"Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Hazin bir Ramazan hatırası



Tesemmümât…

Said Nursî, Emirdağ’da da bu kelimenin mânâsını yaşadı.

Hem de semm-i katil ile.

Yâni, Ankara’da mecliste ve Eskişehir Hapishanesi’nde vuku bulan birer zehirleme teşebbüslerinden netice alınamayınca, üç sefer Kastamonu’da, üç sefer de Denizli Hapishânesi’nde çeşitli bahanelerle zehir verilmişti.

Oralarda menfur emellerine ulaşamayan mâlum çevreler, Emirdağ’da da ona tekrar tekrar öldürücü tesiri olan zehirler vererek zehirleyip hayatına kastetmek istemişlerdi.

Mahallin mülkî âmiri yüksek dereceli memurların bulunduğu bir yerde hiç çekinmeden “Said’in vücudu ortadan kalkmalı” diyerek bir bakıma Ankara’dan gelen emri muhataplarına tebliğ etmişti.

Onun için Bediüzzaman, ‘İnâyet-i Rabbaniyenin imdadına yetişmesi’ neticesinde 1944 yılının Ramazan ayında verilen zehirden kurtulunca, 1945 yılında ikinci defa zehirlendi.

Kendisinin, “Ben vasiyetimi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar benim itimat ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten menettikleri aynı vakitte, fırsat bulup tanımadığım biriyle sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular” diyerek de ifade ettiği gibi bu onuncu tesemmüm tam bir semm-i katil hükmündeydi.

Gizlice verdikleri zehrin ne kadar tesirli olduğunu bilen zehir tacirleri, bu sefer emellerine ulaşacaklarından o kadar emindiler ki değişik yerlerde ‘Said vefat etmiş’ diyerek şayialar bile yaymışlardı. Bunu duyan Nihat Yazar gibi bazı muharrirler, gazetelerdeki yazılarında “Kendini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek isteniyor; hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak sûretiyle. Bu ne feci, ne tahammül edilmez bir hâldir. Tecrit edilmiş, daimî bir tarassut altında kapısında bekçi. O içerde ölümle başbaşa bırakılıyor” diyerek hadise karşısında duydukları infiâli dile getirmişlerdi.

Fakat talebelerinin, hizmetkârlarının yanı sıra hadiseden haberdar olan insanların da okudukları Kur’ân’ların, Cevşenlerin ve sâir evrâd-ı kudsiyenin vesilesiyle İnâyet-i Rabbaniye o zaman da imdadına yetişince, uzun süre baygın denecek derecede hasta yattıktan sonra yavaş yavaş iyileşip toparlandı ve hizmetlerine devam etti. Ne var ki, ‘Yılan gibi zehirlemekten zevk alan’ bazı habis ruhlu kişiler, yıllar boyu defalarca denedikten sonra, zehirlemek sûretiyle Said Nursî’nin hayatına son veremeyeceklerini anladılar ve bu yolla onu öldürmeye teşebbüs etmekten vazgeçtiler.

Lâkin hatalarını anlayıp o emirleri verenlere de anlatarak tövbekâr olmak ve kendilerini affettirmeye çalışmak gibi bir insânî çaba içine de girmediler. Aksine, onlardan daha dehşetli yeni bir plân hazırladılar. Bu sefer hedef olarak Bediüzzaman’ın hayatından ziyade dimağını seçtiler. Verildiği anda doğrudan doğruya beyine işleyip damarları sıkıştırarak insana hayatı yaşanmaz hâle getirecek farklı bir zehir buldular.

Maksatları bu zehirle beynini felç ederek düşünce melekesini işlemez hâle getirip zihnî, fikrî bunalıma sokmak ve yeni risâlelerin telif edilmesine mâni olmaktı.

Buldukları zehrin insan asabını bozma tesiri de olduğu için onun talebelerine kızacağını, bağırıp çağıracağını, onların da gücenip onu terk edeceklerini düşünmüşlerdi.

Aynı şekilde kendisine hizmet eden insanları da rencide edeceği için onların yanına gelmemesi ile iyice yalnız kalacak olan Said Nursî’nin ‘artık yeter’ diyerek onu ortadan kaldırmak için bahane olarak kullanabilecekleri bir mesele çıkarması da hedefleri arasındaydı. Aslında böyle hâllerde zehirden ziyade zehri verecek kişiyi bulmakta zorlanmaları gerekirdi. Ama Emirdağ zaten içki içerek kendini zehirleyen insanlarla dolu olduğundan fazla zorlanmadılar.

Onun için 1946 yılında tekrar zehirlenen Bediüzzaman şiddetli bir baş dönmesiyle yatağa düştü ve günlerce aç susuz yattı. Kendisinde ayağa kalkacak takat bulamadığı için hayatında ilk defa namazının farzlarını yatağında oturarak eda etmek mecburiyetinde kaldı.

Hatta, hayatından ümidini kestiğinden yanındaki talebelerine, kendisi öldükten sonra Tahirî’yi oraya çağırmalarını, onun da gelip malı olan Nurlara sahip olmasını söyledi.

Said Nursî’nin bu elim hâli, yanında hizmet eden hizmetkârlarının yanı sıra, mâneviyât âleminde hadiseye muttalî olan uzaktaki bazı talebelerinin yüreğini de hicran ateşi ile yakmaya yetti.

“Çekilip nur-u hidayet, yine zindan olacak,

Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.

Yine sen yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,

Çünkü hicran dolu kalbim, yine hicran olacak.”

Bediüzzaman’ın Denizli’den ayrılmasına bile tahammül edemeyen ve giderken hicran hislerini bu mısralarla başlayan uzun bir mersiye ile dile getiren Hasan Feyzi de onlardan biriydi. Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ’daydı, Hasan Feyzi Denizli’de. Mekân itibariyle birbirlerinden uzaktaydılar ama mâneviyât âleminde mesafelerin, kesafetlerin pek hükmü işlemezdi. Hasan Feyzi, basiretiyle Üstadının dünyadan ayrılmak üzere olduğunu müşahede edince çok üzüldü. Risâle-i Nur’un telifinin henüz bitmediğini, onun yazacağı eserlere insanlığın ihtiyacının olduğunu düşününce himmet hisleri heyecanla hareketlendi.

Onun “Siz bana karşı su-i kastlara merak etmeyiniz. Belki bir cihette memnun olunuz ki, Risâle-i Nur ve şakirtleri yerinde benim cüz’î, vazifesi bitmiş olan şahsıma hücum ediyorlar, tazip ediyorlar” şeklinde ifade ettiği fedakârlığına canını bağışlayarak mukabele etmeye karar verdi.

Zahiren ondan uzakta geçen yıllar içinde iyice artan tahassürün de tesiriyle daha önce nazım şeklinde ifade ettiği dileğini bu sefer fiilen yaşamak ve canını Üstadının uğrunda kurban ederek onun yaşamasını sağlamak için hâlisâne bir hâlle Allah’a yalvardı:

“Sakınıp Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün,

Yine baştan, yine şeyda, yine giryân olacak.

Bâb-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,

Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.”

Daha önce duâ niyetiyle söylediği, sonraları her vesile ile tekrarladığı bu mısraları, o zaman samimî ve hâlis bir hisle tekrar terennüm etmiş olmalı ki, âdetâ sözü bitmeden dileği gerçekleşti. Hiçbir hastalığı olmadığı, zehirlenmeyi intaç edecek bir şeyler de yiyip içmediği hâlde o gün zehirlenme teşhisi ile hastahaneye kaldırıldı, bir gün sonra da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Zehrin tesiriyle meydana gelen hastalığın şiddetinin yirmi gün kadar devam edeceğini ve hem kendisinin, hem talebelerinin bu yüzden çeşitli sıkıntılar çekeceklerini düşünen Said Nursî de kısa zamanda iyileşti. Kendine gelince yaptığı ilk iş, bir at kiralayıp yanına birkaç talebesini de alarak kırlara çıkmak oldu. Oralarda yaptığı tefekkür ve temâşâ esnasında mâneviyât âlemine dalınca, o şiddetli hastalıktan bu kadar çabuk iyileşmesinin sebebini müşahede etti.

“Hasan Feyzi, aynen şehid Hâfız Ali (ra) gibi benim musibetimin kısm-ı âzamını kendine alıp mânevî bir fedâkârlık eylemiş. Hafız Ali, benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku, kuvvetli bir emâredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz mânen hastalığımı kısmen kendine aldı” diyerek onun samimiyetini, sadakatini ve fedakârlığını takdir etti. Hasan Feyzi’nin bu harikulâde hareketi sayesinde Said Nursî, hayatî tehlikeyi atlattı, dimağı felç olmaktan kurtuldu. Fakat verilen zehirlerin, sinirleri üzerinde yaptığı tahribat iyice arttığı için hareketlerine sık sık asabî hâller ârız olmaya başladı.

Bu yüzden, “Pek garip bir hiddet ve teessür o zehirden bana ârız olmuş ki, sinek kanadı kadar bir arıza beni müteessir edip hiddete getiriyor, biçare bana hizmet eden saf ve sadık hizmetçiler de o lüzumsuz hiddetlerden azap çekiyorlar” sözleri ile de dile getirdiği gibi elinde olmadan talebelerine eziyet etti. Talebelerinin ekseriyeti, ona revâ görülen zulümlere şahit oldukları ve asabî hâllerin o yüzden meydana geldiğini bildikleri için hiddetli hareketlerine aldırmadılar ve sadakatle hizmetlerine devam ettiler.

Said Nursî’yi yeni tanıdığından hâllerine pek âşinâ olmayan bazı talebeleri onun ‘hiddet ve tekdirlerine’ muhatap oldukça ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini şaşırdılarsa da hizmetlerine sekte vermediler.

Kendilerini onun eserlerinden ziyade velâyet sıfatına daha yakın hisseden ve kerâmetlerine şahit olmaya çalışan bazı talebeleri ise Üstadlarının, kendilerinin şefkatlerine muhtaç olmadığını, istese ruhânilerin ve cinnîlerin, hizmet-i nuriyenin inayetiyle onun şahsının perişan olmasına meydan vermemek için hizmet edebileceğini, belki de ettiklerini düşünerek hizmete fazla itina göstermemeye başladılar.

Talebelerinin, münhasıran şahsına hizmet etmelerini istemeyen, yaptıkları zaman da aksaklıklardan fazla müteessir olmayan Bediüzzaman, o kanaatlerin tezahürü olan ihmalkârlığın Nur hizmetinin inkişafına sekte vermesinden endişe ettiği için değişik yerlerde konuşulduğunu düşündüğü bu hususa açıklık getirmek istedi. Bu maksatla yazdığı mektupta önce Risâle-i Nur’u ve iman hizmetini dünyevî rütbelere, uhrevî makamlara âlet etmediği gibi kendi şahsının istirahatine ve dünya hayatının güzel, zahmetsiz, rahat geçmesine de âlet etmekten çekindiğini hatırlattı.

Ardından “Târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî hüddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler hakikî ihlâs için kabul etmemeye kendimi mecbur biliyorum. Hatta berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî bâkî meyvelerini dünyada fânî bir surette yememek için nefsim de kalbim gibi kabul etmemeye rıza gösteriyor” diyerek öyle mânevî hizmetlerin yapılmak istendiğini ama kendisinin kabul etmediğini anlattı.

Hizmetini gören talebeleri onun bu ifadelerinden, kendilerinin nâkıs hizmetlerine, ruhanî, cinnî huddamların ve berzah evliyalarının mükellef hizmetlerinden daha fazla değer verdiğini anlayınca düşündüklerine de, yaptıklarına da pişman oldular. Çünkü Said Nursî’nin; aklını, kalbini, nefsini ikna ederek mâneviyât ehlinin nefse, hisse hoş gelen hizmetlerini, ikramlarını kabul etmediği hâlde kendilerine değer verdiği ve hizmetlerine ihtiyaç hissettiği için yanından pek ayırmadığını bu vesile ile bir kere daha gördüler.

Bunun üzerine, ruha rehâvet verip hizmet şevkini kıran öyle müşevveş düşünceleri bir kenara bıraktılar ve ihmalkâr hareketlerinden vazgeçerek ihlâsla, sadakatle hizmetlerine devam ettiler. Böylece Bediüzzaman Said Nursî, hayatına ve dâvâsına kastedilmek istenen bu menfur tesemmüm hadisesinden de maddî mukavemet gücü, mânevî kuvvet kaynağı, samimî dostlar, kahraman talebeler ve fedakâr hizmetkârlar kazanarak kurtuldu.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (14.09.2008) - Hazin bir Ramazan hatırası (1)

  (07.09.2008) - Bir Ramazan hediyesi

  (31.08.2008) - Bir isyan ve Bediüzzaman

  (24.08.2008) - SADULLAH NUTKU’YU ANARKEN

  (17.08.2008) - Bediüzzaman’ın gençlik yılları ( 2 )

  (10.08.2008) - Bediüzzaman’ın gençlik yılları ( 1 )

  (03.08.2008) - RUSYA’DA NUR’UN İNTİŞARI

  (27.07.2008) - BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ (2)

  (20.07.2008) - BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ

  (14.07.2008) - Nur talebesi olmak

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır