"Gerçekten" haber verir 17 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Peygamber terbiyesi



İNSANLARIN âdetlerini, alışkanlıklarını küçük bile olsa bıraktırmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Bu zorluk sebebiyle atalarımız “Can çıkar huy çıkmaz” demişlerdir. Hele bu âdet ve alışkanlıklar kan ve damarlara kadar işlemişse onu söküp atmak daha da zorlaşır.

Bu gerçek çerçevesinde Asr-ı Saadete baktığımızda Resûl-i Ekrem’in (asm) başarısının büyüklüğünü anlamakta gecikmeyiz. O Resûl-i Ekrem ki (asm) hem büyük, hem bir değil nice âdetleri, hem inatçı, hem inandıklarına körü körüne inanmış, hem vahşî, hem büyük kavimlerden görünürde küçük bir kuvvetle, küçük bir gayretle, az bir zamanda ortadan kaldırıp yerlerine, hem de dem ve damarlarına nakşedecek tarzda en güzel huyları yerleştirmiş, akılların öğretmeni, nefislerin mürebbîsi, kalblerin sevgilisi ve ruhların sultanı olmuştu.

İşte yüzlerce örneklerinden birisi! Hakim bin Hizam… Kureyş’in ileri gelenlerinden… Oldukça zengin. O ölçüde de malı seviyor. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmuş.

Birgün Peygamberimize (asm) gelir, mal ister Hakim bin Hizam. Kırmaz, verir Efendimiz (asm). Fakat o daha da ister. Yine verir Kâinatın Efendisi (asm).

İnsanda mala karşı aşırı bir sevgi yok mudur? Kur’ân, “Gerçekten onun mal sevgisi de pek şiddetlidir!”1 “Malı da çok fazla seversiniz” 2 buyurmaz mı? Hakim de mal hırslısıdır.

Ancak bu duygunun eğitilmesi gerekmekte. Peygamberimiz (asm), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuyor muydu? Hakim’in eğitilmesi lâzımdı. Gönlü tok olmalı, kimseden birşey istememeliydi. Şöyle buyurdu Allah Resûlü (asm): “Ey Hakîm! Bu mal var ya caziptir, tatlıdır. Kim onu gönül hoşluğu ile alırsa bereket bulur. Kim göz dikerek tama ile alırsa, bereketi kaçar. Böyle biri yediği halde doymayan kimseye benzer. Veren el alan elden hayırlırdır.”

Bu ifadeler yetmişti Hakim’e. “Ya Resûlallah! Hayatım boyunca sizden sonra başka hiçbir kimseden birşey almayacağım” diye karşılık verdi. Gerçekten de sözünde durdu Hakim bin Hizam. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti döneminde Beytülmaldan payına düşen malı vermek istediğinde kabul etmeyecekti. Hz. Ömer de döneminde payına düşen ganimet malını vermek için çağırdığında ondan da almamıştı.3 O kadar ki onun vefat edinceye kadar kimseden birşey istemediğini, almadığını, aksine verme heyecanı içerisine girdiğini biliyoruz.

Hakim’in gönlünde İslâm öylesine kökleşmişti ki İslâma geç girişinin açığını kapatmak için bir seferinde 2000 tane koyunu fakir fukaraya sadaka olarak vermekte tereddüt etmemişti.

İşte Peygamber talebeleri ve işte harika bir eğitim!

Dipnotlar:

1- Âdiyat Sûresi: 8.

2- Fecr Sûresi: 20.

3- Riyazü’s-Sâlihin Terc., 1:556; Hadis no: 526; Buharî ve Müslim’den.

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



M. F. Ç. Rumuzlu okuyucumuz: “23. cüzün sonlarına doğru yer alan secde âyetinde secde ile ilgili herhangi bir kelime geçmiyor. Bunun hikmeti nedir? Biraz açar mısınız?”

Bahsettiğiniz âyet Sâd Sûresinin 24. âyetidir. Bu âyette Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma sû-i kast niyetiyle gelen, gizlice duvardan tırmanarak mescide atlayan, fakat niyetleri anlaşılmasın diye korkularından birbirlerinden dâvâcı olduklarını söyleyen iki kişiden Hazret-i Dâvud’un (as) Allah’a sığındığı ve secde ettiği haber verilir.

Bilindiği gibi, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm mescitte ibadet ediyordu. Muhafızlar ise yabancı ve tanınmayan kimselerin mescide girmesine izin vermiyorlardı. Hazret-i Dâvûd Aleyhisselâma sû-i kast yapmak isteyen iki düşman da mescide duvardan tırmanarak, Hazret-i Dâvûd Aleyhisselâm’ın yanına girdi. İçeriye girince de bu yapmacık dâvâyı uydurdular. Hazret-i Dâvûd Aleyhisselâm bunun bir imtihan olduğunu anladı ve Allah’a secdeye kapandı.

İlgili âyeti hatırlayalım: “(Ey Muhammed!), Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Onlar mescidin duvarına tırmanmışlardı. Davut’un yanına girmişlerdi de Dâvud onlardan korkmuştu. ‘Korkma! Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster’ dediler. (Onlardan biri şöyle dedi:) ‘Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi. Davud: ‘And olsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Davud, kendisini denediğimizi sandı ve Rabb’inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi.”1

Hazret-i Dâvûd Aleyhisselâm, muhafız ordusundan gizlenip duvardan atlayan, fakat içeride niyetlerini de gizleyip birbirlerinden dâvâcı olduklarını söyleyen bu iki kişinin şerrinden ve görünmez şerlerden Allah’a sığınmış ve secdeye kapanmıştı. Bu âyeti okuduğumuzda, görünür görünmez fitnecilerin ve fesatçıların şerlerinden Allah’a sığınmak için secde yapmak vâcip bulunmaktadır.

***

Kemaleddin Bey: “Namazda takke takmanın veya sarık sarmanın hükmü nedir?”

Namazda başı örtmek kadınlara farz, erkeklere sünnettir. Namazda erkekler için sünnet olan başta sarık kullanmak ve cübbe giymektir. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâmın ve Ashab-ı Kirâm’ın (radiyallahü anhüm) namazı sarıkla kıldıklarına dâir rivâyetler çoktur. Ayrıca Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm’ın her defasında sarıklı olarak indiği ve muhtelif zamanlarda İlâhî inayet ve yardım için gelen meleklerin de sarıklı olarak gözüktükleri bilinmektedir.2

Sarık, farz veya vacip olmadığı halde, takva ve azimet ifade eden bir şeâirdir. Sarığın farz veya vacip olmayışı, bu ümmetten zorluğun kaldırılmış olduğunun alâmetidir. Yolda, sokakta ve her yerde sarıkla dolaşmak mümkün olmayabilir. Fakat şahs-ı mânevînin bir takvası ve azimeti olarak hususî alanlarda ve bilhassa namaz esnasında giyilmesi bir sünnetin ihyası açısından önemlidir.

Sarık olmadığında, amellerin niyetlere göre olduğu esasıyla, başı örten bir araç olarak takke de sünnet niyetiyle kullanılabilir.

Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Sâd Sûresi, 23/21-24 (Not: Bu âyet secde âyetidir. Tilâvet Secdesi yapılmalıdır.)

2- Süyûtî, Hâvi, 1/110

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Buraya kadar mı?



Büyüme hızı yavaşladı, beklentilerin altına düştü. Buna mukabil, enflasyon ve işsizlik oranlarında artış gözlemleniyor.

Darbe tasarrufunu sürdüren anayasa maddelerine dokunulamıyor. Aynı şekilde, siyasî partilerin kapatılmasını kolaylaştıran maddelerin ıslâh edilmesinden de vazgeçilmiş görünüyor. Kapatma dâvâlarının yol açtığı onca zarara, ziyana rağmen...

Başörtülülerin mağduriyetini giderme yolunda atılan adımlar sadece boşa çıkmakla kalmadı, aksine var olan kısmî serbestlikten de geriye doğru gidildi.

Üniversite sınavlarına katılan öğrenciler, bundan yirmi yıl evvelki hürriyeti, serbestiyeti, anlayışı dahi bulamadılar.

Yedi yıldır iktidar olan bir hükümetin en önemli bakanlığında hiç beklenmedik skandallar yaşanıyor. Ders kitabında yer alan darbe övgülerini düzeltme yolunda yapılan açıklamalar, üstüne üstlük bir skandal niteliği taşıyor.

Meslek lisesi mezunlarını mağdur eden katsayı haksızlığı bir türlü giderilemedi, gitti.

Ne o? Bu iktidarla buraya kadar mı? Bundan daha ileriye gidilemiyor mu?

Görünen o ki, genel anlamda ciddî bir duraklama, hatta bir tıkanma söz konusu...

Hükümet, demokrasi ve hürriyetler meselesinde olsun, iş ve eğitim sahasında olsun, bırakın ileri doğru adım atmayı, adeta geriye doğru uygunsuz adımlar atıyor.

Peki, geniş vatandaş kesiminin beklentisi bu muydu?

Yedi yıldır iktidarda bu partiye son seçimde destek veren yüzde 47 seçmen, acaba umduğunu buldu mu? Beklentilerinin karşılığını bulabildi mi?

Hiç, ama hiç zannetmiyoruz.

Bütün bunlar bir yana, siyaset–ticaret–medya ilişkilerinde özellikle son günlerde yaşanan göstermelik çatışma ve düellolardan da dişe dokunur bir netice çıkmadı.

Bilhassa Başbakan'ın önemli açıklamalar yapacağı yönünde beklentisi olanlar, adeta sukût–u hayale uğradılar.

Başbakan'ın, bir medya patronuna yöneltmiş olduğu "Sana bir hafta müsaade. Gizli kapaklı işleri açıkladın, açıkladın. Yoksa ben açıklarım" şeklindeki hamaset yüklü sözler havada kalmış görünüyor.

Çünkü, aradan bir hafta geçtikten sonra, konu yeniden açıldı, ancak kamuoyuna "dudak uçuklatan", yahut "duyanları hayrette bırakan" herhangi bir açıklama yapılmadı.

Oysa, bu konudaki beklentiler de farklıydı. Daha doğrusu, vatandaşlar çok ciddî bir beklenti içinde bırakılmıştı.

Ne var ki, Başbakan "Bu bahsi burada kapatıyorum" diyerek, açılmış görünen cerahata adeta tuz biber ekti.

Bundan sonra, bu iktidarın demokrasi, hürriyet ve şeffaflık adına hangi düğümleri çözeceği, hangi süprüntüleri temizleyeceği, hangi hukuksuzluğun üzerine kararlılıkla gideceği hususunda ciddî tereddütlerin uyandığını burada hatırlatmış olalım.

Genel kanaatin ise, "Bu iktidarla ancak bu kadar ve buraya kadar" şeklinde tezahür ettiğini de bu vesileyle eklemiş olalım.

Tarihin yorumu = Tarihin yorumu

İslâm ordusunun Anadolu zaferi

Selçuklu ve Bizans kuvvetleri arasında Isparta civarında yaşanan Miryokefalon Savaşı, 1071 Malazgirt'ten sonraki en büyük zafer niteliğini taşıyor.

Her iki devlet açısından da tarihin dönüm noktasını teşkil eden bu büyük savaş, aynı zamanda Anadolu'daki İslâmî hakimiyetin başlangıç noktasını teşkil ediyor.

Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu'nun doğu bölgeleri Selçukluların, dolayısıyla Müslümanların hakimiyeti altına girmişti.

17 Eylül 1176'da kazanılan Miryokefalon (Gelendost) Zaferinden sonra ise, Anadolu'nun batı bölgeleri tamamıyla Selçukluların hakimiyeti altına girmiş oldu.

Bizans kuvvetlerinin başında imparatoru Manuel I. Komnenos, Selçuklu kuvvetlerinin başında ise Sultanı II.Kılıç Arslan vardı. Bizans'ın başkenti İstanbul, Selçukluların başkenti ise Konya idi.

Uzun süren manevralardan sonra, iki tarafın kuvvetleri Gelendost yakınlarındaki bir dar geçitte yakın temasa geçtiler.

Sultan Kılıçarslan, asker sayısı ve teçhizat yönünden zayıf olan kuvvetlerini ilk etapta geri çekerek, karşı tarafı oyalamaya çalıştı. Ardından, adeta yıldırım hızıyla üzerlerine saldırdı ve binlerce Bizans askerini kılıçtan geçirdi.

Akşam saatlerine kadar devam eden çatışmalar neticesinde, Bizans ordusu perişan bir vaziyette ateşkes antlaşmasına mecbur oldu.

Dört gün sonra yapılan barış antlaşmasında ise, Bizans tarafı çok ağır bir tazminat ödemeye ve aynı zamanda Anadolu'nun batı bölgelerinden çekilmeye mecbur bırakıldı. Bu tarihten sonra Bizans'ın elinde sadece deniz kıyılarındaki kale–şehirler kaldı.

Kendi gücüyle İslâm ordusuna galebe çalamayacağını anlayan Bizans İmparatoru, çareyi Haçlı ordusunu yardıma çağırmada gördü. Üçüncü Haçlı seferi bu sûretle başlamış oldu.

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Eski devrin tasavvuf ve tarikat yolu



Tasavvuf müessesesi olan tarikatin gayesi; imanın inkişafı, gelişmesi ve marifetullahtır. Yani, kâinatın Yaratıcısını en güzel isim ve sıfatlarıyla tanımaktır. Duygularını mecrâına yönlendirme, yani nefis terbiyesidir. İlim ve tefekkürle olgunlaşma, gelişmedir. Bunun sonucu ise, daimî bir huzur, sürekli bir mutluluktur. Bu da seyr ü sülûk (mânevî seyahat, gözlem), vird ve zikirle mümkün.

Tekye ve zaviye, 1700’lü yıllara kadar bu işlevi pek yüksek bir performansla gördü. Bu tarihten itibaren İslâm âlemi ve Osmanlı’da ekonomi, teknoloji, askerî ve sosyal gerileme başladı. Tabiî ki, bunun sebebi; iman, ilim, ibadet, ahlâk ve tasavvuftaki zaaflardı. Fikren ve zikren kendisini yenileyemeyen, müesseselerini de ayakta tutamaz.

İnsanlık her çağda belli bir ivme, gelişme kaydeder. Geçmiş çağların nakil vasıtaları kağnı, at arabası günümüz insanlarına kâfî gelmediği gibi, eski tasavvuf bakış açısı da onu hedefine ulaştıramaz. Sosyal, kültürel ve din hayatı da bu gelişmelere paralel bir seyir izlemeli. İşte, bu sosyal olguyu nazara alan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî (ra) (H. 971, M. 1563-1624) tasavvufa yeni bir bakış açısı getirmiş, tarikat yapılanmasını o günün şartlarına göre yenilemiş. Ki, hayatı boyunca medrese ve tekye ehlini birleştirmek için büyük gayret sarf etmiştir. Tarikatleri, özellikle Nakşîliği, iman hakikatlerinin anlaşılmasına vasıta yapmıştır. Çağımız, ilim ve teknolojinin muhteşem iletişim ağlarıyla örülmüş. Fen ve sosyal ilimler başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Nazarlar, dikkatler ve nerede ise bütün işler fennî buluş, teknolojik ve sosyal keşiflere yönelmiş… Dünyamız ve ulaşılabilen tabiat, fen ilimleriyle didik didik inceleniyor. Uzaya seferler başlatılmış.

Bu ilmî birikime paralel bir iman ve tefekkür yolunun açılması kaçınılmazdı. Kur’ân ve Sünnet’in bütün fen ilimlerinden aldığı fezleke, öz ve tefekkür mesajları, tasavvuf perspektifinde de insanlığa ulaşmalıydı. Ancak, kalp ayağıyla hareket eden tarikatın eski metot ve sistemiyle hedefe gidilemeyeceği açıktı. Zira, geçmiş devrelerde kalp hâkimdi. Oysa insan yalnız kalpten ibaret değil. Akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeli letâifi ve hasseleri (duyguları) var. Kâmil insan bütün o lâtifelerini, duygularını kendilerine mahsus ayrı ayrı kulluk yoluyla, hakikat cânibine sevk eder. Tıpkı Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette kalp bir kumandan gibi hareket eder. Letâif de (hisler, duygular) asker gibi kahramanâne maksada yürürler. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitse, iftihar edilecek durum değil, zarardır.1

Üstelik, özden uzaklaşan ve kendini yenileyemeyen tasavvuf, tarikat da daha ziyade, şekle ve görüntüye büründü. Vasıta, vesile olmaktan çıktı, amaç ve gaye haline geldi. Oysa, tarikat ve hakikat vesîlelikten çıkmamalı. Eğer bizzat maksat yerine geçseler, o vakit şeriatın hükümleri ve muamelatı ile sünnet-i seniyyeye ittibâı resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih olur.2 Diğer taraftan tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor.3 Ki, bu zaman, îmanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk-u kalbî ile, tarîkat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat (zorluklar) bulunur.4

Eski zamanın metot ve sistemiyle hareket etmek; tıpkı, eski devirlerin iletişim ve nakliye vasıtalarını bu zamanda kullanmak gibidir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 456.; 2- Mektûbât, s. 498.; 3- Emirdağ Lâhikası-I, s. 237-238.; 4- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 40.

17.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Robert MİRANDA

Kasırgalar vurduğu zaman



Geçtiğimiz bir kaç haftadır kasırgalar ABD’nin körfez kıyılarını vurunca bundan binlerce insan bu felâketten etkilendi ve biz insanlar Allah’ın gücünün ne kadar mutlak olduğunu ve bizim ise ne kadar aciz olduğumuzu bir kere daha anladık. Ayrıca topyekûn insanlar olarak felâketler karşısında sınır tanımaksızın ve ülke ayrımı gözetmeksizin ne kadar eşit acılar çekebileceğimizi de görmüş olduk.

Amerika kıt'asında yaşayanlar kasırgalara alıştılar aslında. Özellikle son yıllarda bir biri ardına bir çok kasırgaya maruz kaldık. Son beş yılda Amerikalılar kasırgaların yol açtığı oldukça büyük yıkım ve ölümlere şahitlik etti.

Bilim bize kasırgaların tropikal bölgelerde, okyanusların üzerinde oluşan alçak basınç merkezleri olduğunu söyler. Meselâ Kuzey Atlantik Okyanusu yahut Kuzey Pasifik Okyanusu bunlardan ikisidir. Böylesi bir fırtına Pasifik Okyanusu’nun batısında oluştuğunda biz buna tayfun demekteyiz. Ne zaman ki Hindistan’ın alt bölgeleri bundan etkilense ki bu genellikle Hint Okyanusu’nda oluşur, bu tür oluşumlara ise siklon adı verilir.

Aslında onlara ne denildiği çok da önemli değil, Müslümanlar için asıl önemli olan mesele ise şu hakikati anlamaktır: “Rüzgârları, yağmurun müjdecileri olarak göndermesi, Allah’ın (varlık ve kudretinin) delillerindendir. O bunu, size rahmetinden tattırmak, emriyle gemilerin yol alması, onun lütfundan rızkınızı aramanız ve şükretmeniz için yapar.” (Rum Sûresi, Ayet 46)

ABD’nin güney kıyılarını haftalar boyunca vuran kasırgalar sonrasında bazı Amerikalılar kendi kendilerine şöyle diyor olabilirler: “Acaba Allah, rüzgâr kardeşi evlerimizi dümdüz etsin diye mi yarattı? Sonra su kardeşi de seller oluştursun ve kıyılarımızı dümdüz etsin, evlerimizi de alıp götürsün diye mi yarattı?”

Kur’ân-ı Kerim ise bize der ki: “Şu bir gerçek ki, onlara o en büyük azabdan önce yakın azabdan (dünyada) da tattıracağız. Umulur ki, (kötülükten) dönerler.” (Secde Sûresi, Ayet 21)

Bizler genelde etrafımızda dönen dünyayı “iyi” ve “kötü” gibi bazı etiketlerle açıklamaya yöneliriz. Halbuki biliriz ki fırtınalar ve kaplanları yaratan Allah, aynı derecede bir hikmet ve güzellikle zebraları ve yaz meltemini yaratmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî ise bu noktada bize Kur’ân’ın ölçüsünü işaret eder. Nursî, Kur’ân’a göre tabiat ve kâinatın ikincil planda kaldığını belirtir. Yani, Kur’ân’a göre kâinatı kâinat hesabına değil onu yaratan Allah hesabına değerlendirmek gerekir. Tıpkı Allah’ın kâinatı yarattığı gibi onun içindeki her şey de Allah’ı işaret ve remz etmektedir.

Bir yaprağın bile Allah’ın izni ve iradesi haricinde kıpırdamayacağını bilen Müslümanlar için bu tür kasırgalar inanan insanın imanını kuvvetlendiren vak'alardır.

Gerçekte, bu kâinatta vuku bulan bütün hadiseler o Her şeye Hakim, Her şeyi Bilen ve Her şeye Gücü Yeten Allah’ın izni ile gerçekleşebilir. Bütün bu olanların ardında bir sebep ve hikmet vardır ve bu hakikati anlamak, insana bunlarla başa çıkma gücünü verir.

Ayrıca inanan insan için kasırgalar gibi afetler, Allah’ın iradesine ve rızasına karşı sabrımızı ve sadakatimizi ölçen birer imtihandır. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki; kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.” (Bakara Sûresi, Ayet 155-156)

Özelde ise, Amerika kıyılarını döven bu fırtınaların bir diğer hikmeti, bana göre kâinatın dengesinin bozulduğunun işaretleri olmalarıdır. İnsanoğlunun kendine ve dünyaya karşı giriştiği savaşta, endüstriyel atıklar dünyamızı kirletmekte, ve insanlığın tabiat ve fıtrat kuralları ile uyum sağlama sürecindeki başarısızlığı neticesinde kâinat bu durumdan rahatsızlık duymaktadır.

Fırtına ve kasırgalar kâinatın denge ve kontrol düzeninin önemli bir ögesidir. Onlar hava ve suyu temizler ve arındırır. Sıcaklığı alçak yarımküreden yüksek yarımküreye transfer ederler. Tabiî ki evinizin çitini, garajınızı, barakanızı yahut çatınızı kaybettiğiniz anlarda bütün bunları hatırlayıp Allah’a şükretmek kolay bir iş değildir. Hatta bunun bizim sınırlarımızı aşan tabiî bir felâket olduğunu kabullenseniz bile bu zor gelir insana. Ancak kesin olan bir şey var ki; Allahu Â’lem, kasırga ve fırtınaların ardındaki gerçek hikmeti ancak Allah-u Teâlâ bilebilir ve ancak ve ancak O'nun izni ve iradesiyle bu kasırgalar bize musallat olabilir.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

17.09.2008

E-Posta: [email protected]





Mustafa ÖZCAN

Meçhule giden generaller



Özellikle mühim zevatı taşıyan uçak kazaları konusunda hep kuşkuluyumdur. Mısır’da iken bazı mühim askerî personeli taşıyan helikopterler nedense hep kum fırtınalarına yakalandıktan sonra düşer ve vip personel ile mürettebat vefat ederlerdi. Bu bağlamda, Saddam döneminde Savunma Bakanı Adnan Hayrullah’ın bindiği askerî uçağın ‘teknik arızadan dolayı’ düşmesi sonucu ölmesiyle ilgili kuşkular dağılmamıştır. Merhum Ziya ul Hak’ın uçağı da 1988’de benzeri bir şekilde düşmüş veya düşürülmüştü. En önemli zanlılar arasında şüphesiz ABD vardı. Bundan birkaç yıl önce Uganda’dan Sudan’a gelişleri sırasında asi lider John Grang’ı taşıyan helikopter de aynı şekilde infilak ederek düşmüş ayrılıkçı yandaşları bundan dolayı Sudan yönetimini suçlamışlardı. Benzeri şaibeli bir kaza geçtiğimiz günlerde Urallar’da yaşandı. Biri Türk, 21 yabancı yolcunun bulunduğu uçakta tam 88 kişi öldü. Burada şaibe ihtimalini akla getiren Putin muhaliflerinden önemli bir askerî görevlinin de uçakta olması ve kazada vefat edenler arasında bulunmasıdır. Ölenler arasında Rus Lider Vladimir Putin’in 2000 yılında görevden aldığı, hem danışmanı hem de Kuzey Kafkasya Ordu Komutanı olan General Troshev de bulunuyor. Çeçenistan’da görev yapan Troshev hakkında, 2002 yılında yakalanma emri çıkarılmıştı. Demek ki general kaçak bir vaziyette bulunuyordu ve istihbarat, uçakta bulunduğunu keşfetti ve onunla birlikte 88 yolcuyu da kurban etti. Çeçenleri bitirmek için Moskova’da yaşanan şaibeli ve meçhul bombalamalar veya Rusya’nın 11 Eylül’leri dikkate alındığında bunlar olmayacak şey değil. General Troshev, Putin’i korkutan sırlarıyla birlikte öldü.

***

Kazanın bir tertip olduğuna dair ciddî ve ilginç bulgular var. Yolcu uçağı Perm kasabası havalimanı bölgesine zamanında varmasına rağmen, iniş izni verilmemiş. Kasıtlı olarak havada tur atmaya zorlanmış. Kule pilota havalimanı çevresinde ikinci tur atma talimatı vermiş. Alanın boş olmasına rağmen böyle bir talimatın neden verildiği de muamma olarak varlığını koruyor. Esasında General Gennady Troshev tam da selefi Aleksandr Lebed’in akibetine uğramıştır. O da Çeçenistan meselesinin çözümünde ve Çeçenlerle bir anlaşmaya varılmasında önemli bir rol oynamıştır. Aleksandr Lebed aslında SSCB’nin dağılmasında kilit rol oynayan generaldi. Her ne kadar tankların üzerine çıkmasıyla Boris Yeltsin siyasî kahraman hâline gelse de gerçek kahraman kuşkusuz Lebed idi. Zira birliklerine müdahale emri vermemişti. Boris Yeltsin ise müdahale emri verilmemiş tankların sırtına çıkarak SSCB’nin dağılmasına vesile olmuştur. Perde gerisindeki gerçek kahraman Lebed idi. Bununla birlikte Lebed ihtirasları sebebiyle SSCB sonrasında yeniden teşekkül eden Nomenklatura’nın sinir uçlarına dokundu ve onların öfkesini üzerine çekti. Gerçekte Yeltsin’in halefi Putin değil Lebed olması gerekiyordu. Ancak Lebed asıl niyetini ortaya koyarken Putin niyetini sinsi bir şekilde sakladı ve bu yolla Yeltsin’in sadakatini kazandı ve sonunda Lebed tasfiye edilirken Putin yükseldi. Daha doğrusu Troshev gibi Lebed’i de tasfiye eden bizzat otokrat veya yeni çar Putin olmuştur.

***

Lebed, Rusya için birçok yararlılıklar göstermiş bir isim. Onun ötesinde şairlik gibi yönleri de bulunan renkli ve hünerli bir politikacıydı. 1991 yılındaki komunist karşı darbeyi önlediği gibi onun ötesinde de hep iltihaplı ve ateşli bölgelerde görev almıştır. Bu görev yerlerinin başında 1980’li yıllarda Kafkaslar geliyordu. Tiflis’te bağımsızlık yanlısı bir gösterinin bastırılmasında da rol almıştı. Moldova’da Gagavuz bölgesinde patlak veren krizin yatıştırılmasında da yine onu görüyoruz. Afganistan’dan Çeçenistan’a kadar bir sürü kriz bölgesinde görev yaptı. Askerlik kariyerini bıraktıktan sonra siyasete atılan Lebed, 1995 yılında Duma üyesi olmuş ve ılımlı Rusya Halkları Kongesi partisinin başkanlığını yapmıştır. Bununla birlikte partisi yüzde 5’lik ulusal barajı aşamamıştır. Fakat Lebed vekil olarak seçilmeyi başarmıştır. 1996 yılında Yeltsin karşısında başkanlık yarışına katılmış ve üçüncü sırada gelmiştir. Sonra Yeltsin lehine yarıştan feragat etmiş ve çekilmiştir. Bu da Zyuganov karşısında Yeltsin’in kazanmasına yol açmıştır. 1996 yılında ilk Çeçen savaşını sona erdiren Hasavyurt anlaşmasının mimarlarındandır. Bilâhare Yeltsin’le Güvenlik Konseyi’nde tartışmış ve güçlü İçişleri Bakanı Anatoly Kulikov’la da çekişme içine girmiştir. 7 Eylül 1997 tarihinde Rus tersanelerinde bulunan mini nükleer silâhların kayıp olduğunu ileri sürerek yönetim kademelerinde dalgalanmalara sebep olmuştur. 17 Mayıs 1998 tarihinde Lebed, Krasnoyarsk valisi seçilmiş ve bu görevinin başındayken geçirdiği bir helikopter kazasıyla hayata veda etmiştir. Bu kaza da şaibelidir. Resmi açıklamalara göre, kötü hava şartları sebebiyle helikopter Sayan Dağları’ndaki elektrik hatlarına çarpmış ve bunun sonucu ölmüştür. Kendisi müthiş bir Rus milliyetçisi olarak tanınıyordu. Aynı zamanda Pinochet tipi askerî politikaları da tercih ettiği söyleniyor. Wikipedia ansiklopedisine göre ölümüyle alâkalı birden çok komplo teorisi bulunuyor. Serdengeçti ve sıradışı bir vali olarak kendisine ‘Rusya’nın Recep Yazıcıoğlusu’ da denebilir.

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanlışı düzeltmek için beklemek niye?



Ders kitaplarıyla ilgili yeni skandallar ortaya çıkıyor. İlköğretim 8. sınıf “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” ders kitabında ihtilâlleri övücü ifadelerin yer aldığının ortaya çıkmasıyla ‘ders kitapları’ gündeme taşındı. Kamuoyu kitaptaki bu bakış açısına tepki gösterdi ve neticede bakanlık da bu tepkileri haklı buldu.

Haklı buldu, ama iş bu yanlışları düzeltmeye gelince ‘bir yıl sonra’ya randevu veriliyor. Bakanlık, bu yanlış ifadelerin ‘kasıtlı’ olarak değil, ‘gözden kaçma’ şeklinde kitaplara girdiğini ihsas ettirecek şekilde açıklama yapmış.

Elbette her kitabın her satırını ‘bakan’ın okumuş olması mümkün değil. Ama böyle hassas konuların özellikle incelenmesi ve araştırılması icap eder. Demokrasi ve ihtilâller konusu, sadece kitabı ‘yazan’ın insafına bırakılamayacak kadar önemli konulardır. Hadisenin siyasî yönü de vardır ve netice olarak sorumluluk siyasî iktidara aittir.

“İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” ders kitabındaki yanlış kabul edildiğine göre sıra bu yanlışın düzeltilmesine gelmelidir. Yanlışı düzeltmek için bir yıl sonrasına randevu veren bakanlığın, bu noktadaki yaklaşımı kesinlikle doğru değildir. Çünkü yapılan hata sıradan bir tarih hatası değildir. Temelinde siyasî arkaplan olan bir hadisedir ve bu hadiseleri çocuklarımız doğru olarak öğrenmelidir.

“İki sayfalık ‘yanlış bilgi’ var diyen koca kitabı ‘çöpe’ atılıp yenisini hazırlamak çok masraflı olur” gibi bir düşünceyi haklı bulmak mümkün değildir. Eğer kitapta yer alan görüşlerin ‘yanlış’ olduğunda ihtilaf yoksa, bu yanlışı düzeltmenin pek çok kolay ve masrafsız yolu da vardır. Bakanlık, kitapları toplamadan da yanlışı düzeltebilir. Meselâ, önce kitapta yer alan bu bölümün geri çekildiği ve ders programlarında işlenmeyeceği duyurulabilir. Akabinde bu bilgilerin doğrularının yer alacağı küçük bir ‘broşür’ hazırlanır ve bütün öğretmenler ve öğrencilere kolayca dağıtılabilir. Bu da zor olur denilirse, hazırlanan yeni metin MEB’in internet sayfasına konulur ve sıra o üniteyi işlemeye gelince öğretmenlerden bu metnin esas alınması istenebilir.

Kitapta yanlış bilgiler olduğu noktasında fikir birliği olduğuna göre, düzeltmeyi bir yıl sonraya bırakmayı anlamak mümkün değil. Yarın bir gün kim öle kim kala? Bin bir gündemin sıra beklediği Türkiye’de yarın bu tartışmalar unutulur ve kitaptaki yanlış bilgiler ‘doğru bilgi’ halini alabilir. Buna imkân ve fırsat vermemek lâzım...

İlköğretim 8. sınıf “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” ders kitabındaki bu yanlış, bu skandal tartışılırken yeni bir skandal daha ortaya çıktı. Buna göre, liselerde okutulan “Millî Güvenlik Bilgisi” ders kitabında da çok tartışmalı ifadeler yer alıyor. Birkaç gün bu köşede, “Lise Millî Güvenlik Bilgisi” (...) ders kitabının da iyi incelenmesi ve tartışmaya açılması icap eder. Teknoloji çağında, lisede okuyan öğrencilere subay ve astsubayların ‘rütbe’lerini ezberletmek ne derece doğrudur?” (11 Eylül 2008) diye sormuştuk. Radikal, konuyu incelemiş ve “Lise ders kitabı: İrtica tehdidi sürüyor” başlığıyla duyurmuş. (16 Eylül 2008)

Kim bilir, diğer ders kitaplarında da ne gibi ‘yanlış’lar var. Millet menfaatine faaliyet göstermek için kurulan sivil toplum kuruluşları bunları ortaya koymalı...

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bu skandal geçiştirilemez



İNKILÂP Tarihi ve Atatürkçülük kitabındaki darbe skandalını Yeni Asya manşete taşımamış olsaydı, konu bir-iki gazetenin iç sayfalarında gizlenen sıradan bir haber olarak kalacaktı.

Ama Yeni Asya 8 Eylül tarihli sayısında skandalı manşetten duyurunca, olay aynı gün birçok internet sitesinde de manşet olarak yansıtıldı.

Gazetemizin 11 Eylül manşeti de konuyla ilgiliydi ve Millî Eğitim eski Bakanlarından Nahit Menteşe’nin MEB’e “Ek kitap çıkarıp bu hatayı derhal düzeltmelisiniz” çağrısını duyuruyordu.

13 Eylül tarihli Milliyet’teki yazısını, 8. sınıf İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabında darbelerin anlatılıyor olmasına tahsis eden Can Dündar, genel anlamda bunu olumlu bir gelişme olarak yorumlarken, darbelerin anlatım biçimine yönelik “skandal” eleştirimize de atıfta bulundu.

Ve kitapta işin bu ciheti başta olmak üzere kendisinin de eleştirdiği hususlar olduğunu ifade etmekle birlikte, herşeyi kitaba ve öğretmene yıkmak yerine, anne-babaların da işin içine girip konuları birlikte değerlendirmelerini önerdi.

Ancak bir ders kitabında darbelerin haklı gösterilmesindeki vahameti nedense geçiştirdi.

Derken, 15 Eylül tarihli manşetiyle Vakit de işin içine girdi. Ders kitabında “millî iradeye sövgü, darbelere övgü” yer aldığını vurgulayan gazete Millî Eğitim Bakanına manşetten sordu:

“Bu ne çelişki Hüseyin Bey?”

Sonrasında, günlerdir suskun kalmayı tercih eden Bakanın ve bürokratlarının nihayet açıklama yapma “lütfunda” bulunduklarını gördük.

Bakan, Vakit’e “Demokrat Parti geleneğinden gelen bir kişi” olduğunu hatırlatarak başladığı açıklamalarında, darbelerle ilgili düşüncelerini ifade ettikten sonra, bakan olarak ders kitaplarını tek tek okumasının mümkün olmadığını söylüyor, söz konusu kitabın bir anlamda “karambole geldiği”ni itiraf ediyor ve—ne demekse—gerekli “kanunî işlemler”i başlattığını bildiriyor.

Sonra da “Önümüzdeki eğitim sezonunda böyle bir kitap olmayacak” diye noktayı koyuyor.

Elbette ki Bakanın ders kitaplarını tek tek okuması mümkün değil. Ama sorun, böyle bir konunun tevdî ve emanet edildiği bürokratların nasıl bir kafa yapısına sahip olduğu ya da ne tür bir lâkaydlık, umursamazlık içinde bulunduğu.

Bildiğimiz kadarıyla ders kitaplarından sorumlu kurul olan Talim Terbiye’nin başındaki isim, Çelik döneminde tam üç kez değişti. Bu skandal üçüncü başkanın döneminde patladı.

Ve unutulmamalı ki, bürokrat hatalarının siyasî sorumluluğu başkasına değil, Bakana aittir.

Gelelim TTK Başkanının Zaman’a yaptığı açıklamaya. “Darbelerle ilgili kelime ve cümleler seçilirken daha hassas davranılabilirdi” diyerek, “Gözden kaçmış” itirafında bulunuyor Başkan.

Ama bu hatanın düzeltilmesi noktasında Bakanın da, TTK Başkanının da yaklaşımları, ya hadisenin ciddiyetini hâlâ fark edemediklerini, ya da tepkileri yatıştırma amaçlı birkaç sözle konuyu geçiştirmeye çalıştıklarını düşündürüyor.

Bakan diyor ki: “Gelecek sezon böyle bir kitap olmayacak.” Peki, bu sezon ne olacak? Bu yıl o kitabı okuyacak öğrencilerin darbeler konusunda yanlış bilgilenmesine göz mü yumulacak?

Kitaplar dağıtıldığı için bundan sonra toplatılıp, düzeltilmiş olarak yeniden dağıtılmasının artık mümkün olmadığını savunan TTK Başkanı da kelimenin tam mânâsıyla ipe un seriyor.

Ne demek “toplatılamaz ve düzeltilip tekrar basıldıktan sonra dağıtılamaz?” Öyle şey olur mu? “Hemen ek kitap basılıp dağılsın” diyen eski Bakanlardan Nahit Menteşe’nin teklifini hayata geçirmek için sizi engelleyen ne? Masraf mı? O zaman darbelerin anlatıldığı “yakın tarihimiz” kısmını tekrar yazdırıp ayrı bir fasikül halinde bastırın ve kitaptaki o bölümün geçersizliğini duyuran bir genelge eşliğinde dağıtın.

Ama bu skandalı geçiştirmeye, üzerine yatmaya, unutturmaya, örtbas etmeye kalkışmayın.

Kaybeden siz olursunuz...

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Eylül’ü karartan kara lekeler…



Eylül’ü karartan ve ülkenin üzerine karabasan gibi çöken karanlıklar ne yazık ki devam ediyor. Üzerinden 28 yıl geçtiği halde hâlâ 12 Eylül darbesinin hesabı sorulmuş değil. Tıpkı 48 yıldır 27 Mayıs’ın ve kanlı 17 Eylül’ün hesabının sorulmadığı gibi. Demokrasiyi ve hukuku tahrip eden 12 Mart’la ve 28 Şubat’la hesaplaşamadı.

Esef verici ki Türkiye’de 12 Eylül’ü yargılamak, darbelerin bilânçosunu ortaya çıkarmak, darbenin vicdanlarda mahkûm edilmesiyle kalınıyor; gece yarısı birkaç kişilik sembolik gösteriler bile derdest ediliyor. Hem de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları iddialarıyla AB ile müzâkere sürecinin başladığı bir süreçte…

Gariptir; Türkiye gibi dünyada da bir dizi “kara Eylül” darbesi yapıldı. İnancı ve mukaddesatı hiçe sayan Sovyet Ekim darbesini bolşevik bir “kara Eylül” darbesi tetikledi. Kargaşa ve karışıklıklar, kaos ve anarşist ayaklanmalarla başlatılan Eylül 1917’de komünist devrimi, “Rusya’nın bin senelik maddî ve mânevî mahsulatını zir-û zeber etti.” 70 yılda 70 milyon insanı katletmekle kalmadı, mânevî hayatları dahi söndürdü....

Bugün Amerika, kendi icâdı 11 Eylül kurbanlarını “anıyor.” Bush ve 22 İslâm ülkesinin iç darbelerle dönüştürülüp “büyük Ortadoğu projesi”yle ehlileştirilmesini öneren Dışişleri Bakanı Condi, kendi 11 Eylül kurbanlarına saygı duruşunda bulunuyorlar.

Gel gör ki ABD’nin 11 Eylül bahanesiyle işgal ettiği Irak ve Afganistan’da milyonlarca insanın katledilmesine ve on milyonlarca mâsumu yurtlarından eden göçe zorlayıp perişan edilmesine kimsenin ağladığı yok. Irak’ta, Filistin’de, Çeçenistan’da binlerce, onbinlerce Müslümana reva görülen zulüm ve işkence trajedisine sözde medenî dünyanın gözyaşı döktüğü yok…

17 EYLÜL; DEMOKRASİ

KERBELÂSININ CİĞERSÛZ CİNÂYETİ…

Eylül’ü karartan, geçtiğimiz dönem Amerikan Başkan adaylarından LaRouche’un itirafıyla, Amerika’yı şaşırtıp Müslümanları “düşman” göstermekle “savaş” ilân eden, yine Amerika’nın içinde Amerikan devletine dadanıp şaşırtan fesad şebekelerinin tezgâhladığı yalnız “11 Eylül makyaj operasyonu”, işgal ve istilâlara gerekçe gösterilen “küresel terör komplosu” değil.

Gizli istihbarat servisleri güdümündeki basının yalanlarla tutuşturulup alevlendirilen ve Demokrat Parti iktidarını asâyişi temin edememekle suçlayıp sıkıyönetim ilânına mecbur etmekle demokratik zaafa uğratmayı, Türkiye’yi kargaşa ve kaosa sürükleyip içte ve dışta sıkıntıya sokarak tâvizlere teşne hale getirmeyi hedefleyen 6-7 Eylül 1955 olayları da değil.

Tek Parti devrinden sonraki demokrasi döneminde darbelerin anası ve “demokrasinin kerbelâsı” 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin 17 Eylül’le Türk siyasetine kan ve zulmü bulaştırması, Türkiye’nin yüzüne sürülmüş kara lekelerin başında geliyor.

1961’in 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece, Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ardından 17 Eylül’ün gün ortasında Başvekil Adnan Menderes’in asılması, “demokrasi kerbelâsı”nın ciğersûz cinayetleri olmuştur. Menderes, Zorlu ve Polatkan’la birlikte, demokrasi, hukuk, insan hakları ve millet irâdesi katledilmiştir…

Yassıada “mahkemeleri”nde demokrasiyi katleden kanlı bir darbeyi ve zulmü “meşrûlaştırma” oyunu oynanmıştır. Yazılan senaryoya göre sahnelenen tiyatroda bol bol itham ve iftiralar atılmış, lâkin savunma hakkı verilmemiştir.

Aylarca Başbakan Menderes ve Demokrat Partililer suçlanmış; ancak cevap vermelerine dahi müsaade edilmemiştir. İhtilâlcilerin emrindeki istihbarat mensuplarının şahit olarak dinlenmesi talepleri bile reddedilmiştir. Çünkü hep komplonun deşifresinden, “kara Eylül”ün üzerindeki kara bulutların dağılmasından, Türkiye’nin yüz karası cinayet maskesinin düşmesinden korkulmuştur.

DEVLETİN ALNINDAKİ

KARA LEKELER DURUYOR…

Yassıda yargılamalarının, hâricî mihrakların tahrikiyle zâlime ve zulme arka çıkan işbirlikçilerin başlatılıp kışkırttıkları bir tertip olduğu artık açığa çıkmıştır.

Ne var ki üzerinden 47 yıl geçtiği halde, hâlâ 17 Eylül cânileri hesaba çekilmiş değil. Keza millet irâdesinin temsilcisi Meclisi lağveden, anayasayı ilga edip meşrû hükûmeti deviren, siyasî partileri kapatan 12 Eylül’ün hesabı da sorulamamış…

Darbeye muhatap kalan Başbakan Demirel’in tâbiriyle, “büyük bir devlet bunalımı ve müdahalesi” olan 12 Eylül öncesinde sıkıyönetim idâresine her türlü silâh, malzeme ve mevzuat desteği sağlandığı halde, hâlâ kasten önlenemeyen anarşinin sebebi üzerindeki kalın ve kara perde aralanmamış…

Keza “11 Eylül günü akan kan, nasıl oldu da 12 Eylül’de birden kesildi?” sorusunun cevabı hâlâ verilmemiş. Darbe gecesi tiyatro seyreden Amerikan Başkanının kulağına fısıldanan, “Türkiye’de bizim çocuklar işi bitirmiş” müjdesinin (!) “anlamı” da doğru dürüst araştırılmamış…

“Vicdan mahkemesi”, 27 Mayıs’ı, 17 Eylül’ü, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı çoktan yargılayıp mahkûm etmiş, ama devletin alnındaki bu kara lekeler hâlâ duruyor. 12 Eylül’ün üzerinden 28 yıl geçti, Türkiye hâlâ hesaplaşmış değil; hâlâ her alanda etkileri sürüyor.

Ve ilköğretim “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” dersi kitabında Türkiye’nin geleceğini karartan, demokrasiyi katleden darbelere övgüler diziliyor…

Her fırsatta demokrasiden dem vuran Başbakan ve siyasî iktidar, biraz da bunlarla uğraşsa olmaz mı?

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Yaratma vasfı ve yoktan icat



Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’ın zâtî ve sübutî sıfatları olduğu gibi, tekvin denilen yaratma sıfatı da vardır.

Yaratmak sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Hâlık olan yalnız O’dur. Allah’tan başka hiçbir varlık yaratma fiiline sahip değildir. Bundan dolayı, insanların bir şeyi yapma, oluşturma ve meydana getirme anlamındaki fiillerine yaratma kelimesi izâfe edilemez. Bilerek edilse sorumluluk gerektirir.

Allah’ın iki türlü yaratması vardır. Birisi, ibdâ ve ihtirâ denilen yoktan îcat, diğeri inşâ ve terkip adı verilen mevcuttan toplama sûretiyledir. Lavezye Kanununda “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” denilir. Ancak, Lavezye “Bundan, Allah hariçtir” demiştir. Bizimkiler tercüme yaparlarken bu kısmı işlerine gelmediği için iktibas etmemişler. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı kendisiyle kıyaslamamalıdır. Zira insan, nihayetsiz âciz, zayıf, fakir ve noksan sıfatlarla yoğrulmuş bir varlıktır. Hiçbir şeyi yoktan var edemez ve hiçbir şeyi de yok edemez. Mutlak kuvvet ve kudret, ilim ve irâde sahibi olan Allah, elbette yoktan var eder ve varı da yok eder. İbda ve ihtira ile hiçten, yoktan vücut verir ve o vücuda lâzım her şeyi de hiçten îcat edip eline verir. İnşa ve terkip etme özelliğiyle de çok isimlerinin tecellilerini göstermek için, âlemin elementlerinden bir kısım mevcudâtı inşâ eder. Rezzakiyet kanunuyla o vücuda gönderdiği zerreleri ve maddeleri onlarda çalıştırır.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi “Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay ve suhuletli, belki daimî, umumî bir kanundur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkâtın şekillerini, sıfatlarını, belki zerrâtlarından başka bütün keyfiyât ve ahvâllerini hiçten îcat eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam yok olmalı.” (Lem’alar, s. 452)

İlim adamlarının tesbitiyle yaklaşık on beş milyar yıl önce bu kâinat yoktu. Her şey sıfır noktasındaydı. Her nasılsa ilk madde meydana geldi. Sonra büyük bir patlamayla parçalandı ve birbirinden ayrıldı. Hâlâ kâinatın maddesi birbirinden uzaklaşmaya ve gittikçe kâinat genişlemeye devam ediyor.

Kısaca temas edilen bu açıklamayla, dinimizin îzahları arasında benzerlik vardır. Nihayetsiz maksat ve gayeler için bu kâinatı yoktan var eden Cenâb-ı Hakkın ilk yarattığı şey, hadis-i şerife göre Hazret-i Muhammed’in (asm) nûrudur. O nurdan, kâinatın ilk maddesini îcat etti. Madde-i acîniye diye tâbir edilen ilk maddede atomlar bile teşekkül etmemişti. Esir maddesinden oluşan o ilk maddeden daha sonra atomlar yaratıldı. “Gökler ve zemin bitişik iken Biz onları birbirinden ayırdık” (Enbiya Sûresi: 30) meâlindeki âyete göre, yoktan ve hiçten yaratılan kâinat ve zemin sonra birbirinden ayrıştırılıyor. Âyette geçen ifâdeye göre, maddenin ezelden beri var olduğu anlaşılmaz ki, yoktan var edildiği kabul edilmesin. Ezeliyet vasfı yalnız Allah’a âittir. Gökler ve zeminin ayrılmasından sonra dünyamıza acele kabuk bağlatılarak canlıların yaşamasına elverişli hâle getiriliyor ve cinler ve insanlar için bir imtihan meydanı yapılıyor. “Semayı da kudretimizle bina ettik; onu genişleten de Biziz.” (Zariyat Sûresi 47) âyeti, gittikçe genişleyen bir kâinatın içinde olduğumuzu gösterir. Bütün galaksilerin birbirinden uzaklaşmakta olduğu yirminci yüz yıl astronomisinin keşfettiği ilmî buluşlar arasındadır ki, bu gerçek, kâinatın yaratılışından bu yana devamlı genişlemekte olduğuna işâret eder. Başlangıçta yoktan bir îcat, sonra dünya ve kâinat üzerinde sürekli bir tasarrufât olduğu anlaşılıyor.

Vahdetü’l-Vücud meşrebinin yanlış anlaşılmaya müsait yorumlarıyla kâinatı anlamaya ve anlatmaya çalışanlar, Ehl-i Sünnet mezhebinden çıkarak hem yanılırlar, hem de yanıltırlar. İman cihetinde kendilerini ve dinleyenlerini tehlikeli yollara düşürürler. Bu noktada, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerine kulak vermelidir. Yoksa, hatâ yapma ihtimâli çok yüksektir.

17.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ÖZDEMİR

Bediüzzaman’ın hapishaneden Ramazan'a bakışı



Fırtınalar fırsatlara dönüşür mü?

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatından bir örnekle konuyu açıklamak istiyorum. Bediüzzaman’ın, Afyon Hapishanesinde Ramazan ayını nasıl değerlendirdiğini anlatan bir mektubu vardır. Mektubun bir yerinde “Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faydası ve hayrı olduğuna kanaatim var” der. “Hapiste kalmanın faydası mı olur?” demeyin. Bediüzzaman tahliye olmaları halinde “bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum” kaldıkları gibi, dünya işleriyle meşgul olmaları sonucunda “sırf uhrevî olan Ramazan-ı şerifin” manevî huzuruna zarar vereceğini de belirtir. O, Medrese-i Yusufiye kabul ettiği hapishanede büyük hayırlar kazanıldığını düşünür. Dışarı çıkıldığında dünya işlerinin ağır basmasıyla ahirete ait ibadetlere zarar gelecektir. Burada çok tekrar ettiği bir prensibin altını bir kere daha çizer. O prensip de şudur: “Allah’ın, kullarını sevk ettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır.” Bu prensipten çıkan sonuç, hayırlı büyük sonuçların elde edilmesidir.

Hayatının önemli bir kısmının hapishanelerde geçtiğini belirten Said Nursî, kendilerini mahkûm edecek bir suç bulamadıklarını da tekrarla ifade eder. Bediüzzaman suçsuz yere hapse girmenin sonucuna itiraz etmiş, gerekli savunmalarını da yapmıştır. O savunmaların her biri birer şaheserdir. Onlar okunduğunda heyecanlanmamak elde değildir.

Yapılan bunca haksızlıklara itiraz eden Said Nursî, çok dikkat çekici bir cümlesini burada tekrar etmekten geri kalmaz: “Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil.”

Onun olaylar karşısında duruşu da dikkate değer: “Dünya ve zahmetleri fâni ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.” Dünya hayatı geçici, zulümler de geçicidir. Zalimler elbette dünyada olmasa bile ahirette yüz derece cezalarını çekeceklerdir. Madem hakikat budur. Nur talebelerinin bu olaylar karşısında yapacağı işler nelerdir?

Nur talebelerinin yapacağı işler şöyle özetlenir: “Telâşsız ve ihtiyat içinde kemâl-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlâhî ve bizi himaye eden inâyet-i İlâhiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de hâlisâne ve tesellikârâne ve samimâne ve mütesânidâne hakikî bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır.” 1

Yukarıdaki cümleyi anlamaya çalışalım:

1- Her şeye rağmen telâş etmemek ve panik yapmamak.

2- Saldırgan hareketlerden kaçınmak.

3- Tedbirli hareket etmek.

4- Sabır ve şükrün verdiği olgunluğu göstermek.

5- Haklarında meydana gelen kazaya ve İlâhî kadere teslim olmak.

6- Her türlü tehlikelerden koruyan Allah’ın yardımına karşı teslim olmak.

7- Allah’a tevekkül etmek.

8- Orada bulunan Nur kardeşleriyle halis, tesellici, samimî ve dayanışma içinde olmak.

9- Gerçek dostluk, sevgi ve sohbet halkasını devam ettirmek.

10- Birbirlerine maddî ve mânevî yardımlarda bulunmak.

11- Ramazan ayında sevabı birden bine çıkan ibadetler yanında evradları (Kur’ân, Cevşen, tesbihât, vb.) okumak.

12- İlmî derslere (müzakereli Risâle-i Nur dersleri) devam etmek.

13- Bunların sonucunda küçük, geçici kabul edilen sıkıntılara önem vermemektir.

Bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Üstadın o günkü talebelerine verdiği derslerden bir kısmı bunlardır. Onlar Üstadın sözünü tutmuşlar, bahtiyarlar sınıfına dâhil olmuşlardır. Bu sözler üzerinden 60 sene geçmiştir. Dünya aynı dünya, insanlar aynı insanlardır. Fakat engeller ve zorluklar farklıdır. Şimdi o günkü engeller belki yok. Bugünkü engellerin başında nefsin ve şeytanın tuzakları geliyor. Diğerlerini sizin anlayışınıza havale ediyorum.

Bediüzzaman fırtınalara karşı pencerelerini kapatmamış, onları fırsatlara dönüştürmüştür. Bu tip olayları Allah’ın dergâhına sevk etmek için birer kader kamçısı olarak değerlendirmiştir. Sıkıntılı anlarda okunan her kelime, yapılan her duâ ve münacat da şuurlu ve şiddetli olmaktadır. Resmî ve ruhsuz değildir. Sahâbelerin ibadetlerinin üstün gelme sırrının bu noktadan olduğunu belirten Said Nursî, onların tesbih ve zikirlerini bütün mânâsıyla “şuurlu” bir sûrette söylediklerine bağlar.2

Sahabelere ve Bediüzzaman’a yakışan şuur ve anlayışta bir Ramazan ayı geçirmeniz dileklerimle…

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 436

2- Barla Lâhikası, s. 163

17.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır