"Gerçekten" haber verir 04 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

“Film” ve devrimler… (2)



Can Dündar’ın önce sponsorluk tartışmalarıyla gündeme gelen “Mustafa filmi”, bir gecede dayatılan “darbe gibi devrimler”i gündeme getirmekle kalmadı; laikliliğin dinden tecrid olarak lanse edildiği tek parti dönemindeki bazı çarpıklıkları da söz konusu etti.

Bunlardan birisi, Anadolu Ajansı aracılığıyla duyurulan ve 5 Şubat 1935’te Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “resmî tebliğ”de, “Atatürk’ün öz adının ‘Kemâl’ olarak yazılması”nın “sebep ve temelinin tahkiki” neticesinde bu kelimenin aslının ‘Kamâl’ olduğu”nun duyurulmasıydı. “Atatürk’ün muhafaza edilen soyadının ‘Kamâl’ olduğu ve bunun Arapça bir kelime olmadığı, Arapça’daki “olgunluk” kelimesine delâlet eden “Kemal” anlamına gelmediğinin kamuya ilân edilmesiydi.

Ne var ki M. Kemal’in “güçlü bir lider, ama inanılmaz tatminsiz bir insan” olarak resmedildiği filme, “düzene isyanı”nın ve bir bakıma “yasa tanımaz adam” oluşunun, daha doğumundan önce su çiçeğinden ölen kardeşinin mezarının kurtlar tarafından açılmasına yorumlanması, doğrusu garip geliyor.

Zira “Atatürk’ün gerçek kimliği”nin, “ölen babasının ardından başkasıyla evlenen anasına kırılmış bir ‘Mustafa”yı öne çıkaran psikolojik profili”le açıklanması, bin yıllık inanç, kültür ve irfan değerlerini altüst eden “inkılâpları”nın arka plânındaki “travmatik tepki”yi ve “başkaldırı”yı izâha yetmiyor…

“ÖZEL KİMLİK”TEN DEVRİMLERE…

Oysa bu hususu, ölümünden on beş gün sonra İngiltere Büyükleçisi Perey Loraine’in Londra’ya gönderdiği 25 Kasım 1938 tarihli, “Aziz Lordum; Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum” cümlesiyle başlayan 608 nolu telgrafı özetliyor.

“40 yıl boyunca açıklanmayacak - gizli” damgası vurulan ve Londra’ya özel kurye ile gönderilen bu gizli İngiliz belgesi mektupta, Loraine’nin “en derin sayılarıyla, en sâdık ve en mütevazi hizmetkârı” olduğu “Lorduna bildirmekten şeref duyduğu” “Atatürk’ün gerçek kimliği”ni, “çift karakterlilik” temelinde açıklıyor.

Yasaklanan H. C. Armstrong’un “Grey Wolf” (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insanın, “Atatürk’ü, çok yetenekli, inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlâk dışı ihtirasları olan; daha doğrusu dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır; bu tesbiti doğrular görünecek delilleri toplamak hiç de zor olmayacaktır” diyen İngiliz Büyükelçisi, buna bir başka tanım getiriyor.

“Müstesna ve takdire şayan bir kişi” olarak tanımladığı, “Atatürk’ün, bu şekilde tanıtılmasını yanıltıcı buluyorum” dedikten sonra, kendi tâbiriyle, “gözle görülün kural dışılığı sadece ayrı karakterliğe” yorumluyor. “Harf devrimi”nin, “ülkeyi laik kılarak ruh karartıcı yönetimler”den kurtarıp “on beş yıl gibi kısa bir sürede birçok şeyi yapması”nı buna bağlıyor.

“Atatürk’ün tüm karakterindeki bazı çelişkileri”, kendince “tensel günâhlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın, toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemi ile bağdaşmamaktadır” diye, “özel kimliği” tartışmaları arasında devrimlerine dikkat çekiyor.

“Korkarım ki gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak” diyen İngiliz Büyükelçisi Loraine’nin, M. Kemal’in “kendini yaşatacak bir sistem” kurduğunu anlatması ise “film”le alevlenen “diktatörlük” tartışmalarına bundan tam 70 yıl önce çarpıcı bir izâh getiriyor. “Tüm devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olması”nı, “sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti”yle açıklıyor.

İngiliz Büyükelçisinin, “Atatürk’ün idrak gücündeki esrarengiz yönü”nü bildirirken, “konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinç altını etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı” övgüsünün ardından, “Müslüman olarak doğmuş, ancak din karşıtı bir kişi olmuştu” tesbiti, daha o günden “Atatürk’ün görüş açısı” ve “devrimlerin amacı”na dair açık bir ifâde olmuştu…

“KARAKTER” VE “MESAJLAR”

Diğer yandan PKK terör örgütünün etnik provokasyonlarla kavmiyet dâvâsını tahrik ettiği, kardeş kavgasını kışkırtmalarının yapıldığı, Bediüzzaman’ın bundan 90 yıl önce “zemb-i azim (büyük günâh) dediği ve “fitneyi ikaz (uyandırmak)” olarak vasıflandırdığı “federatif sistem” bayrağını açtığı sırada, “film”de, M. Kemal’in “özerkliği önerdiği”nin anlatılması da ayrı bir tartışma konusu.

Bu durum, şüphesiz fırsatta “Atatürk hayranlığı”nı dile getiren terörist başı Öcalan’ın ve Marksist- Leninist ideolojiden gelme terör örgütünün “Atatürk’ü örnek alarak laik bir Kürt devleti” kurma projesini hatırlatıyor...

TIME dergisi, “Atatürk ve devrimleri” özel sayısında “Dünyayı değiştiren adam: Atatürk” cümlesiyle duyurmuştu.

Derginin, Japonların Pearl Harbour baskını, müttefiklerin Normandiye çıkarması, Hiroşima’ya atom bombasının atılması, ses hızının aşılması, insanoğlunun aya ayak basması gibi önemli olayların arasına, Almanya’daki Yahudilerin dükkânlarına saldırı gecesini ve M. Kemal’in inkılâplarını sayması enteresan.

“M. Kemal’in, sultan ve halife olmadığını” vurgulayan dergi, “Atatürk devrimleriyle kılık - kıyafetin Batılılaştığı, Lâtin alfabesinin kabul edildiği ve Müslüman halkın sorunlarına İslâmiyet’in değil, milliyetçiliğin çözüm olacağı bir dönemin açıldığını” yazmıştı. “Din yerine milliyetçiliğin ikame edildiği”ni bir defa daha açığa çıkarmıştı.

Can Dündar’ın, sirozlu “Sarı Zeybek”inin ardından perdeye aktardığı Yunanlı çocuk Yorgo’nun rol aldığı “karga kovalaması”yla başlayan “Mustafa” filmi tartışmaları, TIME dergisinin yayın hayatının 80. yılı sayısında “dünyayı değiştiren 80 önemli olay”ın arasında sıraladığı “M. Kemal’in inkılâpları”nın ardındaki “psikolojik” ve “travmatik” anlamın okunması açısından önemli…

Kısacası, 110 dakikalık filmde çizilen “karakter” ve verilen “mesajları” daha çok tartışılacak. En çok da “devrimleri” yönüyle…

Magazinden ziyade esas bu yönünün irdelenmesi gerekiyor…

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Küresel kriz Mısır’da yok…



Geçenlerde Mısırlı arkadaşlarla küresel krizi tartışıyorduk. Konu döndü, dolaştı, “Küresel kriz, Mısır’ı etkilemeyecektir” açıklamasına geldi. Siyasî çevrelerce yapılan bu açıklamaya Mısırlıların çoğunun tepkisi, “Doğru, etkilemeyecek. Çünkü biz zaten hep krizdeyiz” şeklinde oldu.

Yalnız gitseniz bile, içinde kendinizi yalnız hissetmeyeceğiniz kahveleri, ülkenin köylerinden, güneyinden, yahut farklı beldelerinden gelenlerin “Mısır” deyip yücelttiği ve medeniyetlerin geçiş noktası olan Kahire’ye şüphesiz kriz kelimesi hiç yakışmıyordu. Kendimce gördüklerim, bundan ibaretti. Zira inkâr edilemeyen krizin Mısır’da da her yerde kol gezdiği aşikârdı. Yaklaşık 2-3 hafta önce, 4 ay süren yaz tatilimden Mısır’a döndüğümde, fiyatlardaki artış beni çok şaşırtmıştı. İlk geldiğimde Türkiye’den getirdiğim, fakat son 1-1,5 yıldır burada da satılmaya başlanan Türk peynirinin bir kutusunda yüzde 100’den fazlaya denk gelen artış, krizin ne boyutta olduğunu gösteriyordu. Mısır’ı etkilemediği varsayılan kriz tabiî...

Fakat işin derinine inildiği zaman, en çok fiyat artışının ithal ürünlerde olduğu gözlemleniyordu. Belki evet, dışarıda karnınızı doyurmak eskisi kadar uygun ücrete mümkün değildi, ama yine de Türkiye’den kat kat uygundu. Ama eğer ithal bir mamul almaya kalkarsanız, alış veriş faturasındaki hatırı sayılır yükseliş, dikkatleri çekmeye değer…

Buradaki enteresan mevzulardan biri de, dünya çapındaki hemen hemen her markanın, Mısır’da üretilenin oldukça ucuz olması. Ama marketlerde aynı markanın ithal olanını da bulabiliyorsunuz. Kesinlikle taklit olmayan bu ürünlerde, fiyat farkı bazen 5-6 katını bulabiliyor. Özellikle gıda ve kozmetikte görülen bu fark, bazı ürünlerde ciddî anlamda kalite farkı olduğundan, özellikle yabancıları ithal olanını tercih etmeye zorluyor.

Bütün bunların yanı sıra, Mısır’da her yerde kendini belli eden sınıf farkı, bu krizle de açığa çıkmış durumda. Bazı insanları bu kriz hiç etkilemezken, 5 adet ekmeğe 25 kuruştan (Türk Lirasıyla) az ücret vermekte olanlar, şimdi bunu nasıl tedarik edeceklerini düşünmekteler. Tabiî ülkede ekmek politikasının olmaması, beraberinde her yerde farklı kalite, değer ve gramajla üretilmiş ekmekler çıkarıyor karşınıza. Bu da ortaya fakir ekmeği, zengin ekmeği, az da olsa mevcut olan orta sınıf ekmeği gibi ürünler çıkarıyor.

Bunlar olup biterken, birkaç ay önce tercüme edip gazeteye göndermeyi planladığım, fakat zaman kıtlığından dolayı gönderemediğim bir yazı geldi aklıma. NY Times’da “Kahire’den Mektup” isimli makalesiyle Thomas L. Friedman, hem gelmesi yakın küresel krize, hem de o esnada Mısır’da buğday ve yakıt fiyatlarının artışına dair olup biten krize değinmiş, güzel bir durum değerlendirmesi yapmıştı. Yazısını bitirirken, o zamanki mevcut (ve Mısır’ın yakasını bırakacağa pek benzemeyen) krizin Mısır’a olan etkisini, “İyi haber: Birçok Mısırlı artık bir Amerikalı gibi hayat sürebiliyor. Kötü haber: Bundan daha fazla Mısırlı artık bir Mısırlı gibi bile hayat süremiyor. Bu ne onlar için, ne de bizim için iyi bir gelişme” diye özetleyen Friedman’ın oldukça yerinde bir tesbit yaptığını düşünüyorum. Artık Mısır’da hayat, herkes için “maliş” * denip geçiştirilemeyecek kadar zorlaşmaya başlıyor….

* “Üzülme, boşver, aldırma, birşey olmaz” gibi mânâlara gelebilen, Mısırlıların her cümlede ve durumda, çoğu zaman yabancıları sinirlendirecek sıklıkta kullandıkları bir kelime.

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsrail karakteri



Hüsnü Mübarek, Mehmet Ali Paşa döneminden beri Mısır’da en uzun dönem iktidarda kalan lider. Mısır’ın İttihatçıları sayılan 23 Temmuz 1952 darbesi/devriminin liderlerinden biri olarak; selefleri arasında iktidar rekoru kıran tek isim olmuştur. Nasır esrarengiz bir şekilde hayata veda etti. Sedat, Halit Şevki’nin kurşunlarıyla öldürüldü. Her ikisi de savaş yapmış liderlerdi. Mübarek, 1979 yılında yapılan Camp David anlaşmasından beri en istikrarlı dönemde iktidar oldu. Ama istikrar Mısır’a fayda ve yarar getirmedi aksine çürümeye neden oldu. Mübarek döneminde Mısır madden ve manen kalkınamadı aksine çöktü. Esasında Mısır’ı çökerten bir yerde Camp David süreci olmuştur. Mısır gevşedi ve safdışı oldu. Mısır’da peşpeşe gelen yangınlar da, ülkenin yeni bir devrimin eşiğinde olduğunu gösteriyor. Nitekim İngiliz gazeteci ve yazar John Brandly Mısır’ın yeni bir devrimin arefesinde olduğunu, ülkenin, halkın galeyanı sonucu, gelecek devrimle birlikte İhvan’ın eline düşeceğini öngörmektedir. Devrim ihtimalini varid görmekle birlikte İhvan’ın Mısır’ı yönetebileceği ehliyette olmadığını düşünüyorum. İhvan vizyoner hatta misyoner (davetçi) olmaktan çıkmış ve bu vasfını kaybetmiş, fikren ve kadro itibarıyla ihtiyarlamıştır. Sonra Mısır’da İhvan’ın cemaat tekeli kırılmış ve İslâmî hareket içinde organize güç olsa bile belirleyici olmaktan çıkmıştır. İhvan’ın yöntemi ve Mısır rejiminin istibdadı her iki tarafı da örselemektedir.

***

Mısır ile İsrail arasında 30 yılını dolduran barış soğuk barış olmaktan çıkamamış ve sıcak barış haline gelememiştir. Bunda İsrail’in karakteri etkili olduğu gibi Mısır ve İslami kamuoyunun etkisi de gözardı edilemez. Bu bağlamda, İsrail’in karakterini göstermesi açısından İsrail Evimiz Partisi Lideri Avigdor Lieberman’ın Mübarek’le ilgili açıklamaları tipik bir örnektir. Bilindiği gibi, en uzun dönem iktidar olan Mübarek İsrail’e bir kez olsun gelmemiş ve ziyarette bulunmamıştır. İsrailliler buna içerlemekte ve bunu aşağılayıcı bir davranış olarak görmektedirler. İşte sonunda Avigdor Liebarman patlamış ve Mübarek’in bu davranışı karşısında: “İsrail’e gelmezse cehenneme kadar yolu var” demiştir. Esasında Tevrat’ın talimat ve öğretileri doğrultusunda İsrail bölgedeki bütün ülke liderlerinden Ağlama Duvarı’na Yahudilerin yüz sürmesi gibi Knesset’e yüz sürmesini beklemekteler. Sedat bunu yapan ilk ve son lider olmuştur. Akabinde bunu Esad’dan ve diğerlerinden de beklemişler ama gerçekleşmemiştir. Lieberman’ın açıklamaları Mısır ile İsrail arasında yeni bir krizin habercisi olmuştur. Bundan bir iki yıl önce Refah Sınır kapısı çevresinde Filistinlilerin silah kaçakçılığı için tünel kazdığı iddiaları iki ülkenin liderlerini karşı karşıya getirmişti. Lieberman’ın açıklamaları bundan sonraki en hararetli krize neden olmuştur.

***

Lieberman’ı açıklamalarından sonra krizi yatıştırmak için Şimon Peres gibi İsrailli liderler devreye girmişler ve İsrail Evimiz Partisi liderini muahaze etmiş ve çekişmişlerdir. Liebarman bununla da kalmamış Sina’ya asker yığmak ve İsrail’le savaşmak için Mısır’ın fırsat kolladığını ileri sürmüştür. İngiliz gazetecinin Mısır yıkılıyor ve bir devrime gebe açıklamaları nerede, Liberman’ın hayalî açıklamaları nerede. Olsa olsa Liberman’ın açıklamaları Mübarek’in şartlarını gözetmeyen İsrail’in tipik karakteri ile açıklanabilir. Zaten 10 Şubat seçimlerini kazanması ihtimali olan veya kazanamasa bile kısmen başarılı olması beklenen Netanyahu hiç toprak ve taviz vermeden Arapları tavlayabileceğini ve Suriye ve Filistinlileri barışa ikna edebileceğini söylemiştir. İsrail derin hayallerde yaşıyor. Liebarman ile Netanyahu birbirini tamamlamaktadır.

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

2006’dan bugüne



Yaklaşık üç sene önce “terörle mücadele” için yapılan ve Başbakanlık bünyesinde müstakil bir birimin teşkili projesiyle sonuçlanan çalışmaları takip ederken, değerlendirmelerimizi bu köşede şöyle yansıtmıştık:

***

Terör için ayrı bir birim teşkiline karşı çıkan hükümet, onun yerine Terörle Mücadele Kurulunu devreye soktu ve bu kurul da MGK’nın direktifleri çerçevesinde (hazırlanan) planı yürürlüğe koydu. Dolayısıyla, sonuç değişmemiş oldu. Erdoğan’ın eylem planına attığı imza, bize dokuz buçuk yıl önce Erbakan’ın MGK Kriz Yönetmeliğine verdiği onayı hatırlatıyor.

O onaydan sonra 28 Şubat hızlanmıştı.

Dileriz, tarih yine tekerrür etmez... (3.3.2006)

***

Bir başka endişe verici gelişme, Başbakanlık bünyesinde bir Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü kurulmakta olduğuna ilişkin haber. (Hürriyet, 8.3.2006) Hatırlanacağı gibi, “terörle mücadelenin koordinasyonu” için böyle bir birimin oluşturulması da askerin taleplerinden biriydi.

Hükümet başından beri bu talebe soğuk baktığı görüntüsü verdi, ancak ilerleyen süreçte, yıllardır toplanmayan Terörle Mücadele Yüksek Kurulunu dirilterek bu isteği karşılama yoluna gitti. Ama görünen o ki, adım adım yine askerin dediğine geliniyor. Üstelik daha kuşatıcı bir sistem kuruluyor... (11.3.2006)

***

Başbakan, değişiklik taleplerinin asker tarafından reddedildiği, ama uygulanması hükümete havale edilen bu belgeye (Millî Güvenlik Siyaset Belgesi), içeriğindeki bilumum yanlışlarla birlikte “evet” demek suretiyle, davulu sırtında taşımaya devam ederken tokmağı kendi rızasıyla başkasına teslim etmiş olmuyor mu?

Anlaşılan o ki, Başbakan bilerek, isteyerek bu tercihi yaptı ve bundan dolayı herhangi bir rahatsızlık duymadığı görülüyor. Nitekim yine askerin ısrarlı talebiyle toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulunun kabul ettiği 120 maddelik eylem planının icrasıyla MGK Genel Sekreterliği bünyesindeki Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Dairesi İç Güvenlik Grubunu görevlendiren imzayı da hiç tereddütsüz atıyor.

Bu durumda, Terörle Mücadele Eylem Planını uygulama adı altında, askerin AB sürecinde nisbeten kaybetmiş göründüğü mevzileri tekrar geri alması sonucunu verecek gelişmelerin hızlanması sürpriz olmaz. (...) Bakalım, eylem planındaki—terörle ilgili veya ilgisiz—120 madde uygulamaya konuldukça nelerle karşılaşacağız? Erbakan’ın MGK Kriz Yönetmeliğini imzalamasını takiben 28 Şubat hız kazanmıştı. Erdoğan’ın imzası da başımıza iş açmasın! (22.3.2006)

***

Birçok şeyin temelini oluşturan demokratik dengelere bakacak olursak, AB reformlarıyla nisbeten düzelen dengelerin, hükümetin gizli anayasaya ve askerî bürokrasinin hazırladığı “terörle mücadele eylem planı”na “evet” demesinden sonra sür’atle bozulmaya yüz tuttuğu gözleniyor. Şemdinli olayında, işe adı karışan generallerin yargılanması beklenirken faturanın sivil kanada çıkarılması ve hükümetin ilk olarak, askeri rahatsız eden açıklamalarıyla gündeme gelen Emniyet İstihbaratının başındaki ismi feda etmesi bunu gösteriyor. (31.3.2006)

***

Bunları aktardıktan sonra bugüne gelirsek:

2008 Kasım’ında geldiğimiz noktada, o zaman Başbakanlık bünyesinde Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü kurma projesinin akim kaldığı ve bu defa İçişleri Bakanlığına bağlı bir Terörle Mücadele Koordinasyon Merkezi kurulmasının gündeme geldiği görülüyor. Bu projeyle ilgili olarak su yüzüne çıkmaya başlayan ayrıntılar ise, yeni kaygıları beraberinde getireceğe benziyor.

Ve işin bu cihetinin, başlı başına müstakil bir konu olarak ayrıca ele alınması icab ediyor.

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Gerçeğe açılmak



“Çalınan her kapı hemen açılsaydı, ümidin, sabrın ve isteğin derecesi anlaşılmazdı. Bir kelebek avcısı bile çalıların yırttığı ayaklarla koşmak zorundaysa, hayatın anlamını eliyle koymuş gibi bulmak kimin harcı”

Telefonuma mesaj olarak gelen yukarıdaki cümleyi kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, hangi makamda söylemiş bilmiyorum ama yaşadığım “an”a uygundu, adeta uykumdan uyandırdı… Açıkçası kimin gönderdiğini de bilmiyorum, bildiğim hayatın anlamına dair söylenmiş çok bilgece bir söz olduğu… Güzel söz, gerçeğin gerdanlığı gibi asılı durdu şuurumda…

Şükür edebilmek başarısızlıklarından, onlardan ciddî dersler çıkartmayı gerektiriyor… Sıradanlıktan sıyrılmak, farklı düşünebilmek, bayağı bakışları bırakıp kimsenin görmediğini görebilmek; arayış ve gayretlerini bıkmadan sürdürebilenlerin harcı olmalı… Bulmak gibi derdi olmayanların maddesel anlamda çok şeyleri olsa da hiçbir şeyleri yoktur gerçekte… Oyunlarla oynaşmakla kendilerini avutur ve kandırırlar sadece, sadeliğin gücünden ve güzelliğinden habersiz…

Her şeyden haberdar olmak isterken kendilerinden habersizler, hayatın hayrını yakalamayı, kelebek kanatlarla yıldızlara çıkmayı bilebilirler mi? Dert dikenlerinden dersler çıkarmayı bilmeyenler, kapı kapı dolaşıp gerçeği aramayı kendine dert edinmeyenler, hangi hayat standardında, nerede yaşıyor olsalar da boşluğun derin dibinde dipdiri uyuyorlardır…

Uyumakla büyümez hayatın hakikati, hakikatin hayatı… Aramak, aramak, bir daha aramak, bulduğunla yetinmeyerek daha fazlasını istemekle gelir, gerçeğin gerçeği…

Çöllerde yalnızlıkta yanmaya, kutuplarda üşümeye üşenmemeyi düşünenlerin ayağına gelir gerçek ve çat kapı çalar “ben geldim”. Her kapıyı çalmak ve sonrasında kendi kapısını açık yüreklilikle açabilenlere şans diye gelir, gerçek…

Serap peşinde değil, sabır adımlarla ümidin arkasından koşanları kucağına alır, şefkatli hayat…

Kapılar açılmıyorsa daha çalacak çok kapı, sabır merdivenlerinden çıkılacak çok basamak, ümidin renklerinden devşirilecek çok ışık vardır… Varlığın hayat sırrını yakalamak çok kolay olsaydı, bunca arayış sürüp gider miydi böyle?

Bir o kadar da kolaydır onu yakalamak, kelebeği yakalamak için çalılarda yırtılmayı göze almak kadar kolay… Kozadan kelebeğe giden yol izlendiğinde çok daha kolay olacaktır, yıldızlara kanatlanmak…

Kapılar açılmak içindir, açılmayacak olsaydı duvar olurdu; duvar dibinde uyuya duranlar ne hayattan haberdardır, ne de hayatın gerçeğinden. Kapıları ümit ve sabırla aşındıranlara bir gün “gerçek” açılacaktır, bunda olmasa da diğerinde…

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsan en çok neden korkmalı?



ir gün bir sahabî Allah Resûlüne (asm) sordu: “Ya Resûlallah, en çok neden korkmalı, endişe etmeliyim?” diye.

Allah Resûlü de (asm) dilini tutup göstererek, “İşte bundan!” 1 buyurdular.

Hayvana göre yüz kere, bin kere üstün duygu, kabiliyet ve organlarla donatılan ve yeryüzünün halifesi olarak yaratılan; dağların, taşların, yerlerin, göklerin taşımaktan kaçındığı emaneti omuzlayan insanın söz ve davranışlarının kontrol edilmemesi ve bunlardan sorgulanmaması hiç mümkün mü? Kur’ân buyurur ki: “İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek bulunmasın.”2

Misyonu büyük olan insanın her sözü ve her hareketi, bir bakanın, bir başbakanın, bir cumhurbaşkanın halktan bir kimseye göre ne kadar farklıysa o kadar büyük ve önemli. Onun için ağzından çıkan her sözü bin tartacak bir söyleyecek. Kâinatın Efendisi (asm), “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayrı söylesin, ya sussun” 3 buyurmaz mı?

İyice bilmediği, doğruluğuna emin olmadığı sözü de söylemeyecek. Çünkü, “Bilmediğin şeyin peşine takılma. Kulak olsun, göz olsun, kalp olsun, bunların hepsi muhakkak ki ondan mes’uldür” 4 sırrınca sorumluluk söz konusu. “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter.” 5

Şu hadis-i şerif de oldukça uyarıcı: “Çok konuşanın hatası çok olur. Hatası çok olanın günahı çok olur. Günahı çok olana Cehennem lâyıktır.” 6

Öyleyse çok konuşmamalı insan. Konuştuğunda da tartıp ölçüp öyle konuşmalı ve her şeyi de ulu orta konuşmamalı.

Peki, neler konuşmalı insan?

Mutlaka dünyası ve ahireti için faydalı şeyler konuşmalı. Boş şeyler konuşması zaten o misyonla, o kametle bağdaşmaz. Çünkü, “Boş ve lüzumsuz şeyleri terk etmesi kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.” 7

Evet, mutlaka hayırlı, güzel, faydalı şeyleri konuşmalı insan. Ve bunlar iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla ilgili olmalı. Sayısız nimetlerle, rahmet, lütuf, ihsan ve ikramlarla besleyip büyüten Rabbini zikretmekle ilgili olmalı. “İnsanoğlunun, iyiliği tavsiye, kötülükten sakındırma ve Allah’ı zikretmenin dışındaki bütün konuşmaları aleyhinedir—bunlardan dolayı hesaba çekilecektir” 8 hadis-i şerifi bu gerçeğe dikkat çeker. Şu hadis-i şerif de boş şeyler konuşmanın zararına dikkat çeker: “Allah’ı anma [hatırlama ve hatırlatmanın] dışında fazla konuşmayın. Çünkü Allah’ı anmanın dışında çok konuşmak kalbi katılaştırır. Allah’ın rahmetinden en uzak kimse ise kalbi katı insandır.” 9

Öyleyse sözlere dikkat!

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Zühd: 60.

2- Kaf Sûresi: 18.

3- Müslim, İman: 74.

4- İsra Sûresi: 36.

5- Ebû Davud, Edep: 80.

6- Feyzü’l-Kadir, 6:213.7- Tirmizî, Zühd: 9.

8- Tirmizî, Zühd: 62.

9- Tirmizî, Zühd: 61.

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif konular



Cihangir Bey: “1. Arkadaşım namaz kılmaya başladığı tarihten itibaren, ilk 3. yılın sonuna kadar tek başına kıldığı farz namazlarının 3. ve 4. rekâtlarında da bilmeyerek zammı süre okumuş, normalden fazla okumuş yani... Okulda din kültürü dersinde yanlışlığını öğrenince hemen düzeltmiş. Şimdi bu durumdan dolayı bu ilk üç yılın kazasını kılması gerekiyor mu? Yoksa bilmediğinden veya yanlışlığından dolayı özre girer mi? 2. Kaza namazlarında, her namazdan önce ezan okuyup, kamet getirmeli mi? Yoksa en başta bir kere ezan okuyup, kamet getirerek pek çok kaza namazı kılabilir mi? Bu hususta ölçü ne olmalı?”

1- Farz namazların bütün rekâtlarında Fatiha okumak, 1. ve 2. rekâtlarında Fatihadan sonra zamm-ı sûre okumak vaciptir. 3. ve 4. rekâtlarında ise yalnız Fatiha okunur, zamm-ı sûre okunmaz. Sünnet böyledir.

Farzların 3. ve 4. rekâtlarında bilmeyerek zamm-ı sûre okuyan ve namazı da bitiren birisi için yapacak bir şey yoktur. Bu hata ile namazının sıhhati bozulmamıştır. Yani namazını fesada verecek bir hata yapmış değildir. Namazı sahihtir. Namazını yeniden kılması gerekmez.

Ama eğer namazın içinde hatırlamış olsaydı, vacibi geciktirdiği için sehiv secdesi yapması lâzım gelirdi ve bu onun için yeterli olurdu.

2- Ezan, cemaatle farz namaz kılınan yerde bir kere okunur. Aynı yerde aynı vakit içinde başka cemaatler de farz namaz kılacak olsalar artık ezan okumazlar, kamet getirmezler; doğrudan namaza başlarlar.

Ancak birden fazla kaza namazı peş peşe—ister cemaatle, ister bireysel olarak—kılınmak istense, her bir kaza namazı için ayrı ayrı kamet getirilir. Fakat bir ezan başta okunmuş olmak şartıyla yeterlidir.

***

Eskişehir’den İzzet Bey: “Nur Sûresinin 3. âyetine göre zina yapan birisinin evliliği nasıl olmalıdır?”

Nur Sûresinin 3. âyeti meâlen şöyledir: “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadını da, zina eden veya müşrik bir erkekten başkası nikâh altına alamaz. Böyle bir evlilik mü’minlere haram kılınmıştır.”1

Bu âyet mü’minleri zina fiilinden sakındırdığı gibi, zinakârlıkla şöhret bulan tövbesiz kimselerle evlilik hususunu da düzenlemiştir. Hz. Ebû Bekir (ra) zamanında genç ve evli olmayan bir erkekle yine evli olmayan bir kadının zina yaptığı tesbit olunmuş; Hz. Ebû Bekir (ra) bunlara ceza olarak yüzer değnek vurulmasını emretmiş, sonra bunları birbirleriyle nikâhlamış; ardından da bu ikisini sürgüne göndererek toplumdan tecrit etmiştir.

İslâm Hukukunda zinakârlıkla şöhret bulan, açıkça fuhuş yapan ve bu yolda meşhur olan kadınla da, erkekle de, bunların dürüst ve samimî olarak tövbe yaptıkları bilinmedikçe evlenmek caiz değildir. Eğer samimî bir şekilde pişman oldukları ve tövbe yaptıkları anlaşılır ve bundan böyle kendilerini ıslâh edecekleri konusunda güven duyulursa böyle kimseler ile evlenmek mubah olur.

Dipnotlar:

1- Nur Sûresi: 3

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hizmet ehlini bağlayan prensipler (2)



“Acz, fakr, şefkat ve tefekkürü” esas alarak hareket etmek.1

İhlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir.2

Hakkı müdafaa için bile olsa, kuvvet kullanmanın zulme sebebiyet vereceğini hatırdan çıkarmamak.3 Dahilde asla maddî güç kullanmamak. İkna için kimseyi zorlamamak.

Cihad-ı mânevîyi (ilim, fikir, ibadet, ihlâs, zikir, tebliğ ve irşadı) esas almak. Yegâne kuvvet, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.4

Müsbet hareket etmek, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka cemaat ve kişilere düşmanlık etmemek veya onları eksik göstermeye çalışmamak.

Hangi cemaat, meslek ve meşrepte olursa olsun, İslâm dairesi içinde olan herkese karşı uhuvveti (kardeşliği) hissetmek, sevgi ve saygı duymak. Ehl-i hak ve ehl-i imanla ittifak etmek.

Hizmet ehli ile rekabet etmemek.5

Tarafgir davranmamak, daima haktan yana olmak.

Hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerini tenkit etmemek; yalnızca noksanını tamamlamak, kusurunu örtmek, ihtiyacına ve vazifesine yardım etmek.6 En müthiş maraz ve mûsibet olan cerbeze (gerçekleri saptırma) ve gurura dayanan tenkitten uzak kalmak.7 (Mihenge/ölçüye vurmak ayrı, tenkit ayrıdır.)

Kendi namına hazm-ı nefs etmek (kendini yermek), gururlanmamak; millet (ve cemaat) nâmına iftihar etmek, asla hazm-ı nefs etmemek, yermemek.8

Herkese, özellikle ehl-i hizmete İlâhî adalet ölçüleriyle muâmele etmek ile muhabbet ve hürmet etmek.9 Yani, sevapları ve iyi tarafları fazla ise, onu iyi kabul etmek, dışlamamak…

İnsaflı olmak. Yani, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilmek. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” dememek.

Cemaat zamanı olduğunu, ferdin çok zayıf kaldığını bilmek ve şahs-ı mânevîye sarılmak.

Hakkı, bâtılın hücumlarından kurtarmak için gayret etmek.

Nur mesleği tahrip ve tecâvüz değil, müdâfaa ve tamir etmektir.10

Cemaatin en önemli özelliklerinden birisi de istişaredir. Dolayısıyla şahsî fikirler ve tasavvurlardan uzak kalmak; meşveret kararlarına uymak.

Müsbet hareketle tesânüdün bozulmaması için dikkat etmek.11 Tesânüdü bozarak cemaatin tadını kaçırmamak.12

Sıhhatli ve istikametli birliğin, Nur mesleğinin temel bir düsturu13 olduğunu bilmek.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 96. 2- Kastamonu Lâhikası, s. 187. 3- Lem’alar, s. 165-166. 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 99. 5- Lem’alar, s.145-146. 6- Lem’alar, 164-165. 7-Hutbe-i Şamiye, s. 147. 8- Sünûhat, s. 20. 9- Mektûbât, s. 354. 10- Kastamonu Lâhikası, s. 48. 11-Kastamonu Lâhikası, s. 172. 12- Barla Lâhikası, s. 87. 13- Mektûbât, s. 459

04.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tecrübe ile sabit



Eski dişişleri bakanı (12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası) ve bir dönem Türkiye’nin BM daimî temsilciliğini de yapan İlter Türkmen, Türkiye’nin dertleriyle ilgili olarak tecrübelerine dayanarak çözüm yollarını anlatmış. Türkmen’in gerek Güneydoğu konusunda ve gerekse CHP ve lideri Deniz Baykal hakkındaki değerlendirmesi özellikle dikkat çekiyor. Türkmen, Baykal hakkında belki de söylenmesi gereken ‘son söz’ü en başta söylüyor. “Baykal CHP’nin başından ayrılsa, parti yeni baştan organize olsa... (CHP’de işler düzelir mi?)” anlamındaki bir soru üzerine tecrübeli diplomat şöyle demiş: “İmkânsız. Yerleşmiş bir zihniyeti var CHP’nin. Baykal’dan ibaret değil mesele. O jakoben zihniyet değişmez.” (Nuriye Akman’ın röportajı, Zaman, 2 Kasım 2008) CHP ve Baykal hakkındaki bu değerlendirme aslında ‘umumî bir kanaat’ haline gelmiş durumda. Yakın zaman önce İsveç’in İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson da CHP’nin iktidara gelebilmesi için başka gezegenlerden ‘insan’ getirilmesi gerekir anlamında tesbitlerde bulunmuştu. Türkmen’in tesbiti de aslında bunu doğruluyor. İktidar partisinin ve başbakanın tavrını da değerlendiren Türkmen, bu konuda da şöyle demiş: “Doğrusunu isterseniz ben AKP’ye de şaşıyorum. Başbakan niye bu kadar sinirli konuşuyor anlamıyorum. (...) Başbakan’ın asabiyetini, sert üslûbunu anlamakta güçlük çekiyorum. Siyaseti germek onun menfaatine değil ki.” İşte büyük ekseriyetin kabul edebileceği bir tesbit daha. Siyasetçilerle, muhalefetle, ‘işçi’yle, ‘köylü’yle, ‘çiftçi’yle kavga eden, yeri geldiğinde yanından kovan, sesini yükselten bir başbakan görüntüsü hakikaten doğru değil. “Başbakanın ‘kavga’ etmesi çok doğru” diyen kaç vatandaş değil, kaç partili çıkar? İleri derecede ‘fanatik’ olan bir kaç kişiden başka... Başbakan bu ‘kavga’sını ihtilâlcilere karşı veriyor olsa tamam. Tam aksine, her fırsatta Türkiye’nin önünü tıkayıp ufkunu karartanlara karşı sessiz kalınıyor. En bariz örnek, başörtüsü yasağı konusunda sergileniyor. Kanunsuz yasağı devam ettirenlere karşı başbakanın sesini yükselttiğine şahit olundu mu? Ki, burada da çare ses yükseltmek değil, yasağı sona erdirecek icraatı ortaya koymaktır. Aynı şekilde, Türkiye’nin AB yolunu tıkayan ‘tıkaç’lara karşı ‘kavga’ verildiği de görülmüyor. AB yöneticilerine ‘hava’ atılıyor, ama iş Türkiye’deki ‘AB karşıtı lobi’ye gelince ‘uzlaşma/mutabakat’ söylemine sığınılıyor. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesini çok önemsediğini ifade eden Türkmen, AB konusunun unutulmasından dolayı da endişeli. Türkmen, “Türkiye’deki iç kavgaları AB taraftarları ile karşıtlarının çatışması olarak okuyabilir miyiz?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Hayır. Ne yazık ki, AB’yi yavaş yavaş galiba AKP de terk etti. Çok aktif bir AB politikamız olduğu söylenemez. İlk üç sene muazzam bir ilerleme kaydettik. Ondan sonra bu iş tavsadı. (...) AB İlerleme Raporu menfi çıkacak. Çünkü reformları yapmadık. Bundan sonra da yapılacağını sanmıyorum. Hükûmetin büyük önceliği AB gibi görünmüyor.” “Talep olan yerde” Kürtçe dersleri vermek ve Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlara müsaade etmek gerektiğini de ifade eden Türkmen, “Çoğunun bu dersi alacağını zannetmiyorum zaten. Ama vermek lâzım. Bir yerde belediye başkanı Kürtçe bir dâvetiye bastırmış, derhal tepki gösteriliyor. Bunların üzerinde durmamak lâzım. (...) Bütün Kürtler PKK’yı istemiyor. (...) (DTP) Kapatılmaması lâzım. Faydası yok kapatmanın. Kapatınca ne olacak? Daha çok radikalleşecekler. Ne lüzum var?” Evet, yanlışlarda ısrara ne lüzum var?

04.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

UTANIYORUM DEVLET BABA!



Kaç gündür izliyoruz, ellerinde kalem olması gereken çocukların “intifada” izlenimi uyandıran görüntülerini. Çocukların seni taşlıyor Devlet Baba! Bu taşlar bizi incitiyor, gücendiriyor; yüreğimizi burkuyor; utanıyoruz, endişeleniyoruz. Bizim sokağa atacak bir çocuğumuz bile yok, senin kaç çocuğun var Devlet Baba? Bu çocuklar neden taş atıyorlar, neden araba yakıyorlar, yıkıyorlar, döküyorlar? Bunların neden böyle oldukları hakkında kafa yoruyor musun, bu işlerin niye bu kadar çetrefilleştiğini düşünüyor musun Devlet Baba? Sorumluları cezalandırmak için tedbirler alacakmışsın, çocuklarının babalarına ceza kesecekmişsin, yeşil kartlarını iptal edecekmişsin… Tokattan başka bir şey bilmez misin? Çocuklarına sahip çıksan, güler yüzünü bir kez göstersen, bu işe bir el atsan Devlet Baba.

Ah Devlet Baba ah! Kuruluşunun seksen beşinci yılında çocuklarını stadlara tıktın, kendini alkışlattın. Bu çocuklar var ya? Artık yaşlılara, hamilelere otobüste bile yer vermiyorlar, küçüklerini sevmiyorlar, büyüklerini saymıyorlar Devlet Baba! Onları da cezalandıracak mısın? Ne oldu bu çocuklara, geleceğini emanet ettiğin gençlere? Sen değil miydin “Türk, övün, çalış, güven”i beyinlerimize nakşeden? Neyle övüneceğiz, neye güveneceğiz? Köprülerimizi hâlâ başkaları yapıyormuş, üniversitelerimiz bilim üretemiyormuş, insan hakları karnemiz hâlâ kötüymüş, işkenceden insanlar ölüyormuş… Şaşırdık, kaldık Devlet Baba! Neyle övüneceğiz, neye güveneceğiz, niçin çalışacağız?

Çocukluğumdan beri hep aynı soruyu duyuyorum. “Ne olacak bu memleketin hali?” Bıktık artık. Kanımızı emen vampirlerle birlikte yaşıyoruz sanki. Yolsuzluklar, arsızlıklar, zulümler, aklımızın ermediği derinlikler… Ümüğümüz sıkıldı yıllarca. Sevgiden, şefkatten, sadakatten, dürüstlükten eser yok. “Cumhuriyetin temel nitelikleri” diyorsun, başka bir şey demiyorsun. Cumhursuz bir cumhuriyet kurmaya kalktın; milletini ezdin, bezdirdin Devlet Baba! Sahi n’olacak bu memleketin hali Devlet Baba?

Her şeyimize karışır oldun. Kılık kıyafetimize, seçeceğimiz okula, okuyacağımız kitaba… Evlâtlarına bu kadar güvensizlik, neden Devlet Baba? Sen bize güvenmezken, bizden sonsuz itaat beklemeni anlayamadım Devlet Baba!

Acayip bir özelliğin var Devlet Baba. Kendine benzemeyenleri, benzemek istemeyenleri de kendine benzetiyorsun; bir şekilde “benzetiyorsun.” Gömlek çıkardık, değiştik diyenleri de benzettin kendine. Katsayıymış, başörtüsüymüş, sivil anayasaymış, insan haklarıymış… ağzımıza alamaz olduk bunları. Şaşırdık kaldık Devlet Baba!

Unuttun Devlet Baba… Sahip olduğun toprakların bu coğrafyayı aşan tarihî misyonunu unuttun; tarihî misyonuna sahip çıkmadın, çıkamadın. Sürekli düşman ürettin, dostlukları, kardeşlikleri, paylaşmayı tükettin, bitirdin. Dışımızdakiler neyse, bizi de düşman ettin birbirimize. Kürt-Türk dedin, Alevi-Sünni dedin, laik-anti laik dedin, dedikçe dedin, yaftaladıkça yaftaladın, ayırdıkça ayırdın; ayrıştırdın, ötekileştirdin, yabancılaştırdın. Kimseyi takmadın, kimseyi dinlemedin. Ne Edebali’nin vasiyeti, ne Yunus’un sevgisi, ne Mevlânâ’nın hoşgörüsü, ne de Bediüzzaman’ın fikriyatı… “Milleti yaşat ki devlet yaşasın!” dendi. Uyanamadın. “Ne olursan ol yine gel” işine gelmedi. “Yaradılanı hoş gördük yaradandan ötürü”yü anlayamadın. “Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” tavsiyesini reddettin. Bin yılı aşkın bu topraklardayız, kardeşçe paylaştık, sevdik sevildik, dövdük dövüldük; kardeşliğimiz baki kaldı. Sen geldin, sevgi anlayışımızı değiştirdin, aşklarımızı yaşatmadın, rüyalarımızı böldün, kimyamızı bozdun. Usandık Devlet Baba!

Gösterdiğin yoldan, hedeften şaştık, bir türlü “muasır” olamadık diye mi bütün bunlar? Kıyafetimizi, yemeğimizi, müziğimizi değiştirdik; ama gerikafalarımızı değiştiremedik, hep alaturka kaldık gözünde. Anlayamadık seni bir türlü. Bizi cezalandırmak için mi habire doğalgazı zamlandırıyorsun? Üşüyoruz Devlet Baba!

Karar ver Devlet Baba, kim olduğuna karar ver! Kuvvete mi dayanacaksın, hakka mı? Otokratik mi olacaksın, demokratik mi? Kanun devleti mi olacaksın, hukuk devleti mi? “Birey ve toplum benim için vardır” diyen kutsal devlet mi olacaksın, “ben bireyin ve toplumun emrindeyim” diyen insan merkezli, insancıl bir devlet mi? “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” diyerek Baba Devlet (paternalist) anlayışını devam mı ettireceksin; yoksa “sorumlu devlet” mi olacaksın. Bekliyoruz, karar ver Devlet Baba!

04.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır