"Gerçekten" haber verir 26 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Rahmetin taştığı anlar



Sultanlar sultanının, Kâinatın yaratıcısının, Âlemlerin tek hâkiminin cihan değer müjdesi geldi çattı işte!

Leyle-i Kadir’e ulaştırdı biz acizleri, isyankârları, tembelleri. Ne mutlu!

Âlemin tılsımının anahtarı Allah Kelâmı Kur’ân’ın inzal olduğu gece...

Rahmetiyle, bereketiyle, hidayetiyle geldi. Hoş geldi safa geldi.

Mânevî kirlerimizi yıkamak, bizi mânen boğan, his ve inanç dünyamızı mahveden günahlarımızı gidermek, bitmeyen yanlışlarımızı düzeltmek, kendimizi ve insanlığı mahveden kinlerimizi teskin etmek, toplumu ve beşeriyeti kahreden garazları yok etmek, tatlı ilişki ve münasebetleri kesen kabalığı nezakete döndürmek, sonu gelmeyen azgınlık ve ihtirasları gemlemek için geldi.

Dünyalık her şeyin mutsuzluğunu, kışrını, sıkıntısını; ebediyet âlemlerinin ise, saadetini, mutluluğunu, ferahlığını hatırlatmak için geldi.

Tövbe kapısının kapanmadığını müjdelemek; yıllık bir genel muhasebe yapabilmemiz; kalın gaflet, tembellik ve umursamazlık perdelerini ve tozlarını kaldırmak, silkmek; affetmenin, bağışlamanın, kardeşliğin, muhabbetin mabeynimizde ve insanlık âleminde hükümferma olmasının gerekliliğini biz isyankâr kullara göstermek için geldi.

Yine sonsuza giden bir “kredi” açtı önümüze. Haramsız, faizsiz bir “kredi” ve “avans” bu!

Karşılığı var ve çok güvenli, hilâfsız, garanti ve sağlam. “Ödeme” zorluğu yok. “Sıfır” hata payı olan bir “açık çek” bu!

Hem de bir kaç saatte kazanılabilecek, belki bir ömürlük, belki de sonsuzluk ufuklarını açacak bir müthiş “bahşiş, hediye, ikramiye, çek, nakit...”

Hayır! Hayır! Dünyevî kelimelerin ve ifadelerin aciz kaldığı, sustuğu, sûkut ettiği, durduğu ve pes ettiği bir başka şey hâl, durum ve gerçek var bu gecede!

“İlâhilik” kokan, “semavîlik” tüten, “arzîlikten” uzak bir müthiş ikram ve izzet bu!

Melekleri cûşu huruşa getiren, onları bile yerlerinde durdurmayan bir başka gece bu!

Bugünü, Yaratanının rızasına uygun geçirmek isteyenler!

Bugünü, ümmeti olmakla şeref duydukları o şanlı nebînin sancağının gölgesinde hissetmek isteyenler!

Bugün, üstadlarının mânevî tasarrufunda ve rahlesinin etrafında bulunmak dâvâsında olanlar!

Bugün, yıllarını dâvâ arkadaşlarıyla omuz omuza verip geçiren ve aynı kulvarda “Ben hâlâ devam etmeye varım” diyenler!

Bugün, tatlı ve gayretli hizmet hatıralarıyla şahs-ı mânevînin içerisinde bulunup da ahirete intikal eden ağabeylerden;

“Aynen hayattaki gibi Risâle-i Nurla meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm” olan Hafız Alilere,

“Ben Zübeyir’imi dünyalara değişmem!” övgüsüne mazhar olan dâvâ adamına,

“Hulusi müntahaptır” tesbitindeki büyük kahramana,

“Sabri müntahaptır, hizmete tayin olunmuştur” gerçeğine sahip Nur İskele Sahibinin bulunduğu nurlu daireye yoldaş ve arkadaş olmak isteyenler!

Ve hayatlarının en büyük gayesini “İ’lâ-yı Kelimetullah”a adayan, ahirete intikal etmiş ve yaşayan “şahs-ı manevinin” meydana getirdiği o fedakâr nur hadimlerinin manevî meclisinde beraber bulunmak isteyenler!

Bu ikramı kendinize, kendimize “özel bir önemle paketlenmiş bir mânevî hediye” kabul edip, o duygularla camilere, mescitlere ve nurun hadim bir müştakı olarak ders ve sohbet mekânlarımız dershanelere gidelim. Orada kucaklaşalım. Orada nefsin enaniyetini ve burnunu yere sürtelim!

Bu gayret, bu samimiyet, bu ihlâs, bu uhuvvet, rahmetin tecellîsine vesile olacak, dâvâmıza, camiamıza, şahsımıza, âlem-i İslâm’a, âlem-i beşeriyete berekete, saadete, huzura kapı açacaktır İnşallah.

İftardan sahura on saatlik bir zaman dilimine, sadece bir geceye sığabilecek bu az fedakârlık, bir insan ömrünü geçen bir netice ve rahmete vesile olabileceğinin müjdesine mazhar olmak ne büyük bir bahtiyarlık ve saadet!

Çünkü bu öyle bir gecedir ki, “semavî tâkların” kurulduğu, sultanların gelip geçtiği ve meleklerin kutladığı bir gecedir.

Bilhassa, Efendiler Efendisinin (asm) ümmet için: “Bin aydan hayırlıdır” âyetiyle müjdelediği bu gecenin “günlerin efendisi” olan Cuma ve Arefe gecelerinden de daha faziletli olduğunu unutmadan bu mübarek geceyi ihyâ etmeye çalışalım İnşallah.

Mü’minlerin annesi Hz. Ayşe’nin (ra): “Ey Allah’ın elçisi o gece ne diyeyim?” sorusuna, âlemlerin şeref tacı Yüce Peygamberin (asm) verdiği cevap ve duâ: “Allâhumme inneke afuvvun tuhibbul afve fa’fu annî.” (Allah’ım sen çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet diye duâ et.)

“Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır” sırrıyla bire bir misli değil tam “otuz bin misli hasenât ve sevap alabilmek” için...

“Ona yapış; her derde bir devâ, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır” övgüsüne mazhar olmak için...

“Şu mübarek şehr-i Ramazan, Leyle-i Kadr’i ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar” hakikatine mâsadak olmak için.

“Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerif’in mecmuunda gizlenen hakikat-i Leyle-i Kadr”i kazanmak için...

“Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i âmâl düstur-u esasiyle, her bir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince mânevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri duâlar, rahmet-i İlâhiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenâb-ı Erhamerrâhiminden niyaz ediyoruz” tesbitine amade olmak için...

Vahiy vazifelisi Cebrail’e (as) eşlik etmek için...

Kararan dünyalarımızı bu mübarek Kadir Gecesiyle aydınlatmak ve nurlandırmak için...

İlâhî takdirlerin ve hükümlerin bu mübarek Kadir Gecesinde ayırt edildiğinin idrakiyle belki de bu fani dünyada aynı zaman ve şartlarda can dostlarla son birlikteliğimiz olabileceği için...

İnsana insanlığını anlatacak, gözlere nurlu gelecekleri seyrettirecek, ellere rahmete yönelmeyi gösterecek, akıllara yaratanını araştırtacak, hayallere kendi sınırlarını aştıracak, hülâsa bütün aza ve uzuvlara kendi benliklerini tanıtıp idrak ettirecek, sıbgatullah denen İlâhî boyayla boyatacak bir rahmet ikliminin bu seneki son demini ve mevsimini kaçırmamak için...

Bu geceyi hakkıyla ifâ ve icrâ etmek için özel bir gayret sarf edelim. Yaratanımıza iltica edelim.

Ya Rab! Bu mübarek Kadir Gecesi hürmetine, İsm-i A’zâm’ın hürmetine, Senin yanında Habîbin, bizim yanımızda şefîimiz olan Hz. Muhammed (asm) hürmetine, Senin sevgili dostların, velilerin, aktapların, asfiyalarının hürmetine, masum ve mazlûmların duâsı hürmetine, biz insanlara bu mübarek geceyi hakkıyla idrak edip, icrâ edip, istifade edip, ders almayı nasip eyle. (Âmin)

Hidayete erme sırasını bekleyenlere de bu gece hürmetine hidayet eyle ve rahmetine mazhar eyle. (Âmin) Zalim ve gaddarların şer ve kötülüklerinden de bizleri ve bütün insanlığı muhafaza ve emin eyle. (Âmin) Bizi salihler, sıddıklar, masumlar zümresine ilhak edecek aşk, heyecan ve şuuru nasip et! (Âmin)

Geceniz mübarek olsun, kalbiniz imanla dolsun. Gönülleriniz ve haneleriniz Allah’ın nuru, rahmeti, hidayeti ve bereketine nâil olsun. (Âmin) NOT: Bütün inananların mübarek Kadir Gecesini ve gelecek Ramazan Bayramlarını tebrik ediyor, rahmete, berekete, hidayete, sağlık ve saadete vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir ömürlük gece!



Kur’ân’ın; “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Cebrâil o gece her türlü iş için Rablerinin izniyle inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir rahmettir” 1 buyurduğu; Peygamber Efendimiz’in (asm), “Allah Kadir gecesini ümmetime hediye etmiştir. Ondan önce hiç kimseye vermemiştir” 2 buyurduğu kadri ve kıymeti yüce bir geceye giriyoruz.

Bu gece, bütün kâinâtın rahmetle kuşatıldığı bir gece. Bu geceyi idrâk etmek seksen senelik bir ömre bedel. Kur’ân’ın dünyâ semâsına nâzil olduğu Kadir Gecesi, İnşallah, bir kez daha rahmete susayan gönüllerimizi ihya edecek.

Yaklaşık bir aydır arınan kalbimiz, ibâdetlerle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşan ruhumuz bu gece İnşallah arınmışlığın zirvesine yükselecek. Zikrimiz ve fikrimizle, Kur’ân okuyarak, gözyaşlarıyla tevbe ve istiğfar ederek Allah’a sığınacak ve İnşallah seksen yıllık bir hayırlı ömürle kazanmaya denk yüksek sevaplar kazanabileceğiz.

Ramazan ayında rahmetin, mağfiretin, sevabın, feyzin ve fazîletin zirveye ulaştığı bu gece: Kadir ve kıymet gecesi. Biz Allah’ın kadrini bilirsek, bizim de Allah katında kadrimiz ve kıymetimiz olur. “Onlar Allah’ın kadir ve kıymetini hakkıyla bilemediler” 3 buyurarak bizi muhakkak ve muhakkak Allah’ı bilmeye ve takdir etmeye çağıran Kur’ân, Allah’ın bizi hadsiz bir şefkatle, sonsuz bir mağfiret ve sınırsız bir rahmetle kucakladığını ve merhamet buyurduğunu bir çok âyetinde açık biçimde îlân eder.

Bu geceye mahsus bir namaz rivâyet edilmiş değildir. Bu, Müslüman için zenginliktir. Müslüman her tarz ve her yol ile Allah’a yaklaşmaya çalışır. Bu gece; bilhassa kazâsı olanlar için başta kazâ namazı olmak üzere namaz kılmak, nâfile namaz kılmak—bazı kitaplarda İslâm büyüklerince anlatılan nafile namaz tarifelerini uygulamakta bir sakınca yoktur—, Kur’ân okumak, Cevşen okumak, Allah’ı çokça zikretmek, tevbe ve istiğfar etmek bu geceyi ihyâ etmemiz için yeterli olan önemli ibâdet biçimleridir. “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır” âyetini tefsîr eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu gece okunan Kur’ân’ın her bir harfine otuz bin sevap karşılık geldiğini müjdeler.4

Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatıyor: “Yâ Resûlallah! Gecenin Kadir Gecesi olduğunu anlarsam ne diyeyim?” diye sordum.

Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Şöyle dersin: ‘Allahümme inneke afüvvün, tühibbü’l-afve, fa’fü annî.’ (Allah’ım, muhakkak Sen Afüvv’sün! Affedicisin. Affetmeyi seversin. Beni affet!)” 5

Ebû Hüreyre’nin (ra) bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Kim Kadîr Gecesinde fazîletine inandığı ve sevabını Cenâb-ı Hak’tan umduğu için ibâdete kalkar ise, geçmişteki günahları bağışlanır.” 6

Mübârek Ramazanın sonuna yaklaştığımız bu günlerde Rabb’imiz tarafından bağışlanmak ve kulluğuna kabul edilmek en büyük gâyemiz değil mi? Affa uğramak için uğraşmıyor muyuz? Günahlarımızı serip dökerek Rabb’imizden mağfiret talep etmiyor muyuz?

Çünkü O’nun bağışlaması, affı, mağfireti, merhameti bizden râzı olduğunun alâmetidir.

Nitekim, O’na döndürüleceğiz!

Nitekim, O’na gidiyoruz!

Öyleyse, bu gece O’nun kelâmını daha fazla okuyarak günahlarımıza şefaatçi yapalım. Ne dersiniz?

Bu gece, O’na daha bir içten ve gözyaşları ile ilticâ edelim, O’na sığınalım. Affını ve mağfiretini isteyelim. Cehennemden kurtulmamızı dileyelim. Allah’ın rızâsını talep edelim.

Kadir Gecenizi tebrik ederim.

Dipnotlar:

1- Kadir Sûresi, 97/3,4,5

2- Câmiü’s-Sağîr, 2/1040

3- Hac Sûresi, 22/72

4- Sözler, s. 312

5- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1192

6- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1186

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeni bir hayat için Kadir Gecesi



Dünyaya ahiret ticareti yapmak için gelen insanoğlunun en önemli meselesi kendisine bahşedilen kazançlı birer pazar ve panayır hükmündeki gün ve geceleri büyük birer fırsat bilmek ve gerekli şekilde değerlendirmektir.

Mesele kazanç olunca elbette en faziletli Kadir Gecesinin önem ve değeri bir kere daha anlaşılır.

Bunun için önce mânen temizlenmek, tertemiz bir hayat sayfası açmak gerekiyor. Ramazan, özellikle Kadir Gecesi bunun için büyük bir fırsat, nimet ve ganimettir. Affa nâil olmamak için hiçbir sebep ve engel yoktur. Resûl-i Ekrem (asm) “Ramazan ayına kavuşup da affolunmadan çıkıp giden adama yazıklar olsun!” 1 buyururken, bu büyük fırsatı değerlendiremeyenleri kınıyor.

Evet, Kâinatın Efendisinin (asm) müjdesi gayet açık: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Kadir Gecesini ihyâ ederse geçmiş günahları bağışlanır.” 2

Bu müjde bize şu gerçeği de gösteriyor: Artık insan eski hata, kusur, yanlış ve eksiklerine devam etmemeli. Çünkü kendisine yeni bir imkân, yeni bir fırsat doğmuştur. En güzel şekilde değerlendirilecektir. Hani Kur’ân’da, ahiret âleminde, yaptığı hatalar sebebiyle pişmanlık yüklü insanların, “Ey Rabbimiz, bizi dünyaya geri döndür de Senin istediğin şekilde bir kul olalım” diye hasretleri vardır ya, ama imkânı yok dönemezler. Onlar geri dönseler de değişen birşey olmayacağını anlatır Kur’ân bize.

Bir mü’min olarak aynı durumda bulunduğumuzu farz etsek, yaptığımız yanlışların nelere mal olduğunu görüp tekrar dünyaya gelme imkânı olsa da gelseydik aynı hataları yapmaya devam eder miydik?

Kur’ân’ın indirilmeye başlandığı ve seksen küsûr senelik bir sevabı kazandırabilecek Kadir Gecesinde böyle bir muhasebeyi yapmanın şüphesiz çok faydası var. Bir an için ahiretten baktığımızda piyangovârî nice fırsatları kaçırmışız, nice hataların içine girmişiz. Pişmanlık ve hasret dolu bir ömür! En azından daha iyisini yapabilecekken azla yetinme sebebiyle pişmanlıklar! Buyrun size böylesine bir kandil gecesinde yeni programlar yapma, hayat çizgisi çizme fırsatı! İslâmı yeni tanımış bir insanın heyecanı gibi heyecan! O insan nasıl merak ve iştiyakla dini öğrenme ve yaşama gayreti içine girer.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde hiç olmazsa bundan sonraki hayatımız çok daha farklı, gelişmeye açık, verimli, kazançlı, dolu dolu, şevk ve heyecan içinde, imanın sayısız fayda ve nurlarından gerektiği gibi yararlanma şeklinde geçmeli değil mi?

Bu duygu ve düşünceler içerisinde ibadet, taat, hayır hasenât, tefekkür, istiğfar, duâ Allah’a mânen yaklaşma, Onun sevgili bir kulu olma noktasında yeni adımlar olsa ne kadar çok şeyler kazanır, mutlu oluruz, hesap etmek mümkün değil.

Bütün mesele Allah’ın rızasını kazanmak ve bu çerçevede bir hayat sürebilmek değil midir? O zaman her gece bir Kadir Gecesi, her gün de bayram günü olur. Bu duygular içerisinde Kadir Gecenizi tebrik ediyor; maddî ve mânevî hayatımız için hayır, feyz, bereket ve saadetlere vesile olmasını Rabbü’l-Âlemîn’den niyaz ediyorum.

Dipnotlar:

1- Fethu’r-Rabbânî, 9:230. 2- Buharî, İman: 35; Müslim, Müsafirin: 175; Ebû Davud, Ramazan: 1; Tirmizî, Savm: 1.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette irtifa kaybı



Aslında bir "idare san'atı" olan siyaset, günümüz Türkiye'sinde ne yazık ki adeta bir "düello san'atı"na dönüştürüldü.

Ne tuhaftır ki, halk da huzur ve refahı netice verecek icraatlerden sanki ümidini kesmiş gibi, pür merak ve heyecan içinde siyasilerin söz düellosuna kilitleniveriyor.

Küçümsenmeyecek bir kitle, temel konuları düşünüp tartışmak yerine, bütün dikkatiyle "O ona ne dedi, bu buna ne dedi, beriki ötekinin ağzının payını nasıl verdi" gibi, ülkeye ve millete hiçbir faydası olmayan ağız dalaşlarını takip ediyor.

Beyhude, zaman kaybettirici, boş yere enerji tüketici, zihinleri geveze ve duyguları laçka edici bir uğraş...

Tepe noktalarda kuru gürültülü düello ve ağız dalaşları devam ederken, bir de memleketin acil tedbir ve çözüm bekleyen meselelerine bakalım.

İşte görüyoruz. Ekonominin ana damarlarını teşkil eden tarım, sanayi ve ticaret ehli kimseler, adeta feryat edip duruyor. Dengesiz ve sarsıntılı gidişattan hem yatırımcı şikâyetçi, hem işçi, hem de işveren kesimi.

Piyasaları peşpeşe sarsan zam dalgaları, çok geniş bir kesimin belini büküyor. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu'nun tabiriyle "Piyasada hareket, ekonomide bereket kayboldu."

Doğru, ortada sağlam ve güvenilir bir hareket yok ki, bereket olsun.

Bu hareketsizliğin ve durgunluğun üzerine bir de dünyayı etkisi altına alan ve Türkiye'yi de tesir sahasına alacağı muhakkak olan yeni iktisadî kriz dalgasının sebebiyet vereceği tahribatı ilâve ettiğinizde, karşımıza son derece ciddî bir handikapla karşı karşıya olduğumuz gerçeği çıkıyor.

İşte, ülke ve millet olarak bu derece ciddî ve endişe verici bir duruma mâruz kaldığımız bir süreçte, siyasiler kalkmış söz düellosuna, ağız dalaşına tutuşmuşlar.

Bunun onlara ne gibi bir hayrı dokunacaksa bilemiyoruz. Bu yaptıkları, belki de yaklaşan mahallî seçimler öncesi devreye soktukları bir danışıklı dövüş ve seçmen kitleyi kutuplaştırma manevrasıdır. "Ya bendensin, ya ondan" kutuplaştırması.

Düellocuların maksadı ne olursa olsun, karın doyurmayan ve hiçbir derde deva olmayan, aksine dertlerin üzerini örten bu durum, aynı zamanda siyasetin asıl rotasından çıktığı ve giderek irtifa kaybettiğini de gösteriyor.

Ne yapsın zavallılar, siyasetin icabına uygun fikir, hareket ve icraatlerde bulunamadıkları için, böyle düşük irtifalı dalaşmalarla vakit dolduruyorlar.

Tarihin yorumu 26 Eylül 1962

Kanlı 27 Mayıs Darbesini sağcı ve solcu Türkçüler birlikte yaptı. Ancak, bir süre sonra araları açıldı ve birbirine düştüler. Solcu kanat galip geldi ve sağcı geçinenleri tasfiye yoluna gitti.

Bu safhadan sonra, solcular Türkçülükle aralarına mesafe koyarak sosyalistliğe yelken açarken, sağcılar daha da koyu bir Türkçülük fikrinin zebunu olmaya adeta can attılar.

İşte, koyu bir ırkçılığı yansıtan bu yeni fikrî hareketin başını H. Nihal Atsız çekiyordu. Hakiki Türklüğü dahi şüpheli olan Atsız, etrafında topladığı bir grup fikirdaşı ile 1962 Eylül'ünde "Türkçüler Derneği"ni kurdu.

Dinden uzak ve hemen bütün faaliyetleri buram buram Türkçülük kokan bu derneğin bir de "Türkçü andı" diye bir yemin metni vardı ki, bu cereyanın ne tür reaksiyonlara sebebiyet verebileceğini açıkça gösteriyordu.

İşte, her yeni üyenin kendi ismini zikrettikten sonra üzerine basa basa okuması şart olan o yemin metni: "Ben ......, Türkçüler Derneğinin işlerinde doğruluktan ayrılmayacağıma, aldığım görevi eksiksiz yapacağıma, karşılık beklemeden yalnız Türklük için çalışacağıma, her yerde, her zaman Türklüğe elimden gelen hizmeti yapmaktan kaçınmayacağıma, Türkçüler arasında hiç bir sebeble ayrılık yaratmayacağıma, Tanrım, Türklüğüm ve şerefim üzerine and içerim."

Ne var ki, bütün üyeler bu metne sadık kalmadı ve iki sene sonra aralarında ayrılık işaretleri belirmeye başladı.

Türkçüler, 1964'ten sonra iki gruba ayrıldı: Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş grubu. Atsız, koyu bir ırkçılıkla ideolojiye ağırlık verirken, Türkeş ve arkadaşları ise, özellikle Mayıs 1965'ten sonra dine daha saygılı bir siyasî eğilimin içine girdiler.

Türkeş'in fikren yakınında duran meşhurların arasında Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Sergengeçti, A. Nihat Asya, Y. Bülent Bakiler, Hüseyin Üzmez, Sadi Somuncuoğlu gibi nisbeten daha dindar kişiler vardı.

Türkçüler Derneğinin ismi, 30 Ağustos 1964'te Ankara'da yapılan bir toplantıda Türkiye Milliyetçiler Birliği şeklinde değiştirildi. Bu tarihten sonra, bünyedeki galibiyet Türkeşçilerin eline geçti.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tesbihat: Çağa uygun ibadet, hiper vird ve duâ



Kitle iletişim vasıtalarının baş döndürücü sür'at ve kesret kazandığı milenyum ve hiperçağ günümüzde; hergün, her saat, hattâ her dakika milyonlarca günah birden saldırıyor. Adeta, insî ve cinnî şeytanlar tarafından çepeçevre kuşatılmış, her an top ateşine tutuluyoruz! Zamanımız ve hayat şartları; eski zamandaki gibi uzlethânelere çekilip kendimizi ibâdet ve zikre verip haramlardan korunmaya müsait değil. Rahmeten lilâlemin olan Kur’ân ve mübelliği Resûl-i Ekrem (asm) çağımız için de rahmettir. Acaba bu rahmet bize nasıl tecelli etmeli?

“İştirak-i âmâl-i uhreviye kanunu” denen âhiret işlerinde ortaklık ve samimî ve halis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar etmekle…1

Ve, çağımızın ilmî birikimine ve teknolojisine uygun bir vird, zikir ve duâ şuuruyla tesbih etmekle. İşte, Kur’ân ve Sünnetten aldığı ders ile Bediüzzaman; astro/fizik, milenyum/hiper çapta bir ibâdet, tefekkür, vird, zikir ve duâ dersi sunar. Risâle-i Nur’da imândan sonra üzerinde durulan esaslardan birisi, ibâdet, yâni hamd, fikir, zikir, şükür ve tesbihtir. Ve ibâdeti tek düzelikten çıkararak çok boyutlu zikir, şükür ve fikir hamulesine dönüştürme formülleri verilir.

Bediüzzaman'ın açtığı hakikat yolunun vird ve zikri; namazda, her gün (hattâ her saat, hattâ her dakika) başta peygamberleri, evliyaları, melekleri, cinleri, hayvanları, bitkileri, camidâtı zikir halkasına katarak onların yüz bin dillerle yaptıkları zikir, vird ve duâları “eşref-i mahlûkat ve halife” şuûruyla sahiplenmek tarzındadır. Onların dilleri adedince zikir ve virdlerini kendi nâmına Hâlık-ı kâinata sunar ve sunulmasını ister. Namaz sonundaki tesbihatta ise, “Ve evrâkı’l-eşcar (ağaçların yaprakları), ve emvaci’l-bihar (denizlerin dalgaları) ve katarati’l-emtar (yağmur damlaları) adedince Sana hamd ve şekürler olsun!” denir. Peki, kâinatın kuruluşundan kıyamete kadar ne kadar ağaç yaprağı, ne kadar deniz dalgaları, ne kadar yağmur damlaları gelmiştir!? Çağımızda her şey rakamlara dökülmüştür! Bilgisayarlar, astrofizik ve matematikte; semavattaki galaksi ve yıldız tesbitinde “milyarlarca ışık yılı” tabirleri kullanılıyor. İşte Bediüzzaman da çağın ilmî birikimine uygun; bir anda milyonlarca yerden (radyo kanalları, televizyon kanalları, uydular, internet, filmler, gazeteler, dergiler ve sair insî ve cinnî şeytanlardan) gelen şer ve kötülüğe karşılık, astro-fizik ve milenyum çağa uygun; kötülük ve günahsavar virdi ve zikri ortaya koymuş!

Ve buna paralel olarak Bediüzzaman, bütün tarikatlerin, büyük zatların vird ve zikirlerini düzenleyerek, Tesbihat nâmındaki eserini vücuda getiriyor:

Cevşen’i, Ehl-i Sünnet’in de duâ dünyasına taşıyor. Hemen ardından, Şah-ı Nakşibend’in, Peygamberimizden (asm), manevî âlemde ders aldığı Evrâd-ı Kudsiye’yi ekliyor. Peşinden Delâili’n-Nur geliyor. Sonra Sekine, Münâcat-ı Veysel Karani, Dua-i Tercüman-ı İsm-i A’zam, Duâ-i İsm-i A’zam, Münacat’ül-Kur’ân, Bediüzzaman’ın özel virdi Tahmidiye ile Hülâsatü’l-Hülâsa…

NOT: Mübarek Kadir Gecenizi tebrik eder; ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Filistin, Irak, Çeçenistan, Lübnan, Keşmir halkıyla sair ülkelerdeki Müslümanlar, mazlûmlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Dipnot:

1- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 147.

26.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şükrü BULUT

Ramses’in dönüşü…



Hz. Musa (a.s.) zamanında yaşamış ve Kur´ân´da bahsedilen Firavun´a tarihçilerin II. Ramses dediklerini bilmek zorunda değiliz. Tenasuh, yani ruhun ölen bir cesetten çıkıp başka cesetlerde yaşama fikrine inanan, sihiri ilimlerin üzerine çıkaran, ziraatte muhtaç oldukları öküze tapan, ilâhlık dâvâlarında namlarının devam etmesi düşüncesiyle çölde büyük piramitler inşa ettiren Firavunların hortlayarak günümüzü de tar u mar ettiklerini ve Firavunun Haman'ına bedel, deccâliyetin işgale kalkıştığı coğrafyalarda yüzlerce Hamanların türediklerini birileri iddia etse belki de inanmazsınız.

Yukarıdaki bilgileri de ihtiva eden Hz. Musa (a.s.) ile ilgili kıssalar, Kur'ân'da en çok tekrar edilen bahisler arasındadır. Üstad Hazretleri, Avrupa dinsizleriyle bizdeki münafıkların bu tekrara ilişmelerine cevaben “Emirdağ Çiçeği” adı altında muhteşem bir bahis kaleme almış. Kur'ân'da tekrar gibi görünen konuların hikmeti orada izah edilmiş. Kur'ân'da geçen tarihî vakıaların yalnızca birer hikâyeden ibaret olmadıklarını günümüz hadiselerini ve gelişen olayları dikkatlice takip ettiğimizde daha iyi anlıyoruz.

Benî İsrâil ile Hz. Musa (a.s.) arasında cereyan eden bir tartışmanın sebebi de, kavminin öküz heykeline tapmaya kalkışmasıdır. Hz. Musa’yı (a.s.), On Emri ve Hz. Harun’un (a.s.) ikazlarını bırakıp dünyaya (öküze) dönen o günkü insanların hikâyesi bizi fazlasıyla ilgilendiriyor. Zira dünya ticaret merkezi olarak bilinen ve göğe ser çekmede Ramses´in piramitlerinden geri kalmayan New York gökdelenleri, dünyanın başka coğrafyalarında da piramit-misal binaların yükselmesine öncülük etmişti.

New York Borsasının ambleminin (borsaların genel sembolüdür) öküz olduğunu bilenler, New York öküzü ile o Samirî´nin ses çıkaran altından öküz heykeli arasında münasebet kurabilirler. Maddî kuvveti, dünyevîleşmeyi ve parayı temsil eden bu öküze, farkına varmadan bizdeki birçok Müslümanın da yönelmesi ne hazin.

Ramseslerin zamanındaki Mısır medeniyetinde maddî ilim ve fenlerin ulaştığı noktaları, hâlâ esrarı çözülemeyen piramitlerdeki hadiselerden anlıyoruz. Mısır´da fenlerle birlikte ortaya çıkan “sihir”in de hangi boyutlara vardığını yine kıssa-i Musa (a.s.) bize bildiriyor. İlim ve teknolojiye sihiri de ilâve eden Firavunlar, bunlarla insanlara tahakküm etmişler, zavallı halkların ellerindeki malları gasp etmişler ve onlara Allah´ı unutturarak sahte ilâhlıklarını ikameye kalkışmışlar…

Yukarıdaki açıdan dinsiz felsefeden doğma ikinci Avrupa medeniyetine baktığınızda, her iki medeniyet arasındaki benzerlikleri rahatlıkla göreceksiniz: Maddî ilimler, fenler, sihir, zorbalık, sihirle insanları kendisine ram etme, Allah ve ahiret düşüncesini cemiyetten dışlama v.s. Sihirle kapitali toplama, sihirle hakikatleri manipule etme, sihirle insanları çalışmaktan ve doğru şeyleri aramaktan alıkoyma… Günümüz sihirbazları Firavununkileri milyon defa geçti. Zira sihirlerini, gasp ettikleri teknoloji vasıtasıyla dünyanın her köşesine ulaştırdılar. Kutulara yerleştirerek zavallı insanlığı etrafına topladılar.

Firavun, Ramses, Deccal ve Süfyan gibi şahıslar veya o şahısların cemaatleri, daima karşıtlarını kendilerinin yaptıkları kötülük ve cinayetlerle suçlamışlardır. Müşrik Arapların Kur´ân´a sihir ve Efendimize de–hâşâ–sihirbaz demeleri bu prensiptendir. İnsanlığı vahşet ve bedeviyete sürükleme, ahlâkı yok etme, nifak çıkarma, fukarının mallarını kuvvetlilere peşkeş çekme ve her türlü iğfalde bulunma fiillerinin sahiplerinin, küresel çapta Müslümanları suçlamaları da mahiyetlerinin şer ve tahrip olmasındandır.

Sihirlenmiş, hipnotize olmuş ve deccalların manyetik alanlarında sersemleşmiş insanlığı uyandıracak Hz. Musa’nın (a.s.) asasına ne kadar muhtaç olduğumuz ortada.

Gördüğünüz gibi çağdaş Firavunlar Uzakdoğudan Uzakbatıya dünyayı daha yüksek piramitlerle işgal etmekle meşgul. Sihirbazları ise ellerindeki yılan ve çıyanlarla en mahrem mekânlarımıza nüfuz ediyorlar. Buna karşı ancak Hz. Musa’nın (a.s.) asası mücadele edebilir. O sihirlerin pis ve değersiz mahiyetlerini insaniyete göstererek insanlığı Ramseslerin şerrinden kurtarabilir. Hz. Musa’nın (a.s.) asasını Kur'ân'da aramaya mecbur olduğumuzdan, bu mübârek Kur´ân ayı hürmetine Kur´ân´ın sinesine dönerek sihirbazların sihirlerini yok edecek hakikatleri Kur'ân'dan istemeliyiz. Ellerimizde Asa-yı Musa'larla hayatın merkezine koşmalı ve yine Kur'ân'dan gelen fenleri; hakikî medeniyet, fen ve teknolojileri gasp edenlerin ellerinden kurtarmalıyız.

İfadede âciz kaldığım şu hakikati icra, hiç de zor değil. Yeter ki inanarak Asa-yı Musa´ları meydanlara çıkaralım. Hz. Musa (a.s.) safında olduğumuzu hal ve kal diliyle ilân edelim. Firavun, Nemrut, Deccal ve Süfyan gibi şerirlerden korkup, asıl çizgiye gelmekten kaçınmayalım. Hem korku fayda da vermiyor. Ramsesler döndüğüne göre… Küresel icraatlarına başladıklarına göre… Dünya üzerinde azıcık bir zaman daha izzetle yaşamak isteyenler, Kur'ân'ın ve Resûlullahın yanında olduklarını ilân etmek zorundadırlar.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Risâle-i Nur’daki “edebiyat tadı” ve “bambaşka Türkçe” 2



“RİSÂLELERDEKİ MÜSTESNÂ BELÂGAT”

“İKİNCİ Mehmed Âkif” olarak bilinen Ali Ulvî Kurucu’nun Nur Risâlelerindeki güçlü edebiyat hakkındaki beyânını,, edebiyatımızın medâr-ı iftiharı İstiklâl Marşı şâiri Mehmed Âkif Ersoy çok önceden yapmıştır: “Victor Hugo’lar, Shakespare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bedüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.”

“Risâle-i Nur gâyet fasîh ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır” değerlendirmesinde bulunan mümtaz Nur talebesi Zübeyr Gündüzalp ise Bedüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve inceliği şu cümlelerle açıklar:

“Risâle-i Nur’da, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez. Eserlerin bâzı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûplara nazaran pek münâsip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gâyet ince bir nükte, bir îmâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyân tarzı, oraya tam muvâfıktır.”

(a.g.e, 717)

İşte bunun içindir ki, “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır” diyen Bedüzzaman, “acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden”, mâsum çocukların ve ihtiyar ümmilerin yazılarını hoş karşılar. “Teenni ve dikkatle okumaya” dâvet eder. “Risâle-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı” tembihinde bulunur.

(Emirdağ Lâhikası, 59)

Bunun içindir ki, “doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemâlâtını çekinmeyerek ruh-u canıyla herkese ilân eden”, “Dahi nezrim bu ki cânım sana kurban olacak” diyerek ömrünü Üstadının ömrüne feda eden “Hakka müştak bir hakikat şâhidi ve şehidi” Denizli Kahramanı Hasan Feyzi, “Ey Risâle-i Nur!” başlıklı mektubunda, “Fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür?” diye hitap eder.

“Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasip olmaz. Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır” diye Nur Risâlelerinin edebiyatta açtığı muazzam yolu tasvir eder. “Allah Allah!... Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır…” diye edebî cihetiyle de Risâle-i Nur’un üstünlüğünü bildirir…

ÂYETLERİN BÜYÜK BİR SAN’AT

VE MAHARETLE TÜRKÇEYE TEFSİRİ

Yine bunun içindir ki Bediüzzaman, “Kur’ân’dan ahzedip (alıp) Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr (eserler) meydandadır” diye meydan okur. “Kur’ân-ı Hakîmin maden-i envârından (nurlar mâdeninden) iktibas edilen âsâr ile” iftihar eder.

(Mektûbat, 411)

Ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasredip “yüzer risâle, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip o milleti tenvir edildiğini (nurlandırıldığını) belirtir. “Hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i marifet” olarak Nur Risâlelerine sahip çıkmayıp “en ziyâde sıkıntı veren ve hakkında adavet besleyen ve belki hürmetsizlik eden, bir kısım maarif dairesine mensup olanlarla az bir kısım resmî hocalar”dan yakınır.

(Lem’alar, 178)

Bunun içindir ki “Risâle-i Nur’daki âyetler, Kur’ân-ı Hakîmin en büyük mû'cizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san’at ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için, Risâle-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve filozof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, filozoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar, fevkalâde istifade ettikleri gibi, Risâle-i Nur’un harikulâdeliğini ve te'lif san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar.”

(Şuâlar, 472)

Bunun içindir ki en büyük bir İslâm mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzaman’ı, komünist ve masonlar millete, bilhassa gençliğe tanıtmamaya çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı Üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.

Bunun içindir ki Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz’ın ve Mesnevî-i Arabî’nin Türkçesini “Rahmet-i İlâhiyenin bir ihsanı” olarak kabul eder.

(Emirdağ Lâhikası, 399)

“HÂRİKA, MUAZZAM, MUHTEŞEM,

VECİZ VE CEM’İYETLİ BİR ESER”

Keza Nur Risâlelerinin “sadeleştirme” perdesinde kudsî ve mübârek lâfızlarının değiştirilemeyeceği hakikati de bunun içindir.

Nur talebelerinin, Risâle-i Nurların gerçek te’lif ve mânâların hazinesi olan Risâle-i Nurlar için “sadeleştirme” ameliyesinin hiçbir suretle uygulanmayacağı ve bunun bir “tahrif” olacağı kanaatinin ana fikri budur.

Bu bakımdan Risâle-i Nur araştırmacısı Abdülkadir Badıllı’nın ifâdesiyle, “Şâyet inadî ve zoraki bir tarzda nurlara tahrif uygulansa da, lâl ü güher dizisi olan nurların melâike misal canlı, hakikatli, her tarafı şuurlu ve çok ince ve nazdar, mânidar lâfızları kaybolduğu gibi; sadeleştirilerek onun yerine ikame ettirilmek istenen şeyler ise, derisi soyulmuş meyveler misali nurlu mânâlarından mücerred, donuk, bozuk, nursuz, ruhsuz adî boncuklar nev’înden bir şeyler elde kalır” nitelemesi haklılık kazanmakta.

Zira sadeleştirmenin, eserin üslûbunu, ifâde tarzını tamamen bozduğunu, mukaddes mânâlarını uçurduğu görülmekte. Zübeyr Gündüzalp’ın, Necip Fazıl’a gönderdiği mektuptaki gerçekler, gün geçtikçe daha da kıymet kazanmakta:

“Risâle-i Nur; hârika, muazzam, muhteşem, veciz ve cem’iyetli bir eser külliyatı olması hasebiyle, ta’dilat yaparak neşrine râzı olmak mümkün değildir.

“Risâle-i Nur’un değişmiş şeklini görenlerin, ‘Bu tarzda da neşredilebiliyor?’ zannıyla onların da böyle bir neşre kalkışmaları ve onların arasında neşir perdesi altında eserleri tahrife sinsî bir şekilde çalışmalarına imkân göstermiş olmak tehlikesi vardır. Böyle olmasa bile, -sizin gibi- iki üç müellif o şekilde neşriyat yapsa, bir müddet sonra Risâle-i Nur’un emsalsiz, şirin aslını herkesin iştiyakla okuyamayacağı bir hal ortaya çıkacaktır.

“Şimdi siz de takdir edersiniz ki, Risâle-i Nur başka eserlere benzemiyor. O tebdil edilmez ve edilemez…

“Risâle-i Nur’a kalem karıştırmak, bilhassa ve bilhassa o şekli, aslı imiş gibi neşretmek, bütün bütün hatalı ve yanlış oluyor. Tanıyan idrâkli gençlik tarafından aşk derecesinde sevilen lâtif, zarif ve müstesna üslûbu alt üst ediyor…

“Bir fikr-i beşer yazısındaki değişiklikler, üslûbunu tamamen bozarsa; ilham-ı İlâhî olan eserlere beşer fikrinin mahsulü sözler karıştığı zaman, o şâheserlerin ne derece rencide olacağını, iz’an ve idrâkinize havale ediyoruz…”

Anlaşılan, Bediüzzaman’ın edebiyat ve üslûbunu idrâk için öncelikle Risâleleri okumak gerekiyor. İz’an ve idrâkler, o vakit gerçeği daha açık anlar; “halis Türkçe” olan Risâle-i Nur’daki Kur’ânî “etkileyici hırslı ve kuvvetli bir üslûbu” o zaman kavrar…

Okudukça…

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hesaplaşma millet önünde olmalı



Önce birisi çıktı, “Seni düelloya dâvet ediyorum” dedi.

Peşinden diğeri “Yerini sen seç” dedi.

“Peki o zaman gel şurada kozlarımızı paylaşalım” dedi.

“Silâhı sen seç” dedi diğeri…

Diğeri “Ne silâhı?” diye sorduğunda, “Neyle çatışacaksak, neyle kozlarımızı paylaşacaksak onu” diye cevap verdi.

Bu diyalog böyle devam edip gitti…

Televizyonun tek kanallı olduğu dönemlerde kovboy filmlerinde bu diyalogları çok sık duyardık. Son günlerde bu diyalogları tekrar duyar olduk.

Öncelikle “düello” kelimesinin anlamını söyleyelim. “İki kişi arasında, tanıklar önünde yapılan silâhlı vuruşma” anlamına geldiği gibi “İki kişi arasında tanıklar önünde yapılan sözlü atışma” anlamında da kullanılıyor. Mecaz ifadesi de “İki siyasî, ekonomik güç arasındaki çatışma” anlamına geliyor. (Kaynak, Türk Dil Kurumu)

Yukarıda bahsettiğimiz benzer diyaloglar hafta başında AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat ile CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’ndan duyduk.

Birbirlerini karşılıklı düelloya dâvet ettiler. Peşinden düello yeri gösterdiler. İkisi de düello yeri olarak millet iradenin tecelligâhı olan Meclis’i seçtiğini açıkladı. Tartışmada silâh olmayacak, sivri dil silâh kadar tehlikeli olduğu için silâh yerine geçecektir. Düelloyu yönetmek üzere Uğur Dündar’ı seçtiler. Şahit olarak ta televizyonları başında canlı yayını izleyecek olan millet olacak.

Birisi iktidar partisinin genel başkan yardımcısı, diğeri anamuhalefet partisinin grup başkanvekili olunca ve son günlerde basın toplantıları ile rakibine sert ve ağır sözler söylendiği düşünülünce düello son günlerin en önemli meselesi haline geliverdi. Öylesine ağır sözler söylendi ki, birbirlerini “müfteri”, “baron” diye suçladılar.

TBMM başkanı Köksal Toptan, iki gündür “toplantıyı iptal edin” çağrısında bulunuyor. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den, daha iki gün önce bir çiftçiyi şikâyetini dile getirdiği için azarlayan ve sivri çıkışları ile tanıdığımız TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’a varıncaya kadar herkes toplantının iptal edilmesini istedi.

Ancak düello sözü verilmiş bir kere dönüş olur mu? Onlar da öyle yaptılar zaten, dönmediler. Toptan son çare olarak dün düellodan sadece yarım saat önce düelloyu yapacak iki siyasîyi çağırarak, tartışmada üslûba dikkat etmelerini söyledi.

Bu yazıyı yazdığımız saatlerde düello henüz başlamamıştı. Ama sonucunu izlemeden de tahmin edebiliriz. Karşılıklı ağır suçlamalar yapılırken, ne yalan söylediği için kimse istifa etti. Ne de konular aydınlatılabildi. Ne milletin bir sorununa çare bulundu, ne ülkenin ekonomik dalgalanmadan etkilenmemesine çareler konuşuldu. Karşılıklı suçlamalar devam etti, ağır sözler sarf edildi. Bunları tahmin etmek hiç zor değil.

Karşılıklı suçlamalar yapılıyorsa, bunların yeri televizyon ekranları değil, mahkemeler olması gerekmez mi? Televizyonda konuşulacaksa, eğitimde, sağlıkta, demokrasinin, insan haklarının gelişmesinde, milletin refahının arttırılmasında nelerin yapılabileceği konuşulması uygun olan değil midir? Karşılıklı suçlamalarla demokrasi adına ne gibi kazanç sağlanacaktır? Hiççç…

Siyasetteki üslûp iyice bozuldu. Siyasette ağza alınmayacak hakaretlerin yapıldığı, şerefli-şerefsiz gibi siyasete yakışmayan ifadeler kullanıldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu tür tartışmaların geçmişte bir çözüm getirmediği görüldü. Şimdi olduğu gibi… Siyasetteki üslûp bir an önce düzelmedikçe milletin meselelerinin çözümüne kafa yorulamaz. Aylardır da yaşanan bu değil mi?

Bu konuda son söz olarak hesaplaşmanın televizyon ekranlarında değil, milletin önünde olması gerektiğini vurgulayalım.

* * *

Bütün bu gereksiz tartışmaları bir kenara bırakalım. 11 ayın sultanı mübarek Ramazan’ın son günlerini yaşıyoruz. Bu akşam 11 aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesini idrak edeceğiz. Böyle gereksiz tartışmalarla uğraşmak yerine bu geceyi hakkıyla idrak etmeye çalışalım. Kadir Gecesinin kadrini bilip bol bol Kur’ân okuyalım, nafile namaz kılalım, duâ edelim.

Bu vesile ile mübarek Kadir Gecesini tebrik eder, hayırlar getirmesini Cenâb-ı Hak’tan diliyoruz.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ergenekon’da gidişat



Ergenekon operasyonunda, hakkında iddianame tanzim edilenlerin dâvâsı 20 Ekim’de başlıyor. Duruşmalarda “silâhlı terör örgütü kurmak ve yönetmek”le suçlananlardan Veli Küçük ve Doğu Perinçek tutuklu, İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu tutuksuz yargılanacak.

Operasyonun sonraki dalgalarından birinde gözaltına alınarak tutuklanan emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon hakkındaki iddianame ise henüz sonuçlandırılabilmiş değil.

İki emekli generale “TSK adına” yapılan ziyaretin, sürecin bundan sonraki seyrini ne şekilde etkileyeceğine ilişkin tartışmalar devam ederken, Eruygur’un merdivenden düşüp kafasını çarptığı ve hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alındığı haberi geldi. Sonra da mahkemenin tahliye kararı.

Derken Tolon da sedyeyle kaldırıldığı hastaneden yürüyerek çıkıp tekrar cezaevine götürüldü. Ama avukatının onun için de yine sağlık sebepleriyle tahliye talebinde bulunduğu açıklandı.

(Evvelce İlhan Selçuk’la Alemdaroğlu’nun da gözaltına alınıp bırakıldıktan sonra hastaneye kaldırıldıklarını, Veli Küçük’ün birkaç defa hastanelik olduğunu, Perinçek’in yardımcısı Ferit İlsever’in de tutukluyken yine “sağlık durumu” gerekçesiyle serbest bırakıldığını hatırlayalım.)

Bu arada, Kandıra ziyareti sonrasındaki dikkat çekici gelişmelerden biri, Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz için Bakanlıkça inceleme başlatılması oldu. Bu durum, hemen Şemdinli Savcısını hatıra getirdi ve “Ferhat Sarıkaya’nın başına gelenler şimdi de Öz’e yapılacak?” sorusunu sordurdu.

Ardından Bakanlığın Öz hakkında soruşturma açılmasına mahal olmadığına karar verildiğini açıklamasıyla kuşku bulutları dağılır gibi oldu.

Bilâhare operasyonda yeni bir dalga daha geldi. Kızılelma koalisyonunun başlangıç safahatında adı çokça gündeme gelen bir ülkücü, son dönemde Atatürk kılığındaki görüntüleriyle medyada boy gösteren bir tiyatrocu-oyuncu ve 28 Şubat’ta Fadime Şahin-Ali Kalkancı tezgâhlarını hazırlayan ekipte yer aldığını övünerek açıklayan aykırı bir tip, gözaltına alınarak sorgulandı.

Ama sonra bunların üçü de serbest bırakıldı.

Ve bu durum, “Operasyon magazinleştirip sulandırılmaya mı başladı?” sorularını gündeme getirdi. Selçuk’la Alemdaroğlu’nun gözaltına alınıp serbest bırakılmasının yol açtığı psikolojinin bir benzeri, bu son gözaltılarda yeniden yaşandı.

Nurseli İdiz’in “Cumhuriyet kadınları projemizle ilgili olarak Savcıyı bilgilendirdik, çok alâka gösterdi” ifadeleri de işin tuzu biberi oldu.

Son operasyonlarda ise, gözaltı ve tutuklamalar teğmen düzeyindeki muvazzaflara sıçradı.

Tutuklanan teğmenlerin, evvelce “Hz. Ali’nin cesareti, Hz. Ömer’in adaleti ve M. Kemal’in fikirleriyle” parti kurduğunu açıklamış olan avukatı, TSK gibi emir-komuta sistemiyle çalışan disiplinli bir kurumda müvekkillerinin kendilerine isnad edilen suçları işleyemeyeceğini savunuyor.

Mahkeme savcının iddialarını ciddî bulup tutuklama kararı verdiğine göre, “genç subaylar”ın ya bu disiplini delen bir faaliyeti söz konusu veya “yukarıdakiler”den de işin içinde olanlar var.

Diğer isimlerden Tuncay Özkan’ın gözaltına alınması, zaten bilinen tavrı, çizgisi ve önceki operasyonlarda “Gelin, beni de alın” diyen meydan okumaları dikkate alındığında beklenen bir durumdu. Bu vesileyle hakkında çıkan son bilgiler, Özkan’ın vakti zamanında Eruygur’un medyadaki en önemli adamı olduğunu da gözler önüne serdi.

Gözaltı için evine gidildiğinde tanınmış bir mankenin de içeride olması işin ayrı bir boyutu.

Son operasyonun en dikkat çeken isimlerinden biri ise, çok farklı ilişkileri ortalığa dökülen Askerî Yargıtay emekli üyesi ve DGM eski savcısı.

Bu zata izafe edilen renkli hikâyeler arasında, evvelce sıkı fıkı olduğu Nuh Mete Yüksel’in porno kaset tuzağıyla harcanmasında rol almak, kumarhaneler kralı Sudi Özkan’la ve Melih Gökçek’le yakın dostluk ilişkisi içerisinde olmak da var.

Ergenekon gittikçe daha da ilginçleşiyor.

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yasak ‘boğaz’a dayandı



Ortaöğretim okullarından sonra, üniversiteler de sırayla eğitim yılına başlıyor. İlim ve araştırmalarla hatırlanması gereken üniversiteler, ne yazık ki ‘yasak’larla anılıyor.

Yıllarca yasağa karşı direnen Boğaziçi Üniversitesi, yeni rektörüyle birlikte yeni bir uygulama başlatarak; başörtülü öğrencilerini kapıdan döndürmeye çalıştı. Şükür ki başını örtmeyen öğrenciler de başörtülü arkadaşlarına destek oldu ve yasak kısmen delindi. Bununla birlikte, yasağın tamamen sona erdiğini düşünmemek lâzım. Çünkü Boğaziçi Üniversitesinin yeni rektörü, geçmişte başka üniversitelerde de örneklerine rastlandığı üzere öğrencilerden ‘imzalı kâğıt’ alıyormuş. Öğrenciler bu yolla ‘ikna’ edilip, başlarını açmaya zorlanıyor...

Hemen şunu ifade edelim ki, başka üniversitelerin uyguladığı ‘başörtüsü yasağı’nı normal görüp, ‘bu güne kadar özgürlükçü olan’ Boğaziçi Üniversitesinin yasağını kınıyor değiliz. Kanunsuz başörtüsü yasağını hangi üniversite uyguluyorsa uygulasın onlar kınanmayı hak ediyor. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’nin, başörtüsü yasağının sona ermesi gereken bu günlerde böyle bir işe soyunması çok garip. Üstelik yasağı uygulamak isteyen rektör, daha yeni iş başı yapmış. Üniversitenin bütün dertleri halledildi de, sıra başörtüsü yasağını uygulamaya mı geldi?

Her şeyin ötesinde, öğrencileri tebrik etmek lâzım. Başını örten de, örtmeyen de bu yasağın ‘kökten yanlış’ olduğunu gösterir şekilde hep birlikte uygulamaya itiraz edip, yasağı fiilen deldiler. Belki önümüzdeki günlerde yeni uygulamalara imza atıp, yasağı yaygınlaştırmak isteyecekler. Ama öğrenciler arasında bu birlik olduğu sürece bunu yapmaları kolay görünmüyor.

Hatırlamak lâzım: Geçmiş yıllarda İstanbul Üniversitesinde uygulanan başörtüsü yasağına karşı da bütün öğrenciler itiraz etmiş ve birlikte ‘yasak kalksın’ diye yürüyüş yapmışlardı. İşte o görüntü yasakçıları çok korkutmuş, araya giren ‘ifsat şebekeleri’ sayesinde öğrenciler arasındaki birlik bozulmuştu. Daha sonra, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenler olmuş ve neticede, başörtülü öğrenciler okula girememişti.

Tabiî işin bir de medya yönü var. “Özgür üniversite” olmakla ün yapmış Boğaziçi’nde başörtüsü yasağı başlıyor ve ‘büyük gazete’ler bu ‘haber’i görmüyor, görmek istemiyor. Elbette gazetecilere ‘gazetecilik’ dersi vermek bize düşmez, ama bu haber nasıl görülmez?

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sergilediği örnek tavır, medya ve sivil toplum kuruluşları tarafından da sergilense, inanın yasakçılar bir ay dayanamaz. Her fırsatta ‘özgürlük’lerden yana olduğunu ifade eden gazete ve gazeteciler, kanunsuz yasağa karşı çıkıp ortak tepki koysa, yasak bir ayda değil, bir haftada sona erer.

Başörtüsü yasağına karşı çıkıp, öğrencilerin sergilediği ortak tavrı kamuoyuna duyuran medya organlarını da tebrik etmek lâzım. Onlar ‘haklı’dan yana taraf olmuş oluyorlar. Aynı ortak tavrın, diğer üniversitelerde de sergilenmesi en büyük temennimiz.

İnşaallah, kanunsuz olarak sürdürülmek istenen başörtüsü yasağının; ‘boğaz’ın sularına gömüldüğü günleri de görürüz...

26.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kadir Gecesi; milât gecesi



‘AŞR EL AVAHİR’ denilen Ramazan’ın mübarek son on günlerindeyiz. Cenâb-ı Hak Müslümanların ferd ve ümmet olarak akdarlarını (kaderlerini) tayin ettiği Kadir Gecesini kader gecesi olarak da anabiliriz ve bu geceyi bir yılın içine gizlemiş. Yılın içinde Ramazan’a Ramazan içinde de son on güne denk getirmiş. Son on günün içinde de Ramazan’ın 27’sine işaret etmiş. Bu bapta en güzeli, her geceyi kadir, her gördüğümüzü de Hızır sanmamız ve kadru kıymetini bilmemizdir.

Şark hikemiyatında yer aldığı gibi yaşlı bir zat vefat esnasında oğullarını başına toplar ve onlara şöyle vasiyet eder: Size miras olarak bıraktığım tarlada bir hazine sakladım. Kazın ve küpü bulun ve mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşayın. Küpün ve hazinenin kokusunu alan çocuklar sabanlarını ve bellerini alarak tarlayı koşarlar. Tarlayı kazarak onu didik didik ederler. Küpe rastlayamazlar. Bununla birlikte altının sıcaklığı ve iştahı onları tarlayı yeniden sürmeye sevk eder. Bir iki üç derken 7 defa sürerler ve sonunda umutlarını keserler. Ama bu umudun bittiği yerde başka bir umut başlar.

Sonunda babalarının ne demek istediğini kavrarlar. Birbirlerine dönerek şöyle seslenirler: Babamız bize şunu söylemek istedi. Küp biter, ama çalışmakla tarla üzerinden elde edeceğiniz gulle, gelir, nimet ve bereket asla tükenmez. Dolayısıyla 27’inci gecenin kadru kıymetini bileceğiz, ama yirmi yedinci gecenin kadru kıymetini bilmenin ancak bütün yılın kadru kiymetini bilmekle eşdeğer olduğunu ve mümkün olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz geceyi ihmal etmememiz ihsana mazhar olmamızın nişanesidir. Kadir Gecesi aynı zamanda dinî gecelerin zirvesi ve adeta bir yılbaşısıdır. Nasıl malî yılbaşı gibi yılbaşları varsa kutsal yılbaşları da var. Kadir Gecesi aslında bir yılın başı değil, 80 küsur yıllık bir asrın da yılbaşıdır. Ulemanın beyan ettiği gibi eceller, rızıklar ve âlemin gelişmeleri ve havadisi bu gece tayin edilir. Burada kaderin tayin edilmesi Kur’ân-ı Kerim’in semadan semaya ve oradan âlemi şehadete nüzûlüne benzer. Kader de böyledir. Enzele, nezzele ve nezele makamları arasındaki münasebet gibidir. Kadir Gecesi ezele yazılan kaderin o yıl uygulamaya girmesini remz eder. Kaderin düğümlerinden biridir. Dolayısıyla Kadir Gecesi diğer gecelerden veya ezel ve ebedden kopuk değildir. Ama bir dönüm noktasıdır.

Leyle-i Kadirde yapılan her amel ebediyet kisvesi giyer. Bu gecenin bereketinden nasibini alır. Bu gece tilâvet edilen Kur’ân, verilen sadaka ve zekât, Kadir Gecesinin bereketiyle nemalanır. Bu gece bin aydan hayırlı olduğu gibi bu gecede çıkarılan zekât ve yapılan ameller de aynı kıymeti kazanır. İnşallah Müslümanların makus talihi bu gece hürmetine aslî suretine avdet eder. Müslümanlar dünyanın dörtte birini teşkil etmelerine rağmen Aksa hâlâ esir olarak Selâhaddin’ini beklemektedir. Keza yüzyıllık süreç içinde az gittik uz gittik dere tepe düz gittik ama yine arpa boyu ilerleyemedik ve yerimizde sayıyoruz. Müslümanların en temel üç hastalığında bir değişiklik yok. Bunlar: Cehalet, fakirlik (zaruret) ve ihtilâf gibi manevî ve fizikî hastalıklardır. Bu gece ise Ümmet-i Muhammed’e imamet, zeamet ve kavvamiyet vaat etmektedir.

Kur’ân, ümmetin ruhudur ve bu ruh Ruh’la birlikte (Cebrail) Kadir Gecesi inmeye başlamıştır. Dolayısıyla Kadir Gecesi sadr-ı evvelin ve evailin milâdı ve yeniden doğuşu olduğu gibi umut edelim ki, yeni neslin de miladı olsun. Kur’ân-ı Kerim’in inişine zarf olan bu gece hürmetine İslâm ümmeti hastalıklarından beri olsun ve hastalıklarından ve illetlerinden beri olarak yeniden dünyaya gelsin. Bunun işaretleri alınmaya başlandı. 20’inci yüzyılın komunizmin çöküşüne sahne oluşu gibi, Kadir Gecesine tekaddüm eden günlerde ve 1429 Ramazanı da kapitalizmin sembolü olan Wall Street’in İkiz Kuleler gibi çöküşüne tanıklık etmeye başlamıştır. Kapitalizm Bush’la birlikte kendi mezarını kazmaya başlamıştır. Bush’un 7 yıllık bereketsiz yıllarının sonunda kapitalizmin sembolü olan Wall Street çökmeye başlamıştır. O, 11 Eylül’le birlikte İslâm alemini çökertmeye niyetlenmişti ama kazdığı kuyuya kendisi düştü. Bush da Kadir Gecesi öncesinde bir müjde gibi son malî krizin uzun sürebilecek bir durgunluk döneminin habercisi olabileceğini söylemiş ve Amerikan ekonomisinin topyekûn bir çöküntünün eşiğine geldiğini ifade etmiştir. Bu yöndeki kuşkularını dile getirmiş ve uyarısını yapmıştır.

(El Cezire: 21:28, 25 Eylül 2008)

Wall Street, Hollywood gibi bir semboldür ve 2008 Kadir Gecesiyle, birlikte 21’inci yüzyılda inkiraza uğrayacağının işaretlerini vermekte ve alâmetlerini izhar etmektedir. Güler Sabancı da artık ekonominin kitabının yeniden yazılması gerektiğini söylemiştir. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemesi de kapitalizmin su-i akibetine işaret ediyor. İnşallah Kadir Gecesi milât gecemiz ve menhus yıllardan çıkışımızın gecesi olur. Beni İsrail’in Exodus yani mekânî huruçlarına mukabil İnşallah Kadir Gecesi bizim zamanî bir çıkışımız ve manevî Exodus’umuz olur.

Fiha yufreku kullu emrin hakiym…

26.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır