"Gerçekten" haber verir 14 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Robert MİRANDA

Amerikan medyası duyarsız ve tarafgir



Binlerce Amerikalı protestocu Washington’da, İsrail’in Siyonist ordusunun öncülük ettiği sivil katliâmına karşı yürüyüş ve gösteriler düzenlerken, Amerikan medyası Gazze Şeridi’nde süregelen kıyıma dair haberleri doğru şekilde yansıtmayarak, Amerikalıların Bush yönetimine karşı bu duruşunu görmezden gelmeye devam etmektedir.

Geçtiğimiz hafta sonunda “Bırakın Gazze Yaşasın” adı altında yapılan gösteriler onbinlerce insanın, İsrail’i, uluslar arası hukuku ihlâl ettiği, kadın ve çocukları öldürdüğü gerekçesiyle kınamasına ve Filistinlilere karşı Bush yönetiminin takındığı politikaları da kınamasına sahne oldu.

ANSWER (Savaşları Durdurmak ve Irkçılığa Son Vermek İçin Şimdi Harekete Geç Koalisyonu) adlı kuruluşun üyesi ve düzenlenen protesto gösterilerinin organizatörlerinden olan Bill Hackwell, göstericilerin dondurucu soğuğa ve yağmura rağmen Amerikan halkının Siyonistlerin yaptığı zulme karşı olduğunu haykırmak için üç saate yakın süre yürüyüş yaptıklarını ifade etti.

Bu gösterilerin benzeri, Washington’un yanı sıra Los Angeles ve San Fransisco’da yaklaşık 10 bin göstericinin katılımıyla gerçekleşti.

Washington’daki gösteriler kapsamında Beyaz Saray’ın önünde aralarında eski başkan adaylarından Ralph Nader ve eski Kongre üyesi Cynthia McKinney’in de bulunduğu bazı etkili kişiler tarafından kadın ve çocukların öldürülmesini kınayan bazı konuşmalar yapıldı. Geçtiğimiz ay, McKinney’in ve bir grup uluslar arası barış aktivistinin de içinde bulunduğu bir gemi Gazze’ye insanî yardım götürmeye çalışırken İsrail donanmasına ait gemiler tarafından taciz ateşine tutulmuştu.

Amerikan medyası şu anda Gazze’de olan bitenlere karşı gereken ilgi ve alâkayı gösteremedi.

Filistinlilere karşı uygulanan katliâm ise devam ediyor. Şu ana kadar 900 civarında Filistinlinin hunharca öldürüldüğü haberi geldi.

İsrail’in katliâmı sürerken, Amerikan halkı ise ne yazık ki HAMAS ve İsrail saldırıları hakkında yanlış ve çarpıtılmış medya raporlarıyla kandırılıyorlar..

Amerika’da, büyük holdinglerin elinde bulunmayan bağımsız medya ise büyük şirketlerin kontrolündeki medyaya kıyasla İsrail’in Gazze’de verdiği “büyük savaşa” karşı daha eleştirel bir tavır takınabiliyor ve bu konuda makaleler ve haberler neşredebiliyorlar.

Amerika’daki en büyük neo-con medya ağı Fox News’tir. Son saldırıları yansıtış biçimi de yine Siyonist kampanyasını destekler mahiyette oldu. Fox medya kuruluşu büyük ölçüde konservatif ve neo-konservatif bir yapılanmaya ve tamamıyla İsrail lehinde bir görüşe sahip. Genellikle, Fox’ta çalışanlar kendilerine İsrail’den ve Siyonistler ile ilişkisi bulunan kaynaklardan gelen haberleri hiçbir harfine dokunmadan olduğu gibi yayınlıyorlar yani Amerikan haber merkezlerinde tenbel habercilik hüküm sürüyor.

Sıklıkla bu tür Amerikan medyasından, işgal edilen bölgelerde yaşayan Yahudi yerleşimcilerin kendilerini orada istemeyen Filistinlilere karşı savunmalarıyla ilgili haberler duyarsınız. Hiçbir zaman da bu haberlerde Yahudilerin yerleşmek istediği bu toprakların aslında Filistinlilere ait olduğunu ve buraları işgal etmenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 nolu kararına aykırı olduğunu duymazsınız.

Bu kararda aynen şöyle denilmektedir: “Orta Doğu’da kalıcı ve adil bir barışın sağlanması ancak şu sayılacak iki şartın yerine getirilmesiyle mümkün olabilir: 1- Son karışıklıklar sırasında İsrail askerlerinin işgal ettiği bölgelerden geri çekilmesi, 2- Bütün iddiaların ve savaş ilânatlarının feshi...”

İsrailliler, işgal edilen topraklarda Yahudi yerleşimcileri iskân ederek Filistinlilerin haklarına tecavüz etmektedirler. Ancak Amerikalıların Fox haberlerinden duydukları tek şey HAMAS’ı suçlayıcı ve İsrail’e roket attığı için bütün sorumluluğun onlarda olduğunu gösteren haberler olmaktadır. Fox’un Amerikalılara söyledikleri gerçekten çok uzak şeylerdir. Her ne kadar İsrail’e bir takım roketlerin atıldığı doğru ise de, bunların HAMAS ile ne denli ilgisi olduğu muammadır. HAMAS, Filistinlilerin demokratik bir seçimle başa gelmiş hükümetidir. Bazı şahıs ve oluşumların İsrail tarafına roket atması ise İsraillilerin işgal edilen bölgelere illegal bir şekilde yerleşme isteklerinin bir sonucudur. Eğer yasa dışı yerleşime son verirseler, roket saldırıları kendiliğinden duracaktır.

Çoğunlukla büyük şirketlerin elinde bulunan Amerikan’ın kartel medyası gerçekleri anlatmak ve yanlışı doğrudan ayırt etmek misyonlarında oldukça başarısız olmuşlardır.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

14.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sille-i millet sergisi



Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar gerçekleştirilen seçimlerin safahatını anlatan çok önemli bir sergi İstanbul Taksim’de devam ediyor. Açıldığı günden bu yana yoğun ilgi gören sergi, aslında ‘yakın tarih yalanları’na da okkalı bir şamar indirmiş oluyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren Kültür A.Ş.’nin organize ettiği sergi, her yönüyle ibret dolu. “Sine-i Millet Sergisi/ Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Seçim/ 1840-1950” başlıklı sergiyi bilhassa öğrencilerin ziyaret etmesinde fayda var. Çünkü, kısmen düzeltilmiş olsa da okullarda okutulan ‘resmî tarih’in ne kadar yanlışlarla dolu olduğunu bizzat görmüş olurlar.

Okul ders kitapları dışında tarih kitabı okumayan bir kişi bu serginin ismine bile itiraz edebilir. Öyle ya, 1840’larda ‘seçim’ olması mümkün mü? ‘Resmî tarih’e göre seçimler Osmanlı’dan sonra, Cumhuriyet döneminde başlamıştır. Okullarda öğretilen bilgi ancak bununla sınırlıdır. “Padişahların dediği dedik, astığı astık” olarak anlatılan bir dönemde ‘seçim’in ‘se’sinden bahsedilebilir mi?

Oysa bu sergiyi gezen herkes görecek ki, seçim tarihimiz anlatıldığı gibi Cumhuriyet dönemiyle başlamamıştır. Birinci ve İkinci Meşrûtiyet döneminde de çeşitli seçimler yapılmış, insanlar hürriyet yolunda küçümsenmeyecek gayretler sarfetmiştir. Ayrıntılardaki önemli bilgiler bir yana, sadece bu gerçeği görmek ve göstermek için çoluk-çocuk sergiye gidilmesi faydalıdır.

30 Ocak 2009 tarihine kadar devam edecek olan “Sine-i Millet Sergisi” bir bakıma ve belki de daha öncelikli olarak “Sille-i Millet Sergisi” olarak adlandırılabilir. Çünkü sergi gezildiğinde görülecek ki, ‘millete rağmen’ iş yapmak isteyenler her zaman ve zeminde milletin sillesine, tokadına maruz kalmışlardır. Hem de bu tokat öyle bir tesir icra etmiş ki, tokat yiyenler bir daha abad olamamışlar. Bunu en güzel anlatan da, Ferit Kam’a atfedilen “Hak sillesinin sadâsı yoktur / Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur” tesbitidir.

Cumhuriyetin ilânından belli bir süre sonra hür ve serbest seçimlerin askıya alındığı malûm. Tek parti devrinde yapılan seçimlerin ne kadar seçim olduğu tartışılır. Muhalefetin olmadığı bir seçim, ne kadar ‘seçim’ olabilir ki? Ama 1950’deki hür seçimle birlikte, ‘millete rağmen millet için’ kararlar alanlar öyle bir tokat yemiş ki aradan çeyrek asır geçtikten sonra ibret olmaya devam ediyor. CHP’nin ‘tek parti’ olarak seçimlere katıldığı 1950 öncesinde oyların açık, sayımların da gizli yapıldığını bir daha hatırlayalım ve hatırlatalım. İşte, ‘sille-i millet’e maruz kalanlar o devrin ‘tek parti’si olan CHP yöneticileri olmuş. İbretlik olması gerekir ki, hâlâ o tokadın acısını yüzlerinde hisseden CHP, bir türlü milletle barışamıyor. Milletin arzu ve isteklerine karşı çıkmak bu partinin genlerinde olsa gerek.

Bilhassa İstanbul’da ikamet edenlerin kaçırmaması gereken sergi, Taksim-İstiklal Caddesi başlangıcındaki “Maksem”de devam ediyor.

Bu vesile ile serginin İstanbul dışındaki illerde de tekrarlanmasını KÜLTÜR A.Ş. yöneticilerinden talep etmiş olalım. Düzenlensin ki, herkes yalanlar ile gerçekleri ayırsın ve ‘millet tokadı’nın nasıl tesis ettiğini de görmüş olsun...

14.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB ile gelen değişim



Ergenekon operasyonlarında somutlaşan veya öyle olması umulan “tasfiye ve arınma” sürecinin, Türkiye’nin AB adayı olmasıyla beraber sür’at kazandığı bir vâkıa.

İlk kez Susurluk olayı patlak verdikten sonra telâffuz edilmeye başlanan “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” ifadesi, Ergenekon’daki şok dalgalar birbiri ardı sıra geldikçe de tekrarlanıyor.

Gerçekten, 1999 Aralık’ında Türkiye’nin AB adaylığı Brüksel tarafından resmen açıklandıktan sonra başlayan süreç birçok şeyi değiştirdi.

Bu değişikliklerin bir kısmı, anayasada ve yasalarda gerçekleşti. Bunlara bağlı olarak, devlet içi kuvvet dengelerinde önemli oynamalar oldu.

Demokratik hesaplaşma geleneğine yabancı olan ve millete hesap vermekten haz etmeyen bürokratik zihniyet, kısmen dahi olsa zayıfladı.

Devlet içi bazı odaklardan destek alan birtakım çeteler ve mafya örgütlenmeleri çökertildi.

Seçimle gelen iktidarlara yönelik derin baskılar, önceki dönemlerdeki benzerlerine kıyasla, giderek daha da zorlaştı. Öyle ki, 28 Şubat modelini aynen sürdürmek dahi imkânsız hale geldi.

Özellikle 27 Nisan muhtırasına ve 367 kararına karşı 22 Temmuz’da sandıktan çıkan mesaj, siyaset dışı kalması gereken kurumların siyasete müdahalelerinin nasıl sonuç vereceğini bir defa daha bütün açıklığıyla herkese göstermiş oldu.

Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün 28 Şubat için “Zorunlu bir hareket tarzıydı, asla suçlamam” dediği halde, sonrasını anlatırken “Kimleri göndermekle kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm. Asker eli dokunmasının siyasetçiler için ne kadar ‘hayırlara vesile’ olduğunu öğrendim. Bu nedenle benim tarzım farklı oldu. Koruma kollama görevimi, kapalı kapılar ardında muhataplarımı ikna yoluyla gerçekleştirdim. YAŞ kararlarına şerh koyanları ‘Bu hareket irticayı cesaretlendirir’ diye alenen uyardım” (Murat Yetkin, Radikal 25.12.08) beyanları, değişimin askerî boyutunu çok iyi anlatıyor.

Sabah yazarı Mahmut Övür’ün, askerle yakın ilişki içinde olan, parti başkanlığı da yapmış önemli bir siyasetçiden aktardığı ilginç tesbitten hareketle yaptığı yorum da bunu tamamlıyor:

“Ordudaki kurmayların yüzde 30’u değişimden yana. Yüzde 70’i darbeci geleneği sürdürerek değişime karşı direniyor. AB sürecinden ve Türkiye’nin sivilleşmesinden rahatsız oluyor. Özkök kendi dönemindeki darbe girişimlerini önleyebildiyse, arkasındaki yüzde 30’luk güç sayesinde yaptı bunu. Ergenekon, ordudaki yüzde 70’ten güç alıyor.” (Neşe Düzel, Taraf, 12.1.09)

Şimdi paralel bir değişim, gerek 28 Şubat’ta, gerekse cumhurbaşkanı seçimi öncesinde askerle birlikte tavır koyan yargıda da yaşanıyor.

AKP hakkındaki dâvâda “kapatma” kararının çıkmaması bu noktadaki ilginç işaretlerden biri.

Ama o cenahta da içten içe derin bir çatışma sürüyor. Cumhurbaşkanının Dokuz Eylül Üniversitesine yaptığı rektör atamasını iptal eden yargı kararının bir üst mahkeme tarafından bozulması veya kapatılan beldelerle ilgili olarak Danıştay’la AYM, hattâ AYM Başkanı ile karşıt görüşteki üyeler arasında patlak veren hararetli tartışma, bu çatışmanın güncel ve sıcak örnekleri.

Bu tartışmaya girmekten kaçınan Yargıtay’ın, Ergenekon soruşturmasında işin ucunun Sabih Kanadoğlu’na dayanması üzerine YARSAV’cılar tarafından başlatılan ısrarlı tazyiklere rağmen mesafeli ve soğukkanlı tavrını bozmaması, öyle görünüyor ki, yeni dönemde yüksek yargı cenahında ağır basacak yaklaşımın işaretini veriyor.

Eğer Türkiye bu iki adresten, asker ve yargıdan siyasete yapılan müdahalelere son verebilirse, demokrasimiz çok önemli bir aşama kaydetmiş olur. Üniversite ve iş dünyası ile medyanın da bu olumlu gelişmeye ayak uydurması halinde demokratik siyasetin önü tamamen açılır.

Anketlerde halkın yüzde 60’ının görüşü olarak tesbit edilen AB ve demokrasi talebinin bürokrasiye de yansıması ise ülkeyi iyice rahatlatır.

14.01.2009

E-Posta: [email protected]





Süleyman KÖSMENE

Uhrevî amellerde ortaklık-1



Abdunnur Bey: “Risâle-i Nûr’un mesleğinde iştirâk-i amâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu biraz açar mısınız? Yani tanımadığımız Nur hizmetindeki kardeşlerimizin de sevaplarından hissedâr olabiliyor muyuz? Üstad; ‘herkes derecesine göre hissedâr olur’ diyor... Burada ‘derecesi’ ne demek? Meselâ, Emirdağ Lâhikasında Ali Osman’ın yazdığı kitapları başka vilâyetlere vermesinden dolayı ona daha geniş sahada sevap kazandıracağını söylüyor. Burada ben şunu anlıyorum: ‘Demek, sevabına hissedâr olacağımız şahıslar tanıdık olacaklar ve bizim mahsulümüz olacak’ Ne dersiniz?”

demoğlu zor işleri hep ortaklık yoluyla, el birliğiyle, omuz omuza vermek ve güç birliği meydana getirmek sûretiyle aşmışlardır. Atalarımızın, “Bir elin nesi var? İki elin sesi var!” sözüyle vecîz şekilde ifâde ettiği hakîkat, dünya işlerinde de, âhiret işlerinde de hep geçerli akçemiz olmuştur. Dünya için üç beş kişi bir araya gelip güç birliği yapıyorlar; bir ticâret veya iş ortaklığı kuruyorlar. İşin yürütülmesinden, kazancına ve kârına kadar ortak oluyorlar. Ticârî ortaklık bereket için de önemli bir duâ hükmüne geçiyor ki, genelde büyüme ile, yükselme ile, yüksek kârlarla neticeleniyor.

Âhiret işlerini yürütmek için de pekâlâ ortaklık kurulabilir ve bir çok bâdire, bir çok zorluk, bir çok sıkıntı el birliği ile, güç birliği ile, omuz omuza vermek sûretiyle aşılabilir. Üstelik âhiret işlerinde sevap ve ücret verme makâmı doğrudan Cenâb-ı Allah olduğundan, O'nun Samedâniyetinin, istiğnâsının, zenginliğinin, ikrâmının, rahmetinin ve cömertliğinin bir gereği olarak; ortakların tamamının sevabı, ortaklardan her birisine eksiksiz gider; sevaplar ortak sayısına bölünmez, bilâkis ortak sayısı kadar katlanır ve yekûn sevap tamamına ödenir. Buna Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bir mum etrafında birer boy aynasıyla duran insanların aldığı eksiksiz ve tam ışık misâli ile açıklık getirir. Işık nur olduğundan bölünme ve parçalanma olmaz ve her birisinin aynası tam bir mum ışığına sahip olur. Allah’ın feyzi, rızâsı, rahmeti, sevabı ve bereketi de ışık gibidir. Bütün ortaklara eksiksiz gider. Omuz verenlerin hepsini eşit olarak ihyâ eder.1

Fakat herkesin, aynasının rengi, parlaklığı, kırıklığı, netliği veya körlüğü gibi özelliklerine göre derece derece ışık alacağı malûmdur. Yani ışık hepsini birden eşit olarak kucaklar; ama her ayna kendisine gelen ışığı kendi kabiliyetine göre alır. Eğer sırrı bozulmuşsa ışığı içinde pek fazla tutamaz; gelen ışık geçer gider.2

Nasıl Cennette de herkes bir yandan sevdiği ile berâber olurken, aynı zamanda derecesine uygun bir makâmda da bulunur. Yani herkesin farklı makamlarda bulunuşu, bir arada bulunmalarına ve Cennetin saadetinden ve lezzetinden muhtelif derecelerde istifâde etmelerine mâni olmaz. Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bunun için de, bir bahçe içindeki dostlar misâlini hatırlatır. Nasıl bir güzel bahçe içinde bir araya gelen dostlar, farklı kabiliyetlerine ve yeteneklerine göre bahçeden farklı zevk ve lezzet alabiliyorlar. Meselâ, güzel san'atlardan anlayan dost yaprakların, çiçeklerin ve topyekûn bitkilerin güzel yaratılışlarından; mûsîkîden anlayan dost kuş cıvıltılarının veya su şırıltılarının âhenginden; resimden anlayan dost tabiâtın renk cümbüşü içindeki uyumundan... vs anlıyor ve farklı derecelerde zevk almaları mümkün olduğu halde bir arada bulunabiliyorlar.3

Üstad Hazretlerinin kaydettiği, “derecesine göre hissedâr olur” hakîkatini bu misaller ışığında değerlendirmemiz mümkündür. Risâle-i Nûr hizmeti zaten uhrevî amellerde kurulan bir mânevî ortaklık esasına dayanır. Bu hizmette şahs-ı mânevî esastır. Ene yoktur. Enaniyet yoktur. Şahsî makam ve mevkî yoktur. Benlik ve bencillik yoktur. Biz şuuru vardır. Enelerin içinde eridiği ortak bir havuz vardır. Herkes bu havuzda kendi kimliğini eritir. Herkes kişi olarak yok olur, ortak bir şuur olarak ortaya çıkar.

Yarın İnşallah devam edelim.

Dipnot:

1- Şuâlar, s. 589; 2- Lem’alar, s. 118; 3- Sözler, s. 460.

14.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kabir gecesinin ışığı



Gündüzlerini Risâle-i Nurların telif ve neşri, hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeyle geçiren Bediüzzaman Hazretlerinin gecelerini de ibadetle ihyâ ettiğini biliyoruz. “Kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık”1 dediği teheccüd namazının onun hayatında çok büyük bir önemi vardı.

Resûlullah'a (asm) ve önceleri Sahabeye de farz olan teheccüd sonraları Sahabeye ve onlar yolunda giden ümmet-i Muhammed’e mühim bir sünnet olarak devam edegelmiştir.

Teheccüdün insanın mânevî hayatında büyük yeri ve önemi vardır. Gece özellikle son üçte birinde yapılan ibadet, istiğfar, duâ, yalvarış, yakarış, okunan Kur’ân ve yapılan tefekkürlerin insanın o gün üstleneceği işler ve meşakkatler için en büyük ve etkili bir güç, metanet kaynağı, mânevî bataryalar olduğu bir hakikattir.

Onlar her şeyden önce Allah tarafından övülen insanlardır. Kur’ân, Cennet bahçelerinde ve pınar başlarında, Rablerinin kendilerine verdiği nimetlerden yararlanacak olan kullarından bahsederken onların özelliklerini şöyle anlatır: “Çünkü onlar bundan önce Allah’ı görür gibi ibadette bulunan kimselerdi. Onlar geceleri pek az uyurlardı. Seher vaktinde istiğfar ederlerdi.”2

Dünyayı ahiretin bir tarlası, ebedî hayata hazırlanmak için bir ticaretgâh olarak gören insanın vazgeçemeyeceği bir ibadettir gece namazı. Nice faydaları vardır onun. Her şeyden önce ahiret azığıdır. “İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyuruyor ki: ‘Ben salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki, ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insanın kalbine gelmiştir’” buyuran Resûl-i Ekrem (asm), bunu söyledikten sonra “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfatların saklandığını kimse bilemez”3 meâlindeki âyet-i kerimeyi okumuştur. Ümmetine gece ibadetini tavsiye ederken, bu sûretle Cennete esenlik içinde gireceklerini de bildirmiştir.4

Kâinatın Efendisi (asm) gecenin derinliklerinde kılınan iki rekât namazın dünya ve içindekilere bedel olduğunu bildirmiş,5 “Sadece sizden önceki mümtaz insanların âdeti olduğu için değil, Allah’a mânen yaklaşmak, günahlara keffaret olduğu, hastalıklara şifa sunduğu ve kötülükleri engellediği için size gece ibadetini tavsiye ediyorum“6 buyurmuşlardır. O aynı zamanda hayır kapılarından biridir.7

Böylesine önemli bir ibadet için daha fazla söze ne hacet?

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 46., 2- Zariyat Sûresi: 15-18. 3- Secde Sûresi: 17., 4- Tirmizî, Sıfatü’s-Kıyame: 42; İbni Mace, İkametü’s-Salât: 174. 5- İhya, 1:313 (Deylemî’nni Firdevs’inden.) 6- Tirmizî, Daavat: 101. 7- Tirmizî, İman: 8.

14.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Derin kazılar



Ergenekon soruşturması ilerledikçe ve bu vâdideki kazılar derinleştikçe, ortaya dehşet verici yeni yeni bilgiler, belgeler, krokiler ve cephanelikler çıkıyor.

İnsan bakıp gördükçe düşünmeden edemiyor: Yâhû, bütün bunlar şimdiye kadar nasıl olur da gizli–kapaklı kalabilmiş? Nasıl olur da, "Hangi güvenlik görevlisi namaz kılıyor? Hangisinin eşi tesettürlü?" bilgisine sahip olanlar, saklanan bunca silâh ve mühimmatın farkına varamamış?

Senelerce gizli tutulan "Hizbullahçıların vahşeti" nasıl bir anda ortaya çıkartılarak âdeta bir "korku filmi" tarzında vatandaşa izlettirildiyse, şimdiki durum da aşağı yukarı aynı tarz bir filmin, ancak çok daha büyük ve kapsamlı halini andırıyor. Yani, bu seferki bir lokal film değil, bir korku dizisi gibi...

Bir kere, şu önemli noktayı hiç kimsenin kulakardı etmemesi gerekir: Ortaya çıkartılan silâh ve patlayıcılar, işlenen hukukî bir suçun bâriz bir ispatıdır. Aynı şekilde, yıllardır patlatılan bombaların ve işlenen özellikle faili meçhûl cinayetlerin bir nevi izini işaretliyor, yahut yüzünü gösteriyor.

Açıkça suç teşkil eden bu cephanelikleri kim ki kalkıp küçümser bir ifade ile geçiştirmeye çalışıyor ve "Canım ne var bu kadar büyütülecek?" gibisinden tavırlar takınıyorsa, hiç şüphe yok ki o kişi yahut kişiler de şüpheli duruma düşeceklerdir.

Bu ülkede madem ki, hukukun üstünlüğü ve kànun hakimiyeti var, o halde hiç kimsenin kànunlar önünde bir imtiyaz ve ayrıcalığı olamaz.

Önemli bir başka noktaya daha dikkat çekmekte fayda var: Görülmekte olan adlî dâvâ deşilip kazılar derinleştikçe, meseleyi rayından saptırmak, işi çatallaştırıp hedefi şaşırtmak isteyenlerin çabaları da artmaya başladı.

Şüphe yok ki, bu tür çabalar da ortadaki suça ve işlenmiş olan cinayetlere bir nevi ortak olma anlamını taşıyor.

Ortaya saçılan kirli ilişkiler ağının, bu vatanda yaşayan hemen herkese bir şekilde zarar verdiği, hak ve hukuku çiğneyerek örüldüğü anlaşılıyor. Millet olarak bundan mutlak sûrette kurtulmamız gerekiyor.

Ancak, bir belâdan kurtulurken, bir başka belânın tuzağına düşmemek için, âzami derecede dikkat ve ihtiyatlı olmak durumundayız.

Zira, asıl meseleyi kasdî bir niyet ile saptırıp çarpıtarak "eski hâl"i sürdürmek isteyenlerin yanında, ayrıca tribünlere oynayarak şu vahim tabloyu yaklaşan seçimlerde oya tahvil etmek isteyenler de olabilir.

Mâlum, ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaştı. Vatandaşların çok geniş bir kesimi, artık aybaşını getiremeyecek durumda. Maaş artışları yıllık yüzde dört–beş ile sınırlandırılırken, temel tüketim kalemlerindeki artış yüzde yüzlere kadar tırmanmış bulunuyor.

İşte, işin bu son derece vahim olan tarafını da kimse görmezden gelmesin ve hiçkimse küçümsemeye de kalkışmasın. Bunun da büyük vebâli var.

Tamam, anarşi, terör, cinayet şebekeleri çökertilsin, karanlık odakların saklandığı dehlizler aydınlatılsın, kànun dışı her türlü kirli ilişkiler ağı ortaya çıkarılsın ve hepsinden hesap sorulsun... Ancak, bütün bunlar yapılırken de, mesele seçimlere endekslenmesin ve olup bitenler oylara tahvil edilmeye kalkışılmasın.

Her şeye rağmen, yaşanan dehşet manzaralarının arkasında güzellikler olduğunu düşünüyor ve yaşanan şoke edici gelişmelerin hayırlara vesile olmasını bütün içtenliğimizle temenni ediyoruz.

14 bin deveyle Kanal Harekâtı

Birinci Dünya Savaşının Sînâ Cephesinde 14 Ocak–15 Şubat tarihleri arasında yaşanan ve büyük bir hezimetle neticelenen Kanal Harekâtını 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa sevk ve idare ediyordu.

Bugünkü Filistin'in Gazze, İsrail'in Birüssebi ve Mısır'ın Sînâ bölgesinde mevzilenen 4. Osmanlı Ordusu, 14/15 Ocak gecesi tam 14 bin adet deveyle Süveyş Kanalı'na doğru harekete geçti.

Cemal Paşa ve onun emir aldığı İttihatçı hükümetin karar verdiği bu harekâtın asıl maksadı, ağırlığını Hintli askerlerin teşkil ettiği İngiliz kuvvetlerini Mısır'da mahsur bırakmak; onların Batı Cephesine (Çanakkale) gitmesine mani olmak ve bilâhare Mısır halkını ayaklandırarak İngiliz işgalini sona erdirmekti. Ancak, harp esnasında yaşanan gelişmeler, Cemal Paşanın istediği şekilde de değil, maksadın tam aksi yönünde bir netice doğurdu.

Zira, İngiliz kuvvetleri hem asker sayısı (20 bine karşılık 30 bin), hem de modern silâh ve mühimmat itibariyle Osmanlı kuvvetlerine üstünlük sağlamış durumdaydı.

Bu şartlar altında kanalın Mısır tarafına geçen 600 kadar Osmanlı askerinin tamamı şehit ve esir edildiler.

Başarısızlığı gören Cemal Paşa, bir ay sonra orduyu Gazze'ye doğru geri çekti ve bir sene sonra ne yazık ki başarısız ikinci bir kanal seferini daha düzenledi.

14.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İktidar ve dünyevîleşme!



Dünyevîleşme, ahtapot gibi Müslümanları sarmalamış! Peki dünyevîleşmek nedir?

Dünyanın üç yüzü var:

1- Esmâ-i Hüsnâ’nın (Allah’ın isim ve sıfatlarının) tecelligâhıdır. Fen ilimleri dahil, bütün ilimlerin dayanağı Esmâ’dır. Herbir fen bir Allah’ın bir isminin tecellisinden çıkmıştır. Meselâ tıp Şâfî, matematik-fizik-kimya Mukaddir isminin tecellisinden çıktığı gibi.

2- Dünya, ahiretin tarlasıdır. Yani ahiret burada kazanılacaktır.

3- Dünyanın maddî, fânî, nefse bakan yönüdür.

İşte, ilk iki madde penceresinden dünyaya bakmak, dünya ve içindekileri Allah adına sevmek, İslâmın emridir. Bu iki cepheyi unutup tamamen dünyaya yönelmek, olaylara nefsî, indî, maddî çıkarlar açısından bakmak ise dünyevîleşmektir.

Dünyevîleşme çalışmak, zengin olmak; makam, mevkî, şan/şöhret sahibi olmak değildir. Dünyevîleşmek, zenginliğini gayr-i meşrû yolda harcamaktır. Makam ve mevkiini nefis, dünya hesabına kullanıp, kulluğun kapsam alanından çıkmaktır.

Dünyevîleşmek; dünyevî dost ve rütbelerin kabir kapısına kadar olduğunun farkına varmamak; dünya için âhireti unutmak, ahiretini dünyaya feda etmek; sonsuz hayatı, dünya hayatı için bozmak; malâyânî/boş şeylerle ömrünü telef etmek; kendini misafir telâkkî etmeyip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmemektir.

Dünyevîlik, maneviyâttan ziyade maddiyâtı, ahiretten ziyade dünyayı öne çıkarır. Kişi, himmetini, hizmetten ziyade nefsine hasrederse dünyevîleşme kaçınılmazdır.

Dünyevîleşme o kadar ileri götürülmüş ki, zarurî olmayan şeyler de zarurî ihtiyaç hâline getirilmiş. Lezzetkoliklik, madde bağımlılığı, teknolojik cihaz bağımlılığı (yani bunlara kalben müptelâ olmak) vesâire dünyevîleşmektir.

Halbuki, bu dünyaya, dünyevîleşmek için değil; uhrevîleşmek, yani imtihanı kazanmak için gönderildik.

Mısır’ın eski ekonomi bakanlarından Dr. Hassan Abbas Zeki, Bediüzzaman’ın, mü’minlerde îmanın zayıf olduğuna dikkat çektiğini söyler:

Müslümanların işlerinde dünya menfaati ağır bastı; Allah yerine paraya, makama ve şöhrete kul köle oluyorlar. Hayvanî, nefsânî ve şahsî arzuları hâkim oluyor, Kur’ân’ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşıyorlar.

Dünyevîleşmeme, yani uhrevîleşme dersini Muhacir ve Ensar’dan almalıyız:

Muhacirler, hicret ile çoluk-çocuğunu, malını-mülkünü, yıllarca yaşadıkları şehri terk ile dünyevîlikten uzaklaştılar. Kur’ân’ın övdüğü Medine’nin Ensar halkı, Mekke’de zulüm altında inletilen ilk Müslümanları şehirlerine dâvet etmiş, onlarla evlerini, bağ-bahçelerini paylaşmışlardır. Müşriklerin taarruzlarını da göze alarak, hayatları pahasına onları koruyacaklarına söz vermişlerdi. Hatta, kimi Ensar, kardeşi Muhacire, “Üç hanımım var, birisini boşayayım, sen nikâhla!” diyecek kadar bir kardeşlik ve yardım ruhu sergiledi.

Bugün, özellikle siyaset ve iktidar yoluyla dünyevîleşenler; can ciğer kardeşinin, komşusunun malına, mülküne göz dikecek kadar ileri gitmiş. İktidar ve servetini, hakperestlik uğruna değil; haksızlık için rüşvet verip, mahkemeleri bile şaşırtmış! Başkalarının namusuna göz koymuş!

14.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır