"Gerçekten" haber verir 27 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Süleyman KÖSMENE

Sidrenin nehirleri



Mehmet Bey: “Tarihçe-i Hayat’ta, Kastamonu Hayatı bölümünde ‘Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: ...’ diye başlayan paragrafta ‘Dört nehir Cennet’ten geliyorlar’ denilmekte ve bunlardan birinin Nil nehri olduğu, ‘Nil-i Mübarek’ denilerek belirtilmektedir. Diğer üç nehir hangileridir?”

Kur’ân-ı Kerîm’de Cennet ile nehir kavramları hep yan yana ve iç içe geçer. Cennetin nehirlerle şenlendirildiği sıkça kaydedilir. İşte bir âyet: “Îmân eden ve sâlih amel işleyenleri müjdele: Altlarından nehirler akan Cennetler onlarındır.”1

Âyetü’l-Kübrâ’da, isim verilmeksizin, dört nehrin Cennetten çıktığı rivâyetine yer veriliyor ve bu rivâyet Nil nehri örnek alınarak îzah ediliyor. Bu îzahta, Kamer Dağı denilen bir dağdan çıkmakta olan Nil nehrinin altı aylık sarfiyâtı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olacağı; halbuki dağdan o nehre ayrılan yerin altıda birden daha az olduğu; yağmurun az yağdığı ve sıcak iklimin hâkim olduğu suya hasret topraklarda bir nehrin bin yıllardır böyle aynı ölçüde hiç durmaksızın akmasına rağmen sarfiyatının bozulmamasının, âdî sebeplerin ötesinde, ancak bozulmayan bir muvâzene, eşsiz bir denge ve âhenkle mümkün olabileceği nazara verilir; bu dengenin ancak “gaybî bir Cennetten çıkarmak” sûretiyle kurulduğu beyan edilir ve söz konusu rivâyetin doğruluğu ispat edilir.2

Yirminci Söz’de ise; Nil, Dicle ve Fırat gibi büyük ırmakların hakîkî kaynaklarının dağlar olmasının mümkün olmadığı; çünkü faraza söz konusu dağlar tamamen su kesilse, ya da koni şeklinde birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin böyle sür’atli ve yoğun akışlarına muvâzeneyi bozmadan birkaç ay ancak dayanabilecekleri; o yoğun sarfiyata çoğu zaman toprak tarafından bir metre içinde tamamen yutulan yağmur suyunun kâfî bir gelir ve kaynak olamayacağı; öyleyse, büyük nehirlerin kaynaklarının âdî, tabiî ve tesâdüfî bir iş olmadığı beyan edilir ve Fâtır-ı Zülcelâl’in bu nehirleri pek hârika bir sûrette gayb hazînesinden akıttığı kaydedilir. Daha sonra; “O üç nehrin her birine her vakit Cennetten birer katre damlıyor ve bundan dolayı bereketlidirler” meâlindeki hadîsin bu sırra işâret ettiği vurgulanır.3

Buhârî’de Mâlik b. Sa’saa (ra) rivâyetiyle vârid olan meşhur Mi’rac hadîsinde, Peygamber Efendimiz (asm), Sidre-i Müntehâ’ya geldiklerinde Sidre ağacının aslından; ikisi zâhir, ikisi bâtın olmak üzere dört nehrin kaynaklandığını gördüğünü ve Hazret-i Cebrâil’e (as): “Ey Cibrîl! Bu dört nehir nedir?” diye sorduğunu; Cebrâil’in de (as): “Bâtınî nehirler Cennettedirler. Zâhirî nehirler ise, Nil ile Fırat nehirleridir!” diye cevap verdiğini beyan eder.4

Bu rivâyetlerle gelen haberleri Risâle-i Nur aydınlığında birleştirdiğimizde; bu gaybî bereket işinde Nil, Fırat ve Dicle nehirlerinin adlarının âdetâ temsîlen geçtiğini; hadîsin diğer dünyâ nehirlerini dışarıda bırakmadığını söylemek mümkündür. Yani bu rivâyetlerden; Sidre ağacından kaynaklanarak yeryüzünde temessül eden iki nehrin, yeryüzündeki bütün nehirlere bereket getirdiğinin mânâ itibariyle ifâde edildiğini; ancak Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olan toplumca bilinen Nil, Dicle ve Fırat nehirlerinin telâffuz edildiğini söylemek, hadîsin hikmetine daha muvafık görünüyor. Zâten, Yirminci Sözdeki ilgili satırlar dikkatle incelendiğinde, hadîsin ve rivâyetlerin umûmî bir çerçevede îzah edildiği, bereketin üç nehirle sınırlandırılmadığı görülecektir. Üstad Hazretlerinin, “Şöyle azim ırmaklar...” ifâdesi bütün nehirleri kapsar mahiyettedir.

Binâenaleyh, bu hadîste sözü edilen gaybî bereketten, söz gelişi Kızılırmak, Yeşilırmak, Trakya’nın Tuna nehri, Rusya’daki Volga nehri... vs. bütün dünya nehirlerinin hissesini yok saymamız mümkün gözükmüyor. Dev akışlı ırmakların, bereketlerini, görünen dağlar perdesi arkasında gaybî bir hazîneden aldıkları; ancak hadîsin belâgatı gereği bütün ırmakları temsîlen, o civarda çok iyi tanınan iki veya üç ırmağın isminin zikredildiği anlaşılmaktadır.

***

Binali Bey: “Kadınların mezarlıklara girmesinin dinimizce uygun olmadığını duydum. Bu konu nasıldır? Kadınların mezarlığa girmesinde bir sakınca var mıdır? Varsa neden?”

adınların mezarlıklara girmesini dinimiz hiçbir şekilde sınırlandırmış değildir. Kadınlar diledikleri gibi mezarlıklara gidebilirler, ölmüşlerini ziyaret edebilirler, duâ okuyabilirler, onları Allah’a emanet edebilirler. Bilhassa içinde bulunduğumuz Mübarek Bayram günlerinde mezarlık ziyaretleri daha bir mânâ ve ehemmiyeti haizdir. Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 25, 2- Şuâlar, s. 104,

3- Sözler, s. 227, 4- Buhârî, 10/1551

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Derinleşen hüsran



Üniversitelerde yeni ders yılı başlarken, özellikle iki üniversiteden gelen haberler son derece dikkat çekici ve düşündürücüydü.

Bunlardan biri, Boğaziçi’nin de, Cumhurbaşkanı Gül’ün tercihiyle atanan yeni rektörle birlikte yasakçı üniversiteler arasına dahil olması.

Diğeri, Başbakan Erdoğan’ın Harran Üniversitesinde, kampüs girişine konulan “Kampüs alanında türban yasaktır” levhasıyla karşılanması.

İki tablo da çok ibretli ve hüzün verici.

AKP iktidar olduktan sonra başörtüsünde çözüm bekleyen tabanına yıllarca hep şöyle dedi: “Bu işi çözmek istiyoruz, ama görüyorsunuz, elimiz kolumuz bağlı. Size söz veriyoruz: Çankaya’yı aldıktan sonra bu sorunu halledeceğiz.”

28 Ağustos 2007’de Çankaya hedefine ulaşıldı, AKP’nin ikinci adamı Gül Cumhurbaşkanı oldu; başörtülü eşi de “first lady” sıfatını kazandı.

Ve Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının üzerinden tam 13 ay geçti. Gelinen noktada başörtüsü yasağı kalkmak veya hafiflemek bir tarafa, daha da yaygınlaşarak ve şiddetlenerek devam ediyor.

En taze örneği, yasağın en katı olduğu dönemlerde bile bu sıkıntıyı öğrencilerine hissettirmemesiyle bilinen Boğaziçi’ndeki son gelişmeler.

“Türkiye’nin en özgürlükçü üniversitesi” olarak şöhret bulan üniversitenin kapıları, şimdi başörtülülerin, perukluların, kapşonluların içeri alınmadığı nizamiyelere dönüşmüş durumda.

Diğer öğrencilerin verdiği destekle nizamiye aşıldığında ise, başörtülüler “davranışlarının hukukî sonuçlarına katlanmaya hazır olduklarına” dair taahhütname imzalamaya zorlanıyorlar.

Bu işi yapan, Gül’ün tercihiyle rektörlük koltuğuna oturan zat. Dolayısıyla, Boğaziçi Rektörünün icraatları, Gül’ün hanesine de yazılacak.

Peki, Gül’ün eleştirilere bir cevabı olur mu?

Köşkteki bir senesini değerlendirdiği mülâkatlarından birinde Gül, başörtüsüyle ilgili soruya “Bu meseleyi politikacılarla konuşun. Ben ne söyleyeceğim?” şeklinde bir cevap vermişti.

Altı yıllık bir bekleyişle gelinen nokta işte bu.

Başörtüsü meselesinin çözümünü Çankaya engelinin aşılması şartına bağlayarak bugünlere gelen AKP’liler acaba bu söze ne diyecekler?

“Çankaya’yı almak yetmiyormuş” deyip, Anayasa Mahkemesi üyelerinin değişeceği tarihlere göre yeni vade mi tayin edecekler; yoksa “Biz o sözü cumhurbaşkanının Gül değil, Erdoğan olacağı hesabına göre vermiştik” mi diyecekler?

Doğrusu, neresinden bakılsa sıkıntılı bir iş.

Gül “Türbanı politikacılarla konuşun” diyerek kendisini sıyırmak istiyor, ama topu yanlış yere atıyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi, son iki kararıyla konuyu bir kez daha politikacıların konuşma ve hareket alanından çıkarmış durumda.

Önce, Erdoğan’ın “velev ki siyasî simge olsun” çıkışının ardından, başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakmak için MHP desteğiyle yapılan anayasa değişikliğinin iptali; bilâhare kapatma dâvâsında AKP’ye verilen “ağır ihtar”ın en önemli gerekçesinin bu değişiklik olması, iktidar partisi yönetici ve mensupları başta olmak üzere hiçbir politikacıya “türban hakkında konuşma” mecali bırakmamış bulunuyor.

Hal böyleyken Gül’ün “Ben ne söyleyeyim? Politikacılarla konuşun” beyanının anlamı ne?

Tipik ve trajik bir havlu atma, kendisini sıyırmaya çalışma ve eline verilmek istenen “ateşten top”u boşluğa fırlatma manevrası söz konusu.

Bu meselenin “ateşten top” haline getiriliş sürecinde kendilerinin senelerdir izleyegeldikleri yanlış siyasetlerin rolü ise başlı başına bir vebal ve ağır sorumluluk tablosunu ortaya çıkarıyor.

Erbakan’la birlikte oldukları dönem ayrı bir bahis. Ama şu anda ondan söz etmiyoruz. AKP olarak, milletin kahir ekseriyetinin büyük ümitlerle verdiği oylar sayesinde iktidar gücünü ellerinde tuttukları son altı seneden bahsediyoruz.

Altı yılda gelinen nokta, yasağın yeni rektörlerle sürdüğü ve Erdoğan’ın “Türban yasak” levhalarıyla karşılandığı bir Türkiye olmamalıydı...

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İstikbale yatırım yapmak



Geçimini güzel ve kolayca sağlamaya çalışan insanların ikinci önemli bir meselesi de geleceğe yaptıkları yatırımlardır. Emekliliklerini düşünür, ev-bark sahibi olmak, kira v.s’den elde ettikleri gelirler, en azından emekli maaşıyla el âleme muhtaç olmadan düzenli bir hayat sürmek isterler.

Peki, ya bu titizliği gerçek istikbal ve sonsuza dek kalacağımız ahiretimiz için de gösteriyor muyuz? Meselâ bir Mahşer yeri var. Dehşetli mi dehşetli manzaralara sahip. Kur’ân’ın ifadesiyle o gün insan kardeşinden, annesinden, babasından, hanımından ve evlâdından kaçar.1 Dünya ehlince sevilen, beğenilen, itibar edilen, el üstünde tutulan şeylere orada itibar edilmez. Öyleyse orada geçer akçe neyse onlara ağırlık vermek lâzım.

İşte Mahşer günü Allah’ın himayesi altına aldığı, Arş’ının gölgesinde barındırdığı yedi sınıf insan:

1. Adaletli yönetici,

2. Rabbine ibadetle yetişen genç,

3. Kalbi sürekli mescidlerle irtibatlı olan kimse,

4. Allah sevgisiyle bir araya gelip yine o sevgiyle birbirinden ayrılan iki kişi,

5. Makam ve güzellik sahibi bir kadın tarafından zinaya dâvet edildiğinde, “Ben Allah’tan korkarım” diyerek kaçınan kimse,

6. Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli hayır yapan kimse,

7. Yalnızken Allah’ı hatırlayıp gözleri yaşla dolan kişi.2

Bu yedi özelliğin hangisini ele alırsanız alınız hepsinin de hayatımızda çok önemli bir yere sahip olduğunu görürsünüz.

Bu özelliklerin herbiri dünyayı da Cennete çevirecek özelliktedir. Dolayısıyla kişi sadece ahirette Cennetle ödüllendirilmekle kalmamakta, Mahşer gününde de, dünya hayatında da huzur ve mutlulukla dolmaktadır. Demek dünyada işimize yarayan bu özellikler orada da bizi rahata erdirmektedir.

Görüldüğü gibi İslâm hem dünyada, hem de ahirette mutluluklar bahşediyor insana. Böylece kişi dinin emirlerine uyarken hem dünyasını, hem de ahiretini imar etmiş oluyor.

Aynı zamanda bu güzel hasletlere sadece Allah değil, insanlar da değer veriyor.

Dipnotlar:

1- Abese Sûresi: 34-36.

2- Buhârî, Ezan: 36; Müsilm: Zekât: 91; Tirmizî, Zühd: 53.

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yardımlaşmadan bayramlaşmaya



Bazıları tarafında kasıtlı ve ısrarlı bir şekilde "Şeker Bayramı" denilse de, Ramazan Bayramının dinî literatürdeki bir diğer ismi "Fıtır Bayramı"dır.

Fıtır sadakası, aynı zamanda bir yardımlaşma vecibesidir. Tıpkı, kurban vecibesinde olduğu gibi...

Mü'minler, yardıma muhtaç gördükleri yakınlarını vermiş oldukları fıtır sadakasıyla sevindirir, onların maddî ihtiyaçlarını bir nebze olsun karşılamış olurlar.

Ancak, dinî ve örfî vecibeler mânâsında görünen Ramazan yardımları fıtır sadakasıyla sınırlı değil.

İftar sofralarının en makbul misafirleri fakir ve muhtaç kimseler olduğu gibi, muhtaçlara yönelik kumanya ağırlıklı yardım paketlerinin dağıtımı ile zekât ödemelerinin de en fazla yoğunluk kazandığı günler, yine mübarek Ramazan ayı günleridir.

Rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı bu mübarek günlerde, Müslümanlar birbiriyle adeta yarışırcasına hayır ve hasenat işlerinde bulunmaya çalışırlar. Yapılan en ufak bir iyiliğin dahi boşa gitmediğine inanarak...

Evet, yapılan iyilikler, hayırlar elbette ki boşa gitmiyor. Din kardeşinin yüzüne bir tebessüm ile bakmanın dahi mânevî sadaka sayıldığı mukaddes İslâmiyet dininde, fıtır, zekât ve sair sadaka gibi yardımların yüksek bir makbuliyete mazhar olduğu, şüphesiz izahtan varestedir.

Ramazan günlerinde olduğu gibi, bayram günlerinde de yardımlar ve yardımlaşmalar devam eder.

Büyükleri, hastaları, komşuları, dost ve akrabaları ziyaret ederek gönüllerini hoşnut etmek, yardımın en makbullerinden değil midir?

Ziyaretçilerin yolunu gözleyen, haklı olarak beklenti içinde olanların, evlâtlarını, torunlarını özleyenlerin ziyaretine gitmek, hal–hatırlarını sormak, ellerini öpmek, yürekten sevinçlerin, sürûrların en büyüğü değil midir?

Evet, bir başkasını sevindirmek, mânen memnun etmek de bir yardım şeklidir. Dolayısıyla, Ramazan ayında daha bir canlılık kazanan yardımlaşma geleneği, bayram günlerinde de bir başka sûrette devam ediyor.

İyisi mi, bu duygu ve düşünceler içinde, bayram ziyaret programını şimdiden hazırlamaya çalışalım.

Ne mutlu, Ramazan ve bayram günleri yapılan maddî ve mânevî yardımlarda hissesi ziyade olanlara...

Muannitlere bir soru

Ramazan ayına "şeker ayı" diyen var mıdır ki, Razaman Bayramına bazıları ısrar ve inatla "Şeker Bayramı" demeye devam ediyor?

Tarihin yorumu 27 Eylül 1930

Başka adam yok: 'Ya ben, ya İsmet'

Bir gün önce istifa ettikten sonra tekrar hükümeti kurmakla görevlendiren İsmet Paşa, yeni kabineyi açıkladı.

Vakit gazetesine konuşan Cumhurreisi M. Kemal, bu hususta şu açıklamada bulundu: "Eğer İsmet Paşa, hükümet teşkilini kabulden suret–i kati'yede imtina etseydi (kaçınsaydı), başvekâleti bizzat deruhte etmekten (üstlenmekten) başka çare kalmazdı. Başbakanlığı ya ben, ya İsmet Paşa yapmalı." (Agg, 28 Eylül 1930)

Benzer bir açıklama da, 4 Ekim 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.

Bu açıklamanın bir mânâsı şu olmalı: Ortada başbakanlık yapabilecek başka adam yok. Varsa bile, ona güvenimiz yok.

Oysa, tam ta bugünlerde yeniden siyasete soyunan ve 5 Ekim'de yapılacak belediye seçimleri öncesi meydanları hıncahınç dolduran, üstelik yine asker kökenli olan bir eski başbakan vardı, Meclis'in çatısı altında: Ali Fethi Okyar.

12 Ağustos 1930'da kurulun Serbest Fırkanın başına getirtilen Okyar, aynı zamanda M. Kemal'in hem yakın arkadaşı, hem de sırdaşı idi. Öyle ki, bir gün sonra kızıyla birlikte Yalova'da ziyaret ettiği M. Kemal ile gayet samimi bir hatıra fotoğrafı bile çektirmiş.

Dahası, çocukluğundan beri M. Kemal'in en yakını ve en büyük sırdaşı olan Nuri Conker de, bu yeni partinin ikinci adamı konumunda bulunuyor.

Buna rağmen, M. Kemal "Ya ben, ya İsmet" diyerek, başbakanlık makamına bir başkasını uygun görmüyor.

Acaba neden?

Meselâ, yedi yıl sonra o makama yine M. Kemal tarafından getirtilen Celal Bayar, keza yine sonraki yıllarda başbakanlık yapmış olan Refik Saydam, Şükrü Saracoğlu, Recep Peker, Hasan Saka ve bulundukları makama sığmayan Şükrü Kaya ile Hasan Âli Yücel gibi "devedişi" adamlar, o gün için başbakanlık makamına acaba niçin uygun veyahut yeterli görünmüyor?

Bunun belli başlı iki sebebi olabilir: O günlerde ya kaht–ı ricâl denen adam kıtlığı var, ya da ortada güvenilecek bir tek adam yok.

Son not: SCF Genel Başkanı Okyar, o günkü kınjonktüre göre iktidara ancak Cumhurbaşkanı'yla uyuşarak değil, çatışarak gelinebileceğini idrak ederek, 17 Kasım 1930’da Dahiliye Vekâleti’ne başvurarak partisinin feshedildiğini açıkladı.

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

İngiltere’de yeni İslâmî gelişmeler



Galler, İngiltere, İskoçya ve Kuzey İrlanda. Zaman zaman Birleşik Krallık anlamında kullanılır.

Takriben İngiltere 50 milyon, İskoçya 5 milyon, Galler 4.5 milyon ve Kuzey İrlanda da 1.5 milyondur. Hepsi birer bölge değil ülkedir. Birleşik Krallık’ın lider ülkesi olan İngiltere ile Galler pek çok konuda birbirine geçmiştir. Meselâ, Galler ile İngiltere’nin hukuk sistemi ortak, Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın ise kendi hukuk sistemleri vardır.

İngiltere’de Müslümanlar, Hindular ve Musevîler de yaşamaktadır. İngiltere bugün Musevîlerin en çok sayıda olduğu ikinci Avrupa ülkesidir. İngiltere’de ayrıca Budizm gibi, Sufilik gibi pek çok farklı dinden insan yaşamaktadır. İngiltere’deki devlet okullarında müfredat programına uygun olarak din dersleri de konulmuştur. İngiltere, din ve inanç özgürlüğünün yaşandığı bir ülkedir. Herkes birbirinin dinine saygı duyar ve kimse dinî inançlarına göre değerlendirilemez.

İngiltere’de her gün İslâm adına çok çarpıcı gelişmeler olmaktadır. Bir mânâda İngiltere çalkalanıyor diyebiliriz. İngiltere’de İslâm dininin ileri gelen imamlarından oluşan bir kurulun hizmete başlayacağı, 2008 Temmuz’unda bildirildi. Özetle; hükûmet tarafından maddî olarak desteklenecek bu kurulda, İslâm dini alanında çalışmalar yapan akademisyen kadınların da yer alacağı, kurulun asıl amacının şiddete yönelen aşırı uçlardaki düşüncelerin çürütülmesine, bu tür düşüncelerin yeşermesinin engellenmesine, radikalizmin önüne geçmeye çalışmak ve kadınlara nasıl davranılacağını ortaya koymak olduğu ve kurumun, bir Müslüman’ın İngiliz ordusunda askerlik yapmasının uygun olup olmadığı, boşanma, aile içi şiddet, mâlî anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda söz söyleme hakkına sahip olduğu bildirildi. Halk arasında buna “şeriat mahkemeleri” denildi.

2008 Eylül’ünde ise İngiltere basını; Sunday Times’ın konuyla ilgili haberinde, İslâmî yasaların İngiltere’de uygulanmaya başladığını duyururken, mahkemelerin sadece hükûmet tarafından onaylanan şeriat yargıçlarınca kurulabileceğine ve kararlarının da “bölge mahkemeleri ile Yüksek Mahkeme’nin onayıyla yürürlüğe girebileceğine” dikkat çekildi. “Hükümet, sürekli cihad çağrıları yapan radikal bir kesime karşı, bu kurul üyelerinin etkili olacağını ve Müslümanların radikalizme kaymasının önüne geçebileceğini” yazdı.

Bir anda buralara nereden gelindi? 2008 Şubatında Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams başlatmıştı. Şubat ayında, İngiltere’de yaşayan Müslüman kadınlara peçe yasağı getirilmesini eleştirirken, “Hükûmet dinî semboller konusunda karar vermemeli. Bunu Çin denedi, başarısız oldu. Dinî kısıtlamalar İngiliz toplumunu yanlış bir laiklik anlayışına sürüklüyor” demişti. Williams’a göre, Müslümanlar “kültüre bağlılık” ile “devlete bağlılık” gibi iki keskin alternatif arasında seçime zorlanmamalı, ailevî ve mâlî meselelerde isterlerse şeriat kanunlarını uygulayabilmeliydiler. Bu onların kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası hissetmeleri için elzemdi. Bu beyan çok ses verdi ve yeni gelişmelere vesile oldu..

Maziye gittiğimizde Osmanlı devlet-i âliyesi de bu nev’î bir sistemi tatbik etmiştir. “Millet sistemi” adı altında “gayrimüslim cemaatlerde kamu alanına sıçramayan hukukî-cezâî durumlarda karar alma, uygulama, denetleme yetkisi ruhânî başkanlara bırakılmıştı.” İngiltere bugün kaynağı İslâm olan Osmanlı’ya doğru gitmektedir.

Çokları hâlâ Hz. İsa’nın (as) gelmesini beklemektedir. Halbuki “Atı alan Üsküdarı geçmiştir.” İngiltere’nin bugünkü haline bakanlar görebilirler. Leyle-i Kadir’de hüşyar kalbler bunu hisseder. Mühim olan “Doğru İslâmı anlayıp anlatmaktır”. Her iki cihetle de bayram hakkımızdır, şimdiden mübarek olsun.

27.09.2008

E-Posta: [email protected]









Süleyman KÖSMENE

Sidrenin nehirleri



Mehmet Bey: “Tarihçe-i Hayat’ta, Kastamonu Hayatı bölümünde ‘Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: ...’ diye başlayan paragrafta ‘Dört nehir Cennet’ten geliyorlar’ denilmekte ve bunlardan birinin Nil nehri olduğu, ‘Nil-i Mübarek’ denilerek belirtilmektedir. Diğer üç nehir hangileridir?”

Kur’ân-ı Kerîm’de Cennet ile nehir kavramları hep yan yana ve iç içe geçer. Cennetin nehirlerle şenlendirildiği sıkça kaydedilir. İşte bir âyet: “Îmân eden ve sâlih amel işleyenleri müjdele: Altlarından nehirler akan Cennetler onlarındır.”1

Âyetü’l-Kübrâ’da, isim verilmeksizin, dört nehrin Cennetten çıktığı rivâyetine yer veriliyor ve bu rivâyet Nil nehri örnek alınarak îzah ediliyor. Bu îzahta, Kamer Dağı denilen bir dağdan çıkmakta olan Nil nehrinin altı aylık sarfiyâtı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olacağı; halbuki dağdan o nehre ayrılan yerin altıda birden daha az olduğu; yağmurun az yağdığı ve sıcak iklimin hâkim olduğu suya hasret topraklarda bir nehrin bin yıllardır böyle aynı ölçüde hiç durmaksızın akmasına rağmen sarfiyatının bozulmamasının, âdî sebeplerin ötesinde, ancak bozulmayan bir muvâzene, eşsiz bir denge ve âhenkle mümkün olabileceği nazara verilir; bu dengenin ancak “gaybî bir Cennetten çıkarmak” sûretiyle kurulduğu beyan edilir ve söz konusu rivâyetin doğruluğu ispat edilir.2

Yirminci Söz’de ise; Nil, Dicle ve Fırat gibi büyük ırmakların hakîkî kaynaklarının dağlar olmasının mümkün olmadığı; çünkü faraza söz konusu dağlar tamamen su kesilse, ya da koni şeklinde birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin böyle sür’atli ve yoğun akışlarına muvâzeneyi bozmadan birkaç ay ancak dayanabilecekleri; o yoğun sarfiyata çoğu zaman toprak tarafından bir metre içinde tamamen yutulan yağmur suyunun kâfî bir gelir ve kaynak olamayacağı; öyleyse, büyük nehirlerin kaynaklarının âdî, tabiî ve tesâdüfî bir iş olmadığı beyan edilir ve Fâtır-ı Zülcelâl’in bu nehirleri pek hârika bir sûrette gayb hazînesinden akıttığı kaydedilir. Daha sonra; “O üç nehrin her birine her vakit Cennetten birer katre damlıyor ve bundan dolayı bereketlidirler” meâlindeki hadîsin bu sırra işâret ettiği vurgulanır.3

Buhârî’de Mâlik b. Sa’saa (ra) rivâyetiyle vârid olan meşhur Mi’rac hadîsinde, Peygamber Efendimiz (asm), Sidre-i Müntehâ’ya geldiklerinde Sidre ağacının aslından; ikisi zâhir, ikisi bâtın olmak üzere dört nehrin kaynaklandığını gördüğünü ve Hazret-i Cebrâil’e (as): “Ey Cibrîl! Bu dört nehir nedir?” diye sorduğunu; Cebrâil’in de (as): “Bâtınî nehirler Cennettedirler. Zâhirî nehirler ise, Nil ile Fırat nehirleridir!” diye cevap verdiğini beyan eder.4

Bu rivâyetlerle gelen haberleri Risâle-i Nur aydınlığında birleştirdiğimizde; bu gaybî bereket işinde Nil, Fırat ve Dicle nehirlerinin adlarının âdetâ temsîlen geçtiğini; hadîsin diğer dünyâ nehirlerini dışarıda bırakmadığını söylemek mümkündür. Yani bu rivâyetlerden; Sidre ağacından kaynaklanarak yeryüzünde temessül eden iki nehrin, yeryüzündeki bütün nehirlere bereket getirdiğinin mânâ itibariyle ifâde edildiğini; ancak Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olan toplumca bilinen Nil, Dicle ve Fırat nehirlerinin telâffuz edildiğini söylemek, hadîsin hikmetine daha muvafık görünüyor. Zâten, Yirminci Sözdeki ilgili satırlar dikkatle incelendiğinde, hadîsin ve rivâyetlerin umûmî bir çerçevede îzah edildiği, bereketin üç nehirle sınırlandırılmadığı görülecektir. Üstad Hazretlerinin, “Şöyle azim ırmaklar...” ifâdesi bütün nehirleri kapsar mahiyettedir.

Binâenaleyh, bu hadîste sözü edilen gaybî bereketten, söz gelişi Kızılırmak, Yeşilırmak, Trakya’nın Tuna nehri, Rusya’daki Volga nehri... vs. bütün dünya nehirlerinin hissesini yok saymamız mümkün gözükmüyor. Dev akışlı ırmakların, bereketlerini, görünen dağlar perdesi arkasında gaybî bir hazîneden aldıkları; ancak hadîsin belâgatı gereği bütün ırmakları temsîlen, o civarda çok iyi tanınan iki veya üç ırmağın isminin zikredildiği anlaşılmaktadır.

***

Binali Bey: “Kadınların mezarlıklara girmesinin dinimizce uygun olmadığını duydum. Bu konu nasıldır? Kadınların mezarlığa girmesinde bir sakınca var mıdır? Varsa neden?”

adınların mezarlıklara girmesini dinimiz hiçbir şekilde sınırlandırmış değildir. Kadınlar diledikleri gibi mezarlıklara gidebilirler, ölmüşlerini ziyaret edebilirler, duâ okuyabilirler, onları Allah’a emanet edebilirler. Bilhassa içinde bulunduğumuz Mübarek Bayram günlerinde mezarlık ziyaretleri daha bir mânâ ve ehemmiyeti haizdir. Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 25, 2- Şuâlar, s. 104,

3- Sözler, s. 227, 4- Buhârî, 10/1551

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Sözün bittiği yer



İNSANIN güzelliği yüzdedir, yüzün güzelliği gözde. Ağzın güzelliği dildedir, dilin güzelliği sözde.

İnsan sözünden ve sohbetinden belli olur. Sözün de bittiği zamanlar ve mekânlar vardır. Kâl yani söz, hâle dönüşür orada.

Şimdi öyle bir yerdeyim.

Gönlüme en yakın insanlarla beraberim. Hükümranlığı olmayan hükümdarlarla, “kulluğum sultanlığımdır” diyenlerle beraberim. Nasıl dileneceğini ve nasıl isteneceğini bilmeyen fakirlerle diz dizeyim, göz gözeyim.

Gözlerimiz siyah bir aynaya bakıyor. Simsiyah bir aynaya. Gece zifiri karanlık ama bu siyah ayna parlak mı parlak. İçini gösteriyor. İçinin de içini insana. Yürek ister bu aynaya bakmaya. Bu ayna, siyah ama herkesin içini gösteren bir ayna. Göstermekle de kalmayan, her karayı aka dönüştüren, yıkayan arıtan bir ayna bu. Böyle bir ayna yok demeyin hemen. Durun biraz, acele etmeyin. İçimizin denizlerini gösteren bir ayna yok demeyin sakın. Böyle bir ayna var... Bu konuşan bir ayna aynı zamanda. Evet böyle bir ayna var.

Şimdi o aynanın karşısındayım. Durmuş, oturmuş, nice bin yılın macerasını seyrediyorum. Yaşlı bir ayna bu. Gün görmüş bir ayna. Çok gören çok bilir. O konuşuyor, ben dinliyorum. Sözümle dinliyorum. Sözün de bir dili var. Görene demişler; yoksa köre ne? Sükût ruhun beşiği. Aklın, kalple nöbet değişimi.

Yorgunluğun bittiği yerdeyim. Ne yerdeyim aslında, ne gökteyim. Gerçekten de bir garip yerdeyim. Çocukluğumun masalları bir anda gerçek oldu. Bir kapı açık, gizli bir bahçeye girdiğim ve orada kaybolduğum o esrarengiz iklimdeyim. Hayallerim gerçek oldu. Öyle göz önündeyim ki, kimse göremiyor yine de. Görünmez bir adam oldum.

Çağırıyor, yanına gidiyorum. Konuşuyor, duyuyorum. Elini uzatıyor, izin veriyor tutuyorum. Ayna; ey güzel ayna; ey siyah, simsiyah ayna. Geceden kara, gündüzden, güneşten ak ayna. Zıtların buluştuğu mukaddes ayna. Bahçende bana da yer var mı? İçine girip, kaybolmama izin var mı? Hiç olmazsa bir süreliğine, bir anlık.

Ayna çok güzel. Hiç bu kadar güzel bir ayna görmedim. Ayna, tıpkı ana gibi ağladığımı duyuyor, razı olmuyor. Gözyaşlarımı siliyor bu ayna. “Sus” diyor, “Bir damla gözyaşı, dünyayı tutuşturmaya yeter. Burda ateşin adı gözyaşıdır, akıtma sakın. O bir damla cihana bedel.” “Ama yapamıyorum ağlamadan edemiyorum” diyorum. Ayna, bir usûl, bir yol öğretiyor hemen: “İçine akıt gözyaşını, kalbini yıka... Ateşini söndür. Öfkeni, kinini, şehvetini hepsini, ne varsa ruhunda sana ait olmayan yabancı bütün duyguları erit.. Erit gözyaşınla erit.”

Hayret, aynanın dedikleri oluyor. Ben değişiyorum, çevremdekiler de değişiyor. Ama onun rengi değişmiyor. Ayna her daim siyah.

Ey güzel ayna, ey siyah ayna.

Ana oldun, bana ana. Yavrusunu emziren, besleyen bir ana. Anlayışlı bir ana. Kalbimizin sırlarını ancak kalbi sırlarla dolu olan anlar. Ayna bunu da anlıyor. Açıldıkça açılıyor. Nice yüzler, nice simalar görünüyor aynada, nice maceralar.

Ayna dertli, ana gibi dertli ayna. Yavrularını arayan bir ana gibi dertli. “Nerdesiniz?” diyor. “Bunca zaman nerde kaldınız?” soruyor, sorguluyor ayna. Senin tarihini yazacağım diyorum. Ayna; “Ben zaten senin tarihinim, senin talihinim” diyor. Kalemi atıyorum. Sükût kaleme de bulaşıyor. Sükût defne dalı her yorgunluğa. Korkuyorum ölümden, çok korkuyorum. Üzüntümü gizleyemiyorum. Siyah güzel ayna, üzülme diyor. “Ölüm şifasıdır, her üzüntünün.” sakinleştiriyor.

Bir damlanın denize duyduğu hasret gibi, atılmak geliyor içimden aynanın içine. “Yok” diyor, zamanı değil, vakti gelince o da olacak. Bir damlasın ama, buhar olup uçmamalısın. Denizlere ulaşan bir damla ol. Denizler gel diyor. Bu nasıl olacak diyorum. Bir ders veriyor, ayna. Bir damlanın öyküsünü anlatıyor:

Bir buluttan, bir damla yağmur düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı:

“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum? Eğer deniz buysa, gerçekten ben bir hiçim” dedi.

Damla kendini hor görünce, sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki, nihayet padişahlara yaraşır bir inci oldu.

***

Şaşırıyorum aynaya. Ayna ne de çok şeyler biliyor. Bu aynaya dost oluyorum.

Daha yakınıma gel diyor. Şimdi bir kez daha hayretteyim. Her adımda bir başka sırrını daha açıyor ayna.

Şimdi böyle bir yerdeyim...

Her tohumda gizli bir tutku vardır. Her hayat da bir tohum gibi. İçinde gizlediğini gün gelince, toprağını bulunca açıyor, gösteriyor.

Böyle bir ayna bu... İnsana kendisi olmayı öğreten bir ayna. Bir ömür öğrendiklerimizi test eden, gözden geçiren bir ayna bu.

Özgürlüğün bu kadar yakın olduğunu bilseler, bir an senin huzurundan ayrılmazlar. Başka yöne savrulmazlar. Bir saman çöpü gibi uçuşup dağılmazlardı. İnsanlar “nasip” diyor. Ayna “Ben sözümü söyledim, dâvetimi çok zaman önce yaptım. Unuttunuz beni, bana bakmayı, bana gelmeyi, kendinizle yüzleşmeyi unuttunuz” diyor. Yanına gelmenin, karşısına geçip bu şansı yakalamanın bedelini soruyorum aynaya.

“Pişmanlık dolu bir damla gözyaşı. Ama, içine akıttığın bir gözyaşı... Ve bu güne kadar geç kalışına yandığın inanç dolu bir kalp,” diyor. Ve ekliyor: “Ben bir ayna değilim, bir anayım. Hâlâ anlamadınız mı?”

Hepsi bu kadar. Ve ayna susuyor. Şimdilik susuyor. Sükût orucuna başlıyor. Artık görünüşlerle görünenlerin altında yatan gerçekleri görmek ve çıkarmak çabası ve nasibi de bize düşüyor.

Güzellik içimizde değilse onu dışarıda bulmak zor. Balığa denizi, denize de balığı anlatmak zor.

***

Ayna; ey güzel ayna; ey resmini gördüğüm ayna; resmine hiç benzemeyen, canlı hayattar ayna; ey güneşten ak, aydan parlak, simsiyah ayna...

Yıllar yılı süren kutlu susuzluğumu dindiren ayna, bağrına basan ana. Kapına geldim. Nasibimi aramaya, almaya geldim.

Nasıl isteneceğini, nasıl dileneceğini bilmeyen, bilemeyen bîçâre bir dilenci gibi kapına geldim. Zengin evlerinin kapılarını büyük bir ümitle ve tatlı bir heyecanla çalan, fakir bayram çocukları gibi geldim. Boş dönmeyeceğim. Şimdi böyle bir yerdeyim. Yâ Müstean, yâ Muin, âmin. Bihürmeti Seyyidi’l-mürselin...

Not: Her birinizin selâm ve duâlarınızı iletmek ve Ramazan umresi için Mukaddes Belde’deyiz. Duâlarınızı bekliyoruz. Bayramınız şimdiden mübarek olsun...

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sahip çık, yasak kalksın!



Siyasetçilerin yapamadığını belki de sivil toplum kuruluşları ya da ‘sivil itaatsizlik eylemleri’ yapacak.

Devam eden kanunsuz yasağa karşı birlikte hareket edildikçe, yasağı savunanlar çaresiz kalacak ve ‘gerçeği’ kabul edecekler: Başörtüsü, öğrenciler arasında ‘ikilik’ sebebi değil!

Üniversitelerde devam eden kanunsuz başörtüsü yasağını savunanların dayandığı ‘çürük’ iddia şuydu: “Başörtülüler okullara girerse, üniversitelerde rahatsızlık başlar, kavga olur, kargaşa olur, tartışma çıkar, eğitim aksar vs.”

Bu temelsiz iddia her gün fiilen yalanlandığı hâlde, TV’lerde görüş beyan eden bazı siyasiler ve başka ‘uzman’lar bu iddialarını sürdürdü. Bu iddianın kökten yanlış ve temelsiz olduğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinde bir defa daha ispat edildi. Çünkü, BÜ’de okuyan ve çok değişik dünya görüşüne sahip olan öğrenciler, başörtülü arkadaşlarından değil rahatsızlık duymak; aksine ‘risk’leri göze alarak onlara sahip çıktı! Böylece, “Başörtüsü ikilik doğurur” diyenlerin iddiaları toz duman oldu!

Şimdi bir adım daha atılıyor ve “Birbirimize sahip çıkıyoruz!” başlığıyla yeni bir metin imzaya açılıyor. Bu metinde de özetle şöyle denilmiş: “Hep birlikte özgür oluncaya kadar birbirimize sahip çıkacağız. Yine okullar açılıyor, yine aynı görüntülere şahit oluyoruz: Bir grup kadın, duvarın berisinde arkadaşlarının serbestçe girip çıktığı okula girememenin sıkıntısını; gencecik bir yaşta yetkili parmaklarca işaret edilmenin eziyetini; kalabalıklar içerisinde yalnız kalmanın hüznünü; eğitim, aş, iş gibi en temel insan haklarını kendisi için ulaşılmaz kılan sistemin utanç verici ağırlığını yaşıyor. Ve her şeyin ötesinde, daha belki yaşları yirmilere henüz varmış genç kadınlar bir özgürlük mücadelesinde ayakta kalmaya zorlanıyor.

“Kadın oldukları için, inandıkları gibi riyasız yaşamak istedikleri için, onlara yıllardır bu ırkçılığa varan ayırımcılığı yaşatanlar bilmeliler ki: Farklı inanç, düşünce ve yaşam pratiğinin içinden gelen kadınlar olarak biz onların yanındayız. Her gün bir kapıdan geçerken onları ‘olması gereken’ kılıklara sokan ayırımcılığınızdan siz değil biz utanıyoruz! Peruk, şapka, kapüşon gibi totaliter laikliğin saçlarını dayatma hakkını kendinizde görmenizden siz değil biz hicap duyuyoruz!

“Önlerine sürdüğünüz ‘eğitim almak istediğim için suçluyum, bunu biliyor ve imzalıyorum’ vesikalarını vicdanlarımız önünde biz reddediyoruz! Birimizin tutsak olduğu yerde hiçbirimiz özgür değiliz. Birimizin mahrum olduğu yerde hiçbirimiz sahip olduklarımızla mutlu değiliz. Birimizin hakaret gördüğü yerde hiçbirimiz itibar sahibi değiliz. Bu direnç ve özgürlük sınavında başörtülü-başörtüsüz kadınlar yan yana yürüyeceğiz. Ta ki hepimiz özgür oluncaya kadar... Birbirimize sahip çıkıyoruz!” (http://www.birbirimizesahipcikiyoruz.blogspot.com/)

Yasakçılara karşı bu çok yerinde çağrıyı dile getirenleri tebrik ediyoruz. Yasakçılar kaybetmeye mahkûm. ‘Hak’lara bu şekilde sahip çıkıldıktan sonra kanunsuz yasağın devam etmesi mümkün değil.

Evet, hepimiz özgür oluncaya kadar, birbirimize sahip çıkalım!

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

İrtica ve geri geri gidenler



Millî Eğitim Bakanlığı’nın İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabında darbeleri meşrû gösteren bölümlerindeki hatayı basın yoluyla öğrenip düzeltmesinin ardından, liselerde okutulan Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabında bahsedilen “irtica” konusundaki yorumları da incelemeye almasını tebrik etmek lâzım…

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz de konuyla ilgili yazdığı yazılarda kitapta yer alan “İrticaî unsurların, din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam etmektedir” gibi cümlenin, liselerde okutulan bir ders kitabında ne işinin olduğunu, lise öğrencilerinin “irticaî unsurlar”dan neyi anlayacağını sormuştu. Kitabın inceleneceği bilgisi dışında şu anda bu sorulara bir cevap yok. Bu kitabında değişeceği müjdesini yetkililerden beklediğimizi buradan söylüyoruz.

Geçen hafta yazdığımız bir yazıda irtica kelimesinin hiçbir devlet kurumu tarafından tanımı yapılamamasına rağmen Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabında bir tanım (!) getirildiğini anlatmıştık. Delil olarak da, Sağlık-İş Başkanı Mustafa Başoğlu’nun irticanın tanımını devletin kurumlarına sorduğunu fakat hiçbir devlet kurumunun irticaya bir tanım getiremediğini aktarmıştık ve yazının sonunda da, irticaya kendince tanım getiren bu kitabın da incelenerek değiştirilmesi gerektiğini söylemiştik.

Yazımız üzerine bir mektup gönderen Başoğlu, Türkiye’de zaman zaman irtica çılgınlığı yaşandığını ifade ederken şunları söylemiş: “Bazen hiç ilgisi olmadığı halde başını örtenler, dinî vecibelerini yerine getirenler de irticacı sayılır. Özellikle kamu kurumlarında çalışanlardan dinî vecibelerini yerine getirenlerin irticacı sayılması onların görevlerinde yükselmelerini engeller, hatta bazı hallerde işten kovulmalarına kadar iş götürülür. Bunun çeşitli örneklerini biliyorsunuz. Yine bu irtica saçmalığı arasında, başı örtülü öğrenciler üniversitelere alınmazlar ve anayasanın güvencesi altında olmalarına rağmen eğitim hakları ellerinden alınır. Türkiye’de okuyamayıp yurt dışında okuma imkânı bulanlar, dünyanın muhtelif yerlerine dağılmışlardır.”

Laiklik tartışması ile irtica tartışmasının bazen yan yana getirildiğini ve laikliği güçlendirmek için İslâm dininin zayıflatılmasına inananların da irtica suçlamasının arkasına gizlendiklerini söyleyen Başoğlu da kanunlarda irtica tanımı olmadığını üzerine basarak söylüyor. “Bazı kimseler bu sözlerin arkasına gizlenerek yanlış ve haksız uygulamalar yapmaktadır” diyen Başoğlu’nun gazetemizle ilgili söylediği şu güzel düşüncelerini aktarmadan da geçmeyelim: “Yazarlığını yaptığınız Yeni Asya Gazetesi, hem başörtüsü konusunda, hem dinî vecibelerini yerine getiren Türk vatandaşlarının uğradıkları haksızlıklar konusunda, hem de dünyadaki Müslümanların başına gelen belâlar konusunda daima duyarlı davranmış ve haksızlıkları gidermek için gerekli gayreti göstermekte olduğuna inanıyorum.”

* * *

Başoğlu’nun mektubunda söz ettiği, “irtica saçmalığı arasında, başı örtülü öğrenciler üniversitelere alınmazlar” konusunu üniversitelerin açıldığı şu günlerde yaşıyoruz.

28 Şubat döneminde dahi tâviz vermeyen, “özgürlüğün sembolü” olarak kabul edilen Boğaziçi Üniversitesinde “Başörtülü girdiğim takdirde tüm hukukî sonuçları önceden kabul ediyorum” yazılı hukukî olmayan bir kâğıt imzalatılmak istenmesi üzerine okuldaki birçok öğrencinin hem bu metne, hem de başörtülülerin okullara alınmamasına gösterdikleri tepki gerçekten örnek alınması gereken bir davranış oldu. Öğrenciler yaptıkları bu tepki ile yasakçılara “Bizim birbirimizle bir problemimiz yok. Yeter ki siz gölge etmeyin. Biz okulumuzda yasak değil özgürlük istiyoruz” demiş oldular.

Gazetelere de yansıyan bir öğrenci tepkisini gösterirken söylediği “Bizi irticacılıkla suçlayanlar aslında kendileri irticacı. İrtica kelime anlamıyla geri dönmek demektir. Biz önümüze bakıyoruz, kendileri geriye dönüyor” sözleri de yukarıda yazdığımız “irtica” konusunu açıklıyor aslında.

Bilimsel araştırmalara ağırlık vermesi, üniversitelerin özgür platformlara dönüştürülmesi, öğrencilerin giyimiyle değil, fikirleriyle uğraşması gereken bir kurumun böyle yasakçılıkla uğraşması ile bir yere varamayacağını artık görmesi lâzım. 28 Şubat’ın baskıcı ortamında bile özgürlük anlayışından taviz vermeden yasaklara direnen bir üniversitenin yeni rektörün atanması ile yasakçılığa soyunmasını anlamak mümkün değil.

Rektöre hatırlatmak lâzım. Birincisi, başörtüsünü ne anayasa da ne kanunlarda yasaklayan bir hüküm yok. İkincisi, öğrencilerinizin bu tepkilerinden ders çıkarmanız, onların ne demek istediklerini iyi tahlil etmeniz gerekmez mi?

Eğer üniversite yönetimleri özgür düşünebilirse bu meselenin çözülmesi çok daha kolay olacak. Öğrenciler büyüklerine büyük dersler vermeye başladı. Büyüklerde derslerini alınca yasaksız ve özgür üniversite eninde sonunda gelecektir.

27.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Şaşırtan” müjde!



İKİNCİ Dünya Savaşının ardından insanlığın içine girdiği ruh halini tasvir eden Bediüzzaman, bir düşman yüzünden yüzlerce, binlerce masumu perişan edip katleden, şiddetli zulüm ve merhametsiz tahribatıyla insanlığı ateşe veren zalimlerin içine düştüğü çıkmazın arka plânını açıklar.

İlâhî mesajın mânâsından mahrum “mimsiz” dediği Batı medeniyetinin, “iki harb-i umumî ile ettiği zulümle kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğunu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyâtını zir-û zeber etmek cinayetini” işlediğini belirtilir. (Sünûhat, 110.)

Bediüzzaman’ın bu tesbiti, “beşerin zâlim ve gaddarane kuralı”yla milyonlarca masumun hunharca katledildiği egemenlik ve ekonomik çıkarlar uğruna yapılan dünya savaşları için olduğu gibi, şüphesiz bugün de yeryüzünü zulüm ve kanla kirletenleredir.

Bunun içindir ki, “Leyle-i Kadirde kalbe gelen hakikat” başlığı altındaki tahlilde, mağlûpların duçar oldukları ümitsizliğe karşı, gâliplerin de dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarına dikkat çeker; ve bunun insanları ciddî bir arayışa sevk ettiğini bildirir. (Emirdağ Lâhikası-I, 216; Tarihçe-i Hayat, 446)

İnsanlık İslâma koşuyor...

Geçen Ramazan’da Türkiye’ye gelen Süleyman Kurter, aklı başında Amerikalıların itirafıyla Amerika’nın kendi tertibi 11 Eylül saldırılarının amacının aksine, İslâm dinine ilgiyi arttırdığını anlatmıştı.

Başta Amerikalılar olmak üzere Batıda İslâmı seçenlerin hızla çoğaldığını; Amerikalı Müslümanların sayısının daha şimdiden dışarıdan gelen Müslümanları aştığını kaydeden Kurter, Amerika’da en çok ilgi gören kitabın başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere İslâmî eserler olduğunu buna örnek vermişti.

Müslümanlarla fişlemelerle ve sınır kapılarında zorluklar çıkarılsa da, neticede özellikle 11 Eylül olaylarının ardından dünyadaki vaziyet ve gidişatın İslâm’ın doğru anlaşılmasına zemin teşkil ettiğini nazara vermişti. 41 yıl önce gittiği kocaman ülkede ancak üç-dört camiye karşılık bugün Amerika’da 600’ü aşkın caminin bulunmasını ve bunların günden güne artmasını, İslâmî inkişâfa en açık bir işâreti olarak göstermişti.

Kurter ayrıca, küresel güçlerin kontrolüne geçen Amerikan yönetimlerinin kıt’aya, İslâm coğrafyasına ve mazlûm dünyaya dayattığı zulüm projelerinden bîzar olan yüzmilyonlarca zenci ve Lâtin Amerikalının İslâma ilgi ve sempati duyduğunu aktarmıştı.

Gerçek şu ki, zâlimlerin santranç oyunlarıyla, siyasetin zulmetiyle ve fitnesiyle ne kadar karartmaya uğraşılsa da insanlık, İslâm’ın barış, hürriyet ve gerçek insanî değerleri bahşeden müsbet mesajına koşuyor.

“Çürük ve esassız esaslar üzerine bina edilen” ve hegemonyası uğruna bütün insanlığı ateşe veren projeleri zorla dünyanın başına geçiren “ikinci Amerika”ya karşı, İslâmın mesaj ve mânâsına dost “birinci Avrupa” mânâsı, insanlığın barış ve geleceği için tecelli ediyor. (Lem’alar, 167-172)

İslâm hızla yayılıyor…

İtalyan The Journal dergisinin geçtiğimiz Temmuz ayında, İngiltere İçişleri Bakanı Jackoi Smith’e atfen verdiği haber, zulmün âdeta can çekiştiğinin ve zâlimlerin nasıl çıkmaz girdabındaki çâresizliğine karşı, “istikbâl inkılabı içindeki gür sâdânın İslâmın sâdası olacağı”nın açık müjdesi.

İngiltere’de iki milyondan fazla Müslüman bulunduğunu ve 11 Eylül 2001 olaylarından beri toplam 400 bin İngiliz’in Müslüman olduğunu söyleyen İngiliz Bakan’a göre, İngiltere’de her yıl 50 bin İngiliz İslâm dinine giriyor. Böylece İslâm’ın İngiltere’de Hıristiyanlıktan sonra ikinci din haline geldiğini ve bu sebeple bir İslâm üniversitesi kurulması gerektiğini söylüyor.

Keza Time dergisi, Batı’da yüzlerce caminin yapıldığını ve artık Avrupa şehirlerinin çoğunda günde beş kez ezanın duyulmaya başlandığını duyuruyor. Avrupa Müslüman Azınlıklar Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Mahmud Sıddık Said, kıt’ada 50 milyon Müslümanın yaşadığını bildiriyor.

Doğrusu, İslâmın özellikle Amerika’da ve Avrupa’da akılları hayrette bırakan bir ivme ile yayılma hızı, Avrupalı politikacıları, dinî liderleri, araştırmacıları ve medyayı şaşırtıyor.

Sadece Kanada’da İslâm dinine giren Kanadalı sayısı 1991 ile 2001 arasında yüzde 130 artmış. İsviçre’de de 11 Eylül olayından sonra 6 bin Hıristiyan Müslüman olmuş.

1963’de İngiltere’de sadece 13 cami bulunuyordu, şimdi ise 600 cami ve 1400 İslâmî hizmet merkezi var. 6 milyon Müslümanın yaşadığı Fransa’da 1300 cami ve İslâm merkezi ile 600 civarında İslâmî hizmet hareketi bulunuyor. Bir milyon Müslümanın kaldığı İtalya’da 450 camide, 4 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya’da ise 1400 camide namaz kılınıyor.

Yine araştırmalara göre, yakın bir zamanda Müslümanlar Avrupa işgücünün yüzde 20’sini oluşturacak, 2020 yılına kadar her dört Avrupalı’dan biri Müslüman olacak ve İslâm dini Avrupa’nın siyasî geleceğini etkiyecek… 

Araştırmacılar, bunun başlıca sebebinin Batı toplumundaki dinî ve kültürel değerlerin erozyona uğraması sonucu, İslâm’ın daha kapsamlı ve doyurucu olması; sağlam sosyal ve âile yapısını sunmasına bağlıyorlar.

Neticede işgalci ABD ve “ikinci Avrupa” anlamındaki istilâcı Batının Yahudi lobisi şebekelerince hazırlanan projelerle Müslüman ve mazlûm ülkelere uygulanan baskıların, Amerikan ve Avrupa halklarında meydana getirdiği tepkiyle insanlığın İslâma yöneltmesi, Kur’ân’ın, “Kerih gördüğünüz şeyde hayır umulur” müjdesinde saklı.

Tam da âyet-i kerimenin müjdesiyle “şaşırtacak!” biçimde…

27.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır