"Gerçekten" haber verir 26 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Toplumların temel noktası: Barış



Her şeyin kemale, yani en mükemmel noktasına yöneldiği kâinatta sosyal düzenin de kemale doğru yönelmiş olması yüksek bir ihtimaldir. Sosyal düzenin kemalinden bahsettiğimizde akla ilk gelen kavram ‘barış’ olacaktır. Çünkü insanlığın genelinde hak ve doğru olanın barış olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Hak ve doğru insanlığın aslî gerçekliğine ve fıtrî haline daha yakın olmalıdır. Muhtemelen her insanın özünden gelen ve fıtratından kaynaklanan ses, hakkın ve doğrunun yanında yer alacaktır.

Ancak hak çoğu zaman siyasî güçlerin ve benlikle bağlantılı hallerin uzağında daha çok şeffafiyete yakın bir kavram gibidir. Hakkın etkisi ve yayılımı şeffafiyet tecellisine en belirgin şekilde planda mazhar hava ve suyu andırır. Hava ve su etkileri zahiren çok belirgin olarak gözlenmediği halde sessiz ve derinden bütün varlıkları kuşatacak fıtrî özelliklere sahiptirler. Su, bütün dünyanın dörtte üçünü, insanın yüzde altmışını teşkil ettiği halde bu durum zahiren çok belirgin değildir. Hava, hayatımızın en önemli unsurlarından biri olduğu halde çoğu zaman varlığını dahi hissetmeyiz. Nefesimizi rahatlıkla alamadığımız anlarda ‘hava’nın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlıyoruz. Sosyal alanda da hak benzer bir şeffafiyet hali göstermektedir. Hakkın galibiyeti çoğu zaman savaşlarla değil barış zamanları ve ruhlara nüfuz ederek olmuştur.

Hepimizin içinde doğruya ve iyiye bir meyil var olduğu toplumların genel sükûn halinden anlaşılmaktadır. Her fıtrat özünde doğrunun yanında güzelliklere meyilli olmalıdır. Ancak toplumun genel yapısı ve gelenekler, kültür yapısı zaman zaman insanı fıtratının sesinden uzaklaştırmaktadır. Bozulmamış her fıtratın, hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerektiği insanlık tarihinin ortaya çıkardığı açık gerçeklerdendir.

İnsanlık tarihine bakıldığında, insanlara en büyük değerleri katan ve insanları özünden ve derinden etkileyen hakikatler büyük siyasî güçlerin değil, inançları ve değerleri ile insanları özde etkileyen samimî fertlerin ve toplulukların eseri olmuştur. Toplumlara asıl yön veren maddî güç ve para değil, inanılmış değerler olmuştur. Bu değerler bir tür şeffafiyetle sosyal yapıları derununa inerek etkilerler. Nitekim Asr-ı Saadette dünyevî hiçbir güç olmaksızın başlayan hareket artık insanlığın bütün katmanlarına ve derinliklerine nüfuz etmiştir.

Bu durum önümüzdeki yıllarda siyaset ve teşahhusattan uzak ve şeffafiyete mazhar Risâle-i Nur hakikatlerinin döneminin geldiğine bir işaret olmalıdır. Her türlü siyasî ve coğrafî sınırların eşyayı ve insanları parsellemesinden uzak bir yapı olan bu hareket, çok kısa bir süre sonra bütün dünyayı etki alanına alacak gibidir. Teşahhusata mazhar siyasî hareketler engellenebilir, çünkü bu mazhariyetle kendi alanlarını sınırlamışlar ve menfaat çatışmalarının hedefi olabilecek konuma gelmişlerdir. Oysa şeffafiyete mazhar bir hakikati siyasetle ve maddî güçle engellemek mümkün değildir, çünkü ortada hedef olarak algılanabilecek, parsellenmiş bir alan ve mücadelesi verilen bir benlik yoktur. Yaşanan son olaylardan sonra hakka yönelen insanlık Risâle-i Nur’a muhakkak ulaşacak veya yavaş yavaş yayılan hakikatler bütün maddî engelleri nuraniyeti ile aşacak ve ruhları derinden etkileyecektir. O halde bizlere düşen vazifeler çok büyük ve insanlık için çok önemlidir.

Dünyada çatışmalara yol açan en önemli sebeplerden biri gereksiz konuların zihinleri fazlasıyla meşgul etmesi ve asıl meselelere harcanacak enerjinin zayıflamasıdır. Aslında herkese sahip olduğu topraklar yetmekte ve yeryüzünde herkesin huzur içinde yaşayacağı imkânlar ihsan edilmektedir. İnsanlar ihtirasları ve yersiz algıları ile şu cennet gibi yaratılmış dünyayı kendilerine ve başkalarına ‘dar’ etmektedir.

Dünya içinde yer alan herkes önce kendi konumunu iyi algılamalı dünyevî konumlarının ötesinde uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde ‘sinek’ten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar. Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izafî bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok, varlığın asıl sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür. Bu yüzden varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar birbirine dayanmalı hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli’şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler.

Gelecek yıllar küresel Asr-ı Saadetin yani dünya genelinde insanî ve İslâmî mânâların yayılımına zemin hazırlayacak tarzda ilerlemektedir. Barış içinde bir dünya herkesin herkese tahammül edebildiği bir algı ile ancak mümkün olur. Bu mânâ hakkın galip olduğu ve her ferdin bu zeminde birlik algısının kalplere yerleştiği gün açığa çıkacak gibidir. Eğer insanlar fıtratlarının sesini dinlerse ve toplumlar fıtrî seyrine bırakılırsa galip olan ‘hak’ olacaktır. Bu noktaya ulaşıldığında şu sevimli ancak boynu bükük küremiz huzur dolu bir köy haline gelecektir.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bereket kaynağı: İktisat- 2



Nuray Hanım: “İktisat nedir? İktisat etmek neden güzeldir?”

İktisadın ne olduğunu, ferdî ve sosyal hayatımıza kazandırdıklarını ve bize maddî-mânevî nasıl yükseliş sağladığını dünkü yazımızda kısmen ele alarak, Bedîüzzaman Hazretlerinin İktisat Risâlesini özetlemeye çalışmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim:

Dördüncü Nükte: “İktisat eden maîşetçe âile belâsını çekmez” hadisinin sırrıyla iktisad eden geçim derdi ve sıkıntısı çekmez. İktisad kesinlikle bereket sebebi ve geçimde mutluluk ve bolluk vesîlesidir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri burada, Burdur’a nefyedildiği günlerde bazı zengin reislerin, parasızlıktan sefâlete düşmemek için kendisine zekât vermeyi çok istediklerini, ama kendisinin bunu kabul etmediğini; onlara, “Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim” dediğini ve reislerin ısrarlı tekliflerini reddettiğini örnek olarak zikreder. İki sene sonra ise kendisine zekât teklif eden reislerin iktisatsızlık yüzünden borçlandıklarını, onlardan yedi sene sonra o az paranın iktisat bereketiyle kendisine kâfi geldiğini bildirir.

Evet, iktisat etmeyen zillete, başkasına yüz suyu dökmeye ve sefâlete düşmeye her an hazırdır.

Oysa iktisat edip zarûrî ihtiyacı kadarıyla yetinse, “Şüphesiz ki, rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” âyetinin sırrıyla ve “Yer yüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” âyetinin açık işâretiyle herkes, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacaktır. Çünkü bu âyetler rızkı taahhüt ediyor.

Rızık ikidir:

1- Hakîkî rızık: Yaşamaya yetecek derecede verilen rızıktır. Bu rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. İnsanlığın bulaşık eli bulaşmazsa bu zarûrî rızık mutlaka gelecek ve hiçbir kimseyi aç bırakmayacaktır. Böylece esasen bu hakikî rızkı bulmak için hiç kimse ne dinini, ne nâmusunu, ne de izzetini satmaya mecbur olmaz.

2- Mecâzî rızık: Görenek belâsıyla zarûrî ihtiyaç listesine giren ve tiryakilik derecesinde bağlılık yapan gayr-i zarûrî ihtiyaçlardır. Bu rızık Allah’ın taahhüdü altında değildir.

İşte zarûrî olmayan bu rızkı kazanmak bu zamanda çok pahalı düşüyor. Başta izzetini fedâ ediyor, zilleti kabul ediyor, bazen alçak insanların ayaklarını öpüyor, bazen dilenci oluyor, en tehlikelisi ise, ebedî hayatın nûru olan dînini ve mukaddesâtını fedâ etmek sûretiyle bereketsiz ve uğursuz bir maddî kazanç sağlıyor.

Böyle haramların ve günahların mubah sayıldığı dehşetli bir zamanda, şüpheli mallarda zarûret derecesiyle yetinmek lâzımdır. Çünkü haram maldan zarûret derecesinden fazlasını zaten alamaz. Zorda ve darda kalan adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Ancak ölmeyecek kadar yiyebilir.

Öyleyse, hakîkî rızık zaten taahhüt altındadır. Mecâzî rızık için ise İktisad prensiplerini bozmaya gerek yoktur. Dînini ve mukaddesâtını ön plânda tutmak bizi hem israf yapmaktan koruyor, hem de iktisadı yaşamamıza imkân veriyor.

Beşinci Nükte: Cenâb-ı Hak cömerttir. En fakir adama en zengin adam gibi, köleye ve fakire padişah gibi nimetinin lezzetini hissettiriyor. Bir fakirin, açlık ve iktisat vasıtasıyla bir parça kuru ekmekten aldığı lezzet, bir padişahın veya bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyâde lezzetlidir.

İktisad eden kimselere cimri denemez. İktisat, izzet, onur ve cömertliktir. Cimrilik ise zillettir, israfçıların ve savurganların görünüşteki merdâne hallerinin iç yüzüdür.

Yarın İnşallah devam edelim.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cehennemin müşterileri



Şu geçici imtihan dünyasında Cenâb-ı Hak kullarını imtihanlardan imtihanlara uğratır. Tâ ki kömür ruhlu olanlarla elmas ruhlu olanlar birbirlerinden seçilsinler diye.

İşte hayat bu tercihlerden ibarettir. İnsan ya kötülükleri tercih ederek kömür ruhlu, ya da iyilikleri seçerek elmas ruhlu olduğunu göstermiş olacaktır.

Kömür ruhlular Cehennemi boylarlarken elmas ruhlular ise Cennetle ödüllendirileceklerdir.

Kimdir bu kömür ruhlular? Nedir özelllikleri? Bir âyette buyurulur ki: “And olsun ki cinlerden ve insanlardan pek çoğunu Biz Cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, onunla anlamazlar. Gözleri vardır, onunla görmezler. Kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvan gibi, hatta hayvandan da aşağıdırlar. Onlar gafillerin ta kendisidir.”1

Demek Cehennemliklerin en önemli özelliği kalbleri olduğu halde gerçeklere yüz çevirmeleri, gözleri olduğu halde onları görmemeleri, kulakları olduğu halde onlara kulak tıkamalarıdır.

Gerçeklerin başında Allah’ın varlığı ve birliği, İlâhî kitaplar, peygamberler, öldükten sonra diriliş ve sorgulama, Cennet ve Cehennem gelir.

Cehennemlikler şu dünya misafirhanesinde misafirhane sahibi Yüce Yaratıcılarının misafiri oldukları, O'nun sayısız nimetleriyle beslenip büyütüldükleri, O'nun memleketinde yine O'nun verdiği akıl, fikir, organ, duygu ve yeteneklerle hayat sürdürdükleri halde O'nu tanımamakta, bütün bunları cansız, şuursuz tabiata, sebeplere, yaratıklara bağlamaktadırlar. O'nun harika birer san'at eseri olan sayısız yaratığı tesadüfe havale ederken hem san'atkârları Allah’a, hem de o taklidi imkânsız san'at eserlerine hakaret etmektedirler.

Herbiri sayısız anlam ve faydalar taşıyan bu eserleri sahipsiz görmek veya şuursuz yaratıklara vermek gündüz ortasında güneşi inkâr etmek gibi inatçılıktır, gerçeklere göz yummaktır.

Böyle inatçılar için şu İlâhî hitaplar ne kadar yerinde değil mi? “Atın Cehenneme herbir inatçı kâfiri! Var gücüyle hayra engel olanı, zulme sapanı, haktan şüphe içinde olanı.

“O kimse ki, Allah ile beraber başka ilâhlar edinmiştir. Atın onu şiddetli azabın içine!

“Onun arkadaşı şeytan, ‘Ey Rabbimiz,’ der. ‘Onu ben azdırmadım. Zaten o haktan pek uzak bir sapıklık içindeydi.’”

“Allah buyurur: Huzurumda çekişmeyin. Ben sizi daha önce ikaz etmiştim. Benim katımda bu vaad değiştirilmez. Ben kullarıma haksızlık edici de değilim.” 2

İşte bir tercih ve sonucu!

1. A’raf Sûresi: 179.

2. Kaf Sûresi: 24-29.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İstiklâl kahramanı, istiskal edildi



İstiklâl Harbinin (Kurtuluş Savaşının) en cesur ve en hazırlıklı kahraman kumandanlarından biri olan Kâzım Karabekir, 26 Ocak 1948'de Meclis Başkanlığı makamında bulunduğu esnada vefat etti.

Karabekir Paşanın 1905–1924 tarihleri arasındaki 20 yıllık muvazzaf askerlik hayatı başarılarla doludur. Bu süre zarfında meydana gelen büyük savaşlar dahil, daima tehlikeli ve çok riskli görevlerde bulunduğu halde, yine de başarısızlığa hiç düşmemiş ve her defasında yüzünün akıyla vazifesini ifa etmiş cengâver bir kumandandır.

Onun son olarak 1917–1924 yılları arasında deruhte etmiş olduğu Şark Cephesi Kumandanlığı vazifesi ise, madalyalı takdirlerle karşılanmış ve dillere destan olan muzafferiyet örnekleriyle süslenmiştir.

Karabekir Paşanın, 1922'den sonra askerlikle birlikte milletvekilliği görevi de olmuştur. Edirne ve İstanbul milletvekili olarak Meclis'te hizmet etmiştir.

1924'te ise, gördüğü lüzum üzerine askerlik görevinden istifa ile siyasî hayata atılmış ve 17 Kasım 1924'de kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TCF) başına geçmiştir.

İşte, özellikle bu tarihten sonra Karabekir Paşa ve yakın arkadaşlarının başına gelmeyen kalmıyor. Cumhuriyet sonrası Meclisteki ilk ciddî anamuhalefet partisi konumunda bulundukları için, memlekette yaşanan hemen her sıkıntıdan, her kargaşadan sorumlu tutuluyorlar.

Birkaç ay sonra (Şubat 1925) patlak veren en büyük gaile, Şark vilâyetlerini etkisi altına alan Şeyh Said Hadisesidir.

Ne gariptir ki, Karabekir Paşa ile TCF'li arkadaşları bu hadiseden sorumlu tutulur ve 5 Haziran 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile partileri kapatılır.

Böylelikle, memlekette demokrasinin canına okunmuş ve tek partili dikta rejimi devrine geçilmiş olur.

Ne var ki, Karabekir Paşa ve arkadaşlarının başına gelenler, bununla da sınırlı kalmıyor.

Yaklaşık bir yıl kadar sonra (1926) İzmir'de vâki olduğu iddia edilen İzmir Sûikastı bahanesiyle, diğer dâvâ arkadaşlarıyla birlikte Kâzım Karabekir de idam talebiyle yargılanır ve öldürülmekten kılpayı kurtulur.

İşin çok garip bir tarafı şudur ki: İstiklâl Mahkemesindeki sorgulama esnasında, kendisine hadise ile hiç alâkası bulunmayan şu suâl soruluyor: "Zâtıâliniz Millî Mücadele esnasında büyük hizmetler görmüş olduğunuz halde, bilâhare neden muhalefete geçtiniz?"

Evet, görüşülmekte olan dâvâ konusuyla hiç alâkası bulunmadığı halde, Karabekir'e 1924'te niçin CHP karşısında bir muhalefet partisi kurduklarının hesabı soruluyor.

Yine çok acip ve gariptir ki, Karabekir Paşa bu suâlin cevabını verirken, yaşanmış öylesine acı vak'alardan bahsediyor ki, duyunca cidden inanası gelmiyor insanın.

Meselâ, Cumhuriyetin ilânından kısa bir süre önce ve ilândan hemen sonra Ankara'da bulunan siyasî ve askerî zevâtın birbiriyle çekişmeye başladığını, bilhassa İsmet Paşa ile Rauf Orbay arasında ciddî kırılmalara yol açan kavgaların yaşandığını, bazı paşaların gizlice grup oluşturarak diğer bazı paşaları hepten dışlamaya yöneldiğini, hatta bu esnada kendisinin de dışlandığını, hiç sayıldığını ve çok defa istiskale mâruz kaldığını mahkeme huzurunda beyan ediyor.

Muhayyel İzmir Sûikastı dâvâsıyla alâkalı neşredilmiş birçok kaynakta (Kılıç Ali, M. Müftüoğlu, K. Karabekir...) yer alan bilgi ve nakillere baktığımızda, Karabekir Paşa, yapmış olduğu o uzun müdafaa esnasında nesillerin mutlaka bilmesi önemli noktalar var.

Bunları şu iki–üç noktada hülâsa etmek mümkün:

* Karabekir Paşa, Cumhuriyet'in ilânı (29 Ekim 1923) esnasında Trabzon'da bulunduğunu ve kendisine bu hususla alâkalı hiçbir bilginin verilmediğini hayret ve taaccüple ifade ediyor. Yani, kendisi hem milletvekili, hem de Şark Cephesi Komutanı olmasına rağmen, böylesine mühim bir gelişmeden hiç haberdar edilmediğini, aynı durumun daha başka şahsiyetlerden de özellikle gizli tutulduğunu, bunun da şüphelere ve sûizanlara yol açtığını nazara veriyor.

* Bir başka husus, M. Kemal'in 1923'ten sonra kendisine karşı farklı bir tavır içine girdiğiyle ilgili. Meselâ, bir defasında randevu alıp makamına gittiğini, buna rağmen tam bir saat müddetle kendisinin kapıda bekletildiğini ifade ile, bu gibi istiskallere daha evvel hiç mâruz kalmadığını anlattıktan sonra şunu ekliyor: "Gördük ki, eski samimiyetten eser kalmamış..."

Kâzım Karabekir, mahkemede son iki–üç yıl içinde marûz kaldığı bed muameleden daha başka misâller de verdikten sonra, yaşanan aykırılıkların kendisinden kaynaklanmadığını, bilâkis bu uyumsuzlukları gidermek için samimane çalıştığını ifade eder.

Neticede o mahkemede beraat eder ve 1927'de emekliye ayrılarak, hem askerî, hem de siyasî hayata vedâ eder. Ayrıca, Ankara'dan ayrılarak İstanbul'a yerleşir. Fakat, yine de rahat bırakılmaz ve adeta baskı–tarassut altında bir hayata mahkûm edilmeye çalışılır.

Karabekir, Erenköy taraflarında büyük mahrumiyetler içinde yıllarını geçirir. Ankara'daki siyasîlerden ümidini keser ve başının çaresine bakar. Ailesini zar–zor geçindirmeye gayret eder.

Onun, yeniden siyasete ve dolayısıyla Ankara'ya dönmesi, M. Kemal'in ölümünden sonra mümkün olur. 1939 seçimlerinde milletvekili olarak girdiği Millet Meclisinin 1946–48 yıllarında başkanlığını yapar ve bu vazifede iken hakkın rahmetine kavuşur.

Millî Mücadele komutanlarından en fazla eser sahibi olan Kâzım Karabekir'in mezarı Ankara'daki Devlet Mezarlığındadır.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nimetin kıymetini takdir edebilmek



Amerikalı bir çiftçi, hiç de memnun olmadığı çiftliğini satmaya karar verir. Emlâkçıya gider; bir satış reklâmı hazırlamasını ister. Bir hafta sonra emlâkçıya uğrar ve reklâmın hazırlanıp hazırlanmadığını sorar. Emlâkçı: “Hazır; okuyayım!”

Çiftçi, can kulağı ile dinledikten sonra:

“Şunu bir daha okusana!” der.

Emlakçı, ikinci defa, dikkatle okuduktan sonra; çiftçi uzun uzun düşünür ve sonunda kararını şöyle açıklar: “Çiftliğimi satmaktan vazgeçtim! Zîrâ ben, ne güzel bir çiftliğe sahipmişim de farkında değilmişim!”

***

Saymaktan ve şuûruna varmaktan âciz olduğumuz sayısız nimetlerle kuşatılmışız...

Öyle duygu ve lâtifelerle donatılmışız ki, birisinin eksikliği bizi insanlıktan çıkarır. Meselâ, akıl, kalb, vicdan...

Bir vücut ki, anatomik yapısı ile en mükemmel yaratılışta, en mükerrem. Azâlar, uzuvlar, âletler, kafa, göz, el ayak, parmak, dil, dudak, diş, burun, kulak en harika ve mükemmel şekilde dizayn edilmiş... Hepsi yerli yerinde, düzgün, ölçülü ve dengeli! Bunların hiçbirisine maddî değer biçemeyiz. Mânevî kıymetleri ise, asla takdir edemeyeceğimiz çapta! Bütün bunlara karşılık şu âyet meâlini dinleyelim:

“Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?

“O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, sana ölçülü bir biçim verdi.

“Seni istediği herhangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.”1

Daha ne istiyoruz emirlerini edep dâiresinde yerine getirmek, ibâdet etmek için?

Bütün mahlûkata bakınız; herkes sofrasından memnun: Ağaçlar çamurlu su içer, karbondioksit teneffüs eder, memnun…

Sinekler mikrop yer memnun…

Kedi fare yer, memnun…

Tavuk çöplükten beslenir, memnun…

İnekler-koyunlar çayır sofrasından otlanır, memnun…

Kartallar leşle beslenir hayatından memnun.

Ya insan olarak ne kadar harika ve sayısız ni’metlerle donatıldığımızın farkında mıyız?

En iyi, en özlü, kâinat fabrikasının her bir bölümünde özel olarak harmanlanmış gıdaları biz yiyoruz!

Acaba bize verilen nimetlerin, ruh ve bedenimizin kıymetini biliyor muyuz?

Dipnot: 1- Kur’ân, İnfitar, 6-8.

26.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zehir eken ne biçer?



Yıllar önce ekilen ‘zehir tohumları’ maalesef günümüzde meyve vermiş durumda. İman ve küfür mücadelesinin kıyamete kadar devam edeceği değişmez bir kaide olduğuna göre ‘iyi’ ile ‘kötü’nün tohumlarını ekenlerin bu mücadelesi de kıyamete kadar devam edecek.

Bazıları, cemiyetin içine sürüklendiği şartlara bakıp şaşıyorlar. Elbette sürüklendiğimiz ‘çıkmaz sokak’ şaşılacak bir şeydir, ama nihayetinde bu sokakta olmamız bir neticedir. Asıl şaşılması gereken; yıllar önce ekilen ‘şer’ tohumlarının günün birinde bu şekilde feci meyveler vereceğini tahmin edememek olsa gerek.

Tabiî ki, neredeyse bir asra yaklaşan ‘zehir tohumları ekme devri’nde bu ikazları yapanlar da olmuştur. Fakat o günkü ‘idareciler’i ikaz edenler ‘teşekkür’ yerine cezaevlerine gönderilmişlerdir. Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek.

Günümüzde o kadar çirkin işlere imza atılıyor ki, duyanların şaşmaması mümkün değil. Yıllar önce Avrupa ya da Amerika’da yaşandığını duyduğumuz çirkinlikler, akıl almaz cinayetler ve dudak uçuklatan hadiseler maalesef artık ülke-mizde de yaşanıyor. Tekrarlamak gerekir ki bu çirkinlikler ‘netice’dir ve sadece neticeye kızmakla, küsmekle bir yere varamayız. Hadiselere doğru teşhis koymak ve var olan doğru çarelere sarılmak durumundayız.

Yaşanan çirkinlikleri saymak hem edebe hem de ahlâka aykırı. Böyle olmakla birlikte bu çirkinliklerin yaşandığı da bir vakıa. Bir hanım yazar, yaşanan çirkin tecavüzler karşısında o derece kızmış ki, ‘sebep olanları asacaksın, keseceksin’ noktasına gelip şöyle demiş: “Artık cinayet de-meye dilimin varmayacağı, vahşetin de ötesinde bir olay yaşanıyor. 6 yaşında bir kız çocuğu (kaçıncı bu?) boğularak öldürülüyor, (...) Nedir bu rezillik, kepazelik, insanlık dışı iğrençlik. Kusmak istedim okuyunca. İşte o yüzden taciz ve tecavüz söz konusu olunca ses çıkarmamız gerekiyor. Haykırmamız gerekiyor. (...) Artık yeter! Tüm bunların bir yaptırımının olması lâzım. Hadım mı edilecekler, ömür boyu hapse mi girecekler, asla ve asla elleri fermuarlarına gitmeyecek bu adamların!” (Ayşe Arman, Hürriyet, 23 Ocak 2009)

Arman bu tepkisinde haklı, ancak bu çirkin hadiselerin bir ‘netice’ olduğu konusunda şüphesi var mı? Böyle çirkin hadiseleri önlemek isteyen samimî kişiler, bu çirkinliğe giden bütün yolların kapanmasına da katkı sağlamak durumundadır. Neticeye kızıp sebeplerini savunmak mümkün olabilir mi?

Akıl ve ahlâk dışı bu çirkinliklerin sona ermesini isteyen ve bu konuda samimî olan herkes ‘zinaya giden bütün yollar’ın tıkanması için de gayret sarfetmelidir. Aksi halde, ‘Artık yeter!’ demekle bir yere varamayız.

Türkiye’yi idare edenlere seslenelim: Gelin ‘zehir’ ekmekten vazgeçin. Yıllar önce ekilen zehirleri neticesiz bırakacak olan ‘panzehir’leri devreye sokun. Aksi halde her gün ifade edemeyeceğimiz yeni bir çirkinlikle karşılaşırız ki, “Artık yeter” demek de bir işe yaramaz.

Kimlikleri ve kişilikleri kim olursa olsun, ‘zehir’ ekenlere itiraz edelim ve yıllar önce bu çirkin meyvelerin tohumlarını ekenleri de iyi teşhis edelim!

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Modernite ve çağdaşlıkla altmodisch ve gericilik arasında



Bediüzzaman Hazretleri yaklaşık yüz sene önce efkâr-ı amme dediğimiz kamuoyunun hakim olacağını haber veriyor. Henüz dahil olduğumuz 21. yüzyılın en önemli sosyal hareketlerinin başında, “dünya kamuoyunu elde etme” mücadelesinin gelmesi çok manidardır. Toplumun sosyal görüşlerine hakim olma çabası çerçevesinde, başta Amerika’da olmak üzere kurulan enstitüler ve bu istikamette Avrupa ve Asya’da harcanan yüz milyarlarca dolar, bu mücadelenin şiddetini gösteriyor. Küresel sermayeyi banka ve fonlarıyla idare etmeye çalışan meşhur dinsiz ekonomi sihirbazlarının kurdukları enstitülerce yapılan çalışmaların dikkatle incelenmesi neticesinde, ahir zaman dinsizlerinin semavî dinlere ve bu dinlerden doğan hayatlara verdiği devâsa zararlar daha net ortaya çıkar.

Türkiye’mizde, bilhassa son on sene zarfında çeşitli fon ve isimler altında yapılan sosyal alan çalışmalar ve bu çalışmalara dayanarak yapılan propagandalarla nasıl bir kamuoyu oluşturulmaya çalışıldığını Yeni Asya okuyucuları bilirler.

Yaklaşık elli ülkede faaliyet gösteren Açık Toplum Enstitüleri, TESEV, KALDER ve bilhassa kadınları ihtiva eden bazı sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları incelendiğinde, efkâr-ı ammenin hangi istikamette ve kimlerce iğfal edilmeye çalışıldığı daha iyi anlaşılır. İşin en acıklı tarafı ise, söz konusu kuruluş ve kurumları finanse eden kaynakların mahiyetlerinin bilinmemesinden dolayı ülkemizin birçok üniversite, siyasî parti ve sivil toplum örgütlerinin bu tezgâha bilinçsizce düşmeleridir. Bazen Diyarbakır merkezli BOP fonları, bazen AB fonları ve bazen de Soros fonları kimlikleriyle piyasaya çıkan paralarla finanse edilen çalışmaların, netice itibariyle Türkiye’mizin ahlâkına, inançlarına, tarih ve kültürüne zararlı çalışmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mahiyetini izaha çalıştığımız çalışmalar yalnızca Türkiye, Arap dünyası ve eski Doğu Bloku ülkelerinde icra edilmiyor, bazen Almanya ve Fransa’da da Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine yapılabiliyor.

Meselâ yine aynı kaynaklardan beslenen bir enstitü, Almanya Rostock Üniversitesinde, Almanya’daki Müslüman gençlik üzerinde bir çalışma gerçekleştirmiş. Hans Jürgen von Wenslerski ile Claudia Lübcke tarafından idare edilen sosyal çalışma ile Almanya’daki gençlerin “cinsellik ve aileye bakış” açıları araştırılmış. Türk milletini, İslâmiyeti ve temel insanî değerleri bilmeyen akademisyenlerin çalışmaları–onlara göre–fevkalâde ilginç sonuçlar vermiş. Buradaki Müslüman gençlerin cinselliğe bakış açıları, 1950’li yıllardaki Almanların bakış açılarını tedai ettiriyormuş. Bu da–onlara göre–çağdışı ve gericiymiş.

Almancası ile “altmodisch…” Bu ise, entegre olamayan bu gençlerin zamanla okullarda ve toplumda problem olacaklarını gösteriyormuş. Yani Müslüman gençlerin nikâhsız beraberliklere karşı çıkmaları, aileye taraftar olmaları ve aralarında seksi konuşmamaları nakise olarak yansıyor enstitünün yaptığı çalışmalara…

1950’li yıllarda, Freud ve talebelerinin şekillendirdiği saldırgan, sefih ve dinsiz felsefenin geleneksel Hıristiyan kültürüne yaptığı son saldırı henüz gerçekleşmemişti. Wilhelm Reich ve yoldaşlarının “serbest beden kültürü” hareketi, sivil halklarda makes bulamamıştı. Bildiğiniz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’yı terk eden Bolşevikler, Almanların mağlûbiyetinden sonra Amerika ve İngiltere’nin korumaları altında tekrar Kuzey Avrupa’ya döndüler. II. Frankfurt okulunu kurup dinsizlik ve sefaheti resmî kurumların aracılığıyla daha da teşmil ederek yaymaya başladılar. Meşhur cinsel devrim bu çalışmanın ürünüdür. Dünyanın canını boğazına getiren “Ye’cüc ve Me’cüc” karakterli 68 nesli de bu mektebin zakkumî bir meyvesidir.

İşte Avrupa, bu dehşetli tahripleri görmeden önce Hıristiyanlıktan gelen geleneklerle az-çok gençliğini muhafaza ediyordu. Nikâhsızlığın “fıtrîlik” diye takdimi, eşcinselliğin normalleştirilmeye çalışılması, kadın-erkek çıplak yüzme havuzları ve din derslerinin bazı eyaletlerde kaldırılması, bu meşhur tahribattan sonra ortaya çıkıyor. Rostocklu araştırmacılar gençliğin bu yağmalanmış halini normal, Müslüman gençlerin fıtrî yaşamaya meyillerini anormal olarak takdim etmeye çalıyorlar. İnsanî değerlerden mahrumca yaşamayı modernite veya çağdaşlık olarak propaganda eden zındıka enstitüleri, İslâmiyetin olmazsa olmaz olarak çizdiği insanî sınırlar içindeki yaşamayı gericilik, çağdışılık ve Almancası ile “altmodisch” olarak yutturmaya gayret ediyorlar.

Gönül isterdi ki, İslâm ülkelerinin “dinî işler daireleri” veya üniversiteleri bu tarz ilim adına ifsad edici çalışmalara, bilimsel çalışmalarla cevap versinler. Bir Müslüman genci haramdan koruyan “cehennem” fikrinin mahiyetini, İslâm şeriatının sınırlarını ve Peygamberimizin (a.s.m) tavsiye ettiği Sünnet-i Seniyye iklimlerinin hangi mânâları tedaî ettirdiğini ilmî olarak üniversitelerde anlatabilirsek, Avrupa gençliği de kendisini çürümekten korumak için insaniyet adına anlattıklarımıza sahip çıkacaktır. Zındıka enstitüsü Müslüman gençliği hayvanca yaşamaya karşı olduğundan dolayı deccaliyet adına ayıplarken, bin kilometre yukarıdaki coğrafyada gençliği yok olmaktan kurtarmak için “fuhşa yasak” getiriliyor ve cezaî müeyyideler konuluyor.

Burada önemli olan, insaniyet ile İslâmiyeti aynı çizgiye taşımak ve orada dalgalandırmaktır. İnsaniyeti yok etmeye çalışanların büründükleri yalancı formaları onların üzerinden çekerek, çıplak hakikati bütün dünyaya ilân etmektir.

Almanya, Fransa ve İngiltere hapishanelerini dolduran Avrupa tebaiyetli milyonlara varan Müslüman gencin ıslâhı için, yetkililere aklî ve ilmî projeler sunmak da Müslümanlara düşüyor. Aksi takdirde her gün onlarca, belki de yüzlerce gencimizin sefahetin derelerine yuvarlanıp oradan hapishanelere ve belki de mezaristanlara düşmeleri böylece sürüp gidecek. Kurtulmalarına gidecek yolları göstermek, müdafaamızın en önemli gereği değil mi?

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ruhan ASYA

İnsanlık ve duâ



“İnsan şu dünyada nazik ve nazenin bir çocuğa benzer” diyor Bediüzzaman. Bir çocuk kendisindeki âcizlik ve zayıflıkla, kavi ve kahramanlardaki şefkat ve himayeti tahrik eder, onları kendine musahhar eder. Kâinatın nazlı ve nazdar çocuğu insan da acziyetinin kavlî ifadesi olan duâyla Cenâb-ı Hakkın lütuf ve merhametine sığınır. Eyyub’u sıhhatine kavuşturup, Yunus’u sahil-i selâmete çıkaran sırdır duâ. Peygamberimiz “İslâmı iki Ömer’den biriyle şereflendir” diye duâ eder yüce Allah’a. Ve bu duâ neticesinde, azılı bir İslâm düşmanı olan Ömer, dünyadayken cennetle müjdelenen adaletli Ömer haline gelir. Bediüzzaman Hazretleri Ramazan ayında hastalandığında, hastalığın şiddetinden dört gecede hemen bir saat kadar uyur. Hiç sesi çıkmadığından konuşamaz. Kadir Gecesinde Nur talebeleri duâ eder Bediüzzaman’a. Onların ve hususan masumların duâsı harika bir surette kabul olur. Üstad eski sıhhatinden daha iyi bir hale gelir. Ve şifa duâsı yüz bin doktora mukabil gelir.

”Vermek olmasaydı istemek vermezdi” sırrının bir tezahürü olarak, insanlık her devirde duânın gücüne inanmış ve el açmıştır Allah’a. İsevî olsun, Musevî olsun, her dinin mensupları acziyetin samimî bir ifadesi olan duâya sığınmıştır.

Melbourne’da bir hastanede “pray room” denilen, değişik dinlerden insanların ibadet için kullandıkları ibadet odasına, bir kardeşimizi ziyaret için gittiğimizde biz de uğradık. (Bu vesileyle, Melbourne’da üniversitede, fabrikada ve daha birçok yerde prayroomla karşılaşabileceğinizi belirtelim.) Ve hastanedeki bu odayı ziyaret edenlerin hissiyatlarını yazdıkları bir defterle karşılaştık. Bu defterde okuduğumuz duâlar insanlığın duâya olan ihtiyacını ve iştiyakını gösterecek cinsten. Bir tanesi şöyle:

“Yüksek Güç! Duâ ediyorum, yaptığım kötülükleri, yıkıcı şeyleri, zararlı şeyleri dondurup, hayatımı değiştirmek istiyorum. Lütfen bana yardım et! Sabır ver! Ve her zaman doğru şeyler yapmama izin ver. Zor, ama Senin yardımınla bu zor zamanı geçirebilirim. Sana inancım var. Lütfen beni güçlü tut. Lütfen doğru ile yanlışın arasındaki farkı bilmeyenlere yardım et. İyi bir örnek olmama izin ver. Hayatımı geri kazanmam için yardım et. Alçakgönüllülükle, tevazuyla Seninim. Not: Niye biz kendimizi yok ediyoruz? Bize verdiğin her şeye teşekkür ederim.”

Bu duâlardan bir diğeri can-ı gönülden amin dedirtecek bir yakarış. Bugün İsrail’in Gargad ağacı olan Amerika’ya bir atıf var. Hiroşima’ya, Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla yüzlerce masumun hayatına kast eden, bugün de İsrail’in yaptığı vahşete sessiz kalıp, hatta arka çıkıp, yüzlerce masum Filistinlinin ölümüne “essebebu kel-fail” sırrınca sebebiyet veren Amerika’ya bütün dünya belâ okumakta. Walentina'da yapmış olduğu duâyla Amerikalılara tevazu ve merhamet vermesini istiyor Allah’tan.

“Lütfen bütün hastalara ve ölenlere yardım et! Bize güç, cesaret, ilim, motivasyon ver. Hepimiz insanlığın kötü durumuna, gidişatına karşı bakış açısı kazanalım. Bu bakış açısının meyvelerini alalım. Allah herkesten razı olsun. Çevremizdeki kötülüğe karşı birlik kazanmamız için Allah bize gayret versin. Ve mutluluk, sağlık, her şeyden önemlisi inanç kazanmamız için ne gerekiyorsa bize ver Allah’ım! Allah kullarının kibirli bir kalple konuşmalarını istemiyor. Özellikle bazı Amerikalılar için.”

Bir başka duâ ise şöyle:

“Sevgili Allah’ım! Bütün kalpler Senin ilhamına açık olsun. Senin herkesin kalbine girmen için bütün kalpler Senin telkinine açık olsun. ”

Küre-i arzın bir yangın geçirdiği ve ahirzaman fitnesinin mü’minleri de tehdit ettiği şu zamanda, insanlık herşeyden ziyade duâya muhtaç. Ubudiyetimizin ruhu hükmünde olan duâyla “Duâ edin, cevap vereyim” diyen Rabbimizden isteyelim huzur, sükûn ve barışı bütün insanlık için.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Kim büyüdü?



Geçen hafta yayınlanan ilk yazımıza gelen tepkiler, bizi çok mutlu etti. Bu desteğiniz sürdüğü sürece, İnşaalah sizlerle birlikte olmaya devam edeceğiz. Gelelim bugünkü yazımıza…

Ekonomideki makro göstergelerden biri de büyüme rakamlarıdır. Hükümetler her üç ayda bir ve her yıl sonunda büyüme rakamlarını açıklayarak övünürler. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı verilere inanırsak Türkiye son 23 çeyrekte yani 6 yılda aralıksız büyümüştür. Ve bunun bir rekor olduğu ilân edilmiştir.

Peki büyüme ne anlam ifade ediyor?

Ekonomi dilinde büyüme; üretim, istihdam ve ihracat artışı demektir. Kısaca zenginliktir. Vatandaşın cebine daha fazla para girmesidir.

Hesaplamalara göre, 2002’de fert başına düşen millî gelir 2.000 dolar civarında iken bugün 10.000 doları bulmuş. Dört kişilik bir ailenin yıllık geliri bu durumda dolar cinsinden 40.000; TL cinsinden 60.000 olmuş. Bu hesaplamalar sonucu, bir ailenin aylık geliri 5.000 TL olmaktadır. İnsana masal gibi geliyor. Keşke her haneye bu kadar para girebilse idi. Tarımda çalışanlar, memurlar, asgarî ücretliler ve emekliler bu parayı ancak rüyalarında görebilir. Hele milyonlarca işsiz rüyada bile göremez.

Nüfusumuzun hemen hemen tamamını bu kesimler teşkil ettiğine ve bunların geliri de ortalamanın çok altında olduğuna göre, o zaman ‘kalan geliri kimler paylaşıyor?’ sorusu ister istemez akla geliyor. Ya da acaba millî gelir abartılmış mı diye sorabilirsiniz. Devletin resmî bir kuruluşunun hesap hatası yapmayacağını düşünürsek, en iyisi biz bu soruyu sormayalım, başka bir zaman bunun analizine girelim...

Şu bir gerçek; bu 6 yıllık büyüme döneminde belli kesimlerin “zenginleştiğine ve görgüsüzleştiğine” hep birlikte şahit oluyoruz. Bal tutan parmağını yalar özdeyişi bu dönemde de geçerliliğini koruyor. İş bilen, kılıç kuşananların; mısır ticaretinden, gemi nakliye işinden ve benzerlerinden büyüdüklerini biliyoruz. Çoook genç yaşta çoook başarılı olan bu iş adamları büyümeden aslan payını alarak durmadan yola devam ediyorlar. Kendilerine hayırlı işler diliyoruz.

Ama, açlık sınırındaki 1 milyon ve yoksulluk sınırındaki 20 milyon vatandaşımızın da, ekonomik büyümeden nasibini alması gerekmektedir. Çünkü komşu açken tok uyunmayacağını biliriz. Ayrıca sosyal patlamaları da önlemek için gelirin adil paylaştırılması herkes için şarttır.

Öte yandan, şu kriz ortamında bu yıl için artık “kâğıt üzerinde de olsa” bir büyümeden bahsedilmeyecektir. Aksine ekonomi daralacaktır. Bu durum, çoğunluğun daha da fakirleşmesine ve işsizler ordusuna yüzbinlerce yeni kişinin katılmasına sebep olacaktır.

Ateş bacayı sarmışken, gündem karın doyurmayan olaylarla işgal edilmemeli, polemiklere girmeden daha etkili tedbirler alınmalı, paketler açılmalıdır.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Ergenekon” ifsadını tahlil…



“Ergenekon operasyonu” dalgaları, birçok gerçeği su yüzüne çıkarmakta. İç ve dış bağlantılarıyla Bediüzzaman’ın Risalelerde haber verdiği İslâm âlemini ifsada veren ve “her çeşit fesad şebekelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran” komiteleri bir defa daha gündeme getirmekte. Mafya ve çete oluşumları, suç örgütleri bu kapsama girmekte.

Öncelikle şunu belirtelim ki ahlâkî tahripten sosyal hayatı zehirlemeye, toplumda anarşi ve terör meydana getirip kargaşa ve kaos ortamı medyadan getirmekten meşru demokratik zemini tasfiyeye varan propaganda ve bozgunculuk, her haliyle Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında yaptığı bir tesbit.

Olup bitenlere bakıldığında, İstanbul’un işgali ve Anadolu’nun dört bir yanının işgalci kuvvetlerle sarıldığı sırada İngiliz istilâcılann yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran ve şehâmet-i îmaniyesini çekinmeden izhar eden Bediüzzaman’ın yazıp işgalcilere karşı neşrettiği Hutûvat-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması) eserinin başında “Şeytanın izini takip etmeyin” âyetinin tefsirindeki mânâ açıkça okunmakta. (Bakara Sûresi,168, 208; En’âm Sûresi, 127)

“Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas (şeytan), ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor” gerçeği olayların nezdinde tek tek tasrih olmakta…

Dahilî ve hâricî ifsad komiteleri ve şebekelerin, yine Bediüzzaman’ın izâhıyla “kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını (şöhret hırsını), kiminin tamahını (menfaatçiliğini), kiminin humkunu (ahmaklığını), kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor” gerçeği görülmekte…

“ECNEBÎ PARMAĞIYLA İDÂRE EDİLEN ZINDIKA KOMİTELERİ…”

Bunun içindir ki “kizb ve sıdk”ın beraberce satıldığı şu zamandaki bu denli karışık, karmaşık ve her tarafa çekilebilen, çoğu ipleri ecnebilerin elinde “yerli” ve yabancı “servisler”in istimal ettiği şebekeleri tahlilde alabildiğinde özenli olmak ve Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “ihtilâlcilerin ifsadına meydan vermemek” önceliğine ehemmiyet verilmelidir.

Bediüzzaman’ın devrin Başvekili merhum Adnan Menderes’e “İslâm kahramanı ile bir sohbet” yerine “benim bedelime konuşsun” diye yazdığı mektupta beyân ettiği, “hayat-ı içtimâiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehir” olan “ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlayan” “pek dehşetli” bir vaziyete düşmemek ikazı vazifesini yapmaktır. “Hiçbir günâhkâr başkasının günâhını yüklenmez” İlâhî buyruktaki ölçüye uygun olarak, “şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığı ile bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rızâ gösteririyor. Bir câninin cinâyeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybeytler ve tezyifler edilip birtek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gâyet dehşetli bir kin ve adâveti adamarla dokundurup, kin ve garaza ve mukâbele-i bilmisile mecbur ediyor” tefsirindeki “pek dehşetli hal”den sakınmaktır. (Tarihçe-i Hayat,534-536) Gerçek şu ki ecnebi üflemesiyle oynayan içteki menfaat zebunu komplo hazırlayıcılarla, onların tetikçi ve taşeronlarını tespitte ve sözkonusu “dalgalar”a bu adese ile bakıldığında, Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ın açıkça ifâde ettiği hakikatler daha bâriz bir biçimde ortaya çıkmakta.

“Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imhâ için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de öyle desîselerle entrikalar çevirmişler, hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb ve şeytânî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar; iblisâne, sinsi metodlar tâkip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâmın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribâtlar yapmıştır” hakikatı tek tek tezâhür etmekte. (Sözler, Konferans, 722)

“MÜSTEMLEKECİLER VE ONLARIN İÇİMİZDEKİ UŞAKLARI”

Bu bakımdan yine Zübeyir Gündüzalp’ın ifâdesiyle “mâsum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş (taşlaşmış) millet kanı olan parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistler”in oyunlarından ibâret olan tezgâhlarına karşı muteyakkız olunmalı. “Şeytanî plânlarını, desîselerini değiştiren” ve “aldatmak yolunu tutan o münâfıklar; veya o münâfıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar”ın tuzaklarına düşmemeli. (Tarihçe-i Hayat, 599)

“Ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları”nın çarpıtan, yanlış yönlendiren, istediğini algılatma taktiğiyle, “tehditlerle, korkularla, hîlelerle efkâr-ı ammeyi başka bir bir mecrâye çevirten”, “muhâkeme-i akliyeyi kapatan” sapmalara ve saptırmalara karşı uyanık olunmalı, oyuna gelinmemeli…

“Müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sâdece şahsî menfaat zebûnu, zâlim, hunhar, harîs ve müstebid uşakları” ve yaptıkları “işler”, bu hakikatlerin ışığında ele alınmalı. Devlete sızan ve resmî makamları elde eden gizli komiteler ve menfaat şebekeleri bu çerçevede incelenmeli. İç ilişkileri, dış bağlantıları, bu tespitler ölçüsünde tahlil edilmeli…

Ve fesad şebekelerinin geçmişteki ifsadını, cinâyetlerini hesâba çekerken, bugün aynı şebekelerin uzantılarının ifsadlarının gözardı edilmesine, zâlim canavarların hunharâne zulüm ve vahşetlerinin unutturulmasına, perdelenmesine, hafife alınmasına karşı hüşyâr olunmalı…

Yeni darbe hazırlayıcılarıyla, plânlayıcılarıyla meşgul olurken evvelce yapılmış darbeleri dayatan, milletin hakkını ve hukukunu gasbeden, irâdesini ilga eden darbecileri, onları milletin başına musallat edenleri unutmamalı…

26.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Zübeyir Gündüzalp kitabı



Allah nasip ederse, önümüzdeki 21 Şubat’ta idrak edeceğimiz 40. hizmet yılımızla ilgili hazırlıklarımız devam ediyor.

Burada aralıksız sürdürdüğümüz istişareler, bu özel ve tarihî yıldönümünü kutlama programlarının yeni yeni katkılarla zenginleşmesini netice veriyor.

Bu çerçevede düşündüğümüz yeni hamlelerden biri, hayli zamandır ara verdiğimiz promosyon uygulamasına 21 Şubat vesilesiyle tekrar dönerek, 40. yıla çok uygun düşen anlamlı bir hediyeyi okurlarımıza hediye etme kararı almamız oldu.

Hediyemiz, Yeni Asya’nın manevî mimarı Zübeyir Gündüzalp’le ilgili olarak İbrahim Kaygusuz’un kaleme aldığı ve Yeni Asya Neşriyat arasında yayınlanan kitap.

Bilindiği gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin önde gelen talebe ve hizmetkârlarından; onun hizmet tarzını en iyi bilen; Üstadın vefatından sonra Nur hizmetinin istikamet üzere devamında feraseti, basireti, dirayeti ve birleştiriciliği ile son derece önemli katkıları bulunan Gündüzalp, “Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuştuma” idealinin de takipçisi, teşvikçisi ve uygulayıcısı olmuş ve bu çerçevede günlük gazete olarak Yeni Asya’nın doğmasında büyük emek ve gayret göstermişti.

Kaygusuz’un Gündüzalp’le ilgili kitabını, 21 Şubat’ta başlayacak kuponlar karşılığı okurlarımıza hediye edeceğiz.

Geniş bilgi ve anonslar bilâhare gazetemizde yayınlanacak. Ama sizler şimdiden çalışmaya başlayabilirsiniz.

***

40 yıllık okuyucular

40. yıl çerçevesinde düşündüğümüz çalışmalardan birinin, gazetemizi ilk çıktığı günden beri takip eden 40 yıllık okuyucularımızla röportajlar yapılması veya onların bu 40 yılın hikâyesini bizzat kaleme almaları olduğunu ifade etmiştik.

Bununla ilgili çalışmalar bize ulaşmaya başladı. Bu çalışmaya katılmayı düşündükleri halde nasıl yapacaklarını kestiremeyen temsilcilerimize veya fahrî olarak bu işi üstlenmeye hazır okuyucularımıza yardımcı olmak üzere birkaç sual hazırladık.

Röportajlar veya bizzat kaleme alınacak 40. yıl yazıları, bu suallere cevap verecek şekilde hazırlanabilir.

1. Yeni Asya gazetesi ile ilk olarak nerede ve ne zaman tanıştınız?

2. Sizi 40 sene boyunca Yeni Asya’ya bağlayan esas saikler nelerdir?

3. Yeni Asya’yı benzerlerinden farklı kılan, önde gelen ayırd edici özellikleri sizce nelerdir?

4. Yeni Asya’nın size ve ailenize kazandırdığı en önemli değerler neler olmuştur?

5. Bu 40 sene içinde Yeni Asya ile ilgili yaşadığınız hatıraların en ilgincini bizimle paylaşır mısınız?

***

21 Şubat için ek talepler

Gazeteyle birlikte 40. yıl özel ilâvesi de vereceğimiz 21 Şubat için ek taleplerinizi şimdiden gündeminize alıp, mahallinizdeki istişarelerde neticeye bağlayarak, gecikmeden Abone ve Dağıtım Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz.

26.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır