"Gerçekten" haber verir 05 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Gafletten uzak, Allah’a yakın ol



“Tefekkür gafleti izale eder.”

Bediüzzaman

Define avcılığına çıkanlara hayret ediyorum. Çünkü hayatın bizzat kendisi bir hazine değil mi? Yaşadığımız hayatın her ânı, bulunacak her hazineden daha kıymetlidir. Hayatımız da keşfedilmeyi bekliyor ve bunu hak ediyor. Ama elden çıkmadan kıymeti bilinmiyor.

Bir zamanlar bir dosta, başarılı ve huzurlu bir hayatın sırrını sorduğumda; “Gafletten uzak ol, Allah’a yakın ol” demişti. Bunu nasıl sağlamalıyım dediğimde ise; “Kur’ân’a dost ol, onu bizzat sana yazılmış gibi Rabbimizden bir mektup bil” demişti. “Güzel sözler baldan bile tatlıdır” derler. Büyüklerin sözleri bir başka oluyor. Onların her hâli gibi sözleri de büyük oluyor. Güneş gibi hayatımıza ışıklar saçıyor.

“Uyan ey gözlerim gafletten uyan” diye başlayan o meşhur ilahinin sözleri de ne hoştur. Hem de ne uyarıcıdır.

Uykular da çeşit çeşit. En kalın örtünün üzerine çekildiği ve en zor uyanılan uyku, herhalde bu gaflet uykusu olsa gerek. Evet, bu öyle bir uykudur ki, yalan dünyanın yasak meyvelerini yeyip kendinden geçmektir. Az sonra olacaklardan habersiz, başını deve kuşu gibi gaflet kumuna sokup yaşamaktır. Niçin bu dünyada bulunduğumuzu unutmaktır. Vurdumduymazlıktır, aymazlıktır. Kendini haktan ve Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran kıymetsiz şeylerle uğraşmaktır. Nefsin heves ve arzularına uyup, Allah’ı ve O’nun emirlerini unutmaktır.

Niyazi-i Mısrî, hiçbir endişe duymadan, körü körüne yaşanan gafilâne bir hayat için şu uyarıda bulunur.

“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu vîrân bîhaber” der.

İhtiyaç olan ya da olmayan pek çok şeyle hayatımız kuşatılmış durumda. Başını kaldırıp ileriye, ötelere ve ahirete bakacak kaç kişi çıkabilir acaba içimizden…

Biri çıkıp sorsa; “Sizin için şu an hayatta önemli olan şey nedir?” diye, ne cevap verirdik acaba? Pek çok şey sıralayacağımız kesin ama bunların kaçta kaçı gerçeğin ifadesi olacaktır.

Hayatımızın seyri ve rengi epey zamandır değişti. Hayatın pusulası şaşınca denizlerden dönmeyen gemiler olduk. Açıklarda kaybolduk. Geç olmadan gafletten uyanmalı ve hayatın rotasını o ulvî ve İlâhî hedefe doğru yöneltmeliyiz.

Gafletin beslendiği damarlardan biri de ülfet, yani alışkanlık. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Ülfet belâlı şey…” Ülfet, her biri bir kudret mûcizesi olan varlıkları hiç dikkate almamak. Onları göre göre artık üzerinde düşünmez hâle gelmek. Oysa bu tehlikeli, hem de hastalıklı bir durumdur.

Oysa her yanı ve her ânı mucizelerle dolu bir hayatımız vardır. Bu hayatın mânevî zevkini ve tadını yeterince çıkaramıyorsak eğer, bunun da sebebini yine kendi alışkanlıklarımızda aramamız gerekir. Kemal Özer:

“Dalgayı haber veren yakamoz

Kimin gözüne çarptı kıyıda?

Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder,

Tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?

Kimin dikkatini çeker küçük bir bulut,

Güneşi kapamadan önce?” diyor.

Herkesin görmedikleri vardır. Çünkü bakmak ve görmek başkadır. Birçoğumuz maalesef üstünkörü bakarız ve gafletimizi artırırız. Hâlbuki perdeler açılmayı, örtüler kaldırılmayı bekler ki, gerçek güneş gibi kendini göstersin, her göze ve her kalbe…

Güneşin doğuşunu, gelinciğin açılışını, serçenin ötüşünü sürekli görüyor ve işitiyor olmamız, bütün bu günlük olaylardaki harikulâdelikleri gözümüzden gizler. Oysa biraz dikkat ve biraz değişik bir bakış açısı belki de çoğumuzun özlediği bir hayattan daha ötede bir harikalar diyarında hâlen yaşamakta olduğumuzu bize gösterecektir.

Bu bakış açısını bir defa yakaladıktan sonra, karşınıza ne çıkarsa çıksın o şey bütün göz alıcılığıyla belki de sizi şaşırtacak ve hayrete düşürecektir. Hayret ki, ârifliğin şaşmaz bir kıstasıdır. Hayret etmeyen gözden ve bakıştan sana sığınırım Allah’ım.

Ziya Osman Saba’nın “Hayret” adlı şiirini bir duâ gibi okumanın tam zamanıdır:

“İlk defa bakıyorum Rabbim her şeye,

Yeryüzünü yeniden görür gibiyim.

Bakıyorum renkler var: Mavi, yeşil, mor,

Gökyüzünde bulutlar uçup gidiyor.

Anlıyorum her işte meramını

Sevmeyi, ölmeyi, ömrün devamını

Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor

Anlıyorum, Allah’ım kalbim niçin çarpıyor.”

Allah’ım, bakıp da görmeyen gözden, işitip de duymayan kulaktan, yarattığın nice incelikleri anlamayan bir akıldan ve Seni bilip iman etmekten nasipsiz bir kalpten, bütün hücrelerimle ve zerrelerimle yine Sana sığınıyorum.

Bir iskeletin et giyerek canlandığını görüp de, bunu akıl almaz bir mucize olarak kabul etmeyecek kimse yoktur. Cansız bir iskeletten hiçbir farkı olmayan odunlar yeşerir de çiçek açar, yaprak verir, renk renk meyvelerle dolar. Fakat ülfet bırakmaz ki, bunu gören gözün sahibi, hayret ve muhabbet içinde secdeye kapansın.

Denize açılan bir kanalizasyon borusunun ortasından bembeyaz bir süt fışkırdığını gözümüzle görecek olsak inanmayız. Oysa kediden balinaya kadar koca bir canlılar âleminde bundan çok daha muhteşem bir hadise her an cereyan etmekte, inceden inceye ölçüp biçilerek hazırlanmış, tertemiz bir gıda, kan ve fışkı ortasında üretilerek sayısız yavruların imdadına tam zamanında gönderilmektedir. Fakat ülfet bırakmaz ki, akıl bu inanılmaz hadisenin her an her yerde cereyan ettiğini düşünsün ve yeryüzünün her köşesinden rahmetin oluk oluk nasıl fışkırdığını görsün.

Dünya üzerinde yaşayan bütün insanları birden günde yüz bin defa, tepeden tırnağa sağlık kontrolünden geçirebilecek bir sistemin var olabileceğini kimse hayal bile edemezken, Senin ilminle ve kudretinle Rabbim, vücudumuzda her saniyede dünya nüfusundan çok daha kalabalık sayıda hücremiz aynen böylesine hassas bir kontrolden geçirilir. Gaflet ve ülfet etmeyenler bunu görür ve Senin rahmetinden ve inayetinden bilirler ey Rabbim.

Bilmem kaçta kaç ihtimalle kimin ne kazanacağını merak edip televizyon ekranına kilitlenenlere, minarelerden her gün beş vakit yapılan dâvet çok daha fazlasına insanları çağırıp duruyor. İnsan bir an olsun başını kaldırıp da yüz binler köşk ve yüz binler hurilerle süslü dünya kadar ebedî bir mülkü kazanmanın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir düşünüverse, gafletten ayılacak, ülfetten sıyrılacak. Ve sonra da, dünyanın gelip geçici birtakım küçük menfaatleri uğruna çabalayıp dururken elinden hangi fırsatların bir bir kaçıp durduğunu görsün de onların derdine yansın.

Ülfet ve gafletten kurtulmanın yolu tefekkürden, düşünme egzersizi yapmaktan geçiyor. Uzun müddet alçıda kalan bir kolu tekrar eski sıhhat ve işlerliğine kavuşturmak için fizik tedaviye başlamak gerekiyorsa, ülfet ve gaflet illetine yakalanmış duygu ve kabiliyetlerimizi de açmak için devamlı egzersizlere ihtiyaç vardır. Bunun da en kısa ve kestirme çaresi, dünyaya yeniden gelmektir. Yeniden doğar gibi yaşamaktır.

Bütün bilgi ve tecrübelerimizi bir an için unutup Güneşi ilk defa görmek, martının uçuşunu ilk defa seyretmek, ağacın dirilişine ilk defa şahit olmak, namazı ilk defa kılmak, Kur’ân’ı yeni nazil oluyormuş gibi dinlemek…

Yahut tam tersi: Güneşi, martıyı, baharı son defa görüyormuşçasına seyretmek, namazı son namaz gibi kılmak, Kur’ân’ı son nefeste işitir gibi dinlemek…

Hangi ilimle meşgul olacağını soran birisine İmam-ı Gazali’nin verdiği cevap da bu yöndedir: “Ömründen bir hafta kaldığını bildiğin takdirde hangi ilimle meşgul olur idiysen ona çalış.”

Kaynaklar:

Ü. Şimşek, Hayat Meydan Okuyor.

A. Başar, Nurdan Kelimeler.

(Genç Yaklaşım, Temmuz-2008

sayısından alınmıştır)

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân’la buluşmak, onunla dolu olmak



eskiden evlenen her çiftin evinin duvarının yüksek bir yerinde süslü bir kaba yerleştirilmiş Mushaf asılır, ona olan saygı gösterilirdi. Bunun anlamı şuydu: Kur’ân, bir ruh gibi hayatın her ânını sarmakta. Öyleyse ondan uzak kalınamaz. Her an gözümüzün önünde olmalı, sık sık okumalı. Onunla hemhâl olmalıyız. Bizi ayakta tutan Rabbimizden uzak kalamayacağımız gibi bize ruh ve hayat bahşeden yüce kitabından da uzak kalamayız.

Şimdi de gençlerimiz Kur’ân’ı evlerinin duvarlarına astıkları gibi onunla o ölçüde irtibat hâlinde olabiliyorlar mı bilemiyorum. Evet, Kur’ân’ı saygı gereği duvara asmak önemli. Ama yeterli değil. Onu alıp okumak, hakikatlerini anlamaya çalışmak ve ona göre hayata yön vermek ondan çok daha önemli ve gerekli.

İslâm hayat dini. Kur’ân dinin temel kitabı, hayata yön ve şekil veren bir rehber.

İleride bazı hatalar işleyebileceğimizi hissetmiş olacak ki Allah Resûlü (asm), “Kur’ân’ı okuyunuz!” buyurduktan sonra, “Şu duvarlarda asılı olan Mushaflar sizi aldatmasın” uyarısında bulunuyor. Kur’ân’ı okumak, bir kısım sûrelerini ezberlemek, mânâsını anlamaya çalışmak, bunun için tefsirlerini okumak bize çok şeyler kazandırır. “Çünkü Allah, Kur’ân’la dolu bir kalbe azap vermez”1 buyurarak Kur’ân’la dolu olmak gerektiğine dikkat çekiyor. Kur’ân’la dolu olmak çok önemli. Her şeyden önce Kur’ân okuyan insan kime muhatap olduğunun bilincinde olmalıdır. Allah bizi adam yerine koyup, bize değer verip bizimle konuşmuş. Bu şeref yeter bize. On sekiz bin âlemin sahibi bize değer verip hitap ediyor. Bunun ne demek olduğunu bilen insan olan insan da, elbette Onun hitaplarının hazinesi olan Kur’ân’a eğilecek, onu okuyacak, yer yer ezberleyecek, Rabbinin ne buyurduğunu anlamaya çalışacak. Bunlar yapıldığında da paha biçilmez mükâfatlar, muazzam müjdeler var. Kâinatın Efendisi (asm) buyuruyorlar ki: “Her kim Kur’ân’ı okur, ezberine alır, helâlini helâl; haramını haram bilirse, Allah bundan dolayı onu Cennete koyar ve kendisini, ailesinden Cehennemlik olan on kişiye şefaatçi yapar.”2 Böylesine avantajları olan Kur’ân’dan uzak kalmak akıl kârı mı? İşte Kur’ân’la buluşma, dolu olmak bu! Her harfine on sevap verilen Kur’ân’dan nasıl uzak kalabilir insan? Yeni Asya’nın Ramazan’da promosyon olarak vermeyi düşündüğü cüz cüz Kur’ân’ın önemi işte burada! Kur’ân’la yine evlerimiz süslenecek, okudukça neşelenecek; kalbimizi, yeteneklerimizi, duygularımızı onunla doyuracak, şifayâb olacağız inşaallah.

Daha geniş kesimlere ulaşmak yolunda ne kadar gayret göstersek az. Şimdiden gayyur kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.

Dipnotlar:

1- Darimî, Fezâilü’l-Kur’ân: 15.

2- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 13.

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğru söyleyen tarih konuşuyor (3)



TEHLİKENİN BÜYÜĞÜ İSTANBUL'DA

Millî Mücadele hareketi zafere, başarıya ulaşıncaya kadar İstanbul'da kalarak mücadelesini sürdürmek isteyen Bediüzzaman Said Nursî, büyük takdir gördüğü Millet Meclisi tarafından da Ankara'ya dâvet edilir.

Fakat o, bu dâvete hemen icabet etmez. Cevap olarak da şu izahatta bulunur: "Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum." (Tarihçe–i Hayat, s. 124)

Said Nursî, işte bu gerekçeyle 1922 yılı sonlarına, yani zafere ulaşılıp Lozan görüşmeleri başlayıncaya kadar İstanbul'da kalır; sonra Ankara'ya gider. (Bkz: 9 Kasım 1922 tarihli Zabıt Ceridesi/Meclis Tutanağı.)

Durum gerçekten de öyle midir? Yani, İstanbul'daki tehlike Anadolu'daki tehlikeden daha mı büyüktü?

Evet ve hiç tereddütsüz öyleydi.

Ne var ki, bu açık ve yalın gerçeği yine de kavramakta zorlananlar olabilir. Onun için, bazı ayrıntılara girerek yaşanan vahameti açıklamakta fayda var.

* * *

Şu önemli hususu hemen ifade edelim ki, İstiklâl Harbi müddetince Anadolu'ya sevk edilen bilumum silâh ve mühimmatın kaynağı İstanbul'dur.

Asırlardan beridir, Osmanlı'nın hemen bütün silâh ve mühimmatı İstanbul'da imal edildiği gibi, en büyük silâh depoları ve cephanelikler de İstanbul'daydı.

İşte, harp san'atını gayet iyi bilen bu milletini isimsiz kahramanları, işgal altındaki İstanbul'da bulunan bütün bu cephanelikleri gizlice boşaltarak Anadolu'daki Kuva–yı Millîye birliklerine ulaştırmaya çalışmışlardır. Bir kısmı karayoluyla giden bu mühimmatın ağırlıklı kısmı ise, İnebolu Limanı üzerinden deniz yoluyla sevk edilmiştir.

İstanbul'un bu yardımı olmasaydı şayet, Anadolu'da kim nasıl, ne ile ve nereye kadar harbedecekti? Netice, şüphesiz çok daha farklı olabilirdi.

* * *

Öte yandan, İstanbul'u işgal eden kuvvet, hiç tereddütsüz Anadolu'yu işgale girişen kuvvetlerden çok daha büyük, üstün ve etkili bir durumdaydı.

Zira, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine musallat olan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri arasında koordineli bir işbirliği yoktu. Birbirinden kopuk ve bağımsız şekilde hareket ediyorlardı. Her biri kendisi için çalışıyordu. Bu da onların kuvvetini zayıflatıyordu.

Bununla beraber, Anadolu'daki mücadele, daha ziyade cephe savaşı şeklindeydi. Dolayısıyla, mukavemet kolaydı.

İstanbul'da ise, durum çok da vahimdi. Zira, bütün işgalci devletlerin kuvvetleri ittifak etmiş ve İngiliz öncülüğünde bir Yüksek Komiserlik birimi kurmuşlardı.

Ayrıca, daha ilk etapta sayısı yetmişi bulan harp gemileri ile İstanbul Boğazı dahil hemen bütün limanlar işgal edilmiş, karaya silâhlı birlikler çıkarılarak şehirin bütün kontrol noktaları ele geçirilmişti.

Zalimane işgal ve baskı bir yana, İngilizler, ayrıca basın–yayın yoluyla da telkinlerde bulunarak kendini halka, âlimlere, entelektüel tabakaya ve hükümet erkânına kabul ettirmeye çalışıyordu.

Padişah, Sadrâzam ve Şeyhülislâm başta olmak üzere, üst yönetimin tamamı İngilizlere—istemeyerek de olsa—boyun eğmiş ve adeta işgalcilerden habersiz hiçbir iş yapamaz hale gelmişlerdi. Hatta öyle ki, Samsun'a gidecek olan Bandırma Vapuru'yla seyahat edecek muvazzaf paşaların listesi dahi, işgalci İngilizler'e onaylatıldıktan sonra nihaî şeklini almıştır.

* * *

Önemli bir başka nokta da şudur: Kuva–yı Millîyi birliklerinin Anadolu'da çarpıştığı işgalci güçler, İstanbul'a nazaran az ve zayıf durumdaydılar. Üstelik, coğrafî şartları yeterince bilmediklerinden, ürkek davranıyorlardı. Mukabele gördüklerinde, derhal geri çekilme ihtiyacını duymaktaydılar. Yunan askerleri hariç, diğerlerinin tamamı çabuk püskürtüldü.

Batı Anadolu'dan harekete geçen Yunan kuvvetlerine mukabil, İstanbul'da ise, Yunanistan'ı beşe katlayan İngiliz ve müttefik işgal kuvvetleri vardı. Bunlar, şayet İstanbul'u işgal ile burada tutunabilselerdi, hiç şüphesiz Anadolu'ya da el atacak ve ortaya çok daha dehşet verici bir manzara çıkacaktı.

İşte, büyük işgal ittifakının hem silâh, hem de yayın ve propaganda yoluyla ele geçirmeye çalıştığı İstanbul'u daha tehlikeli bulan Bediüzzaman Said Nursî, hayatını tehlikeye atarak burada mücadele etti. Yaptığı bu mücadele ile, hem işgalcilerin planlarını bozdu, hem de İstanbul'da taban bulmalarını imkânsız hale getirdi.

Bediüzzaman'ın bu olağanüstü hizmetini takdir eden Ankara hükümeti, ısrarlı dâvetlerle onu Ankara'ya celp etmek istiyordu. Said Nursî ise, tehlike bütünüyle bertaraf olduktan sonra İstanbul'u terk etti. Ankara'ya gitti, Meclis'te kendisine "Hoşâmedî" merasimi yapıldı.

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 5 Temmuz 1964

Darbecilerin idamı

Demokratlar'a yapılan zulmü az bularak iki defa darbe teşebbüsünde bulunan Albay Talat Aydemir, askerî mahkeme tarafından yapılan yargılamada idam cezasına çarptırılmıştı. Aydemir'in cezası 5 Temmuz 1964'te Ankara'da infaz edildi.

Aydemir ve arkadaşlarının, ilk darbe teşebbüsü 22 Şubat 1962'de oldu. Bu başarısız darbenin iki gerekçesi vardı: Birincisi, 27 Mayıs darbecilerinin ordu içinde yapmış oldukları atama ve tutuklama tasarrufu... İkincisi ise, birkaç ay evvel (Ekim 1961) yapılmış olan genel seçim sonucundan duyulan rahatsızlık.

Aydemir öncülüğündeki bu darbe teşebbüsü akim kaldı. Cuntacılar, alelusûl yargılandı ve küçük cezalara çarptırıldı.

Ne var ki, "darbecilik sıtması"na tutulan Aydemir, bir yıl sonra (21 Mayıs 1963) yeni bir darbe teşebbüsünde daha bulundu. Hatta, bazı askerî birlikte tank ve toplarla harekete dahi geçtiler.

Darbeciler radyo istasyonunu da bastılar ve burayı zorla ele geçirdiler. Dahası, "Askerî ihtilâl oldu" diye de anons yaptılar ve bu yönde yayına başladılar. Ancak, yine başarılı olamadılar, bastırıldılar, yakalandılar ve bu kez en ağır bir şekilde cezalandırıldılar.

Aylar süren yargılamalar neticesinde, Aydemir ile Gürcan idama mahkûm edildi.

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokrasi mücadelesi demokratik kültür ister



Demokrasiyi özümsemiş, benimsemiş bir iktidar olmadan, hak ve hürriyetlerin kemaliyle işlediği bir ülke olmadan rahat edemeyiz!

Demokratik hak ve hürriyetlerimiz için iktidar olan, ancak muktedir olmayan AKP’yi eleştirmeden önce net olarak bir kere daha ortaya koyalım:

Hangi parti olursa olsun, şiddete, teröre, zorbalığa dayanmıyorsa; asla kapatılmamalı. Partileri millet iktidar yapar, millet alaşağı eder, millet yaşatır, millet kapatır!

Ne var ki, AKP’yi kapatmak isteyen çevreler; onu daha önce iktidara itenler, onu yere-göğe sığdıramayanlar ve AB’ye karşı olanlardır. AKP’yi kapatarak, AB yolunu tıkamak istemektedirler.

Şimdi gelelim milletin bir parçası, bir ferdi olarak AKP’ye bakış açımıza:

Bir sefer AKP zihniyeti demokratik bir mücadele ve kültürden gelmiyor. ANAP gibi, eyyamcı, fırsatçı bir zihniyettir. Ki, bunu sayın Erdoğan, “Özal’ın peşinden gitmek gerekir!” diyerek ifade etmişti. Hak ve hürriyetlerde başarılı olamamasının da sebebi budur. Ömrü boyunca iktidar olmak için çalıştı, çırpındı, mücadele verdi; demokrasi, hak ve hürriyetler için değil… 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinin mahsulü 82 Anayasası’nın kabul edilmesinde bu iktidardakilerin desteği vardır, payı vardır, alkışı vardır. Onun için başarılı olamıyor…

İkincisi: Bediüzzaman der ki: “Ben ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam!”

Buna göre;

* Ekonomik istikrar olmadan da yaşarım. Hatta, demokrasi, hak ve hürriyetler olmazsa, ekonomi ilerlemez, istikrar olmaz. Ne oldu şimdi!

* “Esnaf, Halk Bankası’ndan bir kuruş kredi alamıyordu, şimdi faizler yüksek, ama istediği kadar kredi alabiliyor.” Kredisiz yaşarız, ama hürriyetsiz kat’â!

* “Hayvancılığa büyük destek verdi.” Hayvansız yaşarız, ama demokrasisiz kellâ!

Şu halde: Birinci plana mânevî hayat, hak ve hürriyetler alınmalı; ekonomi değil!

YÖK’ü halledemeyeni neden tekrar iktidara taşıyalım ki!

* Enflasyonla yaşarım, ama demokrasisiz asla!

* TOKİ’nin evleri olmadan yaşarım, ama hürriyetsiz asla, başörtüsüz asla!

* Duble yol olmadan da yaşarım, ama YÖK ile asla yaşayamam!

* “Başörtüsü namus borcumuzdur, halledeceğiz!” deyip, sonra her şeyi yüzüne gözüne bulaştıranları neden iktidarda tutalım ki?

Başörtülüler üniversite imtihanlarına bile alınmadı!

Meslek okulu katsayısı meselesi halledilemedi.

Kur’ân kurslarına gitme problemi duruyor.

Ekonomik istikrara oy verildi, ayağımıza dolandı… İşte zamlar, işte binlerce esnaf kilit vurmuş, işte faizler yükselmiş, işte bankalar para ile para kazanıyor v.s.

Sanki mânâ âleminden bize bir ikaz yapıldı: Siz hak ve hürriyetlere değil, istikrara oy verirseniz…

Sıradan vatandaş kıstas olarak “ekonomiyi, ekmeği” baz alabilir. Bunun için AKP’ye oy verenleri saygıyla karşılarım; bu onların tercihi! Ama, maddî menfaat beklemeksizin hak ve hürriyetleri, demokratları, “millet, vatan ve Kur’ân hesabına” destekleme dersini, ihtiyat kuvveti olma ikazını Bediüzzaman’dan alanlar “hürriyetsiz nasıl yaşar!” Kaldı ki, asıl problem ekmek, ekonomi değil! Eğer gerçek hürriyet ve demokrasi olursa, ekmek de olur! Hem de gayet pişmiş ve tam gramajlı!

05.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Millet intibaha gelmeli



Bunca yıldır tekrarlanan ‘senaryo’ ve ‘film’leri izleyenler, ‘isim ve resim’lerin değiştiği; ama temelde hiçbir şeyin değişmediğini farketmiş olmalı. ‘Yakın tarih’te okuduğumuz bazı hadiselerin, yenilenmiş şeklinin daha sonraki yıllarda tekrarlandığını gördük. Demokrasi ve hürriyetlerin gelişmesini istemeyenler her fırsatta bir ‘düşman’ icad edip, güya o düşmanla mücadele adı altında insanlara haksızlık etmeyi sürdürmüşler.

Bir ara durulur gibi olan ve sonra yeniden alevlenen ‘Ergenekon’ tartışmaları da ‘tarihten ibret alınması gerektiğini’ bir defa daha hatırlattı. Gazete ve televizyonlarda birbirinden farklı, zaman zaman da birbirini nakzeden ‘bilgi’ler yer alıyor. Bunları duyan ve okuyanlar da haliyle ‘ne oluyoruz?’ diye soruyor.

Ancak geçmişte yaşanan hadiseler gibi, günümüzde de tekrarlanan hadiseler bir noktada birleşiyor: ‘İyi’ ve ‘kötü’nün mücadelesi dün vardı, bugün de var, yarın da devam edecek.

Gazetelerde yer alan bazı iddiâları okuyunca, belki bazıları şaşırmış olabilir; ama gerçekte bu iddiâlara hiç şaşırmamak lâzım. Çünkü bugün iddiâ edilen hadiseler geçmiş yıllarda yaşanmış. Ne acıdır ki, yine aynı oyunlar sahneye konulmaya çalışılıyor ve az da olsa ‘müşteri’ de buluyor.

İddialara bakılırsa, Ergenekon operasyonu çerçevesinde göz altına alınan bir ismin, geçmişte ‘tetikçi’lik yaptığı ve İstanbul ‘Gazi olayları’nda ekibiyle kahvehaneleri taradığı ifade ediliyor. Tabiî bu iddiânın doğru olup olmadığına dâir elimizde bir ‘delil’ yok. Ancak bu iddiâ dillendirildiğinde, “Olmaz öyle şey” diyen kaç kişi çıkar?

Gerek ‘Gazi olayları’ ve gerekse benzer şekilde cereyan eden onlarca, belki de yüzlerce hadisede hep benzer iddiâlar gündeme gelmiş ve bununla ilgili itiraflar da yapılmıştır. Dolayısı ile böyle hadiselerin ‘mümkün’ olacağı yönünde genel bir kabul var.

Meselâ, 12 Eylül ihtilâli öncesinde bu tip provokasyonların yapıldığı sonraki yıllarda ortaya çıktı. Hatta dönemin emekli generallerinden Bedrettin Demirel, “İhtilâl olgunlaşsın diye bir yıl bekledik” anlamında itirafta bulunmuş ve bu beyan da Milliyet gazetesinde yer almıştı. Hatta Milliyet yazarı Hasan Cemal’in o döneme ait ‘hatıralar’ını anlattığı “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” adlı kitabı da dikkat çekicidir.

İşte o gün ve bugün yaşananlar birbirinin tekrarı gibi. Dolayısı ile milletimize düşen, hadiselerin arkaplanını anlamaya çalışmak olmalı. Yoksa sadece günü birlik hadiseleri değerlendirerek, Türkiye’de yaşanan hadiselere doğru teşhis koymak kolay değil. Çünkü ihtilâllerle milletin geleceğini karanlığa gömmek isteyenler, her türlü ‘bilgi karartması’ yapmaya adaydırlar.

Başarılmış ya da başarısız kalmış bütün darbeler incelenirse, kurulan ‘tuzak’lara daha iyi teşhis koymak mümkün olur. Milletimiz intibaha gelir, hadi-seleri derinlemesine sorgulamaya devam ederse ihtilâlcilerin başarılı olması mümkün değildir.

En büyük tehlike, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışıdır, ki bu anlayışı ‘cehennemin dibi’ne yollamaktan başka çâre de yok. Hem uyanık olalım, hem de ‘duâ’ya sarılalım...

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara siyasetinin izâhı…



nkara’nın başını döndüren olayların ardından bir dizi senaryo ortaya atılıyor. Her biri bir tarafa çıkan senaryoların mihveri iktidar partisini “kapatma davası” etrafında dönüyor.

“Hazine yardımı”nın kesilmesi ve başta Başbakan Erdoğan olmak üzere “iddianâme”de ismi geçen bazı bakan ve milletvekillerine “siyaset yasağı”yla yetinilmesinden, ABD’nin AKP’nin yerine yeniden yıpranmamış bir “model” arayışına, millet irâdesini saptırıcı “muvazaa oluşumlar”a kadar varsayımların ardı arkası kesilmiyor.

Bazı mahfillerde bu dönemin bittiğinden ve yeni dönemin adının konmasından bahsedilse de, ihtimallerin çoğu “spekülasyon”un ötesine geçmedi, geçemiyor.

Senaryoların özetinin, “AKP ile devam” ya da “AKP sonrası Türkiye’nin çözümü” şeklinde farklı uçlara kayan geniş alternatiflere yayılması, “kapatma davası”yla bilinmezliğe sürüklenen siyaseti daha da belirsizliğe itiyor…

BELİRSİZLİĞİ GİDERECEK DEMOKRATİK DİRENÇ YOK

Peki siyaset bu belirsizliği giderecek demokratik direnci gösterebilecek mi? Dünden bugüne ne yazık ki başta iktidar partisi olmak üzere bu irâdeyi göstermedi, gösteremedi. Bununla da kalmadı bu süreçte çok vâhim yanlışlar yaptı; yapmaya da devam ediyor.

En başta söz verilen “yeni sivil anayasa” resmen rafa kaldırıldı. YÖK yasasını hâlâ değiştirmiş değil. Ceza kanunu defalarca değiştirildi; ancak hâlâ 301. ve meşhur 312’nin yerine ikame edilen 216. maddeden düşünce ve ifâde özgürlüğü üzerindeki baskılar devam ediyor. Sırf inancı gereği depreme “İlâhî ikaz” diyen yazar ve düşünürlerin yargılanmaları sürüyor.

Dahası AİHM’e gönderilen hükûmet savunmalarında hapis cezası istemiyle açılan ve bir kısmı ceza alan yargılanmalar resmen savunuluyor. İnancını açıklamanın “suç” sayılıp cezalandırılmasına açıkça arka çıkılıyor. Tıpkı Leyla Şahin dâvâsında hükümetin Strasbuorg’a, başörtüsünün “laikliğe aykırı”, “siyasî simge” ve “gerginlik sebebi” olduğunu, YÖK ve yasakçı rektörlerin yasadışı keyfî yasağı dayatmalarının “yasala uygun” gördüğünü bildirmesi gibi…

Aynı kırılmayla yüzbinlerce öğrencinin eğitim hakkı gasb ediliyor. Hakkında hiçbir yasaklayıcı hüküm bulunmayan başörtüsü için Anayasayı değiştirme “tuzağı”yla dinî bir vecîbe olan ve temel insan haklarının başında gelen inancını yaşama hakkının yasaklanmasının “yasallaştırılması” yanlışına bahaneler sunuldu, sunuluyor.

Bu arada imam hatip mezunlarına ve meslek okullarına uygulanan katsayı haksızlığı her dönem onbinlerce öğrenciyi mağdur ediyor. Diyanet’e bağlı Kur’ân kursları ve camilerde çocukların Kur’ân öğreniminin hâlâ “yaş yasağı”nı ortadan kaldıracak çaba gösterilmediği gibi, Anadolu’da kadim bir gelenek haline gelen Kur’ân öğrenimine yasak getirildi ve cezası arttırıldı.

Yeni ceza yasasında tatilde, evlerde, apartmanlarda komşu çocuklarına Kur’ân dersi verecek vatandaşlar “izinsiz eğitim kurumlarını açmak” ve “izinsiz eğitim vermek” suçuyla suçlanabilecekler. İktidar partisi ve hükûmet sözcüleri bu ucûbeyi düzeltmek yerine, iktidarı “güvence” gösterdiler. Bu garip maddeyle vatandaşların tâciz edileceği uyarılarını dikkate almadılar…

“ŞİRİN GÖZÜKME” SİYASETİNİN AKIBETİ…

Keza AB müzâkere süreci de iyi işlemedi. Hırvatistan 36 müzâkere başlığından 18’ini açarken, Ankara ancak 8 başlığı açabildi. “Tarım” gibi AB standartlarında esas olan 18 önemli başlık ise hâlâ duruyor.

Diğer yandan Cumhurbaşkanı Gül, şimdiye kadar bir tek rektör atadı; YÖK’ün elediği isimler arasında beklentilere göre “en uygun olmayanı” seçtiği söyleniyor. Yeni rektör atamalarında ise hangi kriterin esas alınacağı bilinmiyor.

28 Şubat “post modern darbe” sürecinde mevhum “irtica ile mücadele” için icâd edilen “Batı Çalışma Grubu”nun yerine kurulan Başbakanlık Tâkip Kurulu üyesi bir hakimi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna ataması tarzındaki mâlum mihrakların pompaladığı millete rağmen “laiklik hassasiyeti”ni mi, yoksa milletin beklentilerini mi nazara alacak?...

Kısacası Ankara ciddî bir sınavla karşı karşıya. Türkiye’nin “kriz”den çıkmasının yegâne yolu, milletin hassasiyetlerini nazara alan demokrasiyi güçlendirmek ve kararlı bir demokratik tavır ortaya koymaktan geçiyor…

Ne var ki siyasî iktidar, başkalarına yaranmak ve demokrasi dışı mahfilleri memnun etmek hesabına özellikle inanç ve mânevî meselelerde halkın taleplerini hep erteledi, öteledi. Milletin bahşettiği Anayasayı dahi değiştirecek güce rağmen AKP siyasî iktidarı, bu kubbe de hoş bir sâdâ bırakmadı…

Başkalarına “şirin gözükme” siyasetinin akıbeti ortada. Bütün bunlar Ebû Müslim Horasanî Hazretlerine atfedilen şu ibretli sözü hatırlatıyor:

“Şerrinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Şerrinden korktuklarını ise yakın tuttular. Yakın tuttukları ‘dost’ olmadı; ancak uzak tuttukları dostları ‘düşman’ oldu. Ve herkes ‘düşman’ safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.”

Neticede düşülen vartada Ankara siyasetini bu ikaz izâh ediyor…

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Halkın gündemi



Türkiye’nin gündemi AKP kapatma davası ile Ergenekon soruşturması arasına sıkışmış durumda. Her iki davada da belirli bir noktaya gelindi, ancak bu gündem içinde ‘halkın gündemi’ni soran yok. Ekonomideki dalgalanmalar biliniyor, ancak bunları konuşan yok. Var olan, Ankara’daki kutuplaşma ve kavgalar.

Bütün bunları yaklaşık üç aydır Anadolu yollarında olan, dayatılan gündemin içinde yer almamak için, 4 Nisan’da başladığı “Beyaz yürüyüş”le şu ana kadar 26 il gezen, önümüzdeki Pazartesi günü de Doğu illerini ziyarete Erzurum’la başlayacak olan Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’ya sorduk.

Bu soruları niye Soylu’ya sorduğumuzu merak edenler için açıklayalım: Çünkü, Soylu aylardır halkla iç içe. Kimi zaman fakir sofralarında, kimi zaman traktör üzerinde, kimi zaman işsizlerin toplandığı kahvehanelerde halkla yakın temas içinde. Halkın nabzını en iyi tutan liderlerden birisi.

Soylu’ya ilk sorumuz “Ankara’nın gündemi ile halkın gündemi uyuşuyor mu?” sorusu oldu. Soylu halkın gündemini şöyle özetliyor:

“Halkın gündeminde zam var. Tarım kesiminde çiftçimizin çektiği sıkıntılar var. Mazota son 2-3 ay da yüzde 30’un üzerindeki zamlar var. Gübre atma zamanında gübreye yapılan yüzde 100’lük zam var. Sabahtan akşama siftah yapamayan esnafın sıkıntıları var. Gençlerimizin işsizlik sorunu var. Vergi dairelerine borcunu ödeyemeyen küçük sanayi işletmelerinin dertleri var.”

Niye Anadolu yollarında olduğunu ise şöyle açıklıyor: “Ankara siyasetinin çetrefil, üretmeyen siyasetin içerisinde olmamak adına hem milletimizi dinleyebilmek hem de Türkiye’nin gerçek gündemini yakalayabilmek, milletin taleplerini, arzularını, önerilerini bir şekilde sıcak temas kurarak değerlendirmek için Anadolu yollarındayız.”

Bütün bu sıkıntılara çare bulunmadığını söylüyor Soylu. Bunlara karşılık siyasetin gündeminin ise kapatma dâvâsı üzerinden olduğuna dikkat çekiyor. AKP ve CHP’nin arasında yaşanan siyasî çatışmaları da “kısır siyaset anlayışı” olarak değerlendiriyor.

1990’dan sonra dünyanın fevkalâde değiştiğini, Türkiye maalesef bu değişikliğe önemli ölçüde yakalayamadığını söylerken, “Tek başına iktidarlar bu değişikliği yakalamak için bir fırsattırlar. AKP bu fırsatı da Türkiye adına heba etmiştir. Demokraside gerekli adımları atamamıştır” değerlendirmesinde bulunuyor.

Kısır siyaset anlayışının diğer siyasî aktörü CHP’yle ilgili olarak da, “Normal yollarla iktidara gelme şansı olmayan CHP, ‘anormol yol’lardan iktidar olma çabası gösteriyor” diye eleştiriyor. CHP’nin bir “tahrik siyaseti” ortaya koyduğunu söylüyor. AKP’nin bu siyasetten nemalanmaya çalıştığını dile getiriyor. Türkiye’nin AKP ile CHP arasında sıkışıp, politika üretemeyen, değerler üzerinden siyaset yapan bir konuma getirildiğini savunuyor.

Bu sıkışmış siyasetin çaresini şöyle sıralıyor: “Bir gelecek siyaseti, hizmet siyaseti ve üretim siyaseti ortaya konulması lâzım. Milletin değerleri ile kavga edilmemesi gerekiyor. Veya bunların üzerinden, bunları sömürerek, istismar ederek siyasal ranta yönelik anlayış oluşmaması gerekir…”

Anadolu’yu ziyaretlerinin özetini de şöyle açıklıyor: “Demokrat partinin yeniden milletle bütünleşme sürecini ortaya koymaya çalışıyoruz. Gittiğimiz her yerde hem DP adına, hem Türk demokrasisi adına çok büyük kazanımlar sağladığımızı söylemeliyim.”

Soylu, çıktığı yolda diğer partilerin aksine kavga siyaseti yerine çözüm siyaseti ortaya koymaya çalışıyor. Millet Ankara’da kısır çekişmeler içindeyken o halkla bütünleşme çabasında…

Soylu’nun AKP’nin kapatma dâvâsı ve Ergenekon soruşturması ile ilgili görüşlerini de yarın aktarmaya çalışalım…

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Zafer’den ‘imkânsızmümkün’ örnekleri



BİR KAHRAMANLA TANIŞMAK İSTERSİNİZ SANIRIM

Kahramanlarla tanışmak heyecan vericidir. Nesi heyecan vericidir diye sorulursa, çünkü onlar kendilerine verilen Cenâb-ı Hakkın verdiği kabiliyeti O’nun izni dairesinde kullananlardırlar diye cevap vermek yerinde olur sanırım.

İşte o kahramanlardan birisi de son yazılarda yazılar vesilesiyle tanıştığımız Zafer kardeşimiz. Ankara’da oturuyor. Bize ilettiği e-mektupta ders alınacak pek çok noktalar var.

Birlikte paylaşalım.

“Selâmün aleyküm, ben Zafer, Ankara’dan. Kör bir vatandaşım. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi mezunuyum ve memurum. Sizin bugünkü makalenizi okudum. Benim daha önce kafamda düşündüğüm bazı şeyleri buldum. Bu konuyu çeşitli defalar konuştum. Bu şekilde sözler söyledim. Gözlerim görmediği için arkadaşlarım ve çevremden pek çok insan, onu nasıl yapacaksın? Başaramazsın, yapamazsın, onun hakkından nasıl geleceksin dedikleri için, ben de pek ses çıkarmazdım. İlkokul, ortaokul, lise, fakülte biraz böyle gitti. Fakat fakültenin ileriki zamanlarında, ben kendi kendime, ‘bu şekilde düşünen insanların konuşmaları yanlış’ demeye başladım. Ancak bir türlü karşı düşüncelerimi söyleyemedim. Dediğiniz gibi böyle öğretildiği için böylede yaşıyordum. İşe yeni başladığım zamandı. Kendi kendime dedim ki, en iyisi ben bana yapamazsın dedikleri zaman, ben de onları dinlemeden onu nasıl yapayım demeye başladım. Ben, ‘yapamazsın’ denen şeyleri, yapmak için uğraşayım ki, o da yapabileceğim olay için bana yardımcı olsun. Hatta bir gün asansöre binmek istedim ve düğmeyi aramaya başladım. Fakat bir türlü bulamıyordum. Ortada apartman sessiz olduğu içinde kimse yoktu. Bir süre daha beklerken biri apartmanın kapısından girdi ve düğmeye bastı, kapıyı açtı. Ben de dedim ki ‘Düğme nerede, ben de öğrenebilir miyim.’ dedim. O da, ‘Ben bastım gerek yok.’ dedi. ‘Olsun, diğer zaman yine gerekecek.’ dedim. ‘O zaman ben ne yapacağım?’ dedim. ‘Neyse öğrenemedim. O binadan tekrar aşağı inmem gerekiyordu ve düğmeyi nasıl bulacağımı düşünerek, kapıdan çıkıp asansöre yaklaştım ve düğmeyi aramaya başladım. Fakat bir türlü bulamıyordum. Hatta merdivenden inmeyi düşündüm. Ancak bulmam gerektiğine de inanıyordum. Belki bu basit bir şeydi, ama yapmam gereken bir şey olduğuna da inanıyordum. Bir yandan da kendimle alay edip duruyordum. ‘Ne biçim adamsın, bir düğmeyi bulamıyorsun, beceriksizin birisisin, hiçbir işe yaramazsın’ derken biri geldi ve düğmeye bastı kapıyı açtı. Ben yine sordum, ‘Düğmenin yeri nerede, ben de öğrenebilir miyim? Siz yokken kime soracağım’ dedim. ‘Allah razı olsun bu sefer arkadaş düğmenin yerini göstermeyi kabul etti. Sonunda bunu öğrendim.

‘İnsanlar nedense bizim için hayatta basit gibi görünen çoğu işleri öğretmek istemezler. Ne meselâ, çay doldurmak, çayın şekerini atmak, kaşıkla karıştırmak. Bunların hepsini misafir olduğumuz yerdeki insanlar yapar. Ben de, ‘niye yapıyorsunuz’ deyince; yorulma diye, diyorlar. Bu işler yorulacak işler mi acaba? Bence çayın içmesi de zor iş olmalı, o zaman bir de içirseniz olmaz mı derim. O zaman ne demek istediğimi anlarlar.’

‘Bir de arkadaşın bürosunda mutfakta ocağı açık bırakmışlar. Ancak mutfakta kimse yok, herkes içerde ben de mutfağa girdim ve herhalde ocak açık dedim ve ocağın yanına gittim, kendime göre bir yön belirleyip kapattım. Ocağın altına baktım, herhalde kapattım dedim sıcaklığın durumuna göre. Fakat emin olamadım. Oranın ocağını bilmediğim için, içeri gidip arkadaşın birini çağırmaya çalıştım. Ancak arkadaşlar yabancı olduğu için Türkçe bilmiyorlardı. Neyse bir şekilde derdimi anlattım. Arkadaşı mutfağa getirdim ve baktırdım, ‘tamam kapalı’ dedi. Neyse büronun sorumlusu arkadaş gelince dedim ki, ‘ocağı niye açık bıraktın’ dedim. Bina yansa, ‘körün biri yaktı diyecekler’ dedim. O da, ‘yahu arkadaşlara söylemiştim kapatsınlar diye.’ Bilemem ama, dedim sonra körün biri yaktı diyecektiler dedim.’

‘Onun için hatta belediyede çalışan bir abiye dar düşünceler, dar sokaklar, dar caddeler her şeyin darını düşünüyoruz. Doğuştan dar düşününce sonradan geniş düşünmekte dar oluyor. Neyse çok yazarak sizi meşgul ettim. hakkınızı helâl edin. Selâm ve duâ ile.’

ENGELLİ OLMAK, ALLAH'A KUL OLMAYA ENGEL DEĞİL

Zafer kardeşin dünyasının renkliliği kurduğu cümlelerden anlaşılıyor. Sonra baktık ki, mektuplaşmalar devam etti. Kıymetli Zafer'in sonraki mektubunu da sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim.

DOSTLUK BAŞLADI, BİR MAİL DE BENDEN

Zafer Bey merhabalar.. Öncelikle incelik gösterip mail iletmeniz beni sevindirdi. Böylece sizinle tanışmış olduk. İnşaallah yazışmalarımız sürer.

Sizler gerçekten orijinal insanlarsınız. ‘Kör bir vatandaş’ diyorsunuz, ama ben, gözü gören körleri çok tanıdığım için, meselenin gözün görmesinden çok öte görmeklerde olduğu kanaatini taşıyorum. Gönül gözleri hepsinin ötesinde görüşlere sahip. Cenâb-ı Hakkın âdil olduğunu kabul eden için, ne gözlerinin görmemesi bir adaletsizliktir ve ne de gözlerinin görmesi adalettir. Önemli olan Cenâb-ı Hak nasıl takdir etmişse ona uygun bir hayat biçimi içerisinde olabilmektir. Onun için kullanamayan noktasında gözler, dalâletinin; kullanan için ise gözlerin olmaması hidayetinin vesilesi olabilir. Belki de pek çok insan için gözlerinin varlığı, kayboluşun, günahlara dalmanın sebebidir. O zaman o göz onun için fayda mıdır? Bütün hesapları ebedî hayatı düşünerek yaparsak, sanırım o zaman pozisyonlar değişiyor.

Allah elimizde olan emanetlerini kendi rızası doğrultusunda kullanmayı nasip etsin. Hesabını veremeyeceğimiz yükler altına almasın bizi ve nefsimizin eline bırakmasın.

Zafer kardeş, duâlarını bekler, bundan böyle yorumlarını arzu ederim.

Allah’a emanet olunuz.

ORİJİNAL İNSANLARLA TANIŞMAK NE GÜZEL

‘Selâmün aleyküm Sebahattin Bey, ben Yeni Asya camiasına derslere katılan biriyim. Gazeteyi internet yoluyla mümkün olduğu kadar okumaya çalışıyorum. Söylediklerin için Allah razı olsun. Radyonun birinde şöyle bir söz vardı. Program açılışında ‘engelli olmak Allah’a kul olmaya engel değil. Engelsiz olmak Yaratıcıyı tanımak için daha büyük bir kolaylık olduğunu düşünüyorum. Yeter ki onu düşünmeyi bilelim. Benim çevremde de benim gibi olup yanlışlara gidenler var.’

‘Gözleri görüp, yanlışlarda sürüklenenler de var. Önemli olan etrafımızdakileri anlayıp, analiz etmeyi bilmektir. Analizi doğru yaparsak sonuç doğru olur. Yanlış yaparsak, sonucu yanlış olur. Çok zeki olmak veya normal zekâlı olmak gibi. Allah’ın verdiği bu cihazların da büyük bir ikramı olduğuna göre, görmenin de büyük bir önemi var tabi. Fakat olmaması açısından da büyük bir eksikliğini duymuyorum. Ancak Allah bana, ‘görmek ister misin?’ dese, Allah’ım senin yarattığın nimetleri anlamak, daha hayırlı ameller etmek, şükretmek için ‘isterim’ derim. Tabiî ki bıçak insanları kesmek için de kullanılır, ekmek kesmek için de kullanılır. O zaman, ‘bıçak haşa niçin yaratıldı’ mı diyeceğiz. Gözün, bilgisayar kullanan biri olarak çok işe yaradığını biliyorum. Ancak görmeden de Allah’a şükür kullanabileceğim programlar yardımıyla işlerimi halledebildiğim için de Allah’a şükrediyorum. Böyle sesli programı icat eden insana da, ‘Allah razı olsun’ diyorum.

‘Bu, benim gibi görmeyen arkadaşın, imkânsız-mümkün kolayı zevkli hale getiriyor ve diğer insanlardan büyük ölçüde fark olmadığını düşünüyorum. İnsanlara Allah’ın yardımıyla, ona güvenirse; elinden geleni yapıp fakat yapamadığı zaman da şimdilik başaramadım, ama Allah izin verirse ileriki zamanlarda bu işi Allah’ın izniyle başaracağım derse, herhalde doğruyu yapmış olur diye düşünüyorum.’

‘Yardımı da yaptırmayarak yardım değil, yaptırarak yardım etmek en güzel yardım olacağını düşünüyorum. Allah akıl verdiğine göre, bunu en doğru şekilde kullanarak onun izin verdiği ölçüde kullanarak yapabileceğimiz çabayı gösterip başaramasak da kendimizi o yolu açma anlamında kullanmaya çalışmamız gerektiğine inanıyorum.’

‘Yine çok uzattım hakkınızı helâl edin.’

‘Selâm ve duâ ile.’

05.07.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Geceye medhiye



Geceler pek sevilmez insanlar tarafından. Asırlarca şâirler, yazarlar ve bilûmum romantik karakterler hep ürkmüştür geceden. Oysa iyi tarafları da var gecenin. Ortalık tenhalaşıp da sessizliğin saltanatı başladı mı alaca karanlıkta, insan için tarifi imkânsız iç hesaplaşmalar başlar meselâ. O an eğrisi ve doğrusuyla teraziye koyduğumuz yaşantımız, gecenin kucağında ayarını bulma eğiliminde olur. Gündüzün hengâmesi içinde çoğu zaman gözden ve gönülden uzak kalan gerçekler, artık gecenin aydınlığında önümüze düşüverir dökülen saç misali. İşte bu vaziyet ve duygu hâli, gecenin bir hâkem rolü üstlendiğinin göstergesidir. Ve dikkat edilirse, insanoğlu asırlar boyu kendini çoğunlukla gecenin hakemliği ve örtüsü altında en güzel ifade etmiştir.

Bence insan görebilir ve bakış açısını netleştirebilirse, gecede çok olumlu taraflar bulabilir. Meselâ parlak bir dolunayın aydınlığında gündüz pek de kuramadığımız, şuura yakınlaştıramadığımız hayallerimiz ortalığa dökülüverir birden. Artık gecenin bağrından çıkan masmavi masallarla, Kafdağı’nın ardına yürüme azmini gösterme zamanıdır. Gündüzün çarklarında gerçekleşmeyi arzulayan nice hayalimiz, mehtap şarkılarıyla dansa kalkar ve o nazenin mutluluğu tattıracağının müjdesini kulağımıza fısıldayıverir. Yıldızlar gökkubbede asılı duran bin bir emelimizdir artık. Dolunay, mükemmelliğin timsali oluverip çıkmıştır.

Gece deyip geçmemek lâzım. Çünkü o zifiri karanlık, bir an olsun temkini elden bırakmamayı hatırlatmasını da bilir. Gündüz pek de fark edemediğimiz, içinde yuvarlandığımız aceleciliğimizin ne denli tehlikeli olduğunu yalnızlığın şarkısıyla öyle bir anlatır ki bize, o an bütün benliğimizle bunun aczini ve fakrını yaşarken, şefkatin doyumsuz tadını tefekkür makamında idrak ederiz. Düşünün bir kere… Uzayın boşluklarında yüzen bir tiyatro sahnesindesiniz... Perdeler açılıyor yavaştan. “Kaçıncı perde bu açılan? Kaçıncı merdiven bu, sahneye dayanan? Şu ortalığa düşmüş, dört elle dünyaya sarılarak insanları canından bezdirme pahasına, ihtirasına yenilenler hangi rolün suflörlüğüne soyunuyor?” gibi soruların cevaplarını geceden başka hangi aydınlık verebilir?

Gece bu! Karanlığın kucağında uzayıp giden yollarda bulursunuz kendinizi bir ara. Önce rüzgâr eser, insanı sersemleten mayhoş kokular etrafa yayılır. Gönül açar ellerini ve kucaklar, hasret yüklü hatıralardan arta kalan pişmanlıkları. Ve ebedî saadete susamış bir ruhla, tozlu yollarda çamur kokan ayaklardan sıyrılıp huzur sesini duyarak ilerler. Meydanın dâim misafiri güvercinler ve kıyılarda söyleşen, bin bir umutla sabahı bekleyen martılarla tanışır. Denizin ortasına düşecek şükür çığlıklarını bir şarkı tadında dinlemenin hazzıyla, zamanı damla damla içinde yaşar. “Daha dün” söyleminin kekremsi tadını geride bırakarak, “Haydi Abbas, vakit tamam” edasını takınıp naif bir hasret bırakır süveydasına…

Gecede inleyen bir nağmedir artık mazi. Bir yerde kalıp daha öncekiler gibi, sadece huzurla el sallamayı bilmektir aslolan. Yarınlarda tekrar avuçlanabilme ümidiyle, her çağrıldığında hayalleri süslemektir görevi gecenin. İstikbal yollarında gönül bağından kopan çil çil umut taneleri, toprağında sümbüllenir gecenin. Her hareket, her bakış ve her düşünce bir iç cümbüşü getirir beraberinde. Öyle bir cümbüş ki, ezelden takdir edilip ebede doğru giden “gelgit” demdemeleridir. Ve bütün bu gelgitler, yollara toprak olan gönül yolculuğunun dünya serencamıdır.

Gönül hayret vadisinde… Gönül, heybesi sırtında bir abdal; gecenin koynunda, rüzgârın kanatlarında, bir ney tadında akreple yelkovanın peşi sıra sonu vuslat bir hicrana yürür… Zira her ayrılık, bir vuslat içindir.

Evet, gece güzeldir. Maharet görebilmekte…

05.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır