"Gerçekten" haber verir 05 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Su boru hattı



Dünyamızı tehdit eden ‘küresel ısınma’ sebebiyle önümüzdeki yıllarda ‘su savaşları’ çıkacağı yönünde iddialı tahminlerde bulunuluyor.

Bilhassa Ortadoğu ülkelerinde hissedilen su kıtlığının, komşularımızla aramızın açılmasına sebep olabileceği de iddia ediliyor.

Elbette bu iddialar sadece bugün dile getirilmiyor. Neredeyse çocukluğumuzdan beri bu yöndeki iddiaları duymuşuz. Zamanla ‘su’yun, ‘petrol’den daha kıymetli olacağı hep söylendi. Başlangıçta bu sözler ciddiye alınmamış olsa da önümüzdeki yıllarda ‘su’yun çok daha önem kazanacağı anlaşılıyor.

Uzmanların tesbitine göre Türkiye, dünya ortalamasına yakın suya sahip. Tedbir elden bırakılırsa, ‘içme suyu’ konusunda sıkıntıya girebiliriz. Sahip olduğumuz içme suyu kaynaklarını acaba doğru şekilde değerlendirebiliyor muyuz? Bu soruya ‘evet’ demek mümkün değil. Bazı bölgelerimizde içme suları boşa akarken, bazı bölgelerimizde de su sıkıntısı yaşanıyor.

Meselâ, Karadeniz bölgesinde çok sayıda içme suyu kaynağına sahibiz. Fakat bu sular bir anlamda boşa akıp gidiyor. Madem su, geleceğin stratejik ürünü, o halde suların boşa akıp gitmesine razı olmamalıyız. Türkiye, haklı olarak milyarlarca dolar harcayarak ‘petrol boru hatları’ döşüyor. Niçin benzer şekilde ‘su boru hatları’ döşemeyelim?

Bugün için belki ‘uçuk’ bir teklif olarak görünüyor, ama önümüzdeki yıllarda bu konu ciddî olarak tartışılmaya aday. Meselâ, Karadeniz’deki ‘dere’lerimizi bu maksatla değerlendirsek zarar mı ederiz? Yapılacak bir proje ile Karadeniz Bölgesinin temiz içme suları, boru hatları ile büyük şehirlerimize taşınabilir. Böyle bir projenin bugün için pahalı olacağı söylenebilir. Fakat üzerinde düşünülüp uygun projeler yapılırsa kârlı bir yatırıma bile dönüşebilir. Keşke böyle bir proje gecikmeden hayata geçse ve artan ‘su’yumuzu komşularımıza da satabilsek...

Su konusundaki gelişmeleri değerlendiren Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hızır Önsoy şöyle demiş: ‘’Alışılageldiği gibi, günlük politikalarla günümüzü kurtarmaya çalıştık. Orta ve uzun vadeli planlarımız, bilimsel su yönetimimiz olmadı. Şu anda su sorunu bütün dünya ülkelerinin kapısına geldi, dayandı. Bunu biz de yakından hissetmeye başladık. Yıllık 186 milyar metreküp brüt yüzeysel su potansiyelimizin (...) maalesef sadece yüzde 35’ini kullanmaktayız.’’

Önsoy da su boru hattından yana: ‘’Petrol ülkesi olan Cezayir’de bir litre su, üç litre benzin fiyatında iken bizim ülkemizde üç litre benzin için yaklaşık 50 litre su parası ödüyoruz. Görülüyor ki artık suyumuzun kıymetini bilelim. Nasıl ki günümüzde petrol boru hatları gündemdedir, yakında su boru hatları neden gündeme gelmesin?’’

Evet, su boru hatları gündeme gelecek ve gelmeli. İnşallah bu konuda da geç kalmayız...

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ömrünce, darbeden nefret etti



Gıyasettin Emre… Son dönemin en önemli şahitlerindendi. 1960 İhtilâlinin yıl dönümü geldiğinde kendisine ilk müracaat edilen kişiydi.

Yüz yaşına yaklaşmasına rağmen gerek cumhuriyet dönemi, gerek Demokrat Parti iktidarı, gerekse Yassıada mahkemelerinde yaşananları an be an hatırlayan bir kişiydi.

Hakkın rahmetine kavuştuğunu ilk duyduğumda aklıma gelen, “Mehmet Bey bugün gündemde ne var?” sözü oldu. Beni zaman zaman arar, Türkiye ve dünya gündemiyle ilgili konuşurduk. Onun engin siyasî tecrübesinden çok şey öğrendim. Kendine has konuşma üslûbu ile hadiselere bakışını anlatırdı.

Gündemde olan konularda yazı yazmak, ya da açıklama yapmak için hemen arardı. Kendisi ile birçok kez röportaj yaptık. Bazen telefonla söyleyerek, bazen de el yazısı ile yazıp gönderdiği yazıları çıkıp çıkmadığını ısrarla takip ederdi. Yazının yayını gecikince de, gündemi geçmeden yayınlanması için ısrarcı olurdu. Gazetemizin Ankara Temsilciliğine yakın bir bürosu vardı. Sık sık ziyaretimize gelir tecrübelerini bizimle paylaşırdı. Bürosunda da ziyaretine gelenleri kabul eder, onların Ankara’daki işlerini halletmeye çalışırdı.

Kendisini son görüşüm bir hastane odasında olmuştu. Hem geçmiş olsun, hem de oğlunun vefatı dolayısıyla başsağlığı dilemeye gitmiştim. O haliyle bile ziyaretine gelenlerle DP’nin iktidarının yaptığı icraatları, 1960 askerî ihtilâlinde yaşananları anlatıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen çok güzel giyinen Gıyasettin Emre’yi hastanede pijamaları ile gördüğümde çok etkilenmiştim. Çünkü, yaklaşık 20 senedir tanıdığım Emre’yi hiç öyle görmemiştim. Önemli bir rahatsızlığı vardı, bu hastalığı büyük ıztırap veriyordu. Ancak bu hastalık onu üzmemişti. Büyük oğlunun vefatı onu o kadar derin etkilemişti ki ziyaretine gelenlere oğlunu anlatırken gözyaşlarına boğulmuştu.

Vefat haberi gazetelere “ilk bağımsız milletvekili vefat etti” başlığıyla yansıyınca sanki ona hakaret edilir gibi hissettim. Oysa vefat haberinin “Yassıada’da 15 ay suçsuz şekilde ihtilâlciler tarafından hapsedilen bir milletvekili” şeklinde yazılması gerektiğini düşündüm.

Emre, 1947 yılında bağımsız milletvekili seçildikten sonra 1950-60 arasında kesintisiz Demokrat Parti’de siyaset yapmış ve önemli görevler ifa etmiş bir insandı. 2001 yılında kendisi ile yaptığımız bir röportajda 1957 yılında da DP’den aday olmak istemediğini, bağımsız aday olmak istediğini şöyle anlatmıştı:

“1957 yılındaki seçimler öncesinde Merhum Adnan Menderes’in etrafındaki insanlardan rahatsız oldum. Gittim kendisine, ‘Ben aday olmayacağım’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kurban, bizi oradan seçenler, yüksek tahsilli olanlar da var ama halk bizi seçiyor. Halk bizi seçtiğine göre başka bir mülâhaza ile seçiyor. Buraya geldiğimiz zaman iş parmağa dönüyor. Parmakta da ekalliyette kalıyoruz. Bizim bir maddî menfaatimiz de yok. Onun için niye boşu boşuna milletvekili olayım. Bağımsız seçileyim, tekrar DP’ye gireyim’ dedim. Menderes bana, ‘Listeyi size verelim, siz tanzim edin’ dedi.

“Bu konuda istişâre etmek için Bediüzzaman’a gittim. Meseleyi ona anlattım. ‘Bizim memlekette bizden zengin ve tahsilliler çok. Halkın bizi seçmesindeki gâye bizden mânevî hizmetler beklediği içindir’ dedim. Bediüzzaman ise bana şu cevabı verdi: “Ben Müküs Beylerinin yanında okurken, onların Ermenilerden hizmetkârları vardı. Talebeler, Ermenilerden bahsettikleri zaman etrafına bakarlar öylece konuşurlardı. Binaenaleyh siz de yalnız Meclis’te bulunmakla, kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz. Siz orada bulunursanız İslâm dininin aleyhine konuşanları bu kadarcık da olsa frenleyebilirseniz Meclis’e girin. Sadece bunun için de olsa giriniz.” (Yeni Asya, 14.09.2002)

Darbe kelimesini duyduğunda ses tonu bir anda yükselir, bu kelimeden ne kadar nefret ettiğini gözlerinden çok net görebilirdiniz. Bunu, emekli Oramiral Özden Örnek’e atfedilen günlükteki darbe plânlarının gazetelerde yer alması sırasında verdiği bir mülâkatta görmek mümkündü. “Böyle şeyleri hiç kimsenin bahsetmemesi lâzım. Nasıl, darbe normal bir talepmiş gibi sunulabilir? Bu hıyanetin de ötesinde bir kötülüktür. Demokrasi artık yerleşti. Bu kadar kurban verildi. Ayıp değil mi?” diyordu.

27 Mayıs sabahını ise şöyle anlatırdı: “Önce Meclis’e götürüldük. Arabam oradaydı. Binbaşı binmiş benim Mercedes’e. Kendimizi tanıtınca, ‘Ben de siz ‘davarlar’ı arıyordum’ dedi. Harp Okulu’nun kapısına bıraktı. ‘Mucip Ataklı Albay bekliyor. Sizi arayacağım’ deyince, arayamayacağını ve halen hüviyetimizin devam ettiğini anlatmaya çalıştım. Alaylı bir şekilde, ‘Siz gidin derdinizi Marko Paşa’ya anlatın’ dedi.”

İşte ihtilâl kafasının milletin seçtiklerine bakışı… Gıyasettin Emre senelerce herkese bunları anlattı. Ramazan Bayramının son günü 98 yaşında vefat etti. Kendisine Cenâb-ı Hak’tan rahmet, yakınlarına ve “demokratlar”a taziyelerimi sunuyorum. Gıyasettin Ağabey mekânın cennet olsun İnşallah (amin).

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kafkas Forum’undan Arap Forum’una



Bahreyn gibi küçük ülkeler ABD ile İran çekişmesinin arasında kalakaldılar.

Buna tam ortasında kalmak demek de mümkün. İkisi arasında ezilmekten adeta ödleri kopuyor. Bundan dolayı Körfez ülkeleri yeni ittifaklarla kendilerini sağlama almaya çalışıyorlar. Seyid Zehra gibi kimi Bahreynli yazarlar aynen bazı Arap ülke liderleri gibi İran’ın nükleer gerekçelerle vurulması halinde bölgede adamakıllı bir karmaşa çıkacağını öngörüyorlar ve bunu engellemenin tek çaresinin İran’ı kendi haline terk etmek olduğunu savunuyorlar.

Peki İran’ın kendi haline terk edilmesi sonucu bölgede nükleer bir güç haline gelmesi durumunda İran uysallaşacak mıdır? Bölge ülkeleriyle ilişkileri daha müspet bir çizgide mi ilerleyecektir? Bu soruyu herkesin kendi zaviyesinden cevaplaması gerekir. Elbette İsrail, Irak ve Lübnan hadiseleri ve İran’ın bu bölgeyle ilgilenmesi yönünün ve hedefinin ne Pakistan, ne Hindistan ne de Rusya gibi olacağını göstermektedir. Dolayısıyla nükleer güç İran’ın ilk yapacağı şey bölgesel bir hegemonya kurmaktır. Bu hegemonya arayışını da birlik arayışı olarak pazarlayabilecektir. İran’ın hayat alanı Ortadoğu’dadır. Çok açıktır ki, İran, Hazar’a da kıyıdaş olmasına rağmen Hazar’ın zenginlikleriyle pek ilgilenmemektedir. Hatta Hazar’a kıyıdaş ülkelerin elbirliğiyle yaptıkları şey burasını Rus nüfuzuna terk etmek olmuştur. Hazar’dan en fazla yararlanan ülke maalesef en az kıyıdaş ülkelerden birisi olmasına rağmen Rusya’dır. Buna mukabil, İran geleceğini güneyde ve Körfez bölgesinde aramaktadır. Saddam’ın 1990 ve 1991 yılındaki Kuveyt macerasından sonra da Körfez, Amerikan hegemonyası altına girmiştir. Dolayısıyla Irak’tan sonra Körfez’de de İran ve ABD hem karşı karşıya gelmekte ve hem de bir şekilde dolaylı olarak partner olmaktadır.

Onların rekabet veya muhtemel işbirlikleri ve birbirleri lehinde veya aleyhinde nüfuz kazanmaları, netice itibarıyla Körfez ülkelerinin istiklâliyetleri pahasına olacaktır. Ve manevra alanlarını kaybetmeleri anlamına gelmektedir. Bundan dolayı KİK ülkeleri, İran ve ABD’nin çekişme alanı olmaktan uzak kalmak istiyor ama hâlihazırda buna imkân da yok. Zira Körfez ülkelerinin en zayıf noktaları güvenlikleri... Askerî güçleri çok zayıf.

*

Bundan dolayı Körfez ülkeleri ilişkilerini çeşitlendirmek suretiyle denge politikası arıyor. Bu bağlamda, aslında hiç alâkası olmamasına rağmen İsrail ve Türkiye’yi de bu denge arayışında Körfez’e dâvet ediyorlar. Türkiye’yi dâvetleri bir yerde kaçınılmaz. Zira bölge ülkesi olarak İran’ın nüfuzunu yayması ve genişletmesi sonuçta Türkiye’yi mecburî olarak denklemin içine itecektir. Türkiye bu denkleme girmemek için bugüne kadar direnmiştir. Saddam döneminde bir şekilde bu dengeyi Irak temsil ediyordu. Ancak 2003 işgaliyle birlikte Irak denklem dışı kalmış hatta potansiyel gücü İran’ın gücüne katılmıştır.

Bu çerçevede Bahreyn Dışişleri Bakanı Şeyh Halid bin Ahmed El Halife çaresizlikten dolayı kendisine göre yeni bir bölgesel forum veya ittifak teklif ediyor. Araplarla birlikte İran ve Türkiye’yi aynı çatı altında bir araya getirmek istiyor. Bu, 1990’lı yıllarda Şimon Peres’in ortaya attığı ‘Yeni Ortadoğu Projesi’nin daha geliştirilmiş halidir. Peres’in havuzunda Arap ülkeleri ile İsrail vardı. Bu proje yatmış idi. Bush bunu BOP haline getirdi. Bahreyn ise ABD’yi denklemden çıkartıyor. Onun yerine İran ve Türkiye’yi koyuyor. Bu olmayacak duâya amin demek mesabesindedir. Rakip güçleri aynı forumda dengelemeye matuf bu plan zekice gözükmekle birlikte pratikte yürümez. Filistin meselesi çözülmeden İsrail bölgesel bir denklem içinde yer alamaz. Filistin meselesinin çözülmesi ise İsrail’in sonu gibi gözüküyor.

Bu açıdan teklifte bir mantık aramak zor. Bir temenniden ibaret. Zaten Halife de Bahreyn’deki siyasî blokların İsrail’le diplomatik ilişkilere sıcak bakmadıklarını itiraf etmiştir. 60 yıllık İsrail tarihinde İsrail ile diplomatik münasebet kuran ve geliştiren iki ülkeden birisi Mısır diğeri de Ürdün olmuştur. Dolayısıyla bu yapıda İsrail’i bölgesel bir ittifaka ve bloka dahil etmek zor hatta imkânsız gözükmektedir. Bahreyn Dışişleri Bakanı Halife, Arapların İran, Türkiye ve İsrail’le birlikte müşterek bir forumda bir araya gelmesini ve konuşmalarını istemektedir. Bunun yanında Halife, İran ve ABD’nin bölge ile ilgili müzakerelerine kendilerinin de katılması gerektiğini savunuyor ve “arkamızdan neler çevriliyor bilmek hakkımız” mealinde sözler ediyor… Körfez ülkeleri geçmişte Saddam ile ABD’nin çekişmesine kurban gitmişler ve bu yönde İran-ABD rekabeti üzerinden tarihin tekerrüründen endişe ediyorlar.

İran’ı tatmin ederken onu gulyabani haline getirmek de var. Dolayısıyla denge arayışının sebebi İran’ın infiradını önlemek ve kendisine de zarar verecek ihtiraslarının önüne geçmektir. İran’ın ihtirasları aynen devam ederse ABD’nin yıldızı sönmesinden sonra bölgesel savaşlar kaçınılmaz olur. Bu Türkiye ile İran ilişkilerine de gerilim olarak yansır. İranlı yetkililer 1 yıl içinde nükleer güç olacağını söyleyen Baraday’a İsrail’e bakması salık veriyorlar. Ya İsrail’den sonrası için nereye bakmaları gerekir? Körfez ülkeleri kerhen İran’ı KİK zirvelerine dâvet ederken bu yıl bu dâveti yapmamışlardır. Buna mukabil, Türkiye ile KİK arasında stratejik ortaklık anlaşmaları yapılmıştır. Türkiye Kafkaslar’da kendi insiyatifiyle başlattığı Kafkas Paktı veya Forumuna mukabil Körfez’den hiç beklemediği dâvetler alıyor.

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Tahkik etmeden hareket edilirse...



Birisi gelip, “Falan kişi sizin hakkınızda şunları şunları söyledi veya falan kişi şöyle, şöyle yapmış, söylemiş” tarzında sözler etse veya nakletse ne yapardınız?

Hele bunları nakleden kişi sözüne inandığınız, güvendiğiniz birisi idiyse neler düşünürdünüz? Hemen inanır mıydınız? “Vay be! Bizim haberimiz olmadan neler oluyormuş, kimler neler yapıyormuş, söylüyormuş!” diye sû-i zanna mı kapılırdınız?

Yoksa ne kadar güvendiğiniz biri de olsa, “Bir yanlış anlaşılma olabilir. Aslını araştırmak lâzım” diye tahkik etme ihtiyacı mı duyardınız?

Doğrusu ikincisi. Tek taraflı hareket eden, her duyduğuna inanan insanın yanılması, yanlışa girmesi kaçınılmazdır. Hakim, tarafları dinlemeden tek taraflı hüküm verse adaleti sağlayabilir mi? Evet, tahkik etmeden, araştırmadan tek taraflı hüküm vermek insanı her zaman yanıltır. Kur’ân bu yanlışa düşmemek için bizleri şöyle uyarır: “Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse onu araştırın—yoksa cahillik edip bir topluluğa kötülük eder, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz.” 1

Evzaî birgün Abdullah bin Mübarek’e İmam-ı Azam Hazretlerini sorar. “Bit’atçıdır!” diye dedikodular yapılmaktadır bu büyük imam hakkında. Evzaî de ister istemez etkisi altında kalmıştır. Aslını öğrenmek istemektedir.

Soruyu hemen cevaplandırmaz Abdullah bin Mübarek. Herkesin kolayca içinden çıkamayacağı ince ve zor meseleleri gündeme getirir. Aklî, ilmî, mantıkî tarzda bir güzel izahlarını yapar, çözümlerini gösterir. Evzaî’nin çok hoşuna gider bu çözümler, mantık silsilesi. Hayran kalır ve sormadan edemez. “Bu fetvaları veren kim? Çözümler kime ait?”

Maksadına ulaşmıştır Abdullah bin Mübarek. Anlatmak istediğini bir güzel anlatmış, yanlış anlamanın önüne set çekmiştir. Evzaî’nin, “Bu fetvaları veren kim?” sorusuna, “Irak’ta gördüğüm bir âlim” diye cevap verir Abdullah bin Mübarek. “Demek, üstatların en şereflisi o adammış” demekten kendini alamaz Evzaî. “Onunla çok çok görüş” demeyi de ihmal etmez.

“İşte bahsettiğim bu kişi Ebû Hanife’dir” deyiverir Abdullah bin Mübarek de.

Evzaî hatasını anlar, duyumlara göre hüküm vermenin yanlışlığını bizzat delilli ispatlı şekilde öğrenir.

Dipnotlar: 1- Hucurât Sûresi: 6.

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Iskat, devir ve ibadet borçları



Diyarbakır’dan Hacı İbrahim Bey: “Ölenin ardından ıskat ve devir adı altında bir para çevriliyor ve böylece ibadet borçlarının düşürüldüğü varsayılıyor. Para kişiye ‘al kabul et!’ diye veriliyor; alan kişi de ‘aldım, hibe ettim’ diyerek parayı alıyor ve geri veriyor; bu böyle defalarca yapılıyor. Bu nedir? Ölüye fayda sağlar mı? İbadet borçları düşürülmüş olur mu?”

B

u işlem, fart-ı şefkat sahibi (ümmete yoğun şefkatli) bir kısım eski ulemanın, ümmetin ibadet ihmallerine karşı bulduğu bir çeşit “borç ibadetleri düşürme ve bağışlatma” merasiminden başka bir şey değildir. Olay, kimi ibadetler için Kur’ân’ın öngördüğü fidye (mâlî bedel) ödeme gerçeğine dayandırılmak istenmiş; bu açıdan iyi niyetle başlatılmış; fakat zamanla gerçeği anlaşılmayarak içi boş bir törene dönüştürülmüştür. Amelleri, niyetleri ve Allah’ın af gerçeğini doğru anlamak şartıyla; günümüz itibariyle bu boş töreni sürdürmenin hiçbir gerekliliği kalmamıştır. Nitekim bir defa, âyet ve hadislerde ıskat ve devir diye bir şey yoktur. Var olan şey, fidyedir. Onun da esası ve şartları vardır: Şöyle ki:

Ölen kişinin zimmetinde olası iki türlü hak vardır: 1-Kul hakkı, 2-Allah hakkı. Ölenin zimmetindeki kul hakkı, yani insanlara olan borçları, bıraktığı maldan, öncelikle ve gerçek şekilde ödenir.

Sonra ödeme sırası, vasiyet etmişse Allah hakkına gelir. Vasiyet etmemişse, Allah hakkını ödemek vârislerin üzerine vacip değildir. Dilerlerse öderler. Bir kişinin; öldükten sonra Allah hakkının ödenmesi için vasiyet edebileceği en fazla tutar, bıraktığı malın üçte biridir. Daha fazla bir tutarı vasiyet edemez; vârislerini maldan ve mirastan mahrum bırakamaz.

Allah hakkı, kişinin üzerine farz olduğu halde zamanında yapmadığı için zimmetinde kalan namaz, oruç, zekât, hac, yemin, kurban ve kefaretlerden ibarettir. Bu da iki guruptur:

1-Âyetin ve hadisin, malî bedel ile ödenmesine imkân verdiği Allah hakkı. Bunlar: Zekât borcu, hac borcu, yemin borcu ve hastalık nedeniyle tutulamayan oruç borcudur.

2-Para ile ödeme imkânı bulunmayan Allah hakkı. Namaz borçları ile ihmal sonucu tutulamayan oruç borçlarıdır.

Kişi vasiyet etmişse, bu haklardan birinci gurupta olanlar terekesinin üçte biriyle ödenir. İkinci gurupta olanlara gelince; bunlar için fidye ödenebileceği hakkında âyet ve hadis olmadığından, kişinin; namaz borcu ile ihmale dayanan oruç borçları için her hangi bir ödeme yapılmasına gerek yoktur. Bunlar için, Allah’ın affını ummaktan başka çare de yoktur.

Vasiyet etmesi halinde, parası da olması şartıyla; ölen kimsenin zekât borcu varsa eksiksiz ödenir, hac borcu varsa vekâleten gidilir veya gönderilir, yemin borcu varsa, her bozduğu yemin için on fakire fidye verilir, hastalık nedeniyle tutamadığı oruç borcu varsa her günü için hesaplanarak fidye verilir.

Ölünün; her hangi bir biçimde Allah adına yemin etmiş ve yeminini bozmuş olması ihtimali varsa, her bozduğu yemin için on fakire fidye vermesi önemli bir Allah hakkıdır. Fakat yeminli konuşan birisi değilse, büyük ihtimal böyle bir haktan da söz edilmez. Bununla beraber tüm hayatı nazara alındığında, ihtimal ki bilinmeyen günlerde yemin etmiş ve yeminini bozmuş olabilir düşüncesiyle, eğer mümkünse, bunun için verilebildiği kadar fakirlere fidye verilebilir. Bunun için de imkânları çerçevesinde vârisleri yardımcı olmalıdırlar. Fakat namaz borcu ve ihmale dayalı oruç borçları için din-i mübinde fidye yoktur. Bu borçlar kul ile Rabb’i arasında bir sırdır. Rabb-i Rahîm dilerse affeder, dilerse hesap sorar; onu biz bilemeyiz. Bizim duâmız hiç şüphesiz affetmesi yönündedir. Bunun için ölen kişi hakkında ancak mağfiret isteriz. Mağfiret talebinin Kur’ân’da da, hadislerde de yeri vardır.

Ölünün parası varsa ıskat ve devir hiçbir fidyenin yerini tutmaz; fidyeler gerçek parayla ödenir. Ölünün parasının olmaması durumunda ise, ıskat ve devire gerek kalmadan tüm ödeme yükümlülükleri otomatikman düşer. Yani her iki halde de ıskat ve devire ihtiyaç yoktur. Ödemeler için, ölünün bıraktığı malın üçte biri kullanılır. Malın üçte biri yeterli olmadığında vârislerin rızaları çerçevesinde malın geri kalanından eksiği tamamlanabilir. Fakat vârisleri razı olmazlarsa, bu ödemeler için üçte birden fazla mal kullanılmaz. Geri kalanı Allah’ın affına havale edilir.

Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki: Tüm bu ödemeler gerçek ödemelerdir. Gerçek ödeme yapılmayacaksa, varislerin mali durumu buna elverişli değilse, “Aldım hibe ettim” yollu yalancı ödemeleri dine sokmak doğru değildir. Bunun yerine, doğrudan Allah’tan af beklenilmesi daha hayırlı, daha asil ve daha sahih bir davranıştır. Netice olarak: Ölünün bıraktığı malın üçte birinin,-az da olsa-böyle bilinen-bilinmeyen fidyelerden doğan manevî borçları için fakirlere sadaka olarak verilmesi, ölünün Allah hakkını ödemeye inşallah kifayet eder. Ölünün malı yoksa ölü için verilebildiği kadar sadaka verilerek, onu Allah’ın mağfiretine havale etmek, ıskat ve devir gibi tezgâhtan çok, ama çok daha evlâdır.

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Basmakalıp takıntılar!



On farklı ülkeden 3000 kadın üzerinde yapılan araştırmalarda her yüz kadından sadece ikisinin kendini “yeterince güzel” bulduğu neticesini sizlerle paylaşmıştık.

Medya sineması, televizyonu, reklâmı, modası kozmetiği ile adeta kadını “sanal bir kafes”e hapsediyor. Basmakalıp güzellik ölçülerini dayatarak kadınları ve geleceğin anneleri olacak genç kızları “güzellik takıntılarına” maruz bırakıyor. Aileyi ve toplumu yanlış yollara sevk ediyor.

Araştırmanın bir başka neticesi de genç kızların üzerindeki “psikolojik baskı” ile ilgili. Şöyle ki:

*Bütün dünyada 15-17 yaş arasındaki kızların % 72’si görünüşlerinden memnun olmadıkları için belirli faaliyetlerden kaçınıyor.

* Bütün dünyada kızların % 92’si fiziksel görünüşlerinin en azından bir yönünü değiştirmek istiyorlar.

* Kadınların % 51’i büyürken annelerinin keşke onlarla güzellik ve bedenlerinin imajı konularında konuşmuş olmalarını diliyor.

(Kaynak: Dove’un “Klişelerin Ötesi” Araştırması, 2005)

Öyle ki, bazen genç kızlardaki bu “güzellik takıntıları”nın sonu ölüme kadar varabiliyor.

Geçtiğimiz günlerde “zayıflama takıntısı” yüzünden yaşanan ölüm olaylarını hatırlayacaksınız. Batı ülkelerinde bu tür vak’aların sayısı yine medyadan öğrendiğimize göre çok daha fazla, ama görünen o ki, Batı özentisi hayat tarzlarını taklit bize de aynı arızaları sık sık yaşatacak!

İşte tam da bu noktada annelerin kız çocuklarını “gerçek güzellik” kavramı üzerinde bilinçlendirmeleri çok önemli. Araştırma neticelerini okurken hak verdiğim bir uzmanın yaptığı şu tesbit ne kadar da yerinde:

“Anneler! Kozmetik endüstrisi kızlarınıza ulaşmadan kızlarınıza gerçek güzelliğin ne olduğunu anlatın!” Başörtüsü imtihanında neden zorlanıyoruz? Yaklaşık otuz yıldır kadınların örtünmesi konusu “demokratikleşme” noktasında bu ülkenin hep sıcak gündemini oluşturdu. Tıpkı Güneydoğu problemi, Alevilik meselesi, AB ile entegrasyon çalışmaları gibi… 12 Eylül İhtilâlinin hak ve özgürlüklere yaptığı darbelerden bir tanesi de (Her ne kadar sakallı öğretim üyeleri de etkilendilerse de) başörtüsü üzerineydi. O yıllardan bugüne İhtilâl Anayasasında zaman zaman yeni düzenlemeler yapılmaya çalışılsa da aynen masaldaki gibi “Bir arpa boyu bile ilerlenemedi”. Anayasada yeni düzenleme yapılması gerektiği konusundaki her istek sahibi adeta cezalandırıldı. Bunun en son örneği üniversitelerdeki türban yasağı konusunda anayasada hak ve özgürlükten yana düzenleme yapılması gerektiği yönünde bir rapor hazırlayan Dr. Osman Can’ın ders verdiği üniversitede bu öğrenim yılında vazifelendirilmemesi (!) Başörtüsü probleminde ülke olarak demokrasi imtihanını bir türlü çözemememizin tek sebebi 12 Eylül İhtilâli ve Anayasası değil şüphesiz. Otuz yıllık süreci şöyle bir gözden geçirdiğimizde çoğu anne babanın, toplumun, kadının haklarını savunduğunu söyleyenlerin “çifte standart”larını kolayca görmek mümkün. Anne babaların büyük bir bölümünün yasağın başlarındaki dirençleri bu süreçte çözülmeye yüz tutmadı mı? (Ne güzeldir ki, bu konuda istisna teşkil edecek örnek aile modelleri mevcut ve zor da olsa buldukları alternatif yöntemlerle sayıları artıyor) Kimi hocalar, şimdilerde kullanılan tabirle “kanaat önderleri” tesettürü füruat olarak değerlendirip bir “çözülmeye” sebep olmadılar mı? Cinsiyet ayrımcılığına karşı olduklarını, kadın haklarını savunduklarını söyleyen feministler de, kadın dernekleri, kadın dergileri de olayı görmezden geldiler. Malûm medyada başörtülü kadın eğer eğitim almak istiyorsa hep “potansiyel terörist” olarak sunuldu. Netice itibarıyla başörtüsü mücadelesinde kadın bir şekilde yalnız bırakıldı, desteklenmedi… “Nasılsanız, öylece de idare edilirsiniz” düsturunca, kendi kafa yapımızı insan hak ve özgürlüklerinden yana değiştirmedikçe “kronik”leşmiş, “müzmin” hale gelmiş problemlerimizi çözmemiz sizce mümkün mü? Bu konuda yapılabileceklere dair Boğaziçi Üniversitesindeki birbirinden çok farklı düşünceye sahip gençler, demokratikleşme noktasında hepimize güzel bir ders vermediler mi? Her şeye rağmen gelecekten elbette ki ümitvârız…

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Böyle “kentsel dönüşüm” olur mu?



Şakacı, şen şakrak ve aynı zamanda nüktedan özelliğiyle nam yapan Hasan dayı, her yaştan insanların ileri duyduğu, sevdiği yaşlı bir insan.

Bu özelliklerinin bir sonucu olarak herkes tarafından tanınan, sevilen, ilgi odağı haline gelen Hasan dayının evi de, her yaştan insanın uğrak yeri olmuş. Mahalledeki bir çok insan üzerindeki yorgunluğu, stresi, sıkıntıyı atmak için hemen her gün Hasan dayının hanesine gider, şaka şamata ağırlıklı sohbetlerle zamanını geçirir. Hele mahallenin muzip gençleri için Hasan dayının evi gece gündüz demeden hemen her gün şakalaşma, gülüp eğlenme mekânıydı.

Bir gün tarladan yorgun, bitkin bir şekilde eve dönen Hasan dayı, her gün olduğu gibi mahallenin hemen hemen bütün gençlerini evinde görür. Bu arada iki üç gencin ellerinde metre ile evini içeriden, dışarıdan ölçerek ellerindeki deftere de birşeyler yazdıklarını görünce; “Yahu ne yapıyorsunuz? Ne diye evimi ölçüp birşeyler yazıp duruyorsunuz?” deyince işin şakasında-şamatasında olan gençler de ciddi bir tavırla: “Sana ne Hasan dayı, bu ev bizim değil mi? Mahallenin gençleri olarak evimizi yıkıp, tekrar yapacağız” dediler. Hasan dayı her ne kadar bu evin kendisinin olduğunu, bu konuda şakayı bırakıp, bu işten vazgeçmelerini istediyse de, gençler hiç ara vermeden bir taraftan ölçümlerine devam ederken, bir kaç genç de evin damına çıkıp, kama-kürekle güya evi yıkma numarası yapıyorlar. Şakanın sonucunun ciddiye bindiğini fark eden Hasan dayı, çareyi komşusu Mahmut amcayı çağırmakta buluyor; “Yahu komşu, Allah aşkına bu ev benim değil mi? Çabuk söyle. Şimdi şu gençler yıllardır oturduğum bu evin kendilerinin olduğunu, evi yıkıp yeniden yapacaklarını söylüyorlar. Çabuk söyle, bu ev benim mi, bunların mı?” Bu işin bir şaka işi olduğunu, gençlerin her zaman olduğu gibi Hasan dayıyı makaraya sardıklarını anlayan Mahmut amca da, bu şakaya bir başka tat katmak niyetiyle “Valla Hasan dayı, ne diyeyim? Bu evin senin mi, gençlerin mi olduğunu bilemiyorum. Ama gece gündüz bu gençlerin bu evde olduklarını, bu evde yatıp kalktıklarını biliyorum” deyince Hasan dayı iyice küplere binerek; “Ulan, senin gibi komşu olmaz olsun” diyerek, bir taraftan da gençleri kovalamaya başladı.

Yıllar önce, Hasan dayı ile mahallenin gençleri arasında bir şaka ve şamatadan ibaret olan bu olaydan sonra, şimdi de bugünlerde yaşadığım hiç de şaka olmayan bir olaya kulak verelim isterseniz:

Bir gün evde öğle namazını kıldıktan sonra dışarı çıkınca, ellerinde kâğıt, kalem ve metre ile önce evimin duvarlarını ölçtüklerini, sonra bahçemin enini boyunu metrelediklerini, daha sonra da bahçedeki ağaçları tek tek sayıp kaydettiklerini, merakla seyrettim.

Daha sonra yanlarına gidip selâm-kelâmdan sonra, ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, niçin evimi, bahçemi ölçtüklerini sordum. Onlar da, bu mahallede “kentsel dönüşüm” adı altında bir projenin uygulanacağını, bunun için bu ölçümleri yaptıklarını, benim evim de dahil olmak üzere tapularımıza el konulacağını ve evlerin tamamen yıkılacağını söylediler.

Tam da “Burası Türkiye” dedirtecek bir durum. Tam da yıllar önce mahallenin muzip gençlerinin şaka yollu Hasan dayının evine el koydukları olayla örtüşen garip bir hâl... Gençlerin şaka şamata olsun diye Hasan dayıya oynadıklara oyunu, devletin resmî yetkilileri gerçekten vatandaşlarına oynamaya başladı. Şehre iyi bir görünüm, çağdaş bir görüntü vermek için gariban vatandaşın rızası aramadan, onların haberi olmadan “kentsel dönüşüm” adı altında projeler uygulanmaya çalışılıyor.

Yine mahalle sakinlerinin rızasına bakılmaksızın evleri, arsaları ölçülüyor. Kendilerine gülünç fiyatlar biçiliyor ve vatandaşlara çağrı yapılıyor. “Gel, şu sözleşmeyi çabuk imzala, evini yıkacağız. İmzalamazsan seni mahkemeye vereceğiz, yoksa pişman olursun...”

Nerede vatandaşının hakkına, hukukuna saygılı, vatandaşını koruyan, kollayan sosyal devlet...

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

SILA-İ RAHİM SEFERBERLİĞİ



Sıla-i rahim. Bir zamanlar dillerden düşmezdi bu terkip. Her vesile ile telâffuz edilir, söylenir, hatırlanır, hatırlatılırdı. Hatırlatanlar veya hatırlayanlar tarafından da mânâsı yaşanır, yaşatılırdı.

Zamanla ancak bayramlarda, seyranlarda hatırlanır ve yaşanır oldu. Zaman ilerledikçe hatırlansa da yaşanmaz hâle geldi. Şimdi ne yaşanıyor, ne hatırlanıyor. Âdeta ölüme terk edildi.

Hayatından ümit kesilmiş hastalar gibi arada bir hatırlansa, hatırlandıkça yaşanması, yaşatılması gerektiği idrak edilse de, bütün dilekler telâffuzu bittiği anda bir sonraki hatırlanışa bırakılıyor.

Yakında pek çok benzeri gibi bu terkip de eskiyecek, mânâsı bilinmediğinden yabancı kelime addedilecek, önce birbirinden ayrılarak mânâsı katledilecek, sonra da lügat denen kelime kabristanının tozlarına karışıp gidecek.

Yâni tıpkı canlı bir varlığın, hatta geçmişi, geleceği, yakını, akrabası olan akıl, şuur sahibi bir insanın akıbetine uğrayacak ve ardında dolması imkânsız bir boşluk bırakarak günlük hayattan çekilecek.

Ölecek demeye dili varmıyor insanın.

Lâkin, geçmişte yaşanan, hâlâ da yaşanmakta olan binlerce benzeri de gösteriyor ki, canlılar gibi canlı bir varlık telâkki edilen kelimelerin de mukadderâtı bu. Pek çok kelime ve terkip gibi sıla-i rahim tabiri de telâffuzundaki âhengi, söyleyişindeki lezzeti ve mânâsındaki letafeti ile birlikte ölecek.

Gerçi mânâlar ölmez, ama unutulur.

Unutulmak, ölmekten daha hazindir.

Hele unutulan mânâ yüklü bir kelime ise…

***

Sıla, kavuşmak demek.

Bir diğer deyişle vuslat…

Rahimse eş dost, hısım akraba mânâsına geliyor.

Bu iki kelime, dil ailesi içinde birleşip anaya babaya kavuşma, hısımı akrabayı ziyaret etme, eşin dostun hâlini hatırını sorma, kırık kalpleri sarıp kırgın gönülleri şâdetme mânâlarını ifade eder.

Asırlar boyu o mânâlara hayat vermiş ve onlarla hayat bulmuştu bu kelimeler. Sıla-i rahim terkibi unutulunca, bütün o mânâlar da unutuldu. Aileyi meydana getiren esas unsurları birbirine bağlayan saygı, sevgi, hürmet, merhamet, şefkat bağları zayıfladı.

“Bir tel kopar, âhenk ebediyen kesilir” der şair.

Tıpkı onun gibi çeşitli sebeplerle ihmal edilen aile bağları koptuğu, fertler arasındaki irtibat hatları kesildiği zaman, ancak bir âilenin çatısı altında yeşerebilen âhenk kesilir, hasseler kurur.

O zaman cemiyet, ruhu mesabesindeki değerlerini kaybeder.

Bu bir ölüm değildir ama hayatî fonksiyonlarını kaybedip bitkisel hayata giren bir hasta gibi sadece zahiren, şeklen, bedenen yaşamaktır. Öyle bir hayat yaşayana haz vermez, eza eder.

Bütün bunların sebebi, kelimeyi, terkibi küçük görme, mânâsına yabancı kalma, bir kelimeden ne çıkar, kullanılmasa da olur vurdumduymazlığı, umursamazlığı veya ihmalkârlığıdır.

İhmalkârlık, iflâh olmaz bir hastalıktır. Yaşanmak istendikçe menhus bir hazla tekrarlanır, tekrarlandıkça kalınlaşır, katılaşır, soğur, kurur ve mânâ değiştirip ihânet hâlini alır.

Ferdin kendine, cemiyetine, dünyasına, ahiretine ihaneti.

***

“Gün bitti.

Akşam serinliğiyle başlıyor memleketim.

Doğduğum köy göründü,

Sakin yıldızlarıyla gittikçe yakınlaşan sema,

Dört nala kalktı atım sevincinden,

Uçaraktan gidiyorum adaya.

Çocukluğumda uçurttuğum uçurtmalar olacak

Bacalara takılan şu beyaz bulutlar,

Belki de rüzgârda namaz bezidir,

Yüzüne hasret kaldığım anacığımın!

Her halde beni bekleyenler var.”

Sıla hissini böyle seslendirmiş Cahit Sıtkı.

Şairin de dikkat çektiği gibi sıla, sadece belli bir zamanda yaşanılan ve insan hafızasının nisyan tozları arasında pek çok özelliğini kaybederek siluetleşen muhayyel bir eşkal değildir.

Aslında ruhların derinliklerinde çınlayan sıla hissi, hatıraların temelini teşkil edip hafızayı süslediğinden hatırlandıkça belirginleşip netleşen ve tekrar tekrar yaşanmak istenen canlı, heyecanlı hayat hâlleridir.

Hayata ilk adım orada atılmış, orada düşülmüş, yine orada kalkılmıştır. Onu başka adımlar, düşüşler, kalkışlar takip etmiş ve ilk defa orada ayaklar üzerinde durulmuştur.

Damak ilk tatları orada tatmış, dimağ ilk lezzetleri orada hissetmiştir. İlk gülüş, ilk ağlayış, ilk çığlık, ilk nida, ilk haykırış, ilk kahkaha, ilk hüzün, ilk konuşma, ilk öğrenme, ilk okuma, ilk anlama, ilk anlatma, ilk yanılma, ilk başarı, ilk yenilgi hep orada yaşanmıştır.

Sıla hep ilklerin yaşandığı ılık bir iklimdir. Hayatın ilkleri hafızada birikerek çocukluk hatıralarını meydana getirir. Onun için çocukluk bir bakıma bakir hatıralar hazinesi...

***

İnsan hangi yaşta olursa olsun, daima çocukluğunu yeniden yaşamaya, çocuk olamasa da çocuklaşmaya müheyyâdır. Bunun mümkün olmadığını bildiği için de zaman zaman çocukluk hatıralarını yâd ederek ruhunun iştiyakını dindirmeye çalışır.

Bir insan hafızasına nakşolan hatıra manzaralarının ilk çizgileri sılada çizilir, renkler, desenler oradan seçilir. Daha sonra insan çok farklı yerlere gitse, değişik şehirlerde yaşasa da hiçbir çizgi, renk ve desen o tablonun çizgilerini silemez, desenlerini değiştiremez, renklerini solduramaz.

Onun için çocukluk hatıraları her zaman taptaze, yepyenidir.

Kim tekrar dinlemek istemez, sevgi ile ısıtılıp samimiyetle serinletilen toprak damlı taş duvarlı köy evlerinde; tıngır mıngır sallanan işlemeli beşiklerde uyutulurken dinlediği uzun kış gecelerini dolduran nine masallarını veya serin yaz akşamlarını renklendiren dede kıssalarını.

Her insan anaların hayatta silinmez izler bırakan nasihatlerini, babaların ittiba edildiği nisbette faydası görülen tavsiyelerini ilk duyduğu yerlerde yaşamak ister ve o zaman onların, ‘âmin’ diyemediği duâlarına gönül dolusu niyazlarla tekrar tekrar âmin demeyi arzu eder.

Kaçmaması için ince ipini sımsıkı elinde tuttuğu hâlde, uçurtmasının bulutların arasında kaybolmasını bekleyen çocuk gözü ilk defa orada görür gökyüzünün yere yaklaştığını. İdraki orada sonsuzluğun hazzını tadar, hayatı ile ebed arasında gaybî bağlar kurmaya çalışır.

O anda hayalen uçurtması gibi semanın derinliğinde kaybolup gitmek ister.

Televizyonların bilinmediği, radyoların olmadığı, insanların sahte renkli muhayyel manzaralardan ziyade birbirinin yüzüne baktığı, muhatabının göz bebeklerinde kendi aksini seyrettiği müstesna zamanların hasreti hangi yüreğin hassas tellerini titretmez ki?

Gözlerin önünden hiç gitmez, çocukluk arkadaşları ile oynanan oyunlar, yapılan yarışlar, tutulan güreşler. Çağla almak için bin bir güçlükle tırmanılan ağaçlar, uzanılan dallar, düşüp yarılan kafalar, yaralanan dizler, sıyrılan dirsekler, yüzme öğrenilen göletler, sapan taşı ile vurulan kuşlar, sık sık kırpılan göz kapaklarının gerisinde bir bir canlanır.

İlk ekilen tohumun, dikilen çiçeğin, yetiştirilen meyvenin; yemlenen civcivin, beslenen kuzunun, tos vurulan koçun, koşturulan atın, otlatılan sürünün hâlâ oralarda öylece durduğu zannedilir.

Bütün bunlar ve daha nice canlı hayat tabloları, mazinin sılada kalan ve ancak sıla ile yaşayan hatıra izleridir. Sıla kelimesi unutulduğu ve sıla-ı rahim terkibi terk edildiği takdirde, mazinin yegâne ziyneti olan bu hatıra izleri silinir ve insan mazisiz kalır.

Mazi, an be an hâlin aktığı hatıralar denizidir. Yaşanan her hâlin bir yüzü maziye, diğer yüzü istikbâle dönüktür. Bu itibarla mazisi olmayan insanın istikbali de yoktur.

İstikbali olmayan insan da ademe mahkûmdur.

***

“Sıla-i rahim yapabilecek kadar soyunuzu öğrenin. Zîra sıla-i rahim akrabalarda sevgi, rızkta bolluk, ömürde uzama demektir.”

Peygamber Efendimiz (asm) bu hadis-i şerifi ile, insanlara soylarını, sülâlelerini öğrenmelerini ve onların ziyaretlerine gidip yardım ederek akrabalık bağlarını kuvvetlendirmelerini tavsiye etmiş.

Bunu yaptıkları takdirde akrabalarının sevgisini kazanacaklarını, rızklarının bollaşacağını ve ömürlerinin uzayacağını ifade ederek sıla-i rahim yapmanın ehemmiyetini nazara vermiş.

İnsan, hilkatinin iktizası olan sıla-i rahim hasletini hassasiyetle yaşadığı takdirde, sadece akrabalarının sevgisi, rızkının bollaşması ve ömrünün uzaması gibi bazı şahsî faziletler kazanmakla kalmaz, cemiyetin temelini teşkil eden aile bağlarının güçlenmesini de sağlar.

Fertleri sevgi, saygı, hürmet, şefkat ve merhamet bağlarıyla birbirine sımsıkı bağlı ailelerden müteşekkil bir millet, birliğinden aldığı güçle, dahilî haricî her türlü tehlikeye karşı koyma gücünü kendisinde bulur ve bu müttehit vasfı sayesinde ilelebet yaşar.

Fertler arasındaki rahim bağları tesis edilerek müttehit bir millet meydana getirilmediği zaman ise gaflet, dalâlet, fısk, sefahet gibi ictimâî zaaflar cemiyeti istilâ eder ve hem huzur bozulur, hem fakr u zaruret artar, hem de devletin, milletin ömrü kısalır.

Sıla-i rahimi kesmeyi fasıklığın, gafletin, dalâletin tezâhürü olarak gören Bediüzzaman Said Nursî’nin “Vefa-i ahide nakz ile hasâret ettiler, sıla-i rahimde kat’ ile ıslâhta ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasaretler” şeklinde de ifade ettiği gibi hasaret umumileşir.

Her insanın uzak yakın, büyük küçük bir sılası ve o sılada yaşadığı hatıraları, orada kalan akrabaları, hatırlayanları, bekleyenleri, özleyenleri, yolunu gözleyenleri vardır.

Böyle umumî hasaretleri Allah’ın rahmetinin tecellisine vesile etmenin yegâne çaresi, sık sık sıla-i rahime gitmeye gayret edip zamanı sılaya dönme zamanı hâline getirmektir.

Velev ki insanın sıla addettiği yerlerde kimsesi kalmasa, hatırlayanı, bekleyeni, özleyeni olmasa da, insan oraları hatırlamalı, hasretini çekmeli ve ilk fırsatta sıla-i rahime gitmelidir.

Bununla da iktifa edilmemelidir. Sıla-i rahim hasletinin mânevî cihetini müdrik olan müteşebbis insanlar, cemiyeti maddî ve mânevî yönden ihya etmek için millet ekseriyetinin iştiyakla iştirak edebileceği bir sıla-i rahim seferberliği başlatmalıdırlar.

Böyle bir hareket, insanlığın kaybettiği değerleri bulup yaşayarak kendine dönmesine de vesile olacaktır.

05.10.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Mezarlıklar, işi yarım kalmış insanlarla dolu



İnsan, âlemden âleme göçüyor

İnsan, hayatta bir göçün içinde bulur kendini. Âlemden âleme göçler yaşanır hayatı boyunca. Ruhlar âleminden başlayıp, anne karnına, oradan dünyaya, oradan kabre, kabirden haşre, haşirden ahirete ve ebedî âleme doğru akıp giden bir serüvendir yaşanan.

Âlemden âleme olan geçişler kolay değildir. İnsan, ruhlar âleminden sonra anne karnına misafir oluyor bir müddet, burada zorlu bir gelişim süreci yaşar.

Oradan dünyaya gelir. Burası da kolay değildir. Sonrasında ölüm ve beraberinde kabir hayatı, kolay geçişler değildir bütün bunlar. Haşir, daha bir çetin. Zerrelerle hesapların yapıldığı zorlu âlem.

Süreç, herkes için işlemektedir. Belirleyici olanı ise, dünyada geçen zaman dilimleridir. Çünkü ahiret, dünyaya göre şekillenmektedir.

Bu ciddî göçler insanı etkilediği gibi; bir ev, bir mahalle, bir işyerinde oda değişikliği, bir sokak ötesine taşınmak bile, insanı ciddî şekilde etkilemektedir.

Değişime alışmak, zaman gerektirmektedir.

İnsan değişime, göçlere kendisini hazırlamalıdır.

En zoru da, hazırlıksız yakalanılan göçlerdir.

Göçler, hazırlık istiyor.

Ölmeden evvel, ölmekler gerekiyor.

Bu gün dünya değiştirmeye hazır mısınız?

Arkadaşlardan bazılarına, ‘Şu an bir iş değişikliğine hazır mısınız?’ diye soruyorum. Şaşkınlık içerisinde, ‘Hayırdır, bu da nereden çıktı?’ diyorlar.

“Ya işyerinde bir oda değişikliğine ne dersin…” diyorum, iyice şaşkınları oynuyorlar. “Çıkar dilinin altındaki baklayı” diyorlar.

Bir başka arkadaşıma, ‘Bu gün bir ev değişikliğine ne dersin?’ diyorum.

‘Bu mevsimde mümkün değil’ diyor.

Bir başkasına, ‘Bu hafta sonu, bir sonraki mahalleye taşınmak zorundasın!’ diyorum. Ciddî sorduğum için ciddileşiyor, ‘Biz bu mahalleye çok alıştık, ayrılmak zor’ diyor.

Soruyu ağırlaştırıp, “Bu akşam ölmeye hazır mısınız?” dediğim dostlar; önce hafiften bir renk değişimine uğruyor ve derinden bir, ‘ahh’ çekiyorlar.

Kimsenin ölmeye hazır olmadığı apaçık. Hesaplar hep yarınlar için. “Bu gün işlem tamam, ben gidebilirim” diyen yok.

Sürüp gitti konuşmalarınız. Ama anlıyorum ki, insanlar bırakın dünya değiştirmeyi, adres değişikliklerine bile hazır değiller. Yine anlıyorum ki, kimse rahatını bozmak istemiyor. Özellikle de, daha çok mala, imkâna, varlığa, makama sahip olanlar bu sorular karşısında daha çok tepki veriyorlar.

Yani kurulu düzenini kimse bozmak istemiyor. Ama dünya çok öyle uzun ömürlü yerleşimlere pek de müsait değil.

Dünyaya kene gibi yapışanlar var; ama nafile

Bu tabir, sohbet ettiğimiz dostlardan birisine ait. “İnsan içinde olduğu âlemden ayrılmak istemiyor. Adeta kene gibi yapışıyor dünyaya. Ama bu uğraş anlamsız.” diyor dost.

Oturduğu kiralık dairesini üç ayda, altı ayda bir değiştirenleri (zorunda kalanları) tanıyorum. En büyük derdi bu.

Oturduğu daire başkanlığı koltuğundan yılda bir kalkanları (kalkmak zorunda kalanları) tanıyorum. Hayat bu yönüyle ona, azaba dönüşmüş vaziyette.

Daha düne kadar oldukça zengin denebilecek kişileri tanıyorum. Ama şimdi değiller. Hayat onlar için de çok zor.

Yıllarca, oldukça sıhhat içerisinde olup, şimdi yıllardır yatalak olanları tanıyorum. Eski günleri gözyaşıyla yad ediyorlar.

Hasılı kimse göçe hazır değil; ama herkes de göçüyor.

Peki bunca apaçık olan bir gerçek, nasıl göz ardı ediliyor?

İnsan neden ölümü üzerine almak istemiyor?

Hiç kimse, ya yarın odayı değiştirirsek diye bir hazırlık içerisinde değil.

Resmî dairelerde, makam odaları öyle ihtişamlı, öyle süslü ki.

Bu, apaçık gitmek istememenin, dünyaya, dünyalıklara alışmanın bir yansıması. Evde, işyerlerinde, çiçekler, süsler, tablolar, eşyalar yerleşmenin derecesini gösteriyor.

Bu yerleşme değil aslında, adeta kene gibi yapışma.

Oysa bütün makamlar terk edilmeye mahkûm.

Tamam tertipli, düzenli olmak güzel, ama o üzerinde titizlikle durulanları her an bırakmaya hazır olmalı insan. Onlara gönlünü bağlamamalı.

Bu gün sahip olunanlar bizi terk etmeden, bizim onları terkimiz gerekiyor. Buna antrenmanlar gerekiyor.

Kimse rahatını bozmak istemiyor

Şehrin, oldukça kalabalık sakini bulunan mezarlığının içinden geçiyoruz. Şehrin yüzlerce kez buraya boşaldığı anlaşılıyor. Niceler gelmiş, gitmiş. Mezar taşlarındaki yazılar dertlerin ortaklığını gösteriyor. Hatta bazı mezar taşlarında, merhumun ne iş yaptığı dahi belirtilmiş. Bir mezar taşında, ‘O belediye başkanıydı.’ diyor. Anlaşılan burada her makamdan var. Buraya girişte makam gözetilmiyor. Bütün makam sahipleri için ortak adres burası.

Hayır ile anılan, iyi işler yapan, yüksek mertebelerde çalışan şehamet sahipleri ile; şerler yapan, kötülükleri iş edinen, alçak seviyelerde yaşayan tehevvür ve cebanet sahipleri hepsinin son durağı işte burası. Mazlûm da zalimde bu kapıdan giriyor.

Buradan geçmeyen, buradan göçmeyen yok. Ya hazırlık, işte dert de bu.

Etki-yetki, varlık-yokluk hepsi dünyaya mahsus gereçler.

Kabrin öbür tarafına geçmeyen varlık, kabrin öbür tarafına geçmeyen yetki- etki içinde fanilik taşıyor.

Şu an yapılan bütün işlerin dünkü ustaları, şimdi mezarlık sakinleri. Hem de işleri yarım bırakıp girmişler.

Bütün gidişler ansızındır, anidendir; bu, hazırlık olmadığındır.

Mezarlıklar, işi bitmiş değil, işi bitmemiş insanlarla dolu

“Artık bu saatten sonra ben ölebilirim, işlerim tamam” diyen bir insan yok. Giderken hesaplar hep yarım kalıyor. Onun için işini bitirip giden yok. Hepsinin yarın yapacak işleri vardı. Anlaşılan dünyada işi bitirmek diye bir şey yok. Dünyevî işler de uhrevî işlerde bitmeyecek. Sadece ikisi de ölçülü şekilde yaşanacak. Onun için, ‘Hele şu işleri bir bitirelim de, hele şu yaşa bir gelelim de…’ cümleleri yanılgıdan başka bir şey değil.

Mezarlıklar, işi bitmiş değil, işi yarım kalmış insanlarla dolu.

Göç, kat’i. İhmali olmayan bir göç. Ama insan da bir o kadar gafil.

Hazırlıksız göç olur mu?

İhtiyaçlar da kovalamaca da bitmeyecek; ta ki ölene kadar

Bu konu günlerce zihnimde gezindi durdu. Hep ‘neden’ler taşıdım içimde.

Karşılaştığım, telefon açtığım, görüştüğüm dostlara küçük bir test gibi, ‘Şu an ölmek gerekse, hazır mısın?’ diyordum. Dostlar, ‘Şu an mümkün değil’ diyorlardı. Ben kendime soruyordum. O da ‘mümkün değil’ diyordu.

Anlaşılan kimse ölüme hazır değildi. Oysa ‘ölmeden evvel ölmek’, ‘dünya seni terk etmeden evvel, sen onu terk et’ hakikatleri’ insanlar içindi.

Hatta ‘Nereden çıktı bu sorular’ diyenlerin sayısı hiç de az değildi.

Dünyaya ve dünyalıklara bağlanmamız arttıkça, ayrılmanın düşüncesi bile zor geliyor. İnsan dünyaya tamamen, eksiksiz, kusursuz, noksansız yerleşmek istiyor. Ama bu da mümkün değil. İhtiyaçlar bitmeyeceği gibi, kovalamaca bitmeyecek. Ta ki ölüm kapıyı çalıncaya kadar.

Şu birkaç soru bile, insanları telâşlandırmaya yetti. ‘Eyvah, neler oluyor!, Nereye gidiyoruz?, Ne yapmalıyız?, “Nereden çıktı bu sorular?’ şaşkınlığı yaşamalarına sebep oldu.

Amacımda buydu zaten. ‘Ölüm var, hazır mısınız?’ demek ve ‘Ölüm’ü hatırlatıcı olmaktı. Ben amacıma ulaştım.

Ama anladım ki, ölümden bahsetmek, lezzetleri acılaştırdı. Ölüm, insanı ‘insan’laştırdı.

Siz ölümü hesaba katmasanız da, o sizi katıyor

Sohbetimizde geçen, ‘Yarın öleceğini bilsen, neler yapmak isterdin?’ soruları, önce insanlarda soğuk bir duş etkisi yapıyordu.

İnsanlar, dünyevî göçlere hazır olmadıkları gibi; dünyadan göçlere de pek hazır değiller.

Anlaşılan gidişlerin çoğu, hazırlıksız yakalanma sonucu oluyordu. Hele de gençler… Ellerinden gelse, ölümü semtlerine hiç bastırmayacaklar. Ama bir o kadar da genç gidişler yaşanıyor.

İnsan, fıtraten ebed istediği için, ölmek istemiyor. İstemediği için de, hazırlık yapma gereğini göz ardı ediyor.

Oysa insan, ölümü hesaba katmak zorundadır; yoksa o, onu zaten hesaba katıyor.

05.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır