"Gerçekten" haber verir 07 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Robert MİRANDA

Siyonist ve Neo-conlar Filistin devletini mayınlıyor



Gazze’de olup bitenlerin tarihi ve Arap-İsrail ilişkilerinin durumu sadece iki taraftan akan kanlardan ibaret değil, ayrıca Amerika Birleşik Devletlerinin ekonomik çıkarlarının ve İsrail’in toprak sevdasının bu durumda büyük payı vardır.

Öyleyse Siyonistler tarafından yapılan bu vahşice katliâmları durdurmak için en önce İsrail’in Filistin idaresini kontrol altında tutmaya çalışmaya bir son vermesi ve İsrail devletinin Arap topraklarına doğru genişleme sevdasından vazgeçmesi gerekmektedir.

Siyonist ve neo-conların üzerinde çalışmaya devam ettiği başka başka planlar da var tabiî ki, sözgelimi Barack Obama’nın da İsrail’i desteklemeye devam etmesini sağlamak ve İsrail’in şu anda işgali altında bulundurduğu topraklarda bir daha bir Filistin devletinin teşekkülünü asla mümkün kılmamak gibi... Askerî endüstride söz sahibi olan Birleşik Devletler’deki Neo-conlar, son 30 yıldır bölgedeki gerilim ve çatışmalardan kendi paylarına düşen kâr payının Obama tarafından kesilmesini istememektedirler.

Amerikan neo-conları, Obama’nın, ABD’nin İsrail’e olan kayıtsız şartsız desteğinde bir aksama veya gerilemeye yol açtığını hissettikleri her noktada tepesine binip onu azarlamaya hazır bir şekilde beklemektedirler. İsrail’in Filistin’e karşı yapmış olduğu son vahşice saldırı Obama’yı koltuğuna yerleşmeden bu konuda bir karar vermek zorunda bırakacaktır. Eğer İsrail’e şimdi yeşil ışık yakarsa, onun Müslüman dünyasına söyleyeceği sözlerin en az George W. Bush’unkiler kadar bile geçerliliği olmayacaktır ve ayrıca bu yeşil ışık, Obama’nın da bölgedeki neo-con/siyonist işgali ve düzenine gönüllü bir şekilde destek vereceğinin bir sinyali ve belirtisi olacaktır.

ABD’li neo-conların Siyonist çevrelere olan ilgi ve sevgisi İsrail devletinin çıkarlarından ziyade ABD’nin kendi çıkarları ile daha bağıntılı bir ilişkidir. Bu ilişki daha çok İsrail’e satılan ve milyar dolarlık getiri elde edilen silâh satışlarıyla alâkalıdır.

Diğer yandan eğer İsrail şu anda yürütmüş olduğu askerî ve siyasî duruşuna ısrarla devam edecek olursa, Müslümanlar bütün Orta Doğu’da Amerikan malı ürünlere geniş kapsamlı bir boykot ile cevap vermek durumundadırlar, bu öyle bir global boykot olmalıdır ki Güney Afrika’yı apartheid emellerinden vazgeçiren boykot gibi etkili olmalıdır. Bu ekonomik boykot aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ni Siyonistlerin kontrolündeki İsrail’e olan kayıtsız şartsız desteğini bitirmeye zorlayacaktır.

Washington’daki politikaları doğrudan etkileyen ve yönlendiren Amerika’nın ekonomik devleri bilhassa askerî ve silâh sanayiinin, henüz İsrail’in Filistinlilere olan harekâtını kınayan herhangi bir açıklamasına rastlanmamıştır. Bilâkis Hewlett-Packard ve Microsoft gibi yüksek teknoloji sektöründeki Amerikan şirketleri yıllar içinde İsrail’e olan yatırımlarını büyük oranda arttırmışlar ve devletin ve askeriyenin yüksek teknolojiye ulaşmasını sağlamışlardır.

Massachusetts Institute of Techology’den Profesör Noam Chomsky bu konuda şunları söylüyor: “Politika üzerinde etkisi olan Amerika’daki şirketler, son durumdan oldukça tatmin olmuş görünüyorlar. Bunun önemli bir göstergesi son zamanlarda Intel, Hewlett-Packard ve Microsoft gibi firmaların ve diğer lider teknoloji firmalarının İsrail’e olan yatırımlarını arttırma kararlarıdır.”

Chomsky, İsrail ve ABD arasında askerî ve istihbarat ilişkilerinin oldukça sağlam ve güçlü olduğunu ifade ederek, bunun da “İsrail’den çok Amerika’nın kendi çıkarı için” olduğunu ve aslında “Amerikan vatandaşlarının çoğunluğunun iki devletli bir uluslar arası konsensüsü ve İsrail ve Filistin’e yapılan yardımların eşitlenmesini desteklediğini” belirtiyor.

Chomsky’e göre, Suudi Arabistan’ın bölgenin siyasî yapısı hakkında geniş kapsamlı bir planı mevcut. Chomsky, Suudi Arabistan’ın planının iki devletin milletlerine şu an ateş altındaki bölgelerde barış ve güvenlik içinde yaşama hakkı tanıdığını ifade etmektedir. Chomsky’e göre bu plan, Arap devletleri ve Avrupa da dahil bütün dünya tarafından da desteklenmektedir. Gelin görün ki böylesi bir plan sadece ve sadece Amerika Birleşik Devletleri tarafından red edilmektedir. Peki neden?

Çünkü Siyonistler işgal ettikleri topraklarda bir daha bir Filistin devletinin kurulmasına rıza göstermemektedirler ve bilâkis Arap topraklarına doğru yayılmayı istemektedirler. Bunun yanında da Amerikan Silâh Sanayii Orta Doğu’da barış içinde bir ortamı çıkarlarına uygun bulmamaktadır. İşte bütün herşey bu sebeple yaşanmaktadır.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

Zionists and the Neo-cons Undermine Palestinian

Statehood

The history behind what is going on in Gaza and the situation between the Arabs and the Israelis is not only awash in blood from both sides, it’s tied to United States economic interests and Israeli land expansion.

So, to end this murderous campaign by the Zionists, Israel needs to stop trying to control the Palestinian leadership and Israel needs to stop expanding into Arab lands.

There are other schemes the Zionists and neo-cons have mobilized upon, and that is to make sure that Barack Obama will support Israel and Israel alone by ensuring that a Palestinian State does not exist within the occupied territories now under Israeli assault. The neo-cons in the United States , those who have interests in the Military Industrial Complex, on the other hand, do not want Obama to stop the profits being reaped by the violence taking place in the region over the past three decades.

The American neo-cons are lining up to verbally berate Obama if he fails to guarantee that the United States will support Israel unconditionally. Israel ’s current military actions against the Palestinians forces Obama to make a decision on Israel before he is sworn into office. If he gives Israel the green light now, his words to the Muslim world will hold as much creditability as George W. Bush; it will almost certainly signal to the rest of the world that Obama is willing to continue the neo-con/Zionist campaign of expansion over security in the territories.

US neo-cons have had a love affair with the Zionists for reasons that relate more to the US than to Israel . This affair is strongly tied to the weapons sold to Israel —Billions of dollars worth each year.

If the Israelis are given the nod to proceed with its current military policy, Muslims must respond with an economic boycott of American-made products all across the Middle East—a global boycott reminiscent to that which took place against South Africa to end apartheid. This economic boycott will force the United States to end its unconditional support of the Zionists in control of Israel .

The corporate community (especially the Military Industrial Complex) of the United States , which dominates policy development in Washington , has yet to register an official public statement condemning Israel ’s action against the Palestinians to date. American corporations in the high-tech industry such as Hewlett-Packard, and Microsoft have increased investment to Israel over the years giving their government and military forces access to high-tech economy.

Noam Chomsky, an Institute Professor emeritus and professor emeritus of linguistics at the Massachusetts Institute of Technology, states that “the corporate sector in the US , which dominates policy formation, appears to be quite satisfied with the current situation. One indication is the increasing flow of investment to Israel by Intel, Hewlett-Packard, Microsoft, and other leading elements of the high-tech economy.”

Chomsky points out that military and intelligence relations remain very strong between Israel and the United States “for reasons that relate more to the US than to Israel”, and that “a large majority of Americans support the international consensus on a two-state settlement, and even call for equalizing aid to Israel and the Palestinians.”

Saudi Arabia produced a highly praised plan for political settlement, according to Chomsky. Chomsky said the Saudi Arabia plan guarantees the rights of every state in the nation to exist in peace and security within secure and recognized borders in the areas now under fire. The plan, according to Chomsky, was supported by the entire world, including the Arab states, the PLO, Europe, and Eastern Europe, and Canada . It was rejected however by the United States . Why?

Because it’s not in the interest of the Zionists to have a Palestinian State established in the occupied territories when Israel is expanding into those lands. And it’s not in the interests of the United States Military Industrial Complex to have a peaceful region in the Middle East .

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Türkiye ve İsrail



Hakkındaki yolsuzluk suçlamaları sebebiyle siyasî hayatı yakında sona erecek olan İsrail Başbakanının, Ankara’ya gelip Cumhurbaşkanı ve Başbakanla tokalaşarak poz vermesinden ve her ikisiyle de kapalı kapılar ardında saatlerce görüşüp ayrılmasından sadece dört gün sonra başlayan Gazze saldırıları, Çankaya’yı ve hükümeti ciddî şekilde sıkıntıya soktu.

Olmert görüşmelerde bu saldırının bilgisini verdiyse, bu katliâmın Ankara’ya önceden haber verilerek yapıldığı sonucu çıkıyordu. Ve bu sonuç, Türk hükümetini vebale ortak ediyordu.

Bilgi verilmediyse o zaman da Ankara Tel Aviv tarafından aldatılmış durumuna düşüyordu ve bu da ayrı bir noktadan sıkıntı getiriyordu.

Bu görüşmeyle ilgili “spekülasyonlar”ı hazmedemediğini ifade eden Başbakanın sözleri her iki ihtimali de kapsayan bir sıkıntının işaretiydi.

Görüşmeden dört gün sonra saldırıların başlatılmasına tepkisini “Türkiye’ye saygısızlık” ifadesiyle dile getiren Erdoğan, Olmert’in verdiği “Gazze’de insanî bir dram yaşanmasına meydan vermeyiz” sözünün tutulmamasına da öfkeli.

Gerçi İsrail’e kalırsa, bu söz tutuluyor! Kendisini “geleceğin başbakanı” olarak gören eski MOSSAD ajanı Tzipi Livni’ye göre, “Gazze’de insanî kriz yok!” Sivillerin, çocukların, sağlık hizmeti vermeye çalışan doktorların ölmesi; hastane ve ambulansların vurulması; namaz vakitleri içlerinde cemaatle namaz kılınırken camilerin yerle bir edilmesi; Kızılhaç dahil, yardım ekiplerinin Gazze’ye sokulmaması insanî kriz sayılmaz!

Hal böyle olunca, Başbakan parti toplantılarında “Bombalarla can veren çocukların, gözü yaşlı anaların âhı yerde kalmaz” gibi dokunaklı ifadelerle İsrail’e yüklenirken, Ortadoğu turunda da dünyaya “Gürcistan’a gösterdiğiniz alâkayı Gazze’den esirgemeyin” çağrılarında bulunuyor.

Ama aynı günlerde Türkiye, üye seçildikten sonra ilk kez katıldığı ve İsrail’in Gazze saldırılarını görüşmek üzere yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısında kayda değer bir varlık gösteremiyor.

Bir defa, hem bölgede ağırlığı olan, hem de Filistin sorununa duyarlı bir ülke olarak, konseyi âcil toplantıya çağıran ülkenin Türkiye olması gerekirken, seyirci konumda beklemede kalıyor.

Ve ardından, Filistin’de ateşkes çağrısı yapan metni hazırlayıp sunma inisiyatifini de Libya’ya bırakıyor. Böyle bir çağrının ABD vetosuna takılacağı belli, Libya da bunu bile bile söz konusu girişimde bulunuyor; ancak burada önemli olan, inisiyatif alma girişkenliğini kimin üstlendiği.

Güvenlik Konseyi üyeliğini, yıllarca süren kulis ve ikna faaliyetlerinin sonucunda, çoğu fakir ve mazlum durumdaki ülkelerin desteğini alarak elde ettik. Ve ilkini Menderes döneminde kazanmış olduğumuz bu başarının, içeride “Bakın, itibarımız ne kadar arttı, küresel güç haline geldik” propagandası için kullanıldığına şahit olduk.

Elbette ki, ortada diplomatik bir başarı söz konusuydu. Ancak asıl önemli olan, konseyde temsil imkânının ne şekilde değerlendirileceği idi. Bunun için de, özellikle mâlûm kritik konularda nasıl bir tavır ve politika ortaya koyacağımızdı.

İşte bu çetin sınavlardan biriyle, katıldığımız daha ilk toplantıda yüz yüze geldik ve görünen o ki, başarılı olamadık. Sebebi tecrübesizlik mi, çekingenlik mi, yoksa başka birşey mi bilmiyoruz; ama ortaya çıkan netice Türkiye için pek iyi değil.

Güvenlik Konseyi üyeliğimize destek verenlerin beklentisi her halde böyle silik ve geri duran çekingen bir tavır değil, mazlûmların hukukuna sahip çıkan atak ve enerjik bir duruş olmalıydı.

Maalesef olmadı. Umarız, sonrakilerde olur.

İsrail meselesinde kafaları kurcalayan bir diğer problem, Türkiye’nin bu ülkeyle olan askerî, siyasî, ekonomik, ticarî ilişkilerinin hâlâ tamgaz devam ediyor olması. Ve tam da bugünlerde biri Hava, diğeri Kara Kuvvetleriyle ilgili iki yeni ihalenin daha İsrail’e verilmesinin gündemde oluşu.

Fiilî durum bu iken İsrail’e karşı söylem düzeyinde kalan tepkilerin ne inandırıcılığı olur ki?

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Partinin seyir defteri (1)



7 Ocak 1946, yakın siyasî hayatta hâlâ hiçbir partinin aşamadığı, Demokrat Parti’nin kuruluş günü. Milletin bir asır önce “Meşrûtiyet”in ilânı ve Ahrar Fırkası ile başlayan demokrasi mücadelesinin mühim bir adımı ve şahlanan bir tarihi.

Darbelere, haksızlık ve adaletsizliklere karşı milletin mânâ ve değerleriyle buluşarak oluşturduğu yegâne siyasî hareket olan Demokrat Parti, Türkiye’yi demokraside, din eğitimi ve öğretiminde, inanç hürriyetinde olduğu kadar ekonomide, siyasette, tarımda, sanayide, kalkınmada ileri götüren büyük hamlenin mimarı…

Bediüzzaman, İçişleri Bakanlığı da yapmış olan dönemin Halk Partisi Kâtib-i Umumîsi (Genel Sekreteri) Hilmi Uran’a yazdığı mektuptaki “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından artık vazgeçilmesi ve inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatların “bilhassa an’ane-i diniye hakkında” tamirine çalışılması gereğini tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası, 191).

Cumhuriyetin mânâsız isim ve resimden çıkarılarak demokrasi ve hürriyetlerle taçlanması gerektiğini bildirir. “Kanunlar perdesinde” bazı devlet görevlilerinin istismar ve despotluklarına yol açan “acîb ve zevkli rüşvet-i umumîye”den sakındırır.

Hârice karşı temel meselelerde ihilâfla millet irâdesinde çatallaşmaya sebebiyet verdireceği, millette ve devlette “ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına” kapı açacağını bildirir. Ecnebilerin “ehemmiyetsiz, muvakkat (geçici) yardımlarına karşı acîb siyasî rüşvetler”e mecbur ettiğini anlatır. (Tarihçe-i Hayat, 320)

“SİZE KARŞI BİR MUÂRIZ ÇIKMIŞ…”

Devletin ve bütün partilerin evvelemirde milletin inanç ve değerlerine sahip çıkması gerektiğini, “particilik taraftarlığı” ve siyasî mülâhazalarla değerleri ayrıştırıp çatıştırmanın ve değerler üzerindeki siyasetin gerçek adalet ve kardeşliği sağlayamadığı, vatandaşların bir kısmını “ikinci sınıf” konumuna ittiği için dışlayacağı yanlışını haber verir…

Bediüzzaman’ın Halk Partisi’nin ikinci ismi Hilmi Uran’a, “Size karşı bir muârız çıkmış. Eğer o muârız mükemmel bir reis bulup hâkaik-i imâneyi nâmına çıksaydı, birden sizi mağlub ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalble bağlanmış” ikazı, 1908’de kurulan Osmanlı Ahrar Fırkası’ndan sonra milletin inanç ve değerlerine saygılı Demokrat Parti’nin kuruluşunun ilk işâretidir.

Nitekim, “Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek istedim” notuyla Başbakan Menderes’e yazdığı bir mektupta, özellikle İslâmiyetin bu temel esasının dinlenilmemesi, “hayat-ı ictimâiyeyi (sosyal cemiyet hayatını) tamamen zir-û zeber (darmadağınık) eden bir zehirdir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır” diye haber verir. Hakikî adalet, emniyet ve âsâyişin ancak bu Kur’ânî düsturlara bağlı kalınarak temin edilebileceğini belirtir.

Gerçek şu ki Ahrar Fırkası, belli bir süre “Hürriyet ve İtilâf Fırkası” ve “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve tamamen bir muvazaa olan Serberst Fırka” denemelerinin ardından Halk Partisi’nin 12 Haziran 1945 tarihi Grup toplantısına verilen “Dörtlü Takrir”le kurulan Demokrat Parti’de devam etmiştir.

Celâl Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan tarafından verilen “dörtlü takrir”de parti tüzüğünde, bazı kanunlarda değişiklik yapılması talep edilerek, çok partili bir devreye geçme zorunluluğu, Demokrat Parti’nin ilk adımı olmuştur.

“İNKILÂP KUSURLARI”NI TÂMİR…

7 Ocak 1946 tarihine kadar süren tartışmaların ardından Demokrat Parti’nin kurulması ile sonuçlanan bu hareket, çok partili politika hayatımızda önemli bir başlangıcı meydana getirmektedir.

Bediüzzaman, İttihatçılara karşı dersleriyle ve talebeleriyle “nokta–i istinat” olduğu Ahrarlar’ın devamı olan Demokratlar’ın temel itirazı, aslında milletin değerleriyle barışık olarak millete hizmetle yükümlü olma misyonudur. Halk Partisi’nin çeyrek asırlık diktasında dayatmasına karşı Bediüzzaman’ın, kamu hizmetlisi olan “memuriyet” ve bürokrasinin “emirlik ve reislik” olmadığını, millete hizmetkârlık olduğunu, “hürriyet-i vicdan” düsturuna esas olan “Bir kavmin reisi onun hizmetkârıdır” hadis-i şerifinin mânâsının siyasette tecellisidir.

Halk Partisi’nin İttihat ve Terakki’nin “mason kısmı”nın “seyyiâtlarına (günâhlarına ve yanlışlarına)” âlet olmamasına karşı, milletin inanç ve mâneviyatına ters düşen “devrimler”e karşı demokrasiye dönüştür. (Emirdağ Lâhikası, 271, 386)

Bu husus, 7 Ocak 1946’ta Demokrat Parti’nin “kuruluş beyannâmesi”nde de açıkça vurgulanmakta, milletin mânevî değerlerine hizmetin bir vazife olduğu açıkça belirtilmekte.

Bundandır ki Bediüzzaman, “ekseri mutekid Müslümanlar” dediği “Ahrarlar”la “Demokratlar” arasında doğrudan bir bağ kurar; “Ahrarlar”ın devamı ve tâkipçileri olan ve hürriyetçi fikirlerle demokrasiyi esas alan Demokratların “otuz beş sene sonra dirildiklerini” haber verir.

Demokrat Parti’nin dinden bîbehre lâdinî esaslar üzerine bina edilen yanlışları düzelteceğini, “inkilâp kusurları”nı tâmir edeceğini ve istibdadı bertaraf edeceğini müjdeler. (Beyanat ve Tenvirler, 202)

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Güzel bir Gazze projesi



2009 yılına girdiğimiz şu günlerde büyük bir katliâm yaşanıyor. Masum insanlar, çoluk çocuk bakılmaksızın mermilere hedef oluyor. Mimsiz medeniyetin temsilcileri olaya tek taraflı bakarak adeta yapılan zulmü alkışlıyor.

“Zalimler için yaşasın cehennem” diyen Bediüzzaman ne kadar haklı. Eğer cehennem ateşi olmasa bunca zulüm varken insan nasıl ayakta kalabilir?

Bu zulüm bütün Müslümanlara ders olmalıdır. Küçük menfaat çatışmalarını bir kenara bırakıp birlik ve beraberliğe koşmak her zamankinden daha öncelikli bir hal almıştır.

Müslümanlar çoluk çocuk boğazlanırken para-pulun ne önemi olabilir ki? Eğer hâlâ üç kuruşluk dünya metaı için cinayetler gözden kaçırılırsa bunun hesabını Allah sormayacak mı?

Bundan yıllarca önce, yine bir İsrail saldırısından sonra Müslüman devletler bir araya gelmiş “İslâm Konferansı Örgütünü” kurmuştu. Bir mûsibet, büyük bir hayra vesile olmuştu. Şimdi de bu Gazze Katliâmı büyük bir hayra vesile olabilir. Nasıl mı? İsterseniz dinleyin.

Ortadoğu ve özellikle de Müslüman coğrafyası “siyah altın” adı verilen büyük bir hazine ile doldurulmuştur. Petrol, özellikle Arap kardeşlerimizin elinde büyük bir silâh haline gelmiştir. Nitekim 1970’li yıllarda petrol krizi sonunda Batının sömürge çarkları bir müddet durmuş onların yeni bir pozisyon almalarına sebep olmuştu. Bugün dahi alternatif enerji kaynaklarının çok pahalı olması sebebiyle petrol hâlâ en büyük silâhlardan biri olarak önemini korumaktadır.

1997 Yılında “Uluslar arası İlişkilerde Petrolün Rolü” isimli bir mastır tezi hazırlamıştım. Tezimin konusu; petrolün bir silâh olarak kullanılması ile ilgiliydi. Bu konu hâlâ önemini korumaktadır.

Petrol hâlâ bir silâh olarak kullanılabilir. Hele hele dünyanın içine düştüğü ekonomik kriz dolayısıyla şu anda çok etkili bir silâh olduğu şüphesizdir. Bununla birlikte petrolün silâh olarak değil, medeniyet projesi olarak sunulabilme imkânı da vardır.

Birleşik Arap Emirlikleri, milyarlarca dolar harcayarak denizi doldurup son derece lüks evler yaptılar. Bilmiyorum bunları iyi pazarlayabildiler mi? Fakat çoğu israftan ibaret olan bu proje yerine daha güzel şeyler yapılamaz mı?

Meselâ şu barbar İsrail’in yakıp yıktığı Gazze bir Monako Krallığı gibi olamaz mı?

Lütfen bu düşünceye ucube bir proje diye bakmayın. Zira Gazze şehrinin bulunduğu coğrafya çok stratejik ve önemli bir noktada bulunmaktadır. Asya-Avrupa ve Afrika’nın tam da kesiştiği bir noktada hem de Akdeniz’in kenarında bulunmaktadır. Yaklaşık Monako Krallığı kadar bir toprağa sahiptir. Fakat nüfusu 30 bine bedel 1,5 milyon kişidir.

Monako, Fransa’nın güneyinde İtalya’ya yakın bir yerde bulunmakta, kumarhane ve sefahat özellikleri ile meşhur olmuş bir devlettir. Gazze ise binlerce yıldan beri en üstün medeniyetlerin kurulduğu bir coğrafyada bulunmaktadır. Çok yüksek bir nüfusu küçük de olsa bir toprağı ama hepsinden önemlisi Müslüman medeniyetinin tam göbeğinde bulunmaktadır.

Birleşik Arap Emirliklerinin harcadığı paranın belki yarısı ile Monako’dan çok daha güzel bir şehir kurulabilir. Üstelik burada sefahat ve rezilliklerin yaşandığı kumarhaneler değil kültür ve medeniyetin buluştuğu bir toplantı merkezi olma şansı vardır.

Monako benzetmesi kasıtlı olarak kullanılmıştır zira bu konuda kafa yormak için birçok benzetmeler yapılabilir, argümanlar geliştirilebilir. Aksi için hiçbir sebep ileri sürülemez.

Ayrıca bu proje için Türkiye öncülük edebilir. Zira elimizde her türlü imkân, bilgi ve tecrübe mevcuttur.

Lütfen 95 yıl önce yapmış olduğumuz hatayı tekrarlamayalım. Hani ne diyordu ulus devlet kurmak isteyenler? Arap toprakların da işimiz ne? Tek bir halkı olan başka milletlere yer vermeyen ırkçı düşünce bizi ne hallere düşürdü. En büyük zenginliğimizi ırkçılık belâsı yüzünden kaybettiğimiz yetmiyormuş gibi teröre hem kanımızı hem de canımızı verdik. Lütfen şu ulusalcılık anlayışını artık bir kenara koyalım. Çağ dışı kalmış bu düşünceye artık bir son verelim. Yoksa bütün dünyanın önünde rezil olacağız…

Evet, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Ben olaylara bu bakış açısı ile bakmaya çalışıyorum. Bu sayede ümidimi kaybetmediğim gibi geleceğe şevk ile bakabiliyorum. Ama diğer kardeşlerimiz olaylara sanki zulüm devam edecek ve cehennem yok imiş gibi karamsarlık ve yeis içinde bakıyorlar. Hâlbuki Kahhar’ı Zülcelâl olan Allah’ın azabı çok şiddetlidir. Masum kardeşlerimiz belki 50–60 yıllık dünya hayatını kaybediyor lâkin şehit ve gazi olduklarından kolayca Cennet gibi bir hayatı kazanıyorlar. Aslında onlara acımak yerine kendi halimize acıyıp iman hastalığı için devalar aramamız gereklidir.

Öyle veya böyle zaman sür'atle akıp geçiyor. Bir bakmışız ki ecel cellâdı bizi de yakalamış. Rabbimden cümlemize imanla ölmeyi nasip etmesini diliyorum…

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Seçim uğruna katliâm olur mu?



Filistin yarası 1948’den bu yana kanayan bir yara. İsrail, yılın son gününde bir kez daha vurdu Gazze’yi. Her geçen gün ölen ya da yaralananların sayısı artarken, dünya devletleri maalesef katliâma seyirci.

Konunun ehli uzmanlar hadiseye teşhis koymakta gecikmediler: İsrail’in Gazze’ye saldırısının ardında seçim, dolayısı ile ‘koltuk’ hırsı yatıyor! Şubat ayında yapılacak seçimlerde iktidar olmak isteyen İsrailli siyasetçiler, “En zalim benim! Bana oy verin, Filistinlilerin kökünü kazıyayım” dercesine insanlık dışı katliâma destek olup, adeta birbiriyle yarışıyorlar.

Ortadoğu üzerine çalışmalar yapan, “Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye” ile “Ortadoğu ve Türkiye” adında iki kitabı bulunan Prof. Dr. Bülent Aras, yakında ABD başkanlık görevini devralacak olan Barack Obama’nın da, Hamas’ı muhatap olmazsa problemi çözemeyeceği kanaatinde.

“Obama Hamas’ı muhatap almazsa çözüm 10 yıl ertelenir” diyen Prof. Dr. Aras, “2009’da peş peşe seçimler var, hepsi irtibatlı. Gazze’nin vurulması İsrail seçimlerini, İsrail seçimleri Filistin’i, o da büyük ihtimalle Lübnan seçimlerini etkileyecek. Birini kaybetmek hepsini kaybetme ihtimali demek. İsrail güç kullanarak kaybetme politikasını seçmiş görünüyor, bu riski göze alıyor. Ciddî bir Amerikan müdahalesi ya da İsrail iç siyasetinde bir dönüşüm olmazsa, çözüm en az 10 yıl ileri atılmış demektir” şeklinde konuşmuş. (Star g., 5 Ocak 2009)

“İsrail kendini dünyadan yalıtmak mı istiyor?” anlamındaki bir soruyu cevaplandıran Aras, “Şaron’un ördüğü duvarların anlamı da o. Bu yolla barışı sağlayabileceğini zannediyor. Oysa tarih bize o duvarların yapanların üzerine çöktüğünü gösteriyor” demiş.

İsrail’in ‘ABD’de iki başkanlı boşluğu’ kullandığını ifade eden Aras şu tesbiti dile getirmiş: “Obama Afganistan ve Irak nedeniyle maça zaten 2-0 başlayacaktı, şimdi 3-0 oldu. Golün geldiği de görülüyordu çünkü Oslo’dan sonra inisiyatifi kaybetti ABD. FKÖ’den Hamas’a geçişi fark edemedi, resmin dışına düştü. Sorunun evvelinden bugüne en taraflı durumda olmasının sebebi de bu. Böyle bir aktörün barış üretmesi zor. Zaten (ABD’nin) bölgede ciddî bir imaj kaybı var. (...) Filistin siyasetine bakışta Hamas’ı muhatap almak gibi ciddî bir değişiklik olmazsa Obama’nın bir şey yapması zor. Seçimlerde en fazla oyu Hamas alacak ve yine Avrupa, ABD Hamas ile görüşmek istemeyecek, kısır döngü sürecek. Amerika, Filistin’in meşrû temsilcileriyle konuşmak yerine kolay konuşabileceği muhataplar aramaktan vazgeçmeli.”

Türkiye’nin hadise karşısında ilgisiz kalamayacağını da ifade eden Aras ‘ilgi’mizi şu sözlerle özetlemiş: “Türkiye 90’lardan sonra tarihî, stratejik derinliğini kavradı. Bölgede 4 yüz yıl sürmüş bir Osmanlı barışı var. Kudüs’ün tapu kayıtları hâlâ İstanbul’dayken Kudüs’le irtibatsızlıktan bahsedemezsiniz. Sokaktaki vatandaş meseleyle ilgili ve tavır alınmasını istiyor. Çözümde Türkiye’nin etkili olabileceğini düşünüyor. Araplardaki o çaresizlik yok Türkiye’de, aksine özgüven var. (...) Filistin ve İsrail üzerinde iki farklı baskının oluşması lâzım. Hamas’ı ikna etmek de zor çünkü sokağa çıkınca ölenleri, feryatları duyup da bir şey yapmamak zordur.”

Dünya pek çok katliâm gördü, ama ‘seçim için katliâm’a belki de ilk defa şahit olunuyor. Katliâm karşısında ‘insafsız yaklaşım’ sergileyen dünya ülkelerinin ‘insaf’a gelmesi için duâ edelim...

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Kerbelâ



Muharrem ayının içindeyiz. Muharrem’in 10. günü ise o yürekleri parçalayan acının yıl dönümüdür. İki cihan güneşinin namazda iken sırtına çıkan ciğerpareleri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin rahatsız olmasın, düşmesin diyerek secdeden uzun süre kalkmadığı, hassas davrandığı, gözünden sakındığı torunlarının şehit edildiği gündür o gün. Çocukluğum ve gençliğim, aile sohbetlerinde ve çevremdeki kişilerden bu acı hadiseleri defalarca dinleyerek geçti. Dinledikçe de Yezid’e karşı nefret duyarken, Âl-i Beyt’in bir damla su bile bulamadan şehadet şerbetini içtiklerini duydukça su içmekten utanır olmuştum. Özellikle Ramazan’da bazı televizyon kanallarında Ömer Döngeloğlu ve Nihat Hatipoğlu Hocanın o güzel üslûplarıyla Kerbelâ hadisesini anlatmaları gönlümüzü yakmış gözümüzü yaşartmıştı. İnsanın hafsalası almıyor gerçekten. Kendisine Müslümanım deyip de Hz. Peygamber’in öpüp kokladığı o yüzlere, o saçlara nasıl kılıç vurur, nasıl mızrak atar bir insan. Buna dayanılır mı? Sevgili Dursun Ali Erzincanlı’nın Kerbelâ şiirini bir daha okurken yine duygulandım, içimi tarifi imkânsız bir hüzün kapladı. Diyordu ki şiirinde,

“Kucağında üç yaşında bir seyyid;

Adı Abdullah!

Ve bir ok, Abdullah’ı boğazından vuruyor

Hz. Hüseyin, kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor

“ Yâ Rab!diyor.

“ Bize göklerden yardım etmeyeceksen,

Hakkımızda ondan daha hayırlısını ihsan et. “

Hicretin altmış birinci yılı

Muharrem ayının onu…

Bir şehit var Kerbelâ'da

Tam otuz üç mızrak yarası,

Otuz dört kılıç yarası

Ey Muhammed’im nerdesin nerde?

Hüseyin’in başı bir yerde; gövdesi bir yerde!

Bu Hz. Zeyneb’in feryadıdır dedesine;”

Şiir böylece devam ediyor. Keşke yerimiz müsait olsa da tamamına yer verebilseydik. Mutlaka okunması gereken bir şiir, baştan sona. Bu arada sevgili kardeşim Ertuğrul Erkişi’nin Minik Duâlar Grubu ile okuduğu “Ali candan geçti O’nun uğruna” diye başlayan o duygulu bestesini de dinlemek lâzım.

Bu acı hadiselerin zahiri yönü böyle olmakla birlikte hikmet boyutunu elbette Cenâb-ı Hak bilir. Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur’da muhtelif yerlerde temas ettiği ve izah ettiği üzere zahiren bize acı veren, izahta zorlandığımız bu hadiselerin elbette bir de manevî ve hikmet yönü var. Meselâ 4. Lem’a nın 4. nüktesinde yer verdiği üzere “…. Hem Hazret-i Ali’nin (r. a. ) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a. s. m. ) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var."

Cenâb-ı Hak bizi de onların şefaatlerine nail eylesin İnşallah.

Kerbelâ

İlâhisi

GÜFTE : SEYYİD NESÎMİ

BESTE : HÜSEYİN BABA

Makamı : Neveser Nefes

Âlem yüzüne saldı ziyâ Âl-i MUHAMMED

Seyfin çâk edip geldi yine Âl-i MUHAMMED

Nâdan ne bilir dâna bilir Âl-i MUHAMMED

Ve salli alâ seyyidinâ Âl-i MUHAMMED

Sad salli alâ seyyidinâ Şâh-ı velâyet

«««

Kemter kuluyum ben ALİ’nin şâh-ı keremdir

HASEN başımın tâcı HÜSEYN gözümde nemdir

İMÂM-I ZEYNEL ABÂ BÂKIR mihri haremdir

«««

İMÂM-I CÂFER SÂDIK gibi bir dahi irfan

İMÂM-I MÛSA KÂZIM gibi olmaya sultan

Cihân yüzünü görse değer ŞÂH-I HORASÂN

«««

İMÂM-I TAKİ gözlerime ayn-i cilâdır

İMÂM-I NAKİ sâyesi bol mürg-i hümâdır

İMÂM ASKERİ derdimize ayn-ı devâdır

«««

Çün MEHDİ zuhur ede nihân kalmaya perde

Şol zâlimleri kesse gerek tiğ-ü teberle

SEYYİD NESÎMİ medhin okur şâm-ü seherde

Yeni Asya Vakfı’nda Konser

VAKIFTAN Yusuf Çayabatmaz kardeşimizin organizasyonunda, geçtiğimiz hafta tasavvuf müziği konseri için bir aradaydık. Kimlerle mi? Biz Bize Topluluğu’nun değerli üyeleri Bahri Güngördü, Udi Hüseyin Sert, Neyzen İsmail Hakkı Okur ve ritimde Cem Dişçi ile birlikte. Vakfın Vezneciler semtindeki merkez binasında bulunan konferans salonu tamamen dolmuştu. Halil Uslu Ağabeyin her zaman ki kendine has üslûbu ile salona verdiği coşkunun üzerine grup olarak sahneye geçtik. Segâh makamındaki ilâhileri söyledikçe salondan da bize eşlik edildiğini görmek çok güzeldi. Hele Tepelice Çama Çıktım ilâhisini hep birlikte söylemek oldukça ayrı bir mutluluktu. En son Mustafa Özsoy un “Feyzin Kalbimize Doldu Üstadım” şiirini, Mehmet Emin Altıntop Ağabeyin bestesini yaptığı eserle, Eyüp Otman Beyin şiirini yazıp yıllar önce bestelediğimiz Aziz Üstadım'ı seslendirerek programı sonlandırmıştık. Bu konserin ayrı bir önemi vardı benim nazarımda doğrusu. Öncelikle salonu dolduran yediden yetmişe genç simaları görmek çok mutluluk vericiydi. O genç kardeşlerimizin gözlerindeki ışıltı, yüzlerine yansıyan aydınlık gıpta vericiydi. İlâhileri seslendirirken bir yandan da sahneye yönelen o mütebessim çehrelere bakıp tarifi imkânsız duyguların sizi sardığını hissediyorsunuz. Bir an 18 yıl öncesine gittim. Sahnede yanımda kanunu ile hem ilâhileri seslendiren, hem de grubu yöneten Bahri Ağabeyle yine Yeni Asya’nın Aksaray’daki yerinde yaptığımız müzik çalışmalarını hatırladım. Müziğin m'sini öğrenmeye anlamaya çalışan bizim gibi bir grup genç üniversite talebesine sabrı ve sevecen üslûbu ile nota, usul, ilâhi öğreten Bahri Bey gözümün önüne geldi. Hemen yanındaki Udi Hüseyin Bey ise ben ve Dr. Latif Gültekin kardeşimize ud dersleri veriyordu. Yeni Asya’mızın biz gençlere bu kültürel hizmeti sunmak gibi bir yaklaşımı olmasaydı müziği sevmek, uğraşmak bunu hayatımızın bir parçası haline getirmek belki de pek mümkün olmayacaktı. Bundan dolayı hâlâ bunu düşünen, bu hizmeti bize sağlayan ağabeylere, bize zaman harcayıp bir şeyler öğretmek için çırpınan Bahri Ağabeye her zaman şükran ve saygı duymuşumdur. Buradan gelmek istediğim noktayla konuyu bağlayalım. Böylesi kültürel, sanatsal çalışmalar, toplantılar konferanslar çok önemli. Oradaki yüzlerce gençten belki de önemli sayıdaki bir kısmını bu tür hizmetlere daha sıkı bağlayacak, bakış açısını genişletecek faaliyetlerdir bunlar. Destek olmak teşvik etmek ve yolunu açmak lâzım diye düşünüyorum.

07.01.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Sami CEBECİ

Nur mesleğinin iki mühim eseri



Asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri, telif ettiği altı bin sayfayı aşkın Risâle-i Nur Külliyâtı için “Bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mû'cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalarla körlere de göstermiş” demektedir.

Fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet cereyanı ile kalpleri yaralanan ve imanları zedelenen fertlerin ve cemiyetin imanını tahkik mertebesine yükselterek, hem dünya, hem de âhiret saadetlerini temin etme hedefine yönelik Nur Hareketinin “Cadde-i Kübra-yı Kur’ân’iye”olarak tanımlanan bir mesleği, meşrebi ve hizmet tarzı vardır. Bu meslek, şahıs merkezli değil, kitaba endeksli ve meşveret sistemine dayalı bir hizmet modelidir. Kısaca, sahabe mesleğinin bu zamana yansımış bir cilvesidir. Zira, Risâle-i Nurlar, Kur’ân ve sünneti esas almış ve Resûlullah’ın (asm) meşveret tarzını temel kabul etmiştir.

Nur Mesleğinin düstur ve prensipleri, başta İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri olarak Külliyatın tamamında yayılmış bir haldedir. Bu yüzden, meslek ve meşrepten bahsedildiği zaman, bir kısım insanlar onun ne olduğunu kavrayamamakta ve meslek ölçülerine uygun hareket edilemediği için, pusulasız gemi gibi savrulmalar gözlemlenmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin meslek ve meşrep hususundaki hassasiyetini yakından gören ve hizmet tarzını uygulamasıyla fiilen bilen merhum Zübeyir Ağabey, zaman içinde meslekte sapmalara düşülmemesi için, 1961 yılında altı ay kaldığı Nazilli ilçesinde, Külliyatı tamamen tarayıp, hizmetin temel kurallarıyla alâkalı bölümleri derleyip tanzim ederek, nihayet Hizmet Rehberi adıyla teksir tarzında muhtelif hizmet mahallerine göndermek sûretiyle büyük bir hizmete vesile olmuş. 1969 yılında ilk defa matbaada bastırılıp kitap haline geldiğinde, o yıllarda üniversite öğrencisi olan Nurettin Tokdemir bir numune olarak Hizmet Rehberi’ni Zübeyir Ağabeye takdim ettiği zaman “Bu kitap, bundan sonra Zübeyir’in evradıdır, Elhamdülillâh” diyerek sevincini izhar etmiş. Hizmet Rehberi, Nur Mesleğinin önemli bir kaynak eseridir. Cemaatın yapısı, hizmet tarzı ve nelere dikkat edilmesi lâzım geldiğinin bütün usulleri onda derlenmiştir.

Mesleğin ikinci mühim eseri de Beyanat ve Tenvirlerdir. Hizmet Rehberi cemaatî, Beyanat ve Tenvirler de ictimaî ve siyasî ölçüleri ihtivâ eder. Bilindiği gibi, Bediüzzaman sadece imanî konularda değil, ictimâî meselelerde de millete mânen rehber bir şahsiyettir. Vazifeli olduğu alan, hem diyanet, hem siyaset, hem cihad, hem saltanat, hem daha pek çok sahaları içine almaktadır. Dahil ve hariçteki cihad farkını anlatmak durumunda olduğu gibi, İslâm’ın devlet yönetimine bakışını, siyasî olaylar hakkındaki duruşumuzu ve daha pek çok konularda ne yapmamız lâzım geldiğini öğretmek ve rehber olmak vazifesi gereğidir. Zira o, âhirzaman müceddididir. Her asrın başında geleceği hadisçe sabit olan geçmiş asırların mücedditleri gibi bir iki sahada vazifeli değildir.

İşte, bu meseleleri bilen ve Üstadın uygulamalarını yakından gören Zübeyir Ağabey, din adına veya dindar bir kimlikle devlet yönetimine talip olma hareketlenmelerinin başladığı 1969 yılında, Risâlelerdeki ictimaî ve siyasî ölçü ve dersleri bir araya getirerek, Beyanat ve Tenvirler adıyla önce haftalık İttihad Gazetesinde neşrettirip, daha sonra kitap olarak bastırmış. Böylece, Nur Talebelerinin siyasî olaylar karşısında yanlış adım atmamaları için yine büyük bir hizmete vesile olmuş. Risâle-i Nur mesleğinin ictimaî ölçülerine ters olan hareketler için de “siyasî dalâlet” tabirini kullanıyormuş.

Zübeyir Ağabeyin bu husustaki hassasiyetinin ne kadar haklı olduğunu, yaşadığımız yarım asırlık tecrübeler gösterdi. Milletin yüzde altmış veya yetmişi tam dindarlık oranına ulaşmadan, dindar kimlikle ülkeyi yönetmeye çalışanların içine düştükleri acizlik inançlı insanları üzmektedir. Çâre ise, yine Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ölçülere sadakatle bağlı kalmak ve sebat etmektir; onun için de, Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirler eserlerini sürekli okumaktır. Bu cümleden olarak, bir mahalde ikinci ders makamında okuyup bitirdiğimiz Hizmet Rehberi’nden sonra, şimdi de Beyanat ve Tenvirleri takip ediyoruz. Bunu mesleği anlamak adına çok önemsiyoruz.

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kriz, kalbî ve ahlâkî



Kalbini katletmiş, vicdanını öldürmüş, aklını satmış, ruhunu boğmuşlar ne anlar ölümden; hayat onlar için cehennem, dünya ise zindan… Çocuk öldürmek, kadın öldürmek, ihtiyar öldürmek, savunmasızları öldürmek onlar için âdiyattan; ait oldukları yeri haber veriyorlar, şerefsizliğin en dip kuyusundan gönderdikleri zulüm silâhlarıyla…

Ölen Filistinliler mi, zulüm kusan İsrailliler mi?

Hayat size huzur verecek mi, emniyette olacak mısınız, sevdiklerinizle mutlu müreffeh bir hayat geçirecek misiniz, masum insanları öldürdükten sonra? Siz değil misiniz Peygamber katilleri, siz değil misiniz yüzyıllar boyunca zelil bir sürgünlük içinde hayat geçiren, her milletten tokat yiyerek vatansız yaşayan…

Şimdi insanlığınızı öldürerek insanlıktan intikam mı alıyorsunuz? Nerde Nazi, onunla zulümde yarış mı ediyorsunuz, sonunuzun ondan farklı olacağını mı zannediyorsunuz? Hayır hayır siz bu dünyalı olamazsınız, kalbinizin ateş kuyusunda kaynıyorsunuz, gayzınızdan çatlayacak gibisiniz…

Dünya bu zulmü taşıyamaz, insanlık bu kamburla yaşayamaz, hayat bu zilleti kabul etmez. Kriz, kalbî ve ahlâkî... Buna bütün kalbimle iman ediyorum… Evet, dünyada kriz var; Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da ve zulüm gören diğer beldelerde; dün Bosna’da, Çecenistan’da, Azerbaycan’da v.d. olduğu gibi…

Ekonomiden önce çöken izzet, şeref, sevgi, şefkat. Bunlar olmayınca bol sıfırlı hesaplar, arabalar, yatlar, bilmem ne lüks tüketimler, petroller, madenler ne kıymet ifade eder? Çocukları füze ile öldürmek nasıl bir çöküştür, bunu izah edebilecek biri, birileri var mı? Hangi milletten olursa olsun - isterse İsrailli olsun - ölen çocuksa, masumsa bunu işleyen zalimdir, zulümkârdır, ona taraftar olan da zulmü işleyen gibidir…

Yeryüzünde iki millet vardır zalimler ve mazlûmlar; hangi rengi, hangi inancı taşıyorsa taşısın, nerede yaşıyorsa yaşasın, hangi soydan geliyorsa gelsin değişen bir şey yoktur; zulmü işleyen zalimdir, zulme maruz kalan da mazlûm… Nemelâzım demek, zulmü görmezlikten gelmek, hatta teviller yapmak; zulüm yaklaşıyor demektir…

İnsanlığın müşterek hatasının cezası da müşterek olacaktır; masumların âhı yeryüzünü yakmadan önce kalbimizden başlayarak, dilimizle, gücümüz yettiğimiz kadarıyla elimizle zulme karşı koyabilirsek kurtuluruz… Masumların gözyaşından daha güçlü bir güç yok; tarih buna şahit, anlamayanlar için tekerrür edip duruyor… En yakınından Hitler bir şey hatırlatmıyorsa size, anlatacak bir şeyimiz yok; muhatabımız aklı sönmemiş, kalbi kömürleşmemiş, vicdanı ölmemişler…

Siz ne anlarsınız hayattan, ölümün hayattan istediğinden... Düştüğünüz ateş kahrolmanız için yeter, biz insan olmanın haysiyetini kurtarma telâşındayız… Tepkimiz sadece İsrail’e değil, içinde zulüm taşıyan ve işleyen herkese.

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Aşura Gününün hatırlattıkları



Cenâb-ı Hak Aşura Gününe de bir başka değer vermektedir. Çünkü Aşura Gününde seçkin kullarına nice ikram ve ihsanlarda bulunmuştur.

Kaynaklardan, Cenâb-ı Hakk’ın, Aşura Gününde bir kısım peygamberlerine ayrı ayrı ihsanlarda bulunduğunu öğreniyoruz. Hz. Âdem’in (as) tövbesi o gün kabul edilmiş, Hz. Mûsa’yla (as) birlikte inananları o gün denizden geçirtip kurtarırken Firavun ve ordusunu deniz sularına gömmüştür. Hz. Nuh (as) tufandan kurtulup gemisi Cudi Dağına o gün oturmuştur. Hz. Yunus (as) o gün balığın karnından kurtulmuştur.

Hz. Yusuf’un (as) aynı gün kuyudan kurtulduğunu öğreniyoruz. Hz. İsa (as) aynı gün doğmuş ve aynı gün göklere yükseltilmiştir.

Hz. İbrahim (as) o gün doğmuş, Hz. Yakub (as) o gün oğlu Yusuf’a (as) kavuşmuş, gözleri o gün görmeye başlamıştır. Eyyub Aleyhisselâm da aynı gün hastalıkdan şifa bulmuştur.1

Bunca güzel hadiseye sahne olan Aşura Günü bir şükran ifadesi olarak oruç tutmaya en lâyık olan gün ve Muharrem ayı da en lâyık bir aydır. Çünkü Allah Resûlü (asm) Ramazan’dan sonra tutulan en faziletli orucun bu ayda tutulan oruç olduğunu bildirmişlerdir.2

Aşura Gününe Yahudiler de, Hıristiyanlar da saygı duyarlar, Yahudiler o gün oruç tutarlardı. Allah Resûlü (asm) Medine’ye teşrif ettiklerinde onların Aşura Günü oruç tuttuklarını görmüş, sebebini sorduğunda Yahudiler, “Bugün Cenâb-ı Hak Hz. Musa’yı (as) düşmanlarından kurtarmış, Firavun ve askerlerini denizde boğmuş, Hz. Musa'da (as) bugün şükür olarak oruç tutmuştur. Biz de onun için tutuyoruz” dediklerinde Resûl-i Ekrem (asm), “Biz Musa’nın sünnetini yaşatmaya sizden daha yakın ve daha çok hak sahibiyiz”3 buyurmuşlardı.

Daha o günlerde Ramazan orucu farz kılınmamıştı. Müslümanlar da vacip olarak Aşura orucunu tutmaya başladılar. Ramazan orucu farz kılınınca da, Allah Resûlü (asm) ümmetini bu orucu tutup tutmamakta serbest bırakmış, “Âşura Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin küçük günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum”4 buyurmuşlardı. Allah’ın o gün bir kavmin tevbesini kabul ettiğini, aynı gün başka bir kavmi de affedebileceğini bildirmiştir.

Fakat sonradan Allah Resûlü (asm) Yahudilere benzememek için Muharrem’in 9-10 veya 10-11. günleri oruç tutmayı tavsiye etmişlerdi.

Aşura gün aile halkını sevindirmenin de büyük önemi vardır. Sevgili Peygamberimiz (asm), “Her kim Aşura Gününde âilesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenâb-ı Hak da bütün sene boyunca onun rızkına bolluk ve bereket ihsan eder”5 buyurmuşlardır.

Aşura Günü bunca mutluluğun yanında acı bir olaya da şahit olmuş, Hz. Hüseyin’le (ra) birlikte yetmiş kişi hunharca öldürülüp şehit edilmiştir.

Bu husus üzerinde de inşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar: 1- Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140. 2- İbn Mâce, Siyam: 43. 3- İbn Mâce, Siyam: 31. 4- Tirmizî, Savm, 47. 5- Tirmizî, Savm: 41.

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yeşil ağaçtan ateşin çıkması



Sami Pala: “Yasin Sûresinde geçen yeşil ağaçtan ateşin çıkarılması ne demektir? Açıklar mısınız?”

Yeşil ağaçlardan ateşin çıkması Allah’ın ölüden diriyi yaratan ve çürümüş kemiklere hayat veren bir kudrete sahip olduğunu gösteren her gün göregeldiğimiz delillerden sadece bir tanesidir.

Müşriklerden Ubeyy ibn Halef bir gün, elinde çürümüş bir kemik parçasıyla Peygamber Efendimize (asm) doğru geliyor ve şöyle diyor:

“Ey Muhammed, şu kemik parçası çürüdükten sonra Allah’ın bunu yeniden dirilteceğini iddiâ ediyorsun, öyle mi?”

Ardından azılı müşrik, o kemik parçasını elinde ufalayıp Peygamber Efendimize (asm) doğru küstahça üfleyerek savurdu.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Evet, böyle söylüyorum. Allah onu da, seni de, sen böyle olduktan sonra yeniden diriltecek, sonra da seni cehenneme sokacak!” buyurdu.

Yasin Sûresinin 77. âyetinden 83. âyetine kadar bu olay üzerine nazil oldu.

Başlangıçta Ubeyy ibn-i Halef’e cevap niteliğinde inen bu âyetler, Allah’ın iradesini ve kudretini bütün insanlığa örneklerle anlattı. Söz konusu âyetler şöyledir:

“İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o, apaçık ve katı bir hasım kesiliyor? O, kendi yaratılışını unutarak bize güya temsil getirdi. ‘Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan kim ise, O diriltecek. O, her yaratmayı bilendir. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın siz ondan ateş yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini de yaratmaya kadir değil mi? Şüphesiz öyledir; O, yaratandır, bilendir. O bir şeyi dilediği zaman, O’nun işi, ona yalnızca ‘Ol’ demesidir; o da hemen oluverir. Her şeyin melekûtu (içyüzü) elinde bulunan Allah ne yücedir. Ve siz O’na döndürüleceksiniz.”1

Âyet-i Celîleler, Übeyy ibn-i Halef’in sözlerine cevap niteliğinde yeniden dirilişi ispat ediyor, inanmayanları her gün görüp yaşadıklarını gözlerine sokarak ikna ediyor. Öncelikle insanı ilk defa yaratanın kim olduğunu soruyor. İlk defa yaratanın ikinci defa yaratmaya da kadir olduğunu veciz biçimde hatırlatıyor.

Âyetler, ardından günlük görüp yaşadıklarımızdan ahiretteki ikinci yaratılış için örnekler sunuyor. Bu örneklerden sadece bir tanesi yeşil ağaçtan çıkarılan ateştir.

Yeşil ağaçtan ateşin çıkarılması, tefsirlerin geneline göre, Hicaz topraklarında bulunan Merh ve Afar adında iki ağaca işarettir. Bilindiği gibi, Merh ve Afar ağaçları çakmak gibidirler. Afar ağacından koparılan bir dal çakmak demiri gibi üstte tutulur; Merh ağacından koparılan bir dal da çakmak taşı gibi altta tutulur. Birbirine sürtülür ve böylece ateş elde edilir.

Bediüzzaman Hazretleri bu mânâyı şöyle açıklıyor: “Bedeviler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem’edip, onu buna menşe etmekle herbir şey hattâ anasır-ı asliye ve tabâyi-i esasiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib’âd edilmez. İsyan ile O'na meydan okunmaz.”2

Diğer yandan; unutmayalım ki, ağaçlar birer enerji deposu gibidirler. Jeolojik devirlerde toprak altında kalan ağaçların zamanla kömürleşerek dünya için yedek bir enerji kaynağı oluşturduğu bilinmektedir. Öte yandan yeşil ağaç yapraklarının yakıcı bir madde olan oksijen yaydığı ve yanma olayının ancak oksijenle gerçekleştiği de hatırlanmalıdır.3

Nihayet bu âyet bütün yeşil ağaçlara işarettir ki, yeşil ağaçlar kuruyunca, sanki ateşin kaynağı oluyorlar. Yeryüzünün lâtif ateşi asırlardan beri karanlık odunlar üzerinde yanıp parlıyor. Kendisiyle ateş yakılan bu karanlık ve cansız odun parçaları ki, bir zamanların yeşil ve canlı ağaçları idi. Allah (cc) kış mevsiminde odun ve çalı yığını haline gelmiş kuru ağaçlara baharda nasıl hayat verip yeşertiyorsa, ardından ömrünü bitirince kuruyup dökülen ağaçlara nasıl lâtif ateşe kaynaklık vazifesi veriyorsa, çürümüş kemikleri de öylece hayat verip diriltecektir. Ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif ve nuranî bir maddeyi çıkaran Allah’ın, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermesini akıldan uzak görmemeliyiz. Bu iş Allah’a zor değildir.4

Dipnotlar:

1- Yasin Sûresi: 77-83

2- Bediüzzaman, Sözler, s. 647

3- C. Yıldırım, İlmin Işığında Kur’ân Tefsiri; Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri; V. Zuhayli, Tefsirü’l-Münir; S. Kutup, Fi Zılal-il Kur’ân

4- Sözler, s. 647

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasetin sancıları



Amerika'daki (ABD) siyasî iktidar, yaklaşık iki hafta sonra el değiştiriyor. İsrail'deki siyasî partiler, yaklaşan seçimler öncesi kıyasıya bir yarış içinde. Ve, bu iki ülke ile fazlasıyla içli–dışlı olmuş, ziyadesiyle yakın münasebetler içinde bulunan Türkiye'nin gündeminde ise, 29 Mart'ta yapılacak mahallî genel seçimler var.

Amerika'daki siyasî değişimin odak noktasını, bu ülkenin dış politikada yapacağı muhtemel değişiklikler teşkil ediyor. Çok hızlı ve köklü bir değişiklik olmasa bile, tıpkı geçmişte olduğu gibi Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin mutlaka bir farkı görülecektir.

İşte, kuvvetle muhtemel olan bu politika değişikliği, Ortadoğu'daki dengeleri de etkileyeceği için, gelişmeleri lehine çevirme emelinde olan İsrail, insanlık camiasını dehşete düşürecek çılgınlıklar sergiliyor. Zira, İsrail gayet iyi biliyor ki, ABD'den istediği desteği alamadığı takdirde, bölgedeki zâlimane tahakkümünü sürdüremeyecek.

Amerika'daki siyasî iktidar değişikliğini bu derece önemseyen ve bundan ziyadesiyle etkilendiği anlaşılan İsrail'in, bir de kendi içinde yaşamakta olduğu siyasî çekişmeleri hesaba dahil edildiğinde, artık yapmayacağı çılgınlık, sergilemeyeceği vahşet kalmıyor demektir.

Zira, siyasetin cidden acımasız yönleri, son derece gaddar ve merhametsiz veçheleri vardır.

Öte yandan, Türkiye'de yaklaşan mahallî genel seçimlerin de önemli bir dönüm noktası teşkil edeceği anlaşılıyor. Özellikle iktidar partisi açısından...

22 Temmuz 2007 seçimlerinde mağduriyet kozunu gayet iyi oynayan ve Cumhurbaşkanlığı krizini tam mânâsıyla avantaja çeviren iktidar partisi, bu ikinci iktidar devresinin hemen başlarında son derece ciddî, hatta seçmenini hayal kırıklığına uğratacak kadar sapmalar gösterdi.

Meselâ, sınırötesi operasyonlar konusunda olsun, kanlı karakol baskınlarında askerin vesayeti altına girmişçesine yapılan açıklamalar olsun, vatandaş açısından son derece şaşırtıcı oldu.

Diğer yandan, iç ve dış siyasî manevralarda yüzde 47'lik vatandaş desteğinin hakkı verilemediği, sağlık sektöründeki sıkıntılar ve adâletsizliğin önüne geçilemediği, hele iktisadî sıkıntıları gidermek bir yana, bu sıkıntının katmerleşerek kriz boyutuna çıktığını zaten herkes görüyor.

İsrail ve Filistin meselesinde ise, ciddî ve tutarlı bir politikanın takip edilmediğini, gelişen hadiseler önümüze seriyor. İsrail ile, bir yandan yeni antlaşmalara imza atacak, bir yandan da Filistinlilere ne kadar sahip çıktığının propagandasını yapacaksın. Artık kimse yutmuyor bunları...

Son olarak, Arap ülkelerine yönelik yapılan diplomatik görüşmeler nafile bir çabadan öteye gitmediği gibi, iktidar partisinin özellikle BM nezdinde daha çok Hamas'ın politik beklentilerini mi, yoksa mazlûm Filistin halkının âcil ihtiyaçlarını mı önemsediği de pek anlaşılamadı, gitti.

Bütün bu olumsuz gelişmeler, şüphesiz ki seçimlere en iddialı şekilde hazırlanan iktidar partisini derinden derine düşündürüyor. Şayet, daha evvelki seçimlerda kazanmış olduğu oy nisbetinin altına düşerse, kendisinin çok daha zor günlerin beklediğini elbette ki biliyor.

Düşünün ki, iktidar partisinin sadece Anayasa Mahkemesiyle değil, şimdi diğer yargı kurumlarıyla da başı hoş değil. Yargı bürokrasisi, hiç yoktan sıkıntı çıkarıyor.

Çünkü, vakt–i zamanında gerekli reformlar yapılamadığı için, neredeyse bürokrasideki kurumların tamamı, eski köye yeni adet istemiyor; şayet yeni adet olacaksa, onun da kendi inisiyatiflerinde gerçekleşmesini istiyor.

Öte yandan, AB müzakereleri cephesinde de tam bir savsaklama durumu göze çarpıyor. Ki, zaten bu süreçte ciddî bir mesafe alınmış olsaydı, özellikle bürokraside yaşanan sıkıntıların şiddeti bu derece ziyadeleşmezdi. Evet, bürokrasimizin yola gelmesi ve düzelmesi, büyük çapta AB normlarının uygulanmasına endeksli görünüyor. Zira, kemikleşen bürokrasimiz, zaten seksen yıl önceki Avrupa bürokrasisinin kötü taklidinden başka birşey değil. Avrupa bunu çoktan terk etti, bizde ise bu sahada yaprak kıpırdamasına dahi tahammül edilmiyor.

İşte, bütün bu handikapları aşacak ve düğümleri çözecek olan, siyaset kurumudur. Dünyada giderek dinamikleşen siyaset ise, durgunluğu, yeknesaklığı, yani statükoyu kaldıramıyor artık.

Neticede, gerek iç ve gerekse dış siyasette büyük sancılar yaşanıyor. Bakalım, önümüzdeki günlerde ve aylarda ne tür gelişmeler yaşanacak...

Tanzimatın Koca Reşid Paşası

Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hatt–ı Şerifi'nin ilân edilmesinde en etkili rolü oynayan Mustafa Reşid Paşa, vazife başında vefat etti. Yerine meşhûr Âli Paşa tâyin edildi.

Bilhassa Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) iken seyahat ettiği Avrupa ülkelerinde yaşanan gelişmelerden ziyadesiyle etkilenen Reşid Paşa, Osmanlı'nın girdiği duraklama haline gönlü razı olmayarak, bir dizi reformların yapılması için büyük çaba gösterdi.

Evet, Osmanlı, kelimenin tam anlamıyla bir duraklama dönemine girmiş ve kendi sistemiyle, kendi imkânlarıyla bu girdaptan bir türlü çıkamıyordu. Öyle ki, koca Ordu–yu Hümâyun, Mısır Valisi'nin ordusuna mağlup düşecek (1939 Nizip Bozgunu) bir vaziyet arz ediyordu.

Mevcut gidişatı tasvip etmek veya buna kanaat etmek olacak şey değildi.

II. Mahmud'un öldüğü ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıktığı aynı sene içinde ilân edilen Tanzimat (düzenleme, reorganizasyon), aslında monarşiden meşrutiyete geçişin de ilk tetikleyici faktörlerinden biri oldu.

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, Tanzimat'a karşı gelen veya bunca yıl sonra bu hareketi şiddetle tenkit edenlerin gösterdiği, yahut ortaya koymuş olduğu ciddiye alınabilir herhangi bir alternatifleri yoktur.

Bütün hata, kusur ve eksiklerine rağmen, hürriyet, meşrûtiyet ve Kànun–i Esâsî gibi, Tanzimat'ın ilân edilmesi de kaçınılmaz derece gerekliydi.

En büyük hata, olsa olsa bu gelişmelerin işletilmemesi, yani fiiliyatta önünün kesilmesidir.

Hariciye Vekilliğinden sonra, aralıklı şekilde altı kez Sadrâzamlık da yapan Reşid Paşa, 7 Ocak 1858'te vefat etti.

07.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman esaslarının ekonomi ile bağlantısı



Her düşünce, her din, her ideoloji, her kültürel veya ekonomik sistem “fikir” ve “pratik” olmak üzere iki boyutlu. İman fikrî yönü; fıkıh, amel, pratik cepheyi temsil eder. Ancak amelin/eylemin itici gücü (enerjisi) inançtır/imandır.

Vücudumuzu/organlarımızı sinir sistemimiz, onu da ruhumuz yönetir. Ruhumuzu duygularımız, duygularımızı düşüncelerimiz, düşüncelerimizi de inançlarımız/imanımız... Nasıl inanıyorsak öyle düşünürüz, nasıl düşünürsek kendimizi öyle programlarız...

Eğer bir dinde, bir sistemde, bir doktrinde iman, inanç boyutu yoksa veya ihmal edilirse, pratik hayata yansıması yoktur veya etkisizdir.

Müslümanların ilmî, ekonomik ve teknolojik gelişme sağlaması da iman gücü nispetindedir. Zira;

* İman, doğru düşünme biçimidir. Doğru algılar ve isabetli düşünürsek, bilgi üretimini de arttırırız. Cehalet yok olursa beynimiz değişir ve gelişir. Beynimiz değişirse duygularımız değişir, genişler. Duygularımız mecrâsını bulursa hareket kabiliyetimiz artar. Hareket harareti, yani enerjiyi getirir. Enerji eşittir verimli iş, artı üretim, çarpı başarı; bu da, maddî manevî ilerleme, yükselme, gelişme demektir.

• İman hem nurdur, hem kuvvettir/enerjidir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.1

• İman, bütün mükemmelliklerin madeni ve esası/temelidir.2

• İman marifetullah, Allah’ı bilmeye en geniş ve ışıklı fen; bütün gerçek ilimlerin esası, madeni, ruhu;3 ve mükemmelliklerin Kâbe’sidir.4

Allah’a, kitaplara (Kur’ân’a), peygamberlere iman, teknolojinin en son sınırını çizerek yol gösteren mû'cizelerden ilham alarak ilmî ve teknolojik çalışmalara sevk eder.

Ekonominin itici gücü de temelde imandır. Zira Kur’ân’a ve getirdiklerine iman, daima olumlu davranmayı, üretmeyi, yardımlaşmayı ve paylaşmayı gerektirir.

Tevhid, Allah’ın varlığı ve birliğine imanı gerektirir. Bu da tevekkülü ve kanaati. Tevekkül ise, çalışmayı yaptıktan, sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu O’ndan beklemektir.

Kanaat ise, çalıştıktan sonra kısmetine, kazandığına memnun olmaktır. Ve çalışmaya devam etmektir. Allah, gerçekten tevekkül edenleri ve çalışanları sever.

Kur’ân, peygamberlerin kıssalarını ve hayatlarını örneklendirerek verir. Her birisi bir teknik ve toknojik keşfin başlatıcısıdır.

Gerçek imanı elde eden, kâinatın sahibinin sonsuz isim ve sıfatları bulunduğunu, her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilir. Meleklerin, İlâhî kameramanlar gibi her söz, fiil ve hareketleri kaydettiklerine inanır. Kitaplara, peygamberlere iman eder, onların getirdiği mesajlara gönlünü açar. Öldükten sonra dirileceğini idrak eder...

İlâhî plan ve program olan kadere iman ise, planlı programlı bir hayat sürmemizi sağlar. Ahirete iman, “haksızlık, zulüm, sefahet” gibi olumsuzluklardan uzaklaşıp, “adalet, merhamet, yardımlaşma, dayanışma, ibadet, zikir” gibi olumlu faaliyetler içine girmemiz demektir.

Böylece olumsuz fiil, söz ve hareketlerden kaçınır, tefekküre, ilme, ibadete, çalışmaya, nezaket ve nezahete yöneliriz. Bu da, hayatta istikamet, düzen, dayanışma ve yardımlaşmayı netice verir. Önce Yaratıcı, sonra diğer varlıklar ve iman esasları temsilcileriyle muhteşem bir bağ ve iletişim kurar. Bu, müthiş bir enerji aktarımıdır...

İman, aynı zamanda zekâtı ihyayı ve faizden kaçınmayı icap ettirir. İmanı güçlü olan, ekonominin itici gücü olan zekâtı verir, miskinlik ve sömürü vasıtası olan faize bulaşmaz. Bu da, ülkenin kalkınması, iş sahalarının açılması, insanların iş bulması ve alınlarının akıyla çalışarak üretime katılmaları demektir.

Tahkikî iman elde edildiğinde, hayatın her katmanında, her safhasında, her söz ve davranışta tezahür eden ve maddî mânevî her noktada yükselten bir sır olur.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 284. 2- Şuâlar, s. 111. 3- Sözler, s. 383, 294. 4- Muhakemat, s. 120.

07.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Semra ULAŞ

Yazmak yaşamaktır



Yazı yazmanın çeşitli sebepleri vardır. Benim için de öyle.

Birincisi, yazı yazmayı seviyorum. İnsanı deşarj ediyor.

İkincisi, duygu ve düşüncelerimi başkalarıyla paylaşmak beni mutlu ediyor.

Üçüncüsü, birikimlerimi değerlendirdiğimi ve daha geniş kitlelere ulaştırdığımı düşünüyorum.

Dördüncüsü, yazılarımda kendimi anlatmıyorum. Ancak yazılar insanın kendisinden de bağımsız olamıyor.

Beşincisi, yazı yazmak benim için bir hobinin de ötesinde bir okur-yazar olarak bazen toplumsal bir sorumluluk gibi geliyor.

Altıncısı, yazmak aynı zamanda insanı hem kutsal metinler, hem de diğer konularda daha çok okumaya hem motive ediyor, hem de vesile oluyor.

Yedincisi, yazarak ve okuyarak insanlığın ortak sorunları olduğunu ve bunlara ortak veya kişisel çözümler üretilebileceğini düşünüyorum.

Okumaksa, zaten Rabbimizin ilk emridir. Dolayısıyla okumaktan zarar gelmeyeceğini düşünmekle birlikte okuduğumuz kitapların da nitelikli olmasına gayret etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani seçici olmalıyız. Zira zaman kıymetlidir.

Aynı zamanda faydasız ilimden Allah’a sığınmalıyız.

Ben şahsen bu sıralar psikoloji okumaya devam ediyorum. “Çağımızın ve toplumun ortak sorunu olan bunalım ve sıkıntılara nasıl çözüm bulabiliriz? Bunun için neler yapmalıyız?” gibi sorular kafamı meşgul eden temel düşüncedir. Dikkat ederseniz yazılarımda bunu gözlemleyebilirsiniz.

Tez hocama, mail yoluyla yazılarımı gönderiyorum. Sağ olsun o da beni teşvik ediyor. Son söz olarak onun sözünü ileteyim sizlere:

“Yazmak yaşamaktır.”

07.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır