"Gerçekten" haber verir 30 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet DURSUN

Bir Noel Arefesi yahut modern cahiliye



Klâsik İslâm kaynaklarında İslâm dininin Hz. Peygamber (asm) tarafından açıklandığı andan önceki zamana ve bu zamandaki Arabistan’a genel olarak “Cahiliye Dönemi” denir.

Her ne kadar cahiliye kavramı tarihî bir dönem için kullanılsa da bu kavramın içerdiği anlam itibariyle işaret ettiği asırlar ötesi izlerini de görmek gerekir. Cahiliye dönemini değerlendirirken onu tarihin ötesinde kalmış vahşet ve bedeviyete dayalı hikâyevî kurgulamalarmış gibi algılamamak gerekir. Bu kavram ışığında günümüz dünyasını değerlendirirken, ‘cahiliye’nin her asra bakan işaretlerini görmek ve küfür alâmeti olarak değerlendirilebilecek bu işaretlerden sakınmanın yollarını aramak her mü’min için dikkat edilmesi gereken bir husus olmalıdır. Zira, buradaki cahiliye kavramı bilgisizlik anlamında kullanılmamıştır. Daha geniş ve genel anlamıyla cahiliye, İlâhî hakikatlerden uzaklaşma, tevhidî anlayışı ve yaşayışı terk etme, tevhid hakikatinin temel eksenini reddetme gibi anlamları taşımaktadır. Şüphesiz cahiliye, insanın ve insanlığın şirazeden çıktığı vahşet ve bedeviyet dönemidir; ancak günümüz dünyasında insanlıkla bağdaştırılamayacak çığırından çıkışlar, insanlığın cahiliye devriyle hâlâ imtihanda olduğu gerçeğini bizlere hatırlatmaktadır.

Şüphesiz cehalet; her asrın büyük düşmanıdır. Cehalet; gerçeği görememe, görmezlikten gelme, hakkı tanımama, tanıyanları da tanımama, Tevhid’i çiğneme, Vahdet’e karşı çıkma, aydınlıkla inatlaşma gibi çeşitli şekillerde tezahür eden ebedî hasımdır. İnançsızlığın ve inançsızlığı içinde barındıran bütün cereyanların kendisinden beslendiği, insanı ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne atan korkunç düşmandır ve toplumları insanlık çizgisinden çıkartarak vahşileştiren ve ebediyen bataklıklara ve karanlıklara mahkûm eden uğursuz eldir. Bunlarla birlikte cahiliye; insanın kul olduğunu unutarak Yaratıcı ile ilişkilerini yaralaması, Allah’ı (cc) gereği gibi tanıyamaması, aciz bir varlık olduğu gerçeğinden uzaklaşarak firavunlaşması, nefs-i emmâresine mahkûm olması, lâtife-i Rabbaniye denilen duygularını İlâhî hakikatlere göre anlamlandırabilme ve yönlendirebilme görevinden uzaklaşmasıdır. Bu sebeple ‘Cahiliye Dönemi’nin somut olarak ortaya koyduğu hâl-ifade ve kavramları nisyana mahkûm etmek, bunları tarihin karanlıklarına gömülmüş çirkin olaylarmış gibi düşünmek bizler için büyük yanılgıların ve tehlikelerin başlangıcı olabilir. Hakikaten, İslâmın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler, Allah’a isyan etmiş, onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel, cahilce ve çoğu kez de vahşîce bir hayat sürüyorlardı. Cahiliye döneminin putperestlik, kızları diri diri toprağa gömme, ahlâksızlık, adaletsizlik, zayıfı ezme, mazlûma zulmetme… gibi temel özelliklerinin modern dünyanın da ayırt edici özelliklerinden olduğunu söyleyebilmiş olmak son derece düşündürücü bir durum değil midir?

Meselâ putperestlik; farklı şekillerde de olsa çıkar ilişkilerine dayalı sistemlerin her zaman buldukları bir yöntemdir. Her çağ kendi anlayışına uygun putlar üretir, bu putlar da mabudlarını… Bunlardan yola çıkarak günümüzde de çeşitli boyutlarıyla cahiliye dönemini andıran inanç, tavır ve hareketlerin olduğunu söylemek mümkündür. Günümüzde herhangi bir şahıs, fikir ve ideolojiyi putlaştırma düşüncesi ya da buna yönelik hâl ve hareketleri de cahiliye dönemi âdetlerinden saymak ve bunları cahiliye olarak nitelendirmek gerekir. Cahiliye döneminin taştan putlarının yerini modern çağ insanının zihninde putlaştırdığı fikirler, kutsallık izafe ettiği sistemler, kurumlar ya da şahıslar almıştır. Bunlar etrafında inkârcılık fikirleri yayılır, bunlarla çıkarlar korunur, rant devam ettirilir, makam ve mevkiye dayalı saltanatlar devam eder, cahiliye dönemini bile mumla aratacak ahlâk ve din dışı hayatlar sergilenir. Böylece modern kölecikler haline getirilen modern çağ insanı da varlığını sorgulamadan cinnet derecesine varabilecek çılgınlıklar içinde putperestlere yakışır bir hayatı sürer gider.

Cahiliye döneminde her alanda kendini gösteren ahlâkî bozulma ve çöküşün izleri, hevâ ve heveslerin tatminine yönelik bir hayat tarzı, ferdi ve toplumsal hayatı her yönüyle yozlaştıran her türlü fuhşiyât günümüzün de en büyük problemi değil midir? Zulüm, o karanlık devrin karakteristik özelliklerindendir de, o devirlere rahmet okutturacak tarzda vahşet örneklerinin Irak ve Filistin’de olduğu gibi günümüzde de sergilenmesi neyin işaretidir?

İçki içmenin, kumar oynamanın bir övünç kaynağı olduğu ‘cahiliye’nin bu alandaki övüncünü bine katlayacak günümüzün çağdaş azgınlığına ne demeli? Şüphesiz bu ahlâk dışı yaşayışın günümüze bakan birçok yönü vardır. Modernitenin çağdaşlık dayatmasıyla kadınları günümüzde de bir meta haline getirmesi, bununla fuhşun yaygınlaştırılması dikkat edilmesi gereken hususlardandır. Bundan başka, ekonomik krizlerle sarsılan dünyamızın bu krizlere yol açan sebepleri arasında tefecilik gibi cahiliye âdetlerinin olmadığını savunabilir miyiz? Meselâ; Bediüzzaman’ın “Sen çalış ben yiyeyim” şeklinde kavramlaştırdığı faizciliğin “modern tefecilik” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Özetle insanlık her asırda “cahiliye” bataklığına saplanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu tehlikeyle devamlı yüz yüze kalan insanlık için kendisini kurtuluşa erdirecek, selâmet sahillerine huzurlu bir şekilde ulaştıracak rehber bellidir.

Kızıma, Müslümanların “noel” kutlamaları yapamayacağını anlatamadığım bir dönemin içindeyiz. Zira kızım, arkadaşlarının da Müslüman olduğunu; ama onların yılbaşı kutlaması yapacaklarını söylüyordu bana. Müslüman ülkemin Müslüman insanlarının yılbaşı tepinmelerine hazırlandığı, dünyanın krizlerle sarsıldığı bir ortamda İsrail’in Gazze’deki katliâmı ve İslâm âleminin umursamaz ya da çaresiz tavrı hangi dönemin insanları olduğumuzu açıkça gözler önüne seriyor aslında. Ne diyelim; bizi selâmet sahillerine ulaşanlardan eyle Ya Rabbi!

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Aralıksız aralık



Bir yılın bitip yeni bir yılın başlamasından çok, yılın son ayı Aralık’ın gelişi ve gidişi etkiler beni… Başlangıcı ve sonu birlikte aralar ve kavuşturur aralık; ayrılığı ve vuslatı yakın eder, uzak ve yakını bir arada tutar… Çekirdek ile meyve arasında gider gelir, ara yollar açar aylarla yıllar arasında, köprüdür aralık; altından çok zaman sular akar…

Aralar olmasa aralıksız uçlarda kalınır mı; hep sevinç hep üzüntü, hep coşku, hep bezmişlik, hep lezzet, hep elem, hep emel, hep bitmişlik, hep ümit, hep ümitsizlik; illâ ki değil, birbirini bağlayan ara yollar, ara bakışlar, ara değişimler; illâki aralıklar var ve illâki olacak…

Akılla kalp arası, ruhla beden arası, duygu ile düşünce arası, nefisle vicdan arası, dünya ile sema arası; aralıksız gidip gelmeler, karşılıklı bakışmalar, durmayan dönüşümler…

Elektronla çekirdek arasında aralık olmasa atom nasıl semaya kalkar, yerle gök nasıl var olur? Ayla dünya, dünya ile güneş ve diğer gezegenler, yıldızlar arasında aralık olmasa çiçekleri koklayabilir, kelebekleri seyredebilir, toprağa basıp etrafı temâşâ ile yürüyebilir miydik? Gün gündüzle aralanmasaydı hangi güzellik bize gülerdi?

Harfler arasında, kelimeler arasında, cümleler arasında aralık olmasa, mânâ kitabı nasıl okunur? Aralıklar hiç de boşluk değil; iki mekânı, iki zamanı, iki mânâyı birbirine bağlayan bağlar, köprüler…

Yılın bitimi Aralık ayı, son değil, yeni başlangıçlara yakınlık muştusu; gün batarkenki doğum müjdesi, ölümle diriliş arasındaki berzah… Ne yılın bitimi üzülmeye değer, ne de yılın gelişi sevinmeye; zaman şuursuz akan bir nehir; ona renk ve âhenk veren ona kattığımız şuur, anlayış, bakış, nehirde yürürken kendimizi seyredişimiz…

Bu yıl kötü geçti, gelecek yıldan umudum yok demeleri, zamanı bütün aralıklarıyla fark edememe, bir boyuttan, bir kesitten bakan dar ve donuk bakıştan dolayı… Bir şeyler biterken, yeni bir şeylerin başladığını bilememe; kaybetmelerin aynı zamanda yeni kazanımlar hazırladığını hissedememe hissizliği…

Aralıklar, aralıksız düşünme, fasılasız sevme, devamlı direnme dilimleri, o yüzden severim aralıkları ve senenin “şeb-i arus”u Aralık ayını… Gün batarkenki doğum, ölürkenki diriliş, ayrılıktaki vuslat gibi gelir aralık; her aralık gelişine hüzünle sevinç aralığında kalır, bir yanım eksilirken bir yanımın tamamlandığını hissederek düşünürüm… Üşürken sıcaklığı hisseder, üzülürken sevinirim; hayatla ölüm arasındaki aralık, ömür, aralıksız akarken…

Harfler kelimeleri, kelimeler satırları, satırlar sayfayı aralayarak doldurdu, bu yazı “şeb-i arusu”na erdi… Ömür sayfası kapanmadan hayatın her aralığını hissederek ve ne söylediğini dinleyerek geçirmek; zamanın eskitemediği ve eskitemeyeceği gerçek…

17 Aralık “Hamdım, piştim yandım” diyen Mevlânâ’nın “şeb-i arusu”, onu hangi aralıktan seyretmeli; hamlık, pişmişlik, yanmışlık… Acaba hangi aralıktayız, yoksa aralıksız mıyız?

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günahların bedeli



Bülent Bey: “Evli birisinin büyük günah işlemesi halinde nikâhı tehlikeye girer mi?”

İslâm dîni yalnız uhrevî işlerin, sevap ve günah işlerinin değil; dünya işlerinin de uhrevî kıstaslarla ele alınmasını ve değerlendirilmesini bize önerir.

Bu teklif, dünyayı bir tarafa bırakmamızı gerektirmez. Tam tersine dünyayı daha içten ve daha doğru bir perspektiften kavramamıza yarar. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya, âhiretin nüvesi ve çekirdeğidir. Dünya, âhiret yolunun ana kavşağıdır. Dünya, âhirete yükselen merdivenin ilk basamağıdır. Âhiretse dünyanın aynası ve yansımasıdır. Dünya ile âhiret arasında ilk bakışta görünmez, ama hissedilir bir sebep-sonuç ilişkisi vardır. Burada eken, orada biçmektedir. Burada yapılan zerrece olumlu veya olumsuz her adımın karşılığını, âhirette lehte veya aleyhte eksiksiz bulmak mümkündür.

O halde dünya işlerinde de kıstaslarımız âhirete ayarlı olmalı, ölçülerimizi âhirete kodlamalıyız. Esasen dünya işlerinde başarının ve verimliliğin sırrı da budur. Dînimizin çalışmayı ve faydalı işler yapmayı ibâdet saymaktan murâdı, her faydalı adıma âhiret hesabına değer biçmek ve kıymet vermek istemesinden ibârettir. Kötülüklerin “günah” değerleri de, bizim her olumsuz adımda âhireti hesaba katmamızı gündeme getirir.

Binâenaleyh, dünyada bulunmaktayız, ama inanalım-inanmayalım, âhiret hesabına yaşıyoruz. Varlığımız dünyada; ama bilelim-bilmeyelim, bütün hesaplarımız âhirete dönük işlemekte. Nüfusumuz dünyada; fakat biz idrâk etsek de etmesek de, cüzdanımız âhirete göre şifrelenmiş. Cüssemiz dünyada; gelin görün ki, biz farkında olsak da olmasak da, duygularımız, hayallerimiz, gönlümüz, rûhumuz âhiretten başkasını istemiyor.1

Var sayalım ki, dünya işleri için dünyevî kıstaslar geçerli olsun. Fakat âhirete dönük sevap ve günah değerlerini dünyevî kıstaslar kıskacından sür’atle ve muhakkak kurtarmalıyız. Meselâ bir büyük günah karşısında sadece nikâhın düşmesi gibi bir cezâ, yine meselâ zekât vermeye karşılık yalnız bereketin gelmesi gibi bir mükâfât, yine meselâ duâ ve niyazlarımıza karşı sadece isteklerimize dünyada ulaşmak gibi bir ücret eğer yeterli olsaydı, âhirete ve ebediyete ne lüzum olacaktı ki?

Öyleyse; sevinçlerimizi de, korkularımızı da, bilerek, severek ve inanarak âhirete yönlendirmeliyiz. Günahtan âhiret hesabına korkmalı ve sakınmalıyız. Sevabı da âhiret adına istemeliyiz.

Unutmamalıyız ki, bâkî ve ebedî âhiret hayatının bütün teşkilâtı, tahsisâtı ve levâzımâtı, fânî ve üç beş günlük dünya hayatında tedârik edilecektir. Dünyayı bu cihetten ihmal edersek, âhirette–maazallah–perişan olmaz mıyız? Vahim olan budur.

Bundandır ki Peygamber Efendimiz (asm), “Bana Cennet ve Cehennem arz olundu. Bu günkü gibi hayırda bulunan faydayı, şerde bulunan zararı bundan önce görmemiştim. Şâyet siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız” buyurdu da, Ashab-ı Kiram (ra) yüzlerini kapayarak ağlaştılar.2 Bir diğer rivâyette Peygamber Efendimiz (asm), “Allah’a and olsun ki, şâyet siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız. Yataklarınız üzerinde kendi kadınlarınızla eğlenip tad alamazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara dökülür, dağlara çıkardınız” buyurmuştur.3 Kur’ân da gaybî ve yakın gelecek haberleriyle dolu değil mi? “Kıyâmet yaklaştıkça yaklaştı. Onu Allah’tan başka ortaya koyacak yoktur. Bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz! Oyalanıp durmaktasınız!”4

Bu durumda; büyük günahlarla ilgili olarak öncelikle ahiret açısından kaygı ve endişe duyalım. Allah’ın azabı, hesabı, sorgusu, bizi affedip affetmeyeceği gibi uhrevî meseleler, nikâha veya her- hangi bir dünyevî sonuca nazaran bizi daha çok ilgilendirmeli. Nikâhın telâfisi vardır. Fakat Allah’ın affına mazhar olmak pek kolay olmayabilir. Bunun için uykumuz kaçmalı.

Netice itibariyle zaten; bir “kebâir” işlemekle, yani bir büyük günah işlemekle dinen nikâhın gitmesi veya gitmemesi arasında hiçbir bağlantı yoktur. Şirk unsuru taşımadıkça, büyük günahlar nikâhı götürmez.

Fakat âhiret kaygısını hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalı; günahlar karşısında doğrudan Allah’a dönmeli ve derhal tövbe etmeyi ihmal etmemelidir. "Ancak tövbe eden ve amel-i salih işleyenlerin, işte Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”5

Dipnotlar:

1- Sözler,. S. 56., 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 400., 3- a.g.e., 405., 4- Necm Sûresi, 53/57-61 5- Furkan Sûresi: 70

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yahudilere Hz. Musa’nın (as) adaletini hatırlatırız



Mahallenin kabadayıları vardır. Güçlerine dayanarak onu bunu ezen, kanun nizam tanımayan bu insanlara hadleri bildirilmediğinde zulümlerini arttırarak devam ettirirler.

Dünyanın kabadayısı gibi hareket eden İsrail’in cami, okul ve sivil halkı ayırt etmeksizin yüz yere yüz ton bomba atmasına, üç yüz civarında insanın ölümü ve yüzlercesinin yaralanmasına, son yirmi yılın en büyük katliâmına imza atmasına dünyanın öncekiler gibi kılını kıpırdatmadan seyirci kalması dikkatinizi çekiyor şüphesiz.

Şimdiye kadar bildiğini okuyan İsrail’e “Dur!” denilmediği içindir ki aklına estiğince zulümler işlemeye devam ediyor.

Evet, böyle bir zulme dünya artık sessiz kalmamalı. Hele İslâm dünyası her zamankinden daha etkili, caydırıcı tedbirlerle ağırlığını koymalı. Aksi halde böylesi zulümlerin sonu gelmeyecektir.

Yeni Hicrî yılın başlangıcı sebebiyle dünkü makalemize, “Güzelliklerin başlangıcı, bir dönüm noktası” başlığını atmıştık. İnşaallah bundan sonra alınacak tedbirlerle başta Filistin ve Irak olmak üzere dünya yeni bir barış dönemine girer, tahribatlar tamir edilir de bunlar güzelliklerin başlangıcı ve bir dönüm noktası olarak hayatımızda yerini alır.

Bu vesileyle biz Tevrat’a ve Hz. Musa’ya (as) sahip çıkan Yahudi milletine Hz. Musa’nın (as) nasıl zulme karşı çıktığını, daima mazlûmların yanında yer aldığını; doğrunun, hakkın, hakikatin hâkim olması için çırpındığını hatırlatmak isteriz.

Kâinatın Sahibi yer ve gökleri adalet üzerine kurmuş, adaletle ayakta tutmaktadır. Yeryüzünün sakinleri olan insanlar da adaleti gerçekleştirdikleri sürece dünya barış ve huzur içerisinde yaşayacaktır.

Osmanlı yüzyıllarca bu bölgelerde hükmetmiş, kimsenin burnunu kanatmadan herkesi huzur içerisinde yaşatmıştı. Bugün aslında dünya Osmanlının o şefkatli adaletini arıyor.

Peki, bu nasıl sağlanacak?

Dünya kamuoyu hiçbir ayırım yapmadan haksızlık yapana “Dur!” diyerek, zulme meydan vermeyerek… Yoksa bu tip zulümlere seyirci kalmaya devam edildiğinde Kader dünyanın başına büyük belâlar açarsa şaşmamak gerekir.

Dünya bugün haksızlığa, zulme bütün şiddetiyle karşı olan; ezilmişin, masumun yanında yer alıp onları zulümden kurtaran Hz. Musa’nın (as) adaletine muhtaç.

İsterseniz bir sonraki makalemizde Hz. Musa’nın (as) bu mücadelesinden bahsedelim.

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Müeyyide zamanı



Yüzlerce ton bomba yağdırmak sûretiyle yüzlerce Filistinli mâsumu katleden İsrail'in bu hak–hukuk tanımaz saldırganlığı, esasında sözün bittiği noktayı işaretliyor.

Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül'ün sözlü kınamaları, elbette ki gerekliydi. Ancak, bu tarz sözlü kınamalara İsrail'in zerrece aldırış ettiği yok.

Dolayısıyla, lâftan anlamayan bu gaddar hükümetle anladığı dilden konuşmanın zamanı geldi, hatta geçti bile...

Bakın, Savunma Bakanı Ehud Barak'ın son açıklaması, yeni saldırıların habercisi. Bu da gösteriyor ki, sözlü kınamalar vız gelip tırıs geçiyor.

Bu durumda, İsrail'e karşı müeyyideler mi uygulanır, yapılmış ikili anlaşmalar askıya mı alınır, yoksa iptal mı edilir, bilemiyoruz; ancak, bildiğimiz bir şey varsa, o da bu devletin saldırganlığının ve orantısız güç kullanmasının önüne mutlaka fiilen geçilmesi gerektiğidir.

Orantısız güç kullanımı, Türkiye'de ve dünyanın pekçok ülkesinde yadırganır, kınanır ve bir şekilde engellenmeye çalışılırken, bu beynelmilel hukukî ölçülerin İsrail'in saldırganlığı karşısında geçersiz hale gelmesi, cidden hayret verici bir durum.

Tarih şahittir ki, Filistin'deki huzur ve istikrar, Müslümanların ve bilhassa Eyyubîlerle Osmanlı'nın ciddî alâkadarlığı ve fiilî müdahalesiyle sağlanabilmiştir.

Filistin ve Kudüs, şimdi de böylesine ciddî bir alâkaya muhtaç. Alâkadarlık, ille de silâhla olması şart değil; ticarî, iktisadî ve diplomasi ile de olur bu iş.

Artık ne yapılacaksa, şimdi tam zamanı.

Aksi halde, orayı tutuşturan ateşin çemberi daha da genişler ve bütün bölgeyi etkisi altına almaya başlar. Aynen geçmişte mükerreren olduğu gibi... Tarihin yorumu 30 Aralık 1517 Osmanlı orduları Kudüs'te

Kahire'yi fetheden ve koca Mısır coğrafyasını Osmanlı idaresine bağlayan Sultan Selim, 30 Aralık 1517'de Kudüs'e vardı.

Kahire gibi burayı da fetheden Yavuz Selim, Filistin topraklarını da Osmanlı idaresine bağladıktan sonra, ordusuyla birlikte Mekke ve Medine'yi kalbinde barındıran Hicaz Bölgesine doğru menzil aldı. * * *

Müslümanlar ve sâir dinlerin mensupları için de mübarek ve mukaddes bir belde olan Kudüs, tarih boyunca defalarca el değiştirme hareketlerine sahne oldu.

Müslümanlar için ilk fetih teşebbüsü Hz. Ebubekir zamanında başladı, ancak Hz. Ömer zamanında tamamlanmış oldu. Milâdî 637.

Bu adâletli fetihten sonra, tâ 1099'a kadar İslâmların idaresinde kalan Kudüs, bu tarihten sonra Haçlı akınlarına uğradı. 88 yıl müddetle Haçlı idaresinde kaldıktan sonra, 1187'de Selahaddin–i Eyyubî kumandası altında, Kudüs yeniden Müslümanların hakimiyeti altına girdi.

Mısır hükümdarı ile anlaşmaya varan Bizans idaresi, 1243'te burayı tekrar ele geçirdi ise de, işgal kısa sürdü ve Eyyubî kumandanı Necmeddin'in gayretiyle Kudüs tekrar geri alındı.

Bir süre sonra, bu kez Moğol (İlhanlı) tehlikesi belirdi. Bağdat'taki Abbasî halifesini katleden İlhanlılar (Cengiz'in torunu Hülâgu), ardından Ortadoğu coğrafyasının hemen tamamını kararsız, istikrarsız ve güvensiz bir hale soktu.

Bu kaotik durum, tâ 1500'lü yılların başlarına kadar devam etti. 1512'de Osmanlı tahtına oturan Sultan Selim, Çaldıran Zaferinin ardından, Mercidabık ve Ridaniye'de de zafer kazandı ve hiç zaman kaybetmeden Kahire'ye girdi. Uzun ve çetin bir mücadeleden sonra koca Mısır ülkesini ve hemen ardından Filistin ile Hicaz Bölgesini de teslim alarak, bütün bu İslâm diyârını Osmanlı bayrağı altında İslâm Birliğini teşkil eyledi. * * *

Aralık 1517'de kat'î şekilde fethedilen Kudüs, tam 400 sene müddetle huzur, sükûn ve barış içinde kaldı.

Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru (1917–18) Osmanlı'nın bölgedeki mağlubiyetiyle başlayan mâküs tâlih, adım adım kötüleşerek günümüze kadar gelip dayandı.

İngilizlerin Ortadoğu politikaları sayesinde gelişip büyüyen İsrail saldırganlığı, günümüzde ise hiç sınır tanımaz bir hale geldi.

Dünyanın gözleri önünde sayısız katliâmı zulüm defterine kaydeden İsrail'in bu cüretkârlığının elbetteki bazı dayanakları var. Bunları kısaca şöyle sıralamak mümkün:

1) Arz–ı mev'ûd itikadıyla hareket eden Yahudiler, Kudüs'e ayrı bir kudsiyet atfettikleri için, burayı sadece milliyetleri adına değil, dinleri adına ve eski peygamberlerinin topraklarına sahip çıkma nâmına koruyup sahipleniyorlar.

2) İsrail, başta İngiltere ve Amerika'daki güçlü Yahudi lobilerinden olmak üzere, dünyanın hemen her yerindeki Yahudi milletinden maddî–mânevî destek alıyorlar. Bu destek sayesinde, dünyanın sayılı muharebe gücüne sahip oldular.

3) Yahudilerin bu birlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhuna mukabil, Müslümanlar, hatta Araplar, hatta ve hatta Filistinliler arasında bile ciddî ve samimî bir birlik–beraberlik ruhu bulunmuyor. Aralarında kronikleşmiş çekişmeler, müzmin hale gelmiş ihtilâflar var. İhtilâf ise, İlâhî rahmetin kesilmesine ve düşman cenâhın tasallutuna sebebiyet veriyor. * * *

Türlü bahanelere sığınan zalim İsrail, mazlûm Filistin halkına yönelik yıkıcı kanlı saldırılarına devam ediyor. İnsanlık âlemi ise, zayıf ve sınırlı kınamaların ötesine geçemiyor ve bu zulmü sadece seyretmekle yetiniyor.

Böylesi zamanlarda, Osmanlı'nın vaktiyle tesis etmiş olduğu İslâm Birliği dâvâsına ne derece ihtiyaç duyulduğunu insan çok daha iyi anlıyor, değil mi?

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kriz, çalışma şevkiyle aşılır



İslâmda çalışmaya teşvik vardır ve Yaratıcının, boşduranları değil, koşturanları sevdiği ifade edilir: Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur. Dünya, ahiretin tarlısıdır.1

Keza, “Sizden birinizin, Allah yolunda çalışması, yetmiş sene nafile namaz kılmaktan üstündür”2 müjdesi de çalışmanın değerini ifade eder. Çalışmaktan nasır tutmuş sahabi hakkında söylediği şevk verici: “Bu eller öyle mübarektir ki, bunları Allah da sever, Peygamberi de” sözüyle birleştiğinde, çalışmanın ehemmiyeti daha güzel anlaşılır.

Müslümana başkalarına avuç açmak yakışmaz. İslâm, dilenciliği günah sayar: “Bir kimsenin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması dilencilik yapmasından daha hayırlıdır”3, “İhtiyacı yokken dilenerek bir şey alan kimse, ateş almış gibidir.”4 Ancak İslâm, gerçekten muhtaç, fakir ve çalışma imkânı bulamayan insanları kendi problem ve sıkıntılarıyla baş başa bırakmaz: Sadece borçlu, âfetzede ve çâresiz kalan yoksullar mâlî yardım talep edebilirler. Bunun dışında kalanlara dilenmek helâl değildir.5

Öte yandan meşakkatte, harekette büyük rahat ve huzur vardır. Çünkü, insan fıtratı hareket ve heyecan üzerine yaratılmış. Hareketsizlik, tembellik, meşakkat, sıkıntı, sefâhet, rezâlet getirir. Ki, bütün meşakkat ve rezâletlerin yuvası “meylü’r-rahat”tır. Müslümanları da esir alıp tembellik zindanına atan bu meyildir. Bu, sihirleyici bir cellat gibi insanı tutar, duygu, istidât ve kàbiliyetlerini öldürür. Başıboşluk, işsizlik sıkıntıyı; sıkıntı sefaheti; sefahet de sefaleti getirir. “Her faaliyette bir lezzetin bulunduğunu; hayatta en çok sıkıntıyı boş ve işsizlerin çektiğini” ise hissetmemek, görmemek mümkün değil.

“Sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nev'î ademdir (yokluktur), zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuttur, hayırdır. Hayat harekâtla kemalini bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder.”6

Bütün duyguların olduğu gibi, el, ayak ve beden gibi dokunma organlarının da çalışmaktan lezzet aldığını, tecrübelerimizle biliyoruz. Çalışma, vücudun hayatı ve hayatın uyanıklık hâlidir. Çünkü, fıtratı heyecanla yaratılan insanın rahatı ancak çalışmakla mümkündür. Başıboşluk ve işsizlik, harama sevketme tehlikesi taşır. Boş insan, boş vakitlerini boş şeylerle doldurmakla kalmaz, pek çok tehlikeli ve zararlı alışkanlıkları ve fiilleri de işleyebilir. Hırsızlıktan kumara, alkolden uyuşturucuya, dolandırıcılıktan başka kötü alışkanlıklara ve dolayısıyla cinâyetlere kadar bir sürü zincirleme günahlar içerisine girebilir.

Bu arada, İslâmın şartlarını yerine getiren Müslümanın, yapmış olduğu bütün çalışmalarının ibâdet hükmüne geçtiğini bilmesinin, ona ayrı bir şevk ve zevk verdiğini hatırlatalım.

Allah’a, Kur’ân’a ve peygamberlere iman, çalışmayı gerektirmektedir. Hatta, pek çok peygamberin bir meslekte pir ve öncü olması; insanlığa muhteşem örnekler teşkil etmektedirler.

Bir gün bir tanıdığı Lord Northcliffe’e, romancı Thackeray hakkında şunları söyler:

“Thackeray bir sabah gözlerini açtığında, meşhur biri haline geldiğini görmüş, doğru mu?”

Lord Northcliffe, şu cevabı verir:

“Thackeray’ın bir sabah gözlerini açınca kendisini meşhur bir romancı olarak bulduğu doğrudur. Yalnız, o sabah geldiğinde, Thackeray elli yıldan beri günde sekiz saat yazı yazıyordu... Sabahleyin kendilerini meşhur bulan adamlar, bütün gece uyumazlar.”

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 1:412 (1320), 2- Müsned, 2:524., 3- Buharî, Zekât: 52., 4- Müslim, Zekât: 35-36. 5- A.g.e, Zekât, 37. 6- Lem’alar, s. 9.

30.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tepki göstermek için katliâmı beklemeye gerek yoktu



Gazze’de yaşanan insanlık dramı ve katliâma engel olamamak aslında bütün dünyanın utancı. ‘İnsanlık’ tepki gösteriyor, ama bu tepki ‘sel’ olup akamıyor, aksa da katliâmı durdurmaya yetmiyor. Her milletten ‘insan’lar ayakta, ama hükûmetler sessiz, suskun ve ne yazık ki tepkisiz!

Öyle ki, İsrail’de bile (Tel Aviv’de) bir kısım ‘solcu’ ama ‘insan’ olan vatandaş, Savunma Bakanlığının önünde toplanarak “İsrail savaş suçu işliyor, kâtliâm dursun” sloganları atmış. Lütfen dikkat, “İsrail savaş suçu işliyor, katliâm dursun” diyenler de İsrailli ve bu sloganlar Tel Aviv’de atılıyor! İsrail’de bile ‘insan’lar böyle derken, bazı İslâm ülkelerinde yaşayan insafsızlar da, “Ama Filistinliler de İsrail’e füze atıyor, taş atıyor, sapan atıyor. Akıllı uslu otursunlar, işgale ve katliâma sessiz kalsınlar” diyebilir. Çünkü ‘insan’lık ayrı bir haslet...

Şaşırtıcı olan, İsrail’in katliâm yapıyor olması değil. Asıl şaşırtıcı olan, dünya ülkelerinin bu katliâm karşısında “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrı sergilemiş olmasıdır. Daha da acı olan, İsrail’in İslâm dünyasını kandırması ve bazı ülkelerin de bu konuda “gönüllü olarak” kanmasıdır. Eğer doğru ise, “İsrail Gündemi” ([email protected]) e-mail grubunda yer alan bir haber şöyle: “(Ehud) Olmert’in başbakanlık ofisinden bir yetkili ise, şu anda kimse ile herhangi bir pazarlık içinde değiliz. Şu anda yaptığımız planlanan operasyonu devam ettirmektir. Bir çok ülke dış işleri ve siyasileri ile temastayız ve ülkelerin büyük bir çoğunluğu İsrail’in bu operasyondaki haklılığını kabul etmiş durumdadırlar. Özellikle Mısır Dışişleri Bakanı Abu El Rayt’tan bu konuda büyük destek aldık, bu bize operasyonu devam ettirebilmemiz için önemli bir kredidir.”

İddiâ doğru ise, “İslâmın zekî bir mahdumu” olan Mısır’ın bu hataya düşmesi çok acıdır. Aynı şekilde, saldırı öncesi (22 Aralık’ta) Türkiye’ye gelen İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Türkiye’deki ‘yetkililer’i de kandırdığı ifade edilmektedir ki, kabahat ‘kandıran’da değil, ‘kananlarda’ olsa gerek. Gerekten de Başbakan Erdoğan ile 5 saati aşan bir görüşme yapan İsrail Başbakanı Olmert’in, buluşmada neler konuştuğu hiç açıklanmadı. Olmert’in son Ankara ziyareti sırlı kapılar arkasında başladı ve bitti.

Katliâmla ilgili can alıcı başka bir endişeyi de Umur Talu dile getirdi: “(Olmert’in Ankara ziyaretiyle ilgili olarak) Ya, elini yine kana bulamaya hazırlanırken Ankara’da yalan söyledi, gaz aldı, gaz verdi... Ya da, daha beteri, ne yapacaklarını söyledi ve gitti!” (Sabah, 29 Aralık 2008)

Eğer bu ‘endişe’ haklı çıkarsa veyl olsun, yazık olsun bize!

Gerçi ‘insanlık’ her yerde bu zulme karşı tepki gösteriyor, ama tepki göstermek için İsrail’in Gazze’de yeni bir katliâm yapmasını beklemeye gerek yoktu. Çünkü İsrail, aylardan beri bütün Gazze’yi ‘yavaş yavaş ölüm’e terk etmiş durumdaydı. Milyonu aşkın insan, aç ve çaresiz bir şekilde dünyanın kendilerini duymasını, yardım etmesini bekliyordu. Öyle ki, çaresizlik sebebiyle ölümü göze alarak Gazze’den Mısır’a doğru yüzlerce ‘iptidâî tünel’ kazılmıştı. Bu tünellerle ihtiyacını karşılamaya çalışan Filistinlilerin bir kısmı tünellerde ölüyordu.

Hiç kimse unutmasın ki; ‘Arş’a yükselen milyonlarca Filistinli mazlûmun âhı, zalim İsrail’i ve yardımcılarını da yakar...

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Yine aynı...



Daha geçen hafta Arap dünyasının gizli İsrail politikası olarak gördüğü moda eğilimlerinden bahsediyordum ki, çok geçmeden İsrail’in sesi yine duyuldu. Filistin’den acı bir çığlık olarak yükseldi ve hepimize ulaştı.

Burada, Mısır’dayken, insan kendini çok daha yakın hissediyor bölgeye. Yani öyle ki, sanki o bombalar bizim başımızda patlıyor. Ama bir o kadar da uzak hissetmemek imkânsız, elimizi uzatsak yetişebileceğimiz bir bölgede birşeyler oluyor, ama hiçbir şey yapamıyoruz.

Daha hicrî yılbaşı arefesindeydi İslâm âlemi halbuki. Bu Aralık ve Ocak ayında peş peşe gelecek olan dinî tatillerden söz edecektim, Kahire gibi bir dinler ve kültürler mozayiğinde bu tatiller nasıl geçiyor, bunu yazacaktım. Ama bir bayramda mutlu olmuşlarsa eğer, diğer bayramda mutlu olma hakları yokmuşçasına coşku ve sevinç hakları ellerinden alındı Filistin insanının. Burada, kaç kere “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığından dolayı eleştirdiğim Mısır insanı bile sokaklara döküldü.

Birkaç gün önce, Gazze’deki olaylar patlak verir vermez, Arap Birliğinin Kahire’de âcil toplantı yapacağını öğrenmiştik. Pazar günü her resmî toplantı zamanı gibi, Kahire yollarının alt üst olması bekleniliyordu. Normalde daha kalabalıktı, polisler yavaş yavaş geçit veriyorlardı trafiğe. 5 araba ilerliyor, sonraki arabalar durduruluyor ve bir müddet sonra 5 arabanın daha geçişine izin veriliyordu. Böyle bir trafikten sonra bazı işlerimi tamamlamak için şehir merkezine gittim. Kısa bir zaman sonra her taraftan yükselen sesler duydum. Bağıran, slogan atan, protesto eden insan sesleri.

Bizler için daha güvenli olduğundan dolayı (2000-3000 göstericinin katılımıyla gerçekleşen eylemler bulunduğum yerin hemen önündeki caddede olduğu için), ben bir müddet binadan çıkmadım. En azından ortalığın sakinleşmesini beklemek ve dilini biraz konuşsam da, âcil bir durumla karşılaşmam ve âcil durum Arapçası bilmemem sebebiyle, biraz bekledim. Bu esnada, Mısırlı bazı kişilerden durumla ilgili bilgi alıyordum. Hayret ettiğimi ve Mısır insanının ilk defa sokaklarda birşeyi protesto ettiğini, hatta “Mübarek, onlardan mı yanasın, yoksa bizden mi?” şeklinde sloganlar atmalarının oldukça ilginç olduğunu ve beni şaşırttığını belirttiğim Mısırlı bir arkadaş, “Gayet normaldir”, dedi. “Şimdi bu insanlar protesto edecekler, söylemek istediklerini söyleyecekler, sokaklara dökülecekler. Kimse onlara müdahale etmeyecek. Çünkü eninde sonunda devlet yine kendi bildiğini yapacak” diye durumu özetledi bana. Belki de öyleydi, öyle gelmişti, öyle gidecekti…

Kalabalık dağıldıktan sonra sakinleşmiş caddelerde yürüdüm. Sanki hiçbir şey olmamıştı. Köşedeki seyyar satıcılar yerli yerinde duruyor, fırından yeni çıkmış ekmeği satılmak üzere bir yere yetiştirmek adına 500 tanesini başında taşıyıp, bisikletle yol alan çocuk da hızla ilerliyordu. Hayat, dünyanın her yerinde devam ediyordu. Yakınlarda bir yerden yükselen acı bir çığlık, bir çığ gibi büyüyor, insanlar bunu duyuyor, fakat birşey yapamıyorlardı.

Gözlerini savaşa açmış bir Filistin çocuğu daha kaç sınava makale konusu olacak, bilemiyorum. Filistin’in adı bile daha kaç kez özgürlüğün simgesi haline gelip, barışın uğramadığı bir mekânmışçasına anılacak, bilemiyorum. Kaç kez daha üç maymunu oynayacak bu dünya insanı, kaç kez daha pırıl pırıl bir sabaha uyanmak isteği artacak, bilemiyorum. Bildiğim, bütün ellerimizi duâya çevirmemiz gerekliliği.

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Katliâm yanlarına “kâr” kalmamalı…



İsrail saldırısı devam ediyor. Cumartesi günü Gazze’de en kalabalık saatlerde başlayan ve Hamas yönetim merkezleriyle birlikte evleri, okulları, caddeleri ve mahalleri hedef alan hava operasyonda üç yüz ölü ve bine yakın yaralı var. Bombardımanla yıkılan binaların enkazı altında daha yüzlerce ölü çıkacağı tahmin ediliyor.

Elektrik ve su şebekesi, yollar tahrip edilmiş. Zaten gıda ve ilâç ambargosu altındaki Gazze’nin alt yapısı çökmüş durumda. Protestoları nazara almayan Telaviv, açık açık operasyonların süreceğini ve karadan da Gazze’ye girebileceğini açıklıyor.

Gazze’ye yüz tondan fazla bomba atan İsrail ordusu, önceki gün de İslâm Üniversitesini bombaladı. Batı Şeria’ya da saldırıyor. İsrail tankları sınırda bekliyor, karadan da saldırıya hazırlanıyor.

Belli ki İsrail’in amacı bütünüyle Filistin halkını yok etmek. Bunun için iktidar ve muhalefetiyle topyekûn bir zihnî blokaj içinde; sistemli bir soykırım yürütüyor.

Telaviv dünyayı takmıyor. Türkiye’nin geçici üye olarak bulunduğu BM Güvenlik Konseyi’nden bir “kınama” dahi çıkmadı. Genel Sekreter Ban Ki-Mun, sâdece şiddete son verilmesi çağrısında bulundu…

ANKARA, İSRAİL’LE İŞBİRLİĞİNE GİTTİ

Gerçek şu ki AKP hükûmeti, son altı yılda İsrail’e her türlü desteği verdi ve işbirliğine gitti. İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i Filistin Devlet Başkanı Abbas’la yanyana ilk defa TBMM’de konuşturdu; Annapolis öncesi görüştürdü. Fakat Türkiye Annapolis’e çağrılmadığı gibi tek kelimelik bir “teşekkür” dahi esirgendi.

Ankara, Washington’un küresel hegemonyası ve çıkarları hesabına ve İsrail`in güvenliği uğruna yaptığı işgallere karşı bağımsızlık mücadelesini verenleri “terörist” ilân eden ABD ve İsrail’in “terör konsepti”ne katıldı. Başbakan Erdoğan, “İsrail ve Türkiye terörden çok çekmiş iki ülkedir” diyen eski “Siyonist savaşçı” Şaron’la birlikte “terörle mücadele işbirliği anlaşması”na da imza attı.

Yine AKP siyasî iktidarı döneminde Cumhurbaşkanından Başbakana yetkililer defalarca İsrail’e gittiler. Daha geçen hafta İsrail Başbakanı Olmert Ankara’ya gelip Gül ve Erdoğan’la görüştü. Ne var ki Ankara bu süreçte ne Telaviv hükûmetinin Filistin mülteci kamplarında yaptığı zulümü sorguladı ne de altı aydır İsrail’in hazırlandığı dünya basınına bile yansıyan saldırıların sebebini sordu.

Olmert’in bizzat Erdoğan’dan istediği “tarihî araştırma heyeti”nin, Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın civarındaki kazılarda İslâmî eserleri tahribine dair raporun gereğini yerine getirmedi. Türkiye’ye verilen sözü çiğnedi. Ama Ankara âdeta üstüne yattı; bu oldubitti yıkımı bir defa daha gündeme getirmedi.

Ankara, Şaron’un bütün dünyaya rağmen pervâsızca ördüğü “utanç duvarı”nı mesele etmedi. Zaman zaman İsrail başbakanlarına “bir dostun ikazı” olarak seslenen Erdoğan, Şaron’la arasında kurulan direkt telefon hattından göz göre göre Filistin halkını kuşatıp ablukaya alan tel örgülü duvarın komşuluğa ve “barış” iddialarına uymadığını hatırlatmadı.

“KINAMALAR” İSRAİL’İ CAYDIRMIYOR

Bunun içindir ki Ankara, evvela Gül’ün Dışişleri Bakanı iken ABD’nin büyük Ortadoğu projesine övgüler yağdırıp “Türkiye’nin bölge vizyonuyla örtüştüğü” saplantısından, Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’a, “BOP Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun, ABD ile hareket ediyoruz” cenderesinden çıkmalı.

Keza “Türkiye’nin Ortadoğu’da stratejik bir görevi var; ‘geniş Ortadoğu ve Afrika projesi’nin eş başkanlarından bir tanesiyiz, bunun gereğini yapıyoruz” diyen Erdoğan’ın, The Washington Post’ta ve New York’taki Yahudi lobilerinde tekrarladığı “ABD ile aynı saftayız, aynı hedefe yürüyoruz” cümlesinde özetlenen “paylaşılan küresel stratejik vizyon” kıskacından kurtulmalı…

Kısacası kırk yıldır işgal ettiği topraklarda hoyratça Filistin halkını katleden ve zulmü sürdüren İsrail’in durdurulması için öncelikle, “Tanrının İsrail’e hizmetçilik görevini verdiğine” inanan Evanjelist Neocon’ların politikaları terk edilmeli.

Gözler Türkiye’nin üzerinde. Ne var ki asırlarca Filistin’in hâmiliğini yapan Osmanlı’nın verâsetini taşıyan Türkiye, Filistin’i ve İslâm’ın üçüncü mukaddes beldesi Kudüs’ü işgal eden İsrail’e ciddî bir tavır almış değil; Ankara yine “kınamak”la kalıyor…

Bu yüzden tamamen İsrail tabusuna teslim olan Washington, AB’nin tanıma irâdesini belirlediği bölgenin seçilen meşru yönetimi HAMAS’ı “suçlu” buluyor. Filistinlilerin ülkelerini savunmasını “terörist faaliyetler” olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı, İsrail’i “endişe verici” operasyondan dönme çağrısıyla iktifa ediyor. Başbakan, “şiddet şiddeti getirir” uyarısıyla saldırıyı “insanlık suçu” diye yorumlamakla yetiniyor.

Başta Türkiye olmak üzere bölge ve Müslüman ülkelerin İsrail’le işbirliği ve anlaşmaları sürüyor. ABD’nin Irak işgaliyle uğradığı küresel ekonomik krize karşı 300 milyar dolarlık yardım talep ettiği “müttefikleri” Müslüman Körfez ve komşu ülkeleri “kınamakla” geçiştiriyor.

Oysa altmış yılda görüldü ki, “kınamalar” ve “diplomatik demeçler” İsrail’i caydırmıyor; aksine daha da cür’etlendiriyor. Bundandır ki Ankara’nın biran evvel daha etkili ve ciddî yaptırımlara başvurması gerekiyor.

Aksi halde İslâm dünyasında ve Anadolu’da meydanları dolduran mitingler ve tel’inler, hükûmetin ciddî tedbirleriyle yaptırıma dönüşmedikçe, İsrail’in yaptığı soykırım ve vahşet yanında kalıyor…

İsrail’in yaptığı katliâmlar artık “kâr” kalmamalı…

30.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail yine saldırırken...



Türkiye’de bir grup, yüz sene önce Ermenilerin maruz kaldığı haksızlıklardan dolayı özür kampanyaları açarken, 65 yıldır sonu gelmez bir kan dâvâsı olarak sürdürdüğü “soykırım” iddialarının rantını yiye yiye hâlâ bitiremeyen bir başka güruhun “devlet” kimliğiyle 60 seneden beri kan kusturduğu Filistinlilere yönelik vahşi katliâmları yeniden tırmanışa geçti.

Bush’un Irak ve Afganistan’ı kan gölüne çevirdikten sonra, bir ara “2008 sonuna kadar Filistin’e barış getirme” masalıyla başlattığı “tiyatro oyunu”na çok trajik bir final sahnesi oluşturarak.

Karısına “Niye herkes benden nefret ediyor?” diye yakındığına dair haberler yayınlanan gidici Başkanın “topal ördek” konumu mu İsrail’i böyle bir saldırıya cesaretlendirdi, yoksa 20 gün sonra işbaşı yapacak yeni Başkana mı mesaj veriliyor?

Her ikisi de mümkün ve muhtemel olmakla birlikte, İsrail’in her dönemde, her hal ve şart altında ABD yönetimlerinden bağımsız ve tam tersine onları zora sokacak emrivakiler yapmaktan çekinmeyen bir yapıda olduğu da biliniyor.

İşi biten Başkanın ayrılmak için gün saydığı, yenisinin de henüz görevi devralmadığı bu ara dönemde İsrail’in İran’la ilgili de bir çılgınlık yapabileceği kaygısı başından beri dile getiriliyordu.

Şimdilik o yönde bir gelişme olmadı, ama son saldırıyla kabak yine Filistin’in başında patladı.

Bu saldırı, zincirleme reaksiyon şeklinde Lübnan Hizbullah’ını, İran’ı ve Suriye’yi de işin içine sokar mı; şu aşamada belli değil. Ama şiddet dalgasındaki tırmanışla, daha önce yaşanmış benzer olaylarda olduğu gibi, yine her çeşit provokasyon ve çatışmaya açık bir ortamın doğduğu aşikâr.

Görevi devralmadan önce, Bush döneminde iyice bozulan ABD imajını özellikle İslâm dünyasının nazarında düzeltmek için çaba sarf edeceği mesajları veren Obama’ya, bu saldırı ile İsrail cenahından ciddî bir meydan okumanın geldiği de.

Gerçi bütün ABD Başkanları gibi Obama’nın da yumuşak karnı İsrail. Nitekim adaylık sürecinde yaptığı Ortadoğu gezisinde İsrail’i memnun edip Filistinlileri üzecek mesajlar vermekten geri durmamıştı yeni ABD Başkanı. Ama en azından, Demokrat selefi Clinton gibi, nisbeten daha dengeli bir politika izlemesi bekleniyordu.

Saldırı, daha işbaşı yapmadan onu zora soktu ve çok ciddî bir imtihanla karşı karşıya bıraktı.

Hakkındaki yolsuzluk iddialarının sübut bulmasıyla siyasî hayatı biten ve giderayak yaptığı “Büyük İsrail hedefi hayalmiş, Filistinlilere haklarını geri vermeliyiz” gibi açıklamalarla nihayet insafa geldiği izlenimi uyandırır gibi olan İsrail Başbakanı Olmert’in, görevi bırakmasına günler kala bu operasyona imza atması ise, ya genlerine işlemiş saldırganlığın yeni bir tezahürü, ya da Bush gibi topal ördek konumunda olmasından kaynaklanan“devre dışı bırakılma”nın bir sonucu.

Gelelim, bu saldırılar için, Başbakanın ağzından “İnsanlık suçu” açıklamaları yapan Türk hükümetinin durumuna. İsrail’le Suriye ve bir sonraki aşamada Filistin arasında arabuluculuk yapmaya soyunan hükümet, bu olayla ortada kaldı.

Hatırlanacağı gibi, daha bir hafta önce Olmert Ankara’daydı, el sıkışarak pozlar verdiği Gül ve Erdoğan’la saatlerce görüşmüş, açıklamalar yapmışlardı. Bir hafta geçmeden bu saldırı patladı.

Şimdi Dışişleri Bakanı Babacan “Olmert buraya geldiğinde bu savaş planı varsa, neden zamanlıca istişare etmedi? Güvenimiz sarsıldı” diyor.

Cevap ise Olmert’ten değil, İsrail’in Ankara Büyükelçisinden geliyor: “Bizim ne zaman saldırı düzenleyeceğimizi kimseye önceden haber vermek gibi bir mecburiyetimiz ve lüksümüz yok!”

İşin bir başka ilginç tarafı, yakın zaman önce BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilen ve bundan dolayı iç kamuoyunda “Gördünüz mü, iktidarımız Türkiye’nin itibarını nerelere taşıdı?” propagandaları yapılan Türkiye’nin, daha birkaç ay bile geçmeden böyle bir duruma düşürülmesi...

Ve Türkiye’nin savunma, ekonomi, enerji gibi alanlarda İsrail’le işbirliği hâlâ tamgaz sürüyor...

30.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır