"Gerçekten" haber verir 01 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

Mutluluk tabloları



“Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Ve saadetleriyle mes’ut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı hisseder.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 131)

Bu sabah erkenciyim. Güneş de o sevimli yüzünü gösterdi ya, içim içime sığmıyor. Hava da çok güzel. Sonbahar değil sanki ilkbahar.

Elimi yakınımda duran kitaba atıyorum, okuduğum bir söz şevkimi kamçılıyor ve yeni bir ufuk açıyor: “Hayatınızın en değerli iki günü; doğduğunuz gün ile, neden doğduğunuzu öğrendiğiniz gündür.” Allahım; “Neden o gün, bugün olmasın?” diyorum.

Hayata yeniden başlamak için, nice fırsatlar sunuyor Rabbim. Hayata bir şeyler katmalıyım bu sabah ve hemen. İnanın, ne katarsak iyilik ve güzellik adına hayata, o daha fazlasını katıyor hayatımıza. Her şeyle ilgimiz var. Her hayat sanki bizim.

İlk işim çoktandır ihmal ettiğim eski dostumu, erik ağacını ziyaret. Onun altında bir bardak çay içip salâvat getirmek, tefekkür ibadetini yapmak...

Bu ağaç şaşırtıyor beni zaten. Bağlar, bahçeler çoktan sarıya boyandığı halde, onun yaprakları hâlâ yemyeşil. Üstelik çil çil altınlar gibi, o sarı sarı erikler, yeşil yaprakların arasından hâlâ el edip duruyorlar.

Geçen yıl da böyleydi. İlk karlar yağdığında, son yapraklarından tamamen soyunduğunda bile, üzerinde yine erikler vardı.

Ey mübarek ağaç. Seni diken eller, meyveni yeyip Rabbini zikreden diller, dilerim dert görmesinler; dilerim İnşaallah azap çekmesinler.

Ağaçlardaki meyvelere sadece bizim rızkımızdır diye bakmam. Kim bilir nice kuşun ve böceğin de nasibidirler. Onların mutluluğu benim de mutluluğumdur. Sadece ağaçların değil, kuşların değil, bütün insanların mutluluğu da bizimdir.

El ele tutuşan anne, baba ve çocukların... Birbirine sevgiyle bakışan kardeşlerin... Bir kutlu günde ve gecede sevinçten ağlayan gözlerin... Bir damla suya hasret güvercinlerin ve onların önüne usulca eğilip, bir tas suyu koyan şefkatli sinelerin... Konu komşuyu ve illâ da akrabayı unutmayan vefakâr kalplerin... Uzak yakın demeden bir hastayı ziyarete giden mü’min yüreklerin... Belki de en önemlisi, bir yardımı, bir iyiliği, hiç gecikmeden, nefes alıp verir gibi Allah için kolaylıkla yapan gani gönüllerin... Saymakla bitmez ki... Her birinin mutluluğu benimdir, bizimdir... Benimdir insan kardeşlerimin insana yakışan her güzelliği.

Bir hayat böyle büyür, bir hayat böyle yürür. Nura yönelmeyen, karanlığa gömülür. Rahmet iyiliğe bürünür de öyle görünür. Hayra yönelmeyen, bu dünyada çok sürünür. Günler, geceler uzaklaşmadan, hesap günü yaklaşmadan, Allah’tan (cc) bir fırsat daha dileyelim. Boşuna ümitsizlik girdabına düşmeyelim.

Mevlânâ’nın dediği gibi; “Madem ecelin gelmemiş, boşuna debelenme, boşuna can çekişip durma.” Merak etme, vade dolduğunda, ölüm meleği geldiğinde seni almadan gitmeyecek. Bir bak hele, şu dünyada ölümün ulaşmadığı bir kimse var mı? Ecel erişmeden, muhtaçları gözetmek gayemiz olsun, fakirleri sevmek ve sevindirmek hayattaki biricik vazifemiz olsun. Yâ Rab! Ayıp arayan değil, hüner arayan bir göz, bir kalp nasip eyle. Huzuruna vardığımda, günah ve kusurlarımı yüzüme vurma Allahım. Asıl dert, Yunus Emre’nin derdi. Onun derdi, hepimizin derdi olmalı:

“Yunus, kabre vardıkta, Münker Nekir geldikte,

Bana sual sordukta, dilim döner mi yâ Rab”

Evet, dilimizi adınla, Kelime-i Şehadetle döndür yâ Rab. Dostun, kardeşin, arkadaşın, her şey seni terk ettiğinde, iyiliklerin, ibadetin kalacak yanında... Kabirde, amelin yoldaşın olacak. O dar zannedilen kabir, belki de bir cennet bahçesine dönecek.

Gerçek aşıkların yüzünde, Hakkın nişanı olurmuş.

Gerçek dostu sevenlerin özünde, Hakkın şânı yüce olurmuş.

Bir küçük mutluluk, bir parça sevinç de olsa, onu yüreğimize koyan Sensin yâ Rab.

Her dem Seni gözler oldu gözümüz.

Her dem Seni söyler oldu dilimiz.

Her dem Seni özler oldu gönlümüz.

Ey Allahım, ey biricik Rabbimiz...

...

Bu sabah gözlerimle okşadığım güzellikler o kadar çok ki, saymakla bitmez bir kere... Yüzümü yerlere sürmeliyim, binler kere...

Ey bütün sevdiklerimi yaratan Rabbim, her nimetin için şükür dolu bir kalple kapanmak isterim yerlere, secdelere...

...

Mutluluk tablolarını izlemeye devam edelim...

Günlerden Pazar, erken bir vakitte, bir ayağı olmayan, tekerlekli sandalyede giden bir adamla karşılaştım. “Merhaba” dedim. “Nasılsın bakalım, nereye böyle?” Yüzünden ve sesinden, mutluluk fışkırıyordu âdeta. “İşe gidiyorum abi, işe, milleti tartmaya” dedi ve arabadaki kantarı gösterdi. “Çorba parası çıkıyor mu bari?” dedim. “İş çok abi, çalışacak adam yok. Yüz simit sat, 25 lira kâr var. İnanma iş yok diyene, yalan söylüyor. Çalışana iş var, tembele iş yok. Haydi eyvallah...” Dersini verip gitti. Ardından bakakaldım. Kimseye yük olmadan, alın teriyle kazanan, bu sakat insanın mutluluğu da benim.

Bana rastgelen tipler böyle. Herkes hayatından memnun. Çocuk patik derdinde değil, bir şefkatli el başını okşadı mı, sevgiyle seslendi mi bir ses yetiyor ona. Bir bardak süt yetiyor onu sevindirmeye ve yüzünü neşeyle güldürmeye.

Mutluluk tablolarını izlemeye devam ediniz...

Bunları gördükçe, gördüklerinizi paylaştıkça, sizin de mutluluğunuz artacak. Bir ayrılık, bir de ölüm olmasaydı eğer diyeceksiniz. Bu dünyanın ne mânâsı kalırdı o zaman, onlar da hayatı güzelleştiren şeyler. Hayat; hastalıkla, ölümle, ayrılıkla güzel. Ölüm bile, hayatın içinden mutluluğa doğru açılan bir kapı oluyor, inanan insan için. Bu dünyadan daha güzel bir âleme geçmeye vesile olduğundan, elbette merak etmeye değer. Ancak hikmetini bildikten sonra çokça üzülmeye değmiyor. Bir noktadan sonra, bu büyük gerçeği de kabullenip ona göre yaşayabiliyor insan.

Bir ders almak gerekirse eğer, işte kıssadan bir hisse:

Anlatırlar ki: Süleyman Aleyhisselâm; oğlunun vefatından üzülmüş, gözyaşı dökmeye başlamıştı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, ona, insan sûretine girmiş iki melek gönderdi. Onlar gelip birbirinden dâvâcı olduklarını söylediler. Biri dâvâsını şöyle anlattı!

“Bu adam benim ektiğim tarlamın içinden geçip ekinimi çiğnedi.”

Öteki de şöyle cevap verdi:

“Ben yolda gidiyordum. Birden yolumun üzerine ekin çıktı. Baktım yolun içi ekilmiş, başka gidecek yol yok. Mecburen ekinini çiğneyip geçtim.”

Süleyman Aleyhisselâm dâvâcıyı uyardı:

“Yol ekilir mi, oradan bütün insanlar geçecek!”

O zaman insan sûretindeki melek de şu karşılığı verdi:

“Peki, ölümden bu kadar üzünülür mü? Ölüm de bir yoldur. O yoldan bütün insanlık geçecek? Sadece senin oğlun değil ya?”

Bu konuşmadan aldığı dersle Süleyman Aleyhisselâm oğlunun vefatından duyduğu üzüntüyü azalttı, fazla üzülmemek gerektiğini kabul etti.

Gerçekten de öyle. Ölüm bir yoldur. Hem de herkesin yolu. O yoldan geçmeyecek bir kişi yoktur. Yaşayan herkes er ya da geç o yoldan geçecektir.

...

Son söz:

Biliyorum Rabbim! Sana hakkıyla şükretmek imkânsız. Acizane ve fakirane, hamdimi ve şükrümü, bütün zamanlar, bütün insanlar ve bütün nimetlerin için yapılmış olarak benden de, bizden de kabul eyle lütfen.

Ey cânıma cânânım, ey derdime dermanım,

Âlemlere sultanım, medet Allahım medet,

Kulunu saran geceye medet,

Yâ Rab, bizleri affet,

Yâ Rab, bizleri gaflet uykusundan uyandır.

Efendimize salâtü selâm olsun, milyar defa, sonsuz defa...

Ey Allah’ım, Seni sevmek ne güzel. Gösterdiğin bu mutluluk tablolarını seyredip şükretmek ne güzel. Sevgili Peygamberimize salâtü selâm göndermek ne güzel...

Mutluluk tablolarını izlemeye devam edeceğiz İnşaallah...

NOT: Rabbim bütün hasta kardeşlerimize şifalar ihsan eylesin. Maddî ve manevî derdi, kederi olan kardeşlerimize de en kısa zamanda bir çıkış yolu nasip eylesin. Kalpleriniz iman ve huzurla dolsun. Özellikle yaşlılarımıza ve yavrularımıza duâ edelim ve onların müstecap olan duâlarını almakta gecikmeyelim İnşaallah.

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Sükût her zaman altın mıdır?



Behey Yunus sana söyleme derler,

Ya ben öleyim mi söylemeyim de.

(Yunus Emre)

ATASÖZLERİMİZ, uzun yılların tecrübesinden süzülen, ders verici özlü sözlerdir. Genellikle, teşbihlerden ve mecazlardan faydalanarak söylenen bu bir cümlelik kısa sözlerin içinde derin mânâlar, yüksek hakikatler vardır. Söyleyeni belli olmayan, anonim olarak kabul edilip toplum tarafından benimsenen bu sözler, bir fikrin savunulmasında delil olarak da gösterilebilir.

Bu özlü sözlerden birisi de, “Söz gümüşse, sükût altındır” sözüdür. Burada anlaşılması gereken mânâ, bazen susmanın konuşmaktan daha hayırlı olduğu şeklinde olmalıdır. Ama “bazen” diye bir kayıt koymak şarttır. Yoksa, “sükût altındır” diyerek hep susarsak, hakikatleri ne zaman dile getireceğiz? Hakkımızı nasıl savunacağız? Burada doğru olan, doğru zamanda doğruları dile getirmektir. Sükût edilmesi gereken yerlerde ise, diline sahip olmaktır. En güzel ölçüyü, Bediüzzaman Hazretleri vermiştir: “Her söylediğin doğru olmalı ama her doğruyu söylemek doğru değildir.”

Büyük insanlar, kendilerine yapılan haksızlıklar ve hatta hakaretler karşısında susmuşlar. Böylece muhataplarının bundan utanıp pişman olmasını sağlamışlar.

Hz. Mevlânâ, Konya çarşısında dolaşırken, sinirli bir esnafın bir müşterisiyle tartıştığını duymuş. Esnaf, tartıştığı adama, “Bana bak, bana bir söylersen bin cevap alırsın” diye bağırıyormuş. Mevlânâ Hazretleri dükkânın kapısına varmış, esnafın gözlerinin içine bakarak, “Bana bak, bana bin söylesen, bir tane bile cevap alamazsın” demiş. Bunun üzerine, az evvel bin cevap vereceğini söyleyen adam, başını önüne eğmiş, bir tek cevap bile verememiş.

İnsan kendi hakkından ve haysiyetinden feragat ederek haksız sözler karşısında susabilir. Bunu nefsine kabul ettirebilir. Böyle davranmak bir olgunluktur, bir fazilettir. Ama mazlûmların hakkı, kamu hukuku ve inandığı değerlere yapılan hakaret ve haksızlıklar karşısında susma hakkına sahip değildir. Şayet böyle durumlarda da susuyorsa, bu suskunluk onun faziletinden değil, zilletindendir. İman zafiyetinin verdiği zavallılık hâlindendir. Peygamber Efendimiz (asm) “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyuruyorlar. Dünyada ve çevremizde bu kadar haksızlıklar yaşanırken biz bir kenara çekilip “sükût altındır” diyorsak, suskunluğumuzla şeytanın avukatlığını yapmış oluyoruz demektir.Bazen de sözlerimizin tesir etmediğini düşünerek susmayı tercih ederiz. Fuzûli’nin dediği gibi, “Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok” diyerek ikilem arasında kalabiliriz. Ama yine de söylemekte fayda vardır. Bir haksızlık karşısında elimizden bir şey gelmiyorsa, dilimizle de olsa tepkimizi koymalı, hakkın yanında yer aldığımızı göstermeliyiz.

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Makarr-ı saltanat neresidir?



Eskişehir’den Salih Beydemir: “Üstadımız yemek duâsında ‘bizi makarr-ı saltanatına celbet’ diyor. Allahın (c.c) makarr-ı saltanatı neresidir? Cennet midir? Yoksa sidre-i münteha mıdır? Arş-ı Ala mıdır? Levh-i Mahfuz mudur? Allah razı olsun.”

Risâle-i Nur’da Allah’ın tasarruf ve tecelliyâtı, fiilleri ve takdirâtı anlatılırken, dilimizin ve dimağımızın gündelik kelime, cümle ve anlam kalıplarının sınırlarının ne denli zorlandığına defalarca şahit oluruz. Bu bizim dilimizden, yani Türkçe’den kaynaklanan bir acziyet değil, bizim beşer oluşumuzdan kaynaklanan bir acziyettir. Çünkü bu derin ve yüce mefhumların karşılığını diğer dillerde de bulmak zordur.

Çünkü alan vücubiyet alanıdır. Yani Allah’ın tasarruflarından bahsediyoruz. Tasarruf merkezinden bahsediyoruz. Saltanatının karar kıldığı ulviyetten bahsediyoruz. Bu yüksek mânâlara bizim günlük kullandığımız dil, günübirlik kelimelerimiz ve cümlelerimiz elbette dar gelecektir. Bizim dilimiz buna elbette yeterli olmayacaktır. Çünkü esasen mümkinât âleminden vücubiyet âlemine bakmak, hangi yüksek görüşlü araç olursa olsun yerden güneşin içinde olup bitenleri izlemeye çalışmaktan binlerce kez daha zordur.

İşte Risâle-i Nur yüksek hakikatleri herkesin anlayabileceği şekilde ifade etmektedir. Kalbin böyle yüksek ufuklara nazar kılmasında bir sıkıntı yoksa da; bu yüksek ufuklardan mânâlar devşirip, bu mânâları beşerin anlayacağı şekilde günübirlik kelime ve cümle kalıplarında aktarmak ve beşerin dimağına dökmek, apayrı bir incelik ve ustalık işidir. Hakikatleri yüksek ufuklardan beşer seviyesine aktarma işlemi, ustalık istediği kadar ulvî bir hassasiyet de istiyor olsa gerektir.

Kur’ân’dan ve Peygamber Efendimiz’den (asm) aldığı yüksek icazetle vücup alanına, yani esmâ ve sıfat âlemine sıkça girip buradan hakikat incileri çıkaran ve bu incileri günlük kelime kalıpları içinde, yani anlayıp algılayabileceğimiz günlük konuşma dilimizle bize aktaran Risâle-i Nur’da, böyle yüksek mânâlar taşıyan hakikat anahtarlarına çok rastlarız.

Meselâ, Yirminci Mektup’ta Bediüzzaman Hazretleri “Ve ileyhi’l-masîr” (Dönüş O’nadır) kelimesini açıklarken, “Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelinin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz” 1 diyor. Bu cümleler, beşer olarak bizim fenadan bekaya yolculuğumuzu özetlerken; aynı zamanda vücub alanına ait mânâları bizim kullandığımız günlük dil ile aktarıyor. Ki, aksi takdirde bizim o mânâları kavrama imkânımız olmayacaktır. Burada geçen “Malik-i Hakikînin tarafı”, “Sultan-ı Ezelinin payitahtı” ve “Vahdet dairesi” kavramlarını, bildiğimiz kalıplarla dimağımızda şimşekler çaktırarak, bizi, bilmediğimiz mânâlara uçuran anahtarlar olarak buluruz.

Keza aynı kelimenin başlangıç kısmında şu cümleler yer alır: “Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim’lerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bakide huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.” 2

Burada cümleler birbirini tamamlayarak ve açıklayarak gidiyor. Bu cümlelerin birbirini açıklayan dizilişinden anlıyoruz ki, “Rabb-i Rahime makarr-ı saltanat-ı ebedisinde perdesiz kavuşmak demek, Hâlıkı, Mabudu, Rabbi, Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilmek ve bulmak demektir. Burada: Mekân yoktur. Yer yoktur. Mahal yoktur. Yön yoktur. Cihet yoktur. Yani O’nun bizi makarr-ı saltanatına celp etmesi, bizi Kendine döndürmesi, bizi huzuruna alması, bizim yönümüzü, meylimizi, teveccühümüzü Kendi Zat-ı Akdesine yönlendirmesi, bize merhamet etmesi, bizi rahmetine kavuşturması demektir.

Bir diğer ifadeyle, mekân olmakla beraber bizi Cennetine ulaştırması demektir. Nitekim neticede Allah’ın merhametinin, affının, kereminin, cemalinin, cevâdiyetinin, rahmetinin, şefkatinin bize göre yoğun biçimde tasarruf merkezi Cennettir. Öyle ki Kur’ân, “Cennette nereye baksan büyük bir nimet ve büyük bir saltanat görürsün!” 3 âyetiyle Cennette bir nimet ve rahmet saltanatı hükmettiğini bildirmektedir.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 385, 2- Mektubat, s. 384, 3- İnsan Sûresi: 20

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ensardan biri olmak



Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlara Muhacir, onlara destek elini uzatan Medine Müslümanlarına da Ensar dendiğini biliyoruz.

Yardımcılar anlamına gelen Ensarın değeri Resûl-i Ekrem’in (asm) gözünde bir başkaydı. “Hicret etme şerefi olmasaydı, ben de Ensardan biri olmak isterdim” 1 buyuracak, Mekke fethedildiğinde bile vefa gereği Medine’de kalacak, asıl vatanına dönmeyi düşünmeyecek kadar.

Allah Resûlünün (asm) Medine’ye varır varmaz ilk yaptığı işlerden biri evinden, barkından, yurdundan, kavim ve kabilesinden kopup Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlerle Ensarı kardeş yapmaktı. Hicretin beşinci ayında Enes bin Malik’in evinde Muhacirlerle Ensarı bir araya getirmiş, ikişer ikişer kardeş yapmıştı. Bunlardan 45’i Muhacir, 45’i Ensardandı.

Bu kardeşlik, ne göçlerde, ne de başka şekillerde tarihte ikinci bir örneği görülmemiş tarzda gerçekleşmişti. Başlangıçta birbirlerine varis olacak kadar öylesine bir dayanışma ve yardımlaşma sergilenmişti ki aradan çağlar geçtiği halde hâlâ hayranlıkla karşılıyoruz.

Bu kardeşlikten maksat Muhacirlere ayrılıklarını, garipliklerini hissettirmemek, keder ve üzüntülerini gidermek, onları Medine’ye ve oradaki Müslümanlara ısındırmak, kaynaşmayı sağlamaktı.

Muhacirler Hicretle her türlü baskıdan kurtulmuş, özgürleşmiş; inançlarını, ibadetlerini rahatça yapabilecekleri, Mekkeli müşriklerin baskıcı, katı ve zulüm dolu tavırlarına karşı kendilerine kucak açan sıcak bir atmosferi bulmuşlardı. Onlar önceden öğrendikleri bilgileri aktararak Ensar kardeşlerine manen destek verirlerken onlar da samimiyet ve candanlığın, fedakârlık ve feragatin göz kamaştırıcı örneklerini sunuyorlardı.

Yardımlaşma, dayanışma, diğergamlık, başkalarını düşünme, fedâkârlık, feragatta bir başkaydı onlar. Allah ve Resûlünün (asm) hoşnutluğunu kazanacak derecede zirvelere çıkmışlardı.

Ensar harika bir misafirperverlik sergilemiş, herbiri Muhacir kardeşlerini misafir edebilmek, ağırlamak için yarışa girmiş, sonunda kur’a atmak zorunda kalmışlardı. Allah Resûlünü (asm) ise hiç paylaşamamışlar, Efendimiz de (asm), Abdulmuttalip’in dayıları Neccar Oğullarında kalacağını belirtmiş, kur’a sonucunda Ebu Eyyube’l-Ensârî’nin evine gidebilmişti.

Bu kardeşliğin çok ilginç örnekleri var. Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar:

1- Müslim, zekât: 139; Müsned, 2:315.

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gecikmeyi hayra yormalı



Yer darlığından dünkü köşemize alamadığımız Can Dündar'ın "Said Nursî belgeseli"ne dair eski bir açıklaması vardı.

22.09.2006'da konuyu sansasyonel bir sunum ile haber yapan "www.superpoligon.com" web sitesine bir açıklama gönderen Dündar, bu konudaki çalışmaları hakkında özetle şu bilgileri veriyor:

"Said Nursî ile ilgili haberiniz, 14 Ağustos 2005’te Zaman gazetesine verdiğim demece dayanıyor.

“Belgeselin organizasyonunu bizzat yürüttüğünü” söylediğiniz Ekrem Dumanlı ile hayatta görüşmedim bile... Ne bu projeyle ilgisi var, ne bizi tanır.

“Fethullah Gülen cemaatiyle anlaştığımı yazmışsınız. Anlaşmak şöyle dursun, görüşmedim bile...

"Doğrusu şudur: 5 yıldır 'Lânetliler Bahçesi' adıyla bir dizi hazırlığındayım. Türkiye’nin 'hain' diye karalanmış ya da lânetlenmiş isimlerinin hayat öykülerini, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın ekrana getirmek azmindeyim... Nazım Hikmet belgeselleştirdiğimiz ilk isimdi. Ardından Said Nursi hazırlığına giriştik.

"Çok iyi bir ekiple 1,5 yıldır çalışıyoruz. Hiçbir kanal böyle 'lânetli' bir projeye destek olmaya cesaret edemediği için ve biz de cemaatten maddî destek alıp bağımlı olmak istemediğimiz için belgesel hazırlığını kendi olanaklarımızla ve konunun taraflarının bilgi–belge–teknik desteğiyle sürdürüyoruz.

"Hem Said Nursî yandaşlarının, hem karşıtlarının görüşlerinin birlikte yer alacağı belgeselin çok yakında yayına hazır olacağını ve her iki kesimi de şaşırtacağını şimdiden duyurmuş olayım."

* * *

Tâ 2001 yılından beri bu belgesellerin üzerinde çalıştığı anlaşılan sayın Dündar'ın "çok yakında yayına hazır olacağı"nı söylediği tarihin üzerinden de iki seneden fazla bir zaman geçti.

Onun bahsetmiş olduğu "hem yandaşlarını, hem de karşıtlarını şaşırtacak" olan Said Nursî belgeseli, anlaşılan o ki, bilinmeyen bazı sebeplerle yayına bir türlü hazır hale getirilemedi.

Doğrusu, şu noktayı merak etmemek elde değil: Sahi, bu nasıl bir çalışmadır ki, bir türlü bitmek bilmiyor?

Acaba, kim yahut kimler bu çalışmanın önüne takoz koydu?

Bütün bu sorular, orta yerde duruyor.

Bunların cevabı verilir, yahut verilmez. O bizim sıkıntımız değil; bundan tâ iki sene evvel çıkıp da "Çok yakında yayına hazır olacak" diyenlerin sorunudur bu.

Ancak şu var ki: Dün de ifade ettiğimiz gibi, şayet bu çalışma da "Mustafa" belgeseli tarzında olacaksa ve Said Nursî'yi olduğu gibi tanıtmayacaksa, veyahut onu yanlış tanıtacaksa—ki, bu noktada ciddî kuşkular var–bu çalışmanın hiç yayınlanmamasını daha hayırlı bulduğumuzu ve yaşanan gecikmeleri de hayra yorduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyoruz.

Tarihin yorumu 1 Kasım 1927

Bin yıllık birikim bir günde yıkıldı

Meclis tarafından çıkarılan 1 Kasım 1928 tarihli bir kànunla, Arapça yazılan bilumum harf ve sayılar yasaklandı; yeni Türk alfabesinin ise, Osmanlıca yerine Lâtince olmasına karar verildi.

Böylelikle, yaklaşık bin yıldır gelişerek devam eden bir gelenek, "yıkmak kolay" olduğundan, bir gün içinde yıkılmış oldu.

Kànun çıkmadan önce

yapılan işgüzarlıklar

Cumhuriyet gazetesi, daha harf kànunu çıkmadan evvel bazı haber ve yazıları yeni Lâtin harfleriyle neşretmeye başladı.

Lâtin harflerinin kabulüne dair kànun, Meclis'in açıldığı ve M. Kemal'in ikinci kez cumhurbaşkanlığına seçildiği 1 Kasım 1928 günü kabul edildi.

Yukarıdaki kupürde ise, M. Kemal'in 15 Eylül 1928'de başlayan Samsun–Sinop ziyaretiyle ilgili Cumhuriyet'in manşet haberini görüyorsunuz.

Dikkatle bakınız. Gazetenin ismi gibi, manşetin takdimine dair teknik bilgiler de Osmanlıca veriliyor ve"Sinop ve Samsun'da bulunan muhabirlerimizden..." diye başlayıp devam ediyor.

Gazetenin ilk sayfasında kullanılan Lâtince ifadelerin yazılış şekli de hayli dikkat çekici: Gazetenin başyazarı Yunus Nadi'nin ismi "Yonus" şeklinde yazılırken, manşet haber ile ilgili kelimelerin yazılışında ise daha başka tuhaflıklar serdedilmiş. Aynen aktaralım: "Gàzi hazretleri (Samsun)i şereflendirdiler. Sarık ve cüppe ile müvaffak olmanın imkhanı yok–tır. artık medeni bir millet olduğumızı cihana ispat ettik."

Meclis'te 1 Kasım 1928'de kabul edilen kànun, iki gün sonra yürürlüğe kondu ve böylece bin yıllık yazılı tarih, kültür, medeniyet, ilim, irfan birikimi, bir günde adeta yerlebir edildi. Bu tarihten sonra Arapça harfler bütünüyle yasaklandı ve Lâtince alfabe kullanma mecburiyeti getirildi. Meclis'in kararıyla başlatılan bu kaskatı uygulama, yaklaşık yarım asır sürdü. Şimdiki durum ise, o zamanki durumdan çok farklı bir noktada.

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ehl-i hizmet Nur Talebesinin özellikleri



Risâle-i Nur’un hizmet tarzında, iman ve ihlâstan sonra en büyük esas sebat ve metanettir. Risâle-i Nur hizmetinde, din ve dine hizmet, dünya hayatına basamak yapılmaz. Dolayısıyla Nurcular bir siyasî cereyana dahil ve tâbi olmaz; sadece haklı tarafa yardımcı ve dost olur.

Hizmet ehli, Risâle-i Nur’lara sadâkat, sebat ve metanetle bağlanır; kerâmet ve keşfiyat aramaz. Dünya rahatına ehemmiyet vermez, onu istemez; dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilir.

Nur Talebesi diğer dindarlarla münakaşaya girmez; sâir âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz. Vazifesinin hizmet; neticenin ise Allah’a ait olduğunun; Risâle-i Nur’a hizmetin en birinci vazife olduğunun şuurundadır. Ve Nur Talebesi şer’î meşvereti esas tutar. Desise ve hilelere metanet ve sebatla mukabele eder; adavet (düşmanlık) ve tarafgirlikle ihtilâfa düşmez. 1

Nur Talebelerinin hizmette örnekleri, sahabelerdir. Zira onlar, İslâmiyeti tesis, Kur’ân’ın hükümlerini yaymak için mallarını, canlarını ortaya koydular. 2

Akıl almaz işkencelere göğüs gerdiler.

Nur Talebeleri, İslâmiyete hizmetleri esnâsında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbâr zâlimlerin entrikalarıyla mâruz kaldıkları işkencelerden yılmaz; şahıslarını düşünmez, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ eder, sıddîkıyetle sebat ve şiddetli zulme mukavemet eder. Risâle-i Nur’la imân hizmetine bütün varlığını vakfeder. “Gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz, taarruzlarına mâruz kalsa da asla şevkini kaybetmez, hizmetlerine devam ederler. Zor şartlar ve sıkıntılar, onlara bir kuvvet kaynağı olur; sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koştururlar.3

Nur Talebesinin hizmeti, külfet ve hizmet makamında nefsini unutmamak, fakat ücret alma ve hizmetin hazzından istifade makamında nefsini unutmak şeklinde tecellî eder.4

İşte bir Nur Talebesi, Kur’ân ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık hâline düşmeyen sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eder.5

Nur Talebesi, zühd, takvâ, riyâzet, iktisad ve kanaatle ömür geçirmeye çalışır. Müslümanların refahı ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizmetine vakf ve hasreder. 6 Nur Talebesi, dine hizmette âzamî sebat, âzamî sıdk ve sadâkat ve fedâkârlık, âzamî iktisad ve kanaatin şart olduğunun şuurundadır.7

Ve sonunda Nur Talebesi kendisine şöyle hitap eder: Sen ey riyâkâr nefsim! “Dîne hizmet ettim” diye gururlanma. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrünün edası olarak bilmelisin.8

Duâsı da şöyledir: Allahım! Sevdiğin ve râzı olduğun şekilde Kur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl; ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Allahım! Kur’ân-ı Hakîmi indirdiğin zâtın kendisine, bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.9

Ve sık sık şu hakikati hatırlar, hatırlatır: Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.10

Dipnotlar:

1- Hizmet Rehberi, Yeni Asya Neşriyat, s. 204, 152, 208 2- Sözler, s. 454. 3- A.g.e., s. 719. 4- A.g.e., s. 439. 5- A.g.e., s. 718. 6- A.g.e., s. 712. 7- A.g.e., s. 706. 8- A.g.e., s. 436. 9- A.g.e., s. 228. 10- Mektubat, s. 221.

01.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara çuvallıyor…



AKP hükûmetinin ABD’ye “desteği”nin akıbeti de aynı. Özal’ın 1991’deki Körfez Savaşı sonrasında “bir koyup üç almak” hevesiyle Irak’ın kuzeyini 36. paralelden Irak’tan koparıp, Çekiç Güç’le himâye ve kontrol ettiği terör örgütünü yuvalanmasına zemin hazırlayan işgalci Amerikan askerlerine kayıtsız şartsız desteğin akıbeti gibi…

Amerika, Irak’ta her türlü baskı ve zulmü yapıyor; buna rağmen Irak ve Afganistan’daki savaşlarında hegemonya ve çıkarları uğruna, Kuzey Irak üzerinden Türkiye’deki terörü tırmandırıyor, bölge ülkelerinde etnik çatışmayı tahrik ediyor.

Bu politikalarla, “Kürt sorunu” iç politikanın malzemesi haline getirilerek, terör örgütü “siyasallaşma” sürecine malzeme ediliyor. Ankara, Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından “teröre destek vermesinler, bunun on katı her türlü yardımı yaparız” noktasına getiriliyor.

Daha önce Başbakan’ın, “muhatap almam” dediği ve “haddini bil” diye azarladığı Irak’ın kuzeyindeki yerel yöneticilere Ankara’dan “özel temsilciler” gönderiliyor. İncirlik Üssü üzerinden Amerikan uçağıyla Amerika’ya giden Barzani, bir haftalık Washington gezisinde Bush’la bölgedeki gelişmeleri ve terör örgütünün durumunu görüşüyor.

Ve Dışişleri Bakanı Babacan, bütün bunları “rutin” olarak yorumluyor…

ANKARA AYMAZLIĞA SEYİRCİ…

ABD’nin terör örgütüne silâh, para, sağlık ve malî destek sağladığı, Amerikan ordusunun işgalden sonra Irak ordusundan kalma hafif ve ağır silâhları terör örgütüne verdiği bizzat Amerikan Kongresi ve üyeleri ve federal savcılarla tesbit edilmişti.

Bu çarpıklıkla, bir yandan PKK’yı “düşman” ilân (!) edip Türkiye’yi hedef alan teröre karşı sözde “istihbarat paylaşımı” yapan Washington, diğer yandan “düşmanım dediği” terör örgütünü destekleyip koruduğu hergün yeni bir skandalla su yüzüne çıkıyor.

Türkiye’nin 2001 yılından beri aradığı ve Ankara’nın resmî yazıyla iadesini istediği, altı kez Amerika’ya giriş- çıkış yapan, “PKK’nin Amerika’daki temsilcisi” Kani Gulam’ı 7 yıldır teslim etmemesi, bunun son göstergesi.

Washington’da Brookings Enstitüsü ve SETA tarafından düzenlenen ve Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı Ahmed Davudoğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıya, terör örgütünün Amerika’daki temsilcisinin katılmasına göz yumulması, aslında ABD-PKK “işbirliği”nin açığa çıkaran onca olaydan biri…

18 yıldır ABD’nin Irak’ta atom bombası kullandığına kadar birçok olayın üstü örtülüp, işgal ve katliâm âdeta sıradan gibi lanse ediliyor; uluslar arası medya ve “yerli” işbirlikçilerince…

Şu hale bakın; Amerikan makamlarının PKK ile ilgili çalışmalarını organize eden, örgütün Amerikan çıkarlarına “maşa” olarak kullanılması irtibat ve ilişkilerini yürüten terör örgütü temsilcisi, bununla da kalmıyor; törende pişkince, “Kürtler neden evlerde unutulmuş bir piyano gibi gösteriliyor” diye Batı kültürüyle Amerikanvari soru sorma cür’etini gösteriyor.

Neticede, Güneydoğu’nun bazı şehirlerinde peşpeşe patlak veren şiddet ve provokasyonlarla, teröre karşı Amerika’nın Kuzey Irak’ta kukla devleti kurduran, Türkiye’yi Pentagon haritalarındaki gibi eyâletlerle ayıran oyununa zemin hazırlanıyor.

Bölgeyi yıkıp yakan, onbinlerce mâsum insanı katleden bölücü terör örgütü, böylece türetilme amacına uygun olarak ABD’nin “Ortadoğu oyunu”nda istimal ediliyor.

Ve Ankara hâlâ “rutin” bir biçimde bu aymazlığa seyirci kalıyor…

“ÇUVALCI GENERAL”E TEPKİ YOK!

Bundandır ki, “büyük patron ABD” memnun. Zira “plân” işliyor. İşgal altındaki Irak’ta son beş yılda bir buçuk milyondan fazla insan katledilmesi, otuz yıldır devam eden terörle Türkiye’nin otuz bin insanının öldürülmesi, hatta üç binden fazla Amerikan askerinin ölmesi, zâlim küresel güçlerin umurunda değil…

Bu maksatladır ki, Afganistan’da, Irak’ta, Amerikan medyasının “cihadçı militanlar” dediği ülkelerinin bağımsızlığı için işgale karşı direnenleri havadan ve karadan tesbit edip gece ve gündüz vuran, “kendi teröristi”ne göz açtırmayan ABD, Türkiye’yi hedef alan terörü görmüyor, görmezden geliyor. Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın bizzat “Beyaz Saray’daki dostları” Bush’a ilettikleri Irak’ta kol gezen “150 terörist elebaşı” listesinden bir tekini dahi teslim etmiyor.

Belli ki ABD’nin bölgeye yönelik istilâ ve ifsad projelerinde kullandığı PKK’nin miâdı dolmak üzere. Terör örgütüyle ekilen fitne tohumları boy vermiş. Şimdi bunun yerine Irak’ın kuzeyinde ve Türkiye’nin Güneydoğusunda kavmiyet kavgasını uluslar arası arenada siyasallaştıran oyunun sahnelenmesine sıra geliyor…

Bu arada, Irak’taki Amerikan işgal kuvvetleri komutanı General Odierno gizlice Türkiye’ye gelip “PKK’yi iğrenç” diyerek Genelkurmay İkinci Başkanı’yla “terörle mücadele”yi görüşmesi, bir başka garâbet!

Daha da garibi, başta bu görüşmeye müsaade eden hükûmet olmak üzere, 2003’te Süleymaniye’de askerlerimizin başına çuval geçiren “çuvalcı Amerikan paşası”na ne iktidardan ve ne de muhalefetten en ufak bir tepki verilmemesi…

Özetle, bunca can alan terörü azdırılıp siyasallaşma sürecine sokulması emr-i vakisine gelen AKP iktidarında, Ankara dış politikada da çuvallıyor…

Örnekleri ortada…

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Gerilim sona ermeli



Bazıları vardır gerilimden medet umar, bazılarının da politikasını gerilim üzerine kurarak siyaset yapar. Her ikisi de zararlıdır, tehlikelidir. Mahallî seçimler yaklaşırken Doğu ve Güneydoğu’da tehlikeli bir oyun oynanıyor. Askerlerin ya da polislerin karşısına çocukları çıkartıp, taş attırıyorlar.

Ergenekon dâvâsının görülmeye başladığı günlere denk gelen “İmralı’da işkence yapılıyor” iddiasıyla başlatılan Doğu ve Güneydoğu’daki olaylar iyice azdırılıyor.

Başbakanın ziyarete gittiği ilde dükkânların kepekleri kapatılıyor, sokaklara insanlar sokulmuyor. Başbakan da iki-üç zırhlı araçla sokaklarda gezebiliyor. “Hoş geldiniz” pankartları indiriliyor, sokaklara barikatlar kuruluyor.

* * *

AKP, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde sadece Tunceli’den milletvekili çıkaramamıştı. Başbakan her ortamda bundan söz ediyor. Mahallî seçimler yaklaştıkça da Doğu ve Güneydoğu bölgesine gezilerini sıklaştırıyor. Elbette başbakan olarak gitmeye hakkı var, gitmelidir de. Türkiye’nin her bölgesindeki halkın sorunlarını yerinde tesbit edip, çözüm yollarını araştırmalıdır. Ziyaretleri öncesinde “Diyarbakır’ı istiyorum, Hakkâri’yi istiyorum, Tunceli’yi istiyorum” demesi üzerine birileri “Biz de bu illeri vermeyeceğiz” çıkışını yapıyor. Başbakan o bölgedeki illere gitmek istediğinde birileri de “Başbakan gelmesin” diyebiliyor.

* * *

Diğer yanda da etnik milliyetçilik üzerine siyaset yapan DTP var. Anayasa Mahkemesi’nde kapatma dâvâsının sonuna gelinen DTP’nin bölgedeki olaylarda yaptığı eylemler, mitingler de ortamı gerdiği görülüyor. Bu partinin tansiyonu yükselten açıklamaları ardı ardına geliyor.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve bazı parti yöneticilerinin sözleri tansiyonu iyice arttırdı. Bu eylemlerden sonra görülüyor ki, sanki DTP kendisini kapattırmak istiyor…

DTP’nin Türkçe, İngilizce ve Kürtçe basılan bir kitapçığı bakanlıklara ve milletvekillerine göndermesi de tartışma konusu oldu. Kitapçığının içinde “federasyon” istendiği yönünde basında çıkan haberleri “çarpıtma” olduğu açıklandı, fakat, kitapta yer alan; “Türkiye’nin 20-25 bölgeye ayrılması” yönündeki öneriyi izah edemiyorlar.

Başbakan bugün ve yarın Van ve Hakkâri’de olacak. DTP ise Diyarbakır’da iki gün oturma eylemi yapacak. Muhtemeldir ki –İnşaallah olmaz- yine bu görüntüler tekrarlanacak. Polisle çocuklar karşı karşıya getirilecek.

* * *

Bu eylemlerin sona erdirilmesi için öylesine enteresan örnekler teklif ediliyor ki… Meselâ eylemlere katılan çocukların ailelerine soruşturma açılması, kömür ve gıda yardımlarının kesilmesi, ailelerin yeşil kartlarının iptal edilmesi…

Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşayan insanlarında birlikte yaşamaktan dolayı bir sorunu yok, olmadı da. Hatta kimsenin aklına “ayrılalım” gibi bir şey gelmiyor, gelmedi de. Bunu sadece etnik kimlik üzerine siyaset yapanlar dile getiriyor. Politikalarını etnik milliyetçilik üzerine yapanlar, federasyondan, ayrılmadan bahsedenler siyasetlerini “gerilim” üzerine kurarak medet umuyorlar. O bölgede yaşayan insanlara yazık ediyorlar.

Unutmamak gerekir ki, gerginliğin bu topraklarda yaşayan kimseye faydası yoktur. Birileri bir oyun oynuyor, bu oyunlara alet olunmamalı. Türkiye’yi bu gerilimden kurtarmak için herkese görev düşüyor. Sağduyulu ve itidalli hareket ederek “kardeşliğe” halel getirilmeden…

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tartışmadığımız kılık kıyafet



Nedense, ‘kılık kıyafet’ dendiğinde akla sadece ‘başörtüsü yasağını uygulamak’ geliyor. Oysa yürürlükteki yönetmeliklere göre uyulması gereken başka kurallar da var.

Elbette maksadımız mevcut kılık kıyafet yönetmeliğini savunmak değil. Dikkat çekmek istediğimiz konu; kuralların bir kısmını görmezden gelenlerin, diğer bir kısım kuralları hem de kanunlara aykırı olarak uygulamak için yarışması. Başörtüsü yasağı; yürürlükteki kanunlara aykırı olarak, yönetmeliklere dayandırılan bir yasak. Yine herkes bilir ki, yönetmelikler kanunlara uymalı; kanunlar yönetmeliklere değil.

Aynı yönetmeliklere göre —çok afedersiniz— ‘oyanmak-boyanmak’ da yasak; ama kimse ‘oyandığı-boyandığı’ için ikaz edilmiyor. ‘Müstehcen’ sayılabilecek kılık-kıyafetler giyerek okula ya da işyerine gitmek de yönetmeliklere göre yasak, ama bu yasaklara da uyan yok. Öyle ki ‘müstehcen’ giyimin iş verimini düşürdüğü ve başka mahzurlara sebep olduğu da hem Türkiye’de hem de dünyada bilinen bir gerçek. Bütün bunlara rağmen başörtüsü yasak, diğer bütün ‘yasak’lar serbest...

Çok daha önemli bir konu var ve nedense bu da dikkatlerden kaçıyor. Kılık-kıyafet denince sadece üniversitelerdeki başörtüsü yasağı akla gelmemeli. Elbette öncelikli olarak, kanunlara aykırı bir şekilde devam eden başörtüsü yasağı sona ermeli. Ama onun yanında başka konuları da tartışabilmeliyiz.

Meselâ, gerek ilköğretim okullarında ve gerekse liselerde devam eden bir uygulama var. İlköğretim okullarında genellikle ‘önlük’ giyilirken, orta öğretimde ise ‘forma’ giyiliyor. Mecburiyet olmamakla beraber bazı okullar kendilerine has ‘önlük’ler diktiriyor ve her öğrencinin bu önlükleri satın almasını istiyor. Liseler de aynı şekilde kendilerine has renk ve modellerde forma ya da takım elbise diktiriyor. İlk bakışta, ‘Ne var bunda?’ denilebilir. Ancak dikkatle bakınca işin içine ‘rant’ girdiği söylenebilir. Bir okulun ‘tavsiye ettiği’ kıyafet pazarda ya da her- hangi bir konfeksiyon dükkânında meselâ 10 YTL ise, aynı ürün okulun ürünlerinin satıldığı ‘dükkân’larda 20 YTL. Peki bu fark nereden kaynaklanıyor? Muhtemelen, elbisenin herhangi bir yerine yapıştırılan “3 kuruşluk” okul armasından! Peki, veli olarak biz bunları ödemeye mecbur muyuz? Niçin aynı kalitede bir elbiseyi ucuza almak mümkün iken, keyfî bir surette fazla para ödeyelim?

Bakınız, geçmiş yıllarda ilköğretim okullarında tek tip siyah önlük giyilir ve bunun değiştirilmesini teklif edenler neredeyse ‘hain’ ilân edilirdi. Aradan yıllar geçti ve kısmî bir serbestlik geldi, siyah önlükler tarihe karıştı. Herkes gördü ki; Türkiye batmadı ve dünya da yıkılmadı. O halde statükoyu korumaya çalışmanın ne anlamı var? Akıl için yol bir olduğuna göre, yanlışta inad etmeye gerek var mı?

Yapılması gereken şu: Hür dünya ülkelerinde olduğu gibi ilkokuldan başlayarak bütün eğitim kurumlarında ‘tek tip’i çağrıştıran kıyafet mecburiyetine son verilmelidir. Çocuklar, günlük, makul kıyafetleriyle okula gidebilmeli. Okul kıyafetleri, okullar için bir ‘rant’ kapısı olmaktan çıkarılmalı. Okulların maddî ihtiyacı varsa, bunlar başka şekilde karşılanmalıdır. Kıyafetleri geçim kapısı yapmak eğitime hiçbir şey kazandırmaz.

Kimse de ‘Serbestlik olursa çocuklar pijamalarıyla okula gider’ diye demagoji yapmasın. Kim, pijamayla sokağa çıkıyor ki okula gitsin?

Meselâ bir okul, kız öğrenciler için özellikle ‘az bulunan bir renkten’ etek kumaşı seçmiş. Etekler de yönetmeliğin aksine ‘kısa kesim’ yapılmış, di-kilmiş. Çünkü bildiğimiz kadarıyla yönetmeliklerde eteklerin ‘diz altı’na kadar inmesi isteniyor. Mevcut etekler ise ‘diz üstü’ sayılabilecek kısalıkta! Aynı kumaşı temin edip, ‘uzun etek’ diktirmek istediğinizde bu imkânı bulamıyorsunuz. Etekleri satan ‘dükkân’lar, “Bu kumaşı metre ile satmıyoruz, top top satıyoruz” diyorlar. Hayda! Bir etek için bir top kumaş mı alınacak?

Türkiye’yi idare edenlerden talebimizi özetleyelim: Başörtüsü yasağı sona ersin. Önlük, forma gibi mecburiyetler kalksın. Kılık-kıyafet okullar için ‘rant’ kapısı olmasın! Lütfen, hem çocukları hem de aileleri rahat bırakın!

01.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

12 Eylül’de bile...



Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, üniversitelerde başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğinin iptali kararına yazdığı karşıoy yazısında ilginç bir anekdot var.

1982 anayasasının hazırlanması sırasında Danışma Meclisinde Anayasa Mahkemesinin denetim yetkisine ilişkin maddenin “Anayasa değişikliklerini sadece devlet şeklinin değişmezliği ve şekil bakımından inceler ve denetler” şeklinde değiştirilmesine yönelik bir önerge verilmiş.

Gerekçe olarak da “Devlet şeklinin cumhuriyet olduğu ve bunun değiştirilemeyeceği ilkesinin de Anayasa Mahkemesinin denetimine tâbi tutulması yararlı olacaktır. Aksi halde bunun bir müeyyidesi olmaz. Eğer devlet şeklinin cumhuriyet olduğu yolundaki hüküm değiştirilirse o zaman buna kim mani olacak?” denilmiş.

Ama bu önerge reddedilmiş. Ve Anayasa Komisyonu Başkanı red gerekçesini “Sayın Genç arkadaşımız müsterih olsunlar, biz kırk beş milyon buna karşı koyarız” sözleriyle izah etmiş.

Burada bahsedilen Genç, Kamer Genç olmalı.

Demek ki, cumhuriyetin korunmasını Anayasa Mahkemesinin yetki alanına taşıma girişimi 12 Eylül döneminde bile geri tepmiş; cuntanın görevlendirip üyelerini tek tek belirlediği Danışma Meclisi bu yöndeki teklifi kabul etmemiş.

Ama şimdi gelinen noktada Anayasa Mahkemesi re’sen kendisini yetkilendiriyor; kaynağını anayasadan almayan bir yetki icad ederek, Meclisin aldığı kararları geçersiz hale getirebiliyor.

Ve buna karşı da kimse birşey yapamıyor.

Daha on beş ay önce seçmenden aldığı yüzde 47 oyla güven ve güç tazeleyip Mecliste büyük çoğunluğu elinde tutan iktidar partisi başta...

Dahası, AKP AYM kararına karşı birşeyler yapmak şöyle dursun; kapatma dâvâsında verilen kararı “Oh, çok şükür, kapatılmaktan kurtulduk” diyerek coşku ve heyecanla alkışlıyor.

22 Temmuz’dan sonra bir ara yarım yamalak gündeme getirir gibi olup sonra askıya aldığı anayasa projesini tekrar ihya etmeyi de düşünmüyor olmalı ki, buna dair bir işaret vermiyor.

Oysa Başbakanın, son AYM kararlarının ardından yine tekrarladığı “Millî iradenin üzerinde güç tanımayız, Meclisin yetkilerini dışlayan bir anlayışı kabul etmeyiz” sözünü uygulamaya yansıtabilmek için anayasa reformu kaçınılmaz.

Silbaştan yenilenip çağdaş dünyanın kriterlerine uygun hale getirilmiş bir anayasa yapılmalı ki, bu yetki gasplarına da, bilumum hukuk ve demokrasi dışı uygulamalara da son verilebilsin.

Aslında AKP bu işi ilk başta, 2002 seçimini kazanır kazanmaz yapmalıydı, ama yapamadı.

Öyle olunca da, daha sonraki süreçte farklı alanlarda reform ve iyileştirme yapmak için atmaya yeltendiği hemen her adım anayasaya ve gücünü anayasadan alan kurumlarınengellemesine takılıp akamete uğradı, sonuçsuz kaldı.

Son kertede, AKP anayasa konusundaki ihmalinin ağır faturasını, kendisine aylarca ecel terleri döktüren ve ülkeyi de ciddî sıkıntılarla karşı karşıya bırakan kapatma dâvâsıyla ödedi.

Dâvânın sonuçlanmasından sonra oluşan ortam ise, AKP’yi şeklen iktidarda olmasına rağmen kolu kanadı kırılmış, temel konularda zaten başından beri eksikliği gözlenen cesaretini tamamen kaybetmiş, “sistem”in dayatmalarına teslim olup boyun eğmiş bir parti haline getirdi.

Aksi yönde verilmeye çalışılan görüntülerle gizlenmek istense de, maalesef hazin gerçek bu.

İşin başında, yığınakta yapılan hatanın telâfisi, müteakip aşamalarda mümkün olamıyor. Sakal bir defa kaptırılmaya görsün; ardından ne yapılsa çare olmuyor. Olan da, büyük ümitlerle verdiği oyların defaatle bloke olup boşa gittiiğini görerek yine derin hüsranlar yaşamak zorunda bırakılan mağdur ve sessiz milyonlara oluyor.

Onun için de, çeyrek asırdır hayatımızı cendereye alan 12 Eylül düzeninden kurtulmaya çabaladığımız bir aşamada, 12 Eylül’ün dahi gerisine gittiğimizi gösteren hadiseler yaşıyoruz...

01.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır