizden niyaz ediyoruz.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Denizi geçip derede boğulmak



Kötü huylarımızdan biri de; ‘zor’ bilinen işleri yapıp, ‘kolay’ bilinen işlerde elimizin ayağımızın birbirine dolanmasıdır. Yani, binayı yaparız; ama iş ‘çatı’sını çatmaya gelince işin peşini bırakırız. Seçim dönemlerinde de meydanları doldurur, siyasetçilerden çeşitli talepte bulunuruz; fakat sandıklar açılıp neticeler ortaya çıkınca ‘vekiller’imizi bir daha arayıp sormayız...

Belki de bu durumu en çok ‘vekil’lerimiz istismar eder. Onlar da bu hastalığımızı bildiğinden, bir kaç ay süren ‘seçim çalışmaları’ esnasında çok çalışır, çok söz verir ve sonra da vatandaşı unutur. Ayda ya da yılda bir ‘bir kısım seçmen’lerinin karşısına çıkar ve bu şekilde dönem sonunu getirirler.

Geçen hafta gerçekleştirdiğimiz 2 günlük bir Karadeniz seyahatinde bu duruma bir defa daha şahit olduk. Karadeniz’de de ‘deniz’i geçip ‘dere’de boğulduğumuzu gösteren örneklerle karşılaştık. Bazılarına ‘ayrıntı’ gibi gelebilir, ama bu durumda Türkiye’nin imkânları heba edilmiş oluyor.

Meselâ, milyarlarca lira harcanarak yapılan bazı yollar, çok kısa mesafelerdeki bakımsızlık yüzünden sıkıntılara sebep oluyor. Şöyle düşünün, 30 km yolun 25 kilometresi ‘asfalt’ ama devamındaki 5 kilometresi ‘berbad-u perişan!’ Böyle bir durumda, bu yolu kullanan ve ‘milletin efendisi’ olduğu söylenen ‘köylü’ler ne der? Ya da daha az harcama yapmak ve sıla-i rahim için tatilini köyünde geçirmek isteyen ‘büyük şehir göçmenleri’ ne yapar? Asfalt yoldan gidip, bir anda ‘kağnı’ların gidebileceği yollara sürüklenmek insanlarda nasıl bir duygu meydana getirir?

Tamam, ‘iddia’mız havada kalmasın, isimlendirelim: Rize’nin Çayeli ilçesinden Kaptanpaşa ‘nahiyesi’ne ve devamındaki köy yollarına bakılsın. ‘Ana yol’un büyük bölümü asfalt ya da betonla kaplanmış. Ama bazı yerlerdeki bozulmalar, yolun güzelliğini mahvediyor. Hele hele, ‘taş ocakları’ mevkii, bilhassa ‘taksi’ler için riskli. Mahalle yollarına sıra gelince, bir anda sanki 20 yıl geriye gitmiş oluyorsunuz. Bakımsız ve dar yollar, küçük arabaların ilerlemesini zorlaştırıyor. Ana yoldan ayrılıp, Ormancık Köyü yoluna döndüğünüzde, ‘yolun hangi kısmından gidebilirim’ diye hesap yapmanız gerekiyor. Sağdan gitseniz yamaca çarpma tehlikesi, soldan gitseniz dereye düşme tehlikesi var. Üstelik 2 ya da 3 kilometrelik bu yol, neredeyse 10 yıldır böyle. ‘Yetkili’ler her fırsatta “Bu yıl burası yapılacak” diye söz verirler, ama değişen hiçbir şey olmaz. Komşuların anlattığına göre, geçen yıl sonbaharda bu yolu genişletmek için çalışmalar başlatılmış, dinamit atılacak yerler bile tesbit edilip kompresörle delinmiş, ama sonra çalışmalara ‘ara’ verilmiş. Şimdi bu durum, ‘deniz’i geçin ‘dere’de boğulmaktan farksız mı?

Çayeli’nin bütün derdi bitti de sıra 3-5 kilometrelik bu yollara mı geldi? Tabiî ki hayır. Bunlar sadece bir ‘örnek’ ama bütünü gösteriyor. Aynı dert muhtemelen Kars’da da, İstanbul’da da Ardahan’da da var...

O halde, yaptığımız ‘iş’i tam yapalım, denizi de, dereyi de geçip huzur ve sükûna ulaşalım...

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Tebrikler, Kutlu



Önceki günkü yazıda Ergenekon operasyonunun gerekliliğinin yanında Ufuk Uras’ın darbe teşebbüsünde bulunanlarla ilgili hazırladığı araştırma önergesine AKP’den tek bir desteğin çıkmamasını eleştirmiştim.

Meğerse AKP’den “tek” bir destek varmış. Bir tv programına katılan Ufuk Uras, 340 milletvekilinin içinde sadece Adıyaman Milletvekili ve TBMM İdare Amiri Hüsrev Kutlu’nun önergeyi imzaladığını açıkladı.

Doğrusu Kutlu’yu yakından tanıyanlar çok şaşırmadı. Aksi olsaydı şaşırtıcı olurdu. Kutlu, kendinden bekleneni yaptı. Siyasette cesur ve şahsiyetli tavrını sürdüren sınırlı sayıdaki politikacıdan biri olan Hüsrev Kutlu’yu bir kez daha tebrik ediyor, sayılarının artmasını diliyorum.

Bu yeterli mi? Elbetteki değil. AKP’den daha çok milletvekili bu önergeye destek vermeli. Veyahut da kendileri tüm ihtilâl ve darbelerin sorumlularından hesap soracak bir çalışmayı başlatmalılar. Bunun gerçekleşmesi bir lütuf değildir. Omuzlarındaki en büyük sorumluluklarından biridir.

Uras’ın bulunduğu programın diğer konuğu AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga’ydı. Özdalga, darbe teşebbüsünü araştırma önergesine destek verip vermeyeceği sorusuna net bir cevap vermekten kaçındı. Demokrat kimliğinin aksine siyasetin yuvarlayan, topu taca atan klasik taktiğini kullandı. Özdalga’dan da beklenen önergeye gözü kapalı imza vermesiydi. Bu anlamda hayal kırıklığı yaşattığını hatırlatmadan geçemeyeceğim.

*

AB’NİN ERGENEKONCUSU

Ergenekon operasyonu içerde olduğu kadar dışarıda da yankı buldu. Artık bizi bizden iyi tanıyan, bizden biri olan Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, operasyon beklentilerini, “Türkiye’nin geçmişin kirlerinden nasıl kurtulması gerektiğine dair örnek olmalı” şeklinde özetledi.

Buna karşılık, “AB’nin kılçığı” Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise Ergenekon’u bile Türkiye’nin AB üyeliği aleyhine kullanmayı başardı.

Zaten bir gün önce de Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, “Ordu, demokrasi için çok önemli bir rol oynadı” diyerek AB’nin ve demokrasinin temel felsefesine aykırı bir açıklamada bulunmuştu.

Önümüzdeki 6 ay boyunca AB dönem başkanlığını yapacak olan Sarkozy yönetimindeki Fransa’dan daha çok inciler duyacağız. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin AB sürecini baltalamak isteyen Ergenekoncu ve ulusalcıların AB’deki işbirlikçisi Sarkozy.

Her konuşmasında ortalığı karıştıran “AB’nin Ergenekoncusu” Sarkozy’nin de kulağı yakında çekilir. Zira AB, bu kılçığı daha fazla boğazında barındıramaz.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Adaletin terazisi



Ankara’da işler iyice çığırından çıktı. Hiç kimse neler olacağını kestiremiyor. Gündemi olaylar belirliyor. İpin ucu iyice kaçırılmış durumda. Bir tarafta Anayasa Mahkemesinde AKP’nin kapatılması dâvâsı, diğer tarafta da Ergenekon soruşturması devam ediyor. İkisinin aynı zamana denk gelmesi bazılarının aklına “hesaplaşma”yı getirdi.

AKP’nin kapatılma dâvâsında Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya Salı gün son sözünü söyledi ve “AKP kapatılsın” dedi. Dün de Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ sözlü olarak savunmalarını yaptılar ve partilerini kapatacak bir durumun olmadığını söylediler.

* * *

Şimdi esas gündemimiz bu dâvâyı da gölgeleyen Ergenekon soruşturmasında yaşanıyor.

Ümraniye’de bir gecekonduda 12 Haziran 2007 tarihinde ele geçirilen 27 el bombası, TNT kalıpları ve fünyelerle ilgili olarak başlatılan ve daha sonra genişletilen soruşturma kapsamında aralıklarla gözaltı ve tutuklamalar devam ediyor. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, Veli Küçük gibi isimlerle birlikte şu ana kadar 49 kişi tutuklu bulunuyor. En son olarak da Jandarma eski Komutanı ve ADD Başkanı Şener Eruygur, 1. Ordu eski komutanı Hurşit Tolan, ATO Başkanı Sinan Aygün olmak üzere 23 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların 8’inin emekli asker, 3’ünün de gazeteci olması dikkati çekti.

Bu aşamada Ergenekon soruşturmasının ilk ayağı tamamlandığı belirtilirken 2 bin 500 sayfa olduğu açıklanan iddianamenin yazımının sonuna gelindiği bildiriliyor. Dâvânın “terör örgütü” kapsamında açılacağı da kesinleşmiş durumda.

Kaos planları gazetelerde neşredilmeye başlandı. Darbeye zemin hazırlamak adına 7 Temmuz da uygulanmak üzere plânlar yapıldığı “4 aşamalı kalkışma”nın ayrıntıları tek tek sıralanıyor. Bugünlerde açıklanacak iddianamede bakalım daha neler ortaya çıkacak? Sır perdesi aralanacak mı?

Tutuklananlar ya da gözaltına alınanlar “Atatürkçü” oldukları için gözaltına alındığını savunuyorlar. Özellikle ATO Başkanı Sinan Aygün’ün gözaltına alınırken polislerin arasında gazetecilerin sorularına karşılık “Atatürk’ü sevdiğim için gözaltındayım” sözü espri konusu oldu. Özel kasasında 2,5 milyon Euro (yaklaşık 5 trilyon lira) çıkan ve geçmişte “Türk lirasına itibar kampanyası” başlatan Aygün’e polis memurunun “Atatürk’ü seviyorsunuz ancak kasadaki paralarda Atatürk resmi yok” dediği iddiası “Atatürk sevgisi” bu mu sorusunu akla getirdi. Bakalım bu dâvânın sonunda Atatürkçülük perdesi altında neler yapıldığı da ortaya çıkacak mı?

* * *

Hem AKP’nin kapatılması, hem de Ergenekon soruşturması ile ilgili yargıyı etkilemeye yönelik konuşmalar, yazılar yazılmaya devam ediyor. Yargı serbest bırakılmıyor, adeta baskı kurulmaya çalışılıyor.

Özellikle Ergenekon soruşturmasında 6. dalgasında gözaltına alınan iki eski generalin gözaltına alınması birçok kişiyi rahatsız etmiş durumda. Bu kişiler gözaltına alınmasının Yalçınkaya’nın sözlü savunmasını verdiği güne denk getirilmesinin altında bit yeniği arıyorlar. “Orgeneraller nasıl gözaltına alınabilir. Hem de orduevinden…” diyenlere şunu söylemek lâzım. Bu ülkede cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar evinden götürülüp yargılandı mı? Başbakanlar, bakanlar asıldı mı? Eski başbakanlar, bakanlar yüce divanlardan yargılanmadı mı? Eski bir kuvvet komutanının gözaltına alınması niye bu kadar büyütülüyor anlamak mümkün değil. Asker hata yapamaz mı? Yargılanamaz mı? Elbette hata da yapar, yargılanır da. Eğer suçsuzsa gözaltından sonra serbest bırakılırlar. Suçluysa da cezasını çeker. Yeter ki, her şey adalet içerisinde olsun.

Bu aşamada söyleyeceğimiz şudur: Bugünlerde herkes sağduyulu olmak durumdadır. Demokrasiye ve hukuka inanan herkesin kendine yapılınca “yargı bağımsız değil”, başkasına yapılınca “yargıya müdahale etmeyin” dememelidir. Bu samimiyetsizlik olur. Yargı yargılığını, siyasetçi siyasetini, gazeteci gazeteciliğini, yani herkes işini yapmalı. Bu yapılmazsa her şey içinden çıkılmaz hale gelecektir. Hiç kimse bu aşamada “darbe” sözünü de ima etmemeli. (son gözaltılardan sonra ima eden yazarlara rastlanıyor.) Özetle, yargıyı herkes serbest bırakmalı ki, adaletli sonuçlar ortaya çıksın. Meselelere haklar, hürriyetler, özgürlükler ve demokrasi perspektifinden bakılmalı. Aylardır söylediğimiz gibi bugünler demokrasiye sahip çıkma günüdür. Çünkü kurtlar puslu havayı sever… Ve puslu havadan medet umanlar, karışıklık çıkarmak isteyenler çıkabilir. Bunu yapacaklarda demokrasiyi hazmedemeyenlerdir.

04.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mescidi Aksa buldozeri



2 Temmuz (2008) günü bir Filistinli Kudüs’te ele geçirdiği bir buldozeri halkın üzerine sürmüş ve bu hengamede halk sarâya tutulmuş gibi öteye beriye kaçışırken, üç kişi de hayatını kaybetmiş. Can havliyle halk öteye beriye kaçışırken, İsrailli bir polis de akıcı İngilizcesiyle terör eyleminden sözediyordu. El Kuds el Arabi gazetesi “Herkes o Filistinliyi bizimle birlikte kınadı, ama kimse Filistinli gencin yaşadığı travmatik geçmişi sorgulamak istemedi...” diyor. Bizdeki travma tartışmalarına paralel olarak İsrail de Nakba felâketini veya travmasını görmezlikten geliyor, doğrusu tanımak istemiyor. Halbuki, travma bir vakıa. İsrail’in İran’a yönelik tehditlerini değerlendiren İran Dışişleri Bakanı Muttaki de bunun nedeninin İsrail’in Temmuz 2006 Lübnan saldırısının travmasını üzerinden atamamak ve bundan kurtulamamak olduğunu söylemiştir. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu başka. Buldozer hadisesi Arapların deyimiyle ‘abir’ yani gelip geçici bir hadise. Kudüs’teki buldozer dehşeti kimsenin gözünden kaçmadı. Ama bazı hahamların üzerinde titizlikle çalıştıkları Mescid-i Aksa buldozeri kimsenin umurunda bile değil. Jerusalem Post gazetesinde 1 Temmuz tarihli ( 2008) dehşetengiz bir provadan haber veriliyordu. Buna göre, hahamlar Üçüncü Mabed’i inşa etmek için harekete geçmişler ve harıl harıl çalışıyorlar ve son hazırlıkları tamamlıyorlardı. Kimi Yahudiler harıl harıl dünyanın merkezi mabedi olarak gördükleri Beit Hamikdash’ın inşası için uğraşıyorlar. Mescid-i Aksa’nın altında kazılar yapılması ve bu surette yapının mail- i inhidam haline getirilmesi ve bir oldu bitti ile binanın çökmesi Yahudilerin hem temenni ve hem de kasıtlı planları arasındadır. Mağribiler Kapısı bölgesinde yapılan kazıların da amacı bu. İsrail Hava Yolları El Al bürolarında buna dair bir kitapçık satılıyor veya meccanen dağıtılıyor. Yıllar önce El Al bülteni mutasavver Süleyman Mabedi’nin maketini kapağında yayınlamıştı. Hahamlar şimdi bir aşama ilerisini gerçekleştiriyor; temeli öncesi son provaları yapıyorlar. Danielle Kubes’in Jerusalem Post gazetesindeki haberinin başlığı şu: Third Temple preparations begin with priestly garb. “Üçüncü Mabed için hazırlıklar hahamların kisvetiyle başladı.”

***

Bu hususta, bu meseleyi kendisine iş edinen ve hançerisini yırtan tek kişi var, o da Raid Salah. Halbuki Müslümanlar derin uykusunda iken, kimi hahamlar son provaları yapıyorlar. Bu bağlamda, sarık ve açık mavi tunik giymiş ve gümüş zünnar kuşanmış görevli hahamlar Kudüs’ün eski şehrinin arka köşelerinden birinde Mabed’de giyilmek üzere hazırlanan kıyafetleri imal ediyorlar. Odada canlandırılmış İlk Mabed’in arkasında Kırmızı İneği kurban eden yüksek rütbeli hahamlar gözüküyor. Pazartesi günü Mabed Enstitüsü, Üçüncü Mabed’i kurma çalışmaları, mabed kurulduğunda burada hizmet verecek din adamlarının giyeceği kisvetlerini yapacak olan atölyenin açılışıyla başlatılmış oldu ki, bu mabed, Mescid-i Aksa’nın ve ona bağlı Müslümanlarca kutsal sayılan İslâmî külliyenin barındığı Harem-i Şerif havzasına kurulacak. Buradaki mabedde hizmet verecek özel din adamları sınıfından Kohenim grubunun kisvetleri dokunulacak. Bu kıyafetler Romalıların İkinci Mabed’i (MS: 70) yıkmalarından bu yana ilk defa giyilecek. Bu kıyafetler Üçüncü Mabed’in inşasına kadar tedavülden kaldırılmıştı. Şia’da, Mehdî gelmeden ahkâmın tatil olması gibi, Yahudilikte de Mesih (İsa değil, Davut soyundan bir hükümdar) gelmeden ve yıkılan Mabed yeniden kurulmadan bazı ahkâm tatil edilmişti. Ama Yahudi revizyonistler zamanla geleneksel öğretideki Mesih’in gelişi ile Arz-ı Mev’ud’a dönüşü ve Mabed’in kuruluşu arasında takdim tehir yapmışlardır. Üçüncü Mabed’in inşasından sonra bu mabedde görev yapacak olan Kohanim hahamları doğrudan Musa Aleyhisselam’ın kardeşi olan Harun’un soyundan geliyorlar ve Enstitü onları geleneğin bekçileri olarak tanımlıyor. Bugün onlar özel dinî sorumluluklar taşıyorlar. Gabiru’l ezman, yani geçmiş zamanlarda da Mabed içinde özel görevler ifa ediyorlardı. Kohanim görevi de olmak üzere aşağı yukarı Tevrat’ın talimatlarının üçte biri Mabed kuruluncaya kadar askıya alınmış ve tatil edilmiştir. Bununla birlikte, Üçüncü Mabed kimileri için şaşalı bir rüya iken, siyasî arenada da büyük bir kâbus ve karabasan hükmünde. Zira Yahudilerin Üçüncü Mabed’inin kurulması Müslümanların Üçüncü Mabed’inin (Birinci Kıble) yıkılmasını gerektirecek. Birisinin inşaşı için ötekisinin yıkılması gerekecek.

***

Bununla birlikte, kendilerini Üçüncü Mabed’in hadimleri (sadin) gören kimi hahamlar, kimi Müslümanların da bu iş için kendilerine gizli destek verdiklerini ve kendileriyle temasta olduklarını söylüyorlar. Böyle bir ihtimal varid olabilir mi? Bilemiyoruz, ama Süleyman Ateş gibiler Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te değil de Mekke’de olduğunu söyleyerek, belki de dolaylı olarak hahamların söylediklerini doğruluyor olabilirler. Mabed yeniden kurulduğunda Kohenim, icra edeceği ritüeller için münasip kisveleri de giymiş olacak. Bu kisve bir setten oluşuyor. Sarık, tunik pantalon, kuşak ya da zünnar bunların dikim masrafları 2500 dolardan aşağı değil. Tabiî bunlara ilave bornoz da var. Dağ Mabedinde giyilecek kıyafetler ender renklerden oluşuyor. Bu kıyafetlerin renklerini elde etmek için Hindistan ve İstanbul’dan dış alımlar ve ithalat gerçekleştiriliyor. Dağ Mabedi kıyafetlerinde kullanılan mavi ve kırmızı renk çeşitleri İkinci Mabed’in yıkılışından beri kayıp ve bulunamıyor. Daha doğrusu bu gelenek yok olduğundan yeniden canlandırılması gerekiyor: İbranice gibi... Üçüncü Mabedciler kurban etmek için aradıkları evsafta kırmızı ineği de henüz bulabilmiş değiller. Besbelli ki bir kısmını yaparak diğerleri için de ‘istim arkadan gelir’ tabirini kullanıyor olmalılar. Üçüncü Mabed’in kaimleri veya hadimleri Mabed’in misyonunu evrensel görüyorlar. Sadece Yahudilere hitap etmeyeceğini ve onlara münhasır olmadığını düşünüyorlar. Bu nedenle de, Müslümanların itirazlarına da mahal olmadığını savunuyorlar. Bu mabedin bütün dünya milletlerinin etrafında kenetlendiği merkezî bir yapı ve mabed olacağını öngörüyorlar. Bütün Peygamberler (onlara göre) böyle bir günü müjdelemiş ve ahirzamanda bütün milletlerin Kudüs’e gelerek buradaki Mabed’e yüz süreceklerini ve eşik öpeceklerini haber vermiş. Galiba Şimon Peres, Sedat’tan sonra Esad’a da Kudüs yolunu göstererek böyle bir misyon yüklemiş. Sarkozy aracılığıyla Beşşar’ı davet etmesi özünde böyle bir mesajı bsaklıyor olabilir mi ? Şimdilik Mabed yok, ama Knesset kaimi makamı konumunda değil mi?

04.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır