"Gerçekten" haber verir 27 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet DURSUN

Obama'dan etik dersleri



Bush döneminin bütün dünyada nefret uyandıran kötü imajını silebilmek maksadıyla “Bush döneminden temiz bir kopuş” isteyen yeni Başkan Obama, ABD’nin dünya üzerindeki yıpranan itibarını kazanabilmesinin şeffaflık ve demokratlıkla mümkün olabileceğini düşünüyor. Beyaz sarayı yeni etik kurallarla “şeffaf saray”a dönüştürmeye çalışan Obama, bu düşüncesinin ilk uygulamalarını hayata geçirmeye başladı bile.

Bunlardan ilki, küresel ekonomik krizle boğuşan dünyaya örnek bir tavır niteliğindedir. Yılda yüz bin dolardan fazla kazanan Beyaz Saray çalışanlarının maaşlarını dondurma kararı alan Obama, böylece yönetenleri de çekilen sıkıntıyı paylaşmaya dâvet ediyor. Obama, bu yeni etik kurallar çerçevesinde, bundan böyle “Şeffaf Saray” çalışanlarının ABD yönetimini etkilemek isteyen, onları bir şekilde yönlendirme gayreti içinde olan lobicilerden hediye kabul etmelerini yasakladığını duyurdu.

ABD’nin adalet, hürriyet ve refah ile özdeşleşen medeniyet tasavvurunu yıkan Neo-conların enkazını temizlemek ve Amerika’nın bu yönde zedelenen itibarını tekrar kazanmak isteyen Obama, ülkesinin çirkin yüzü Guantonama’yı hemen kapatarak insan hakları yönünde önemli bir mesaj vermiş oldu. Son dönemde Guantonama ve Irak’taki insanlık dışı hallerle özdeşleşmeye başlayan ABD, Huntington felsefesinin salık verdiği icraatlerden uzaklaşıp, dünyanın karşısına medeniyetler çatışmasını besleyen değil medeniyetler barışını destekleyen bir Amerika imajıyla çıkmak istiyor. Obama’nın İslâm âlemine verdiği mesajları da bu yönde okumak gerekir. Obama bu yönleriyle sadece Amerika’nın değil insanlığın da şansı olabilir.

Obama’dan etik dersleri… Ülkemizin gariban başbakan! çocuklarının iş adamları desteği ile yurtdışında okuduklarını, yine bazılarının iş adamları ile ortaklık kurarak kısa sürede önemli ticarî başarılara! imza attıklarını düşününce, Obamacı tavırlara, yeni etik kurallara ne kadar ihtiyacımızın olduğunu anlıyoruz. Masraflarını kısan bir Beyaz Saray karşısında, masrafları bir önceki döneme göre yüzde yirmi beş arttıran bir Çankaya olgusu ise Ziya Paşa’nın “Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı” sözünün hâlâ geçerli olduğunu gösteriyor. Aslında Bediüzzaman’ın “minnet ve zillet” saikiyle devlet adamlarının hediye kabul etmemesini tavsiye eden, hırs ve israfın büyük zararlarından bahseden mektupları, evrensel etik değerlerin başucumuzda olduğunu göstermektedir ya; bizimkiler alfabenin henüz bu harfleriyle tanışmadıkları için bunlardan habersizdirler.

İşaretlerini verdiğimiz “ülkece Ergenekonlaşma”nın temelinde ahlâkî zafiyetlerimizin olduğunu kabul etmek gerekir. Toplumumuzun kabadayılığa, kayırmacılığa, torpil ve rüşvete… prim veren tavrını görünce özünde güzel ahlâkı barındıran kurallara ne kadar çok ihtiyacımızın olduğu ortaya çıkıyor.

Meselâ, bütün dünyanın nefretini celbeden Guantanamo ile Engin Çeber olayının özündeki fark nedir? Bu iki örnek, yaygınlaşan ahlâksızlığın sınır tanımadığını, insanı renk-ırk-din ayrımı yapmadan nasıl canavarlaştırdığını ortaya koymaktadır. İslâm ahlâkını sosyal hayata aktarmada büyük sıkıntılar çeken günümüz Müslümanlarının da bu bağlamda da bir temizlenmeye muhtaç oldukları aşikârdır. Ergenekonların önüne başka türlü geçilemeyecektir.

Etikle ilgili problemlerimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Meselâ Başbakan’ın İsrail ile ilişkilerle ilgili sık sık kullandığı bazı söylemleri rahatsız edicidir. İsrail’e yaptırımlar söz konusu olduğunda Başbakan bakkal söylemine sığınıveriyor. Bakkal dükkânı yönetmek ile ülke yönetmek arasındaki temel farklılık nedir? Yönetimin özünü ahlâkî ilkeler belirliyorsa bu sorunun cevabı farklılığın olmadığı yönündedir. İlkesizlikle bakkal dükkânı yönetemeyeceğiniz gibi ülke de yönetemezsiniz. Bakkal yönetmek için gerekli olan sadakat, doğruluk, dürüstlük, şeffaflık, aldatmama, vb. ilkelerin ülke yönetiminde geçerli olmadığını mı savunacağız yoksa? “Bizden önce siz ülkeyi yönetiyordunuz, siz niye İsrail ile ilişkileri dondurmadınız?” demek, benim sizden bir farkım yok itirafından başka bir anlama gelmemektedir. Ben esip gürlerim; ama İsrail’den gelecek “kanlı para”lara da hayır demem demeye getirmek hangi ahlâk kitabında yazar, bilemiyorum.

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eyvah, başörtülüler sınavda!



Dün bazı gazetelerde ortak bir haber vardı. Habere göre, açık lise öğrencisi başörtülü öğrenciler bir engelle karşılaşmadan sınav salonlarına girmiş. Fotoğrafla desteklenen habere göre bazı ‘ilerici’ eğitimciler bu duruma itiraz etmiş ve başörtüsü ile imtihana giren öğrencilerin imtihan kâğıtlarının iptal edilebilmesine zemin hazırlamak için ‘tutanak’ tutmuşlar. Kanunsuz bir şekilde uygulanmaya devam eden ‘kamusal alanda başörtüsü yasağı’nın hiç değilse ‘açık lise’ öğrencileri için bir engel olmaktan çıkması milleti sevindirir. Haberlerden anlaşıldığına göre, milleti sevindiren bu durum, bazılarını üzmüş. Doğruları tekrar etmekte fayda var: Yürürlükteki hiçbir kanuna göre başörtüsü yasak değildir. Zaten yasağı savunanlar da aksini söyleyemiyor; sadece akıl karışıklığına sebep olacak şekilde AİHM kararlarından, Anayasa Mahkemesi karar ya da yorumlarından bahsediyorlar. Oysa dünya âlem bilir ki herhangi bir ‘yasak’ ancak kanunla ihdas edilebilir. Bunun yolu da demokrasilerde Meclisin karar vermesiyle mümkün olur. Ülkemizde ise milletin temsilcisi olan TBMM bu âna kadar böyle bir karara imza atmış değil. Aksine, keyfî olarak uygulanan ‘başörtüsü takma yasağı’nı kaldırmak için bazı adımlar da atmıştır. Ne var ki bu adımlar da yine kanunsuz bir şekilde engellenmiş, keyfîliğe ‘yönetmelik’ kılıfları biçilmiştir. Yasakçılar her hâlde şunu istiyor: Herkes, en başta da inancı gereği başörtüsü takanlar; kanunsuz başörtüsü yasağını kabul etsin, sesini çıkarmasın ve keyfiliği sineye çeksin! Ama bu haksız talebin kabul edilmesi mümkün değildir. Hele hele günümüz şartlarında, insan haklarının gündemde olduğu, bütün dünyanın ‘daha fazla hürriyet, daha fazla adalet, daha fazla hak’ dediği bir vakitte bu talebin benimsenmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu bakımdan “Lisede yine türbanla sınav” diyerek (Radikal, 26 Ocak 2009) bir yerlere mesaj vermeye çalışmak beyhudedir. Belki birileri bu haberleri dosyalayıp, daha sonra oluşturmak istenen ‘süreç’ler için malzeme biriktirmeyi düşünüyordur. Fakat bu gayretlerle de netice almak mümkün olmaz. Zaten bu haberlerin iç sayfalara kaymış olması da bir bakıma buna delildir. Her zaman ifade etmeye çalıştığımız gibi, yasakçılar da yasağın kanunsuz olduğunun farkında ki, bu yasağı “birinci sayfa”lardan savunamıyorlar. Ama yine de akıl karıştırmak ve tedirginlik yaymak için şikâyetvarî haberler yapıyorlar. Ey kanunsuz yasağı savunanlar! Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde uygulanmayan böyle bir yasağı savunmaya daha ne zamana kadar ısrar edeceksiniz? Aynı zamanda ‘suları tersine akıtma gayreti’ olan böyle bir tavrı, ne zamana kadar savunabileceksiniz? Türkiye’nin ve dünyanın gidişatına bakarak, asıl ve temelde ‘kaybedenler’in yasakçılar olduğunu ne zaman kavrayacaksınız? Hem ne zaman ve hangi devirde sular tersine akabilmiş ki? Lütfen, Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan bu tavırdan bir an önce vazgeçin. Bakınız, başörtülüler sınava girdi ve kıyamet kopmadı. O halde soralım: Siz ne zaman “Başörtülüler de sınava girdi ve kıyamet kopmadı” diye manşet atacaksınız?

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Ergenekon”un saptırılmasına dikkat!



“Ergenekon soruşturması”ndaki en önemli hususlardan biri, Türkiye’de bazı mihrakların hukuku çiğneyip demokrasiyi katletmesi. Terör, suikastlar, fâil-i meçhul cinâyetlerle toplumu kavga ve kargaşaya sürükleyerek ülkeyi istikrarsızlaştırması. Kaos ortamı oluşturarak demokrasi dışı dayatmaların önünü açması.

Hadiselere ve çeşitli maksatlarla çarpışan dahilî ve hâricî cereyanlara “İslâmiyet, vatan ve millet hesâbına” bakan Bediüzzaman’ın tespitiyle, “hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam zemin hazırlaması. Asâyiş ve emniyeti bozup ihtilâl tohumlarının bu mübârek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol verilmesi...”

Siyasî manipülasyonlar, toplumu tepeden tanzim eden sosyal mühendislik olayları, en son 28 Şubat “postmodern darbe” süreci anaforundaki “irtica tehdidi” tertipleri, tepeden inme “ideolojik devlet” dayatmaları, masonik mahfillerin “resmî ideoloji”yi istimalleriyle farklılıkları körüklemesiyle ülkeyi dıştan gelen ifsadlara karşı kırılgan hale getirilmesi… Kısacası ahlakî, içtimaî ve mânevî değerleri dejenereyle, “ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına” mecbur etmesi. (Emirdağ Lâhikası, 329)

Kökü beynelmilel finans ve fitne merkezlerinden beslenen, “renkli devrimler”le toplumları içten çökerten, “özgürleştirme” adına küresel ifsad komitelerinin ve menfaat şebekelerinin çıkarlarına iliştirilmiş işbirlikçileri kanalıyla, medyatik yönlendirmelerle sosyal buhranlarla, siyasî bunalımlarla iç savaşa iten projeleri bu amaca hizmet ediyor.

Tahriklerle “laik-antilaik”, “Kürt - Türk”, “Alevî - Sünnî” benzeri farklılıkları kaşıma; “mahalle baskısı” uydurmasıyla toplumdaki ihtilâf noktalarını ajite edip fay hatlarını hareketlendirme “faaliyetleri” ve asimetrik tahrikleri bunun için…

KUTUPLAŞMAYLA KAVGA VE

TEFRİKAYA SÜRÜKLEMEK…

Aslında bu tuzak bütün ara dönem ve darbelerin bildirilerinde bir bir okunmakta. Ucu ecnebi emperyalistlere uzanan şebekelerin ülke içinde bir dizi silâhlı ve bombalı eylemlerle etnik, mezhebî, bölgesel ayırımlarla halkı kamplaştırıp kutuplaştırarak karşılıklı kışkırtmalarla tefrikaya ve çatışmaya sürüklemek olduğu, bütün “darbe günlükleri”nde görülmekte.

Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Savaşını Kur’ân’ın tefsir ve işâretiyle tahlilde, Osmanlıyı ortadan kaldırmaya uğraşan ve Anadolu’yu işgal eden “Avrupa zâlim hükûmetlerinin zulümleriyle, Sevr Muâhedesiyle âlem-i İslâma ve merkez-i hilâfete ettikleri ihânet”in aynısı, ne yazık ki her fırsatta aynı “zâlimler”in sinsî siyasî oyunlarıyla Osmanlı’nın mirâsını taşıyan bu vatana ve millete ediliyor. (Kastamonu Lâhikası, 17)

Soğuk savaş sonrası insanlığın mânen tefessühünü hedefleyen komünizme ve Sovyet istilâsına karşı hür dünyanın kurduğu NATO’nun temel kuruluş amacından sapıp “ikinci bozuk Avrupa” anlamında “sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Deccal gibi tek gözü taşıyan kör ve karanlık dehâsı ile” her şeyi kendi menfaatine fedâ eden inkârcı ve çıkarcı Batı felsefesinin girdabına girdiği görülmekte. (Lem’âlar, 167- 172)

Bu vaziyetiyle “çürük ve esassız esaslar”la insanlığı felâkete duçar eden “süper güç”ün emrinde bir “süper NATO”ya dönüşerek, Amerikan hegemonyasına, “küresel güç” ve “uluslararası sermaye”nin çıkarlarına bir “hizmet eri” haline getirilmek istendiği bir vakıa. Bu yüzden Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi “dünyada emsâli vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesâbına, binlerce, milyonlarca mâsumların kanlarını heder ediyor.” İşgal ettiği ülkelerde “hiçbir kânun-u adâlete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakîkate ve hukuka^” saygı göstermiyor. ABD’nin destekçisi olduğu İsrail’in son Gazze katliamında yaptığı gibi “bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvediyor. (Kastamonu Lâhikası, 160-161)

Bu “menhus maksat”la NATO’nun Güneydoğu kanadını korumuş orduyu istimal teşebbüsünün her demokrasiye müdahâlede olduğu gibi yeniden tekrarlanmak istendiği gün geçtikçe daha bâriz bir biçimde su yüzüne çıkıyor…

HUKUK DIŞINA TAŞAN “ODAK”

VE “ARTIKLARI” TASFİYE…

Bundandır ki “Ergenekon iddianâmesi”nde, “cebir ve şiddet kullanarak, güvenlik güçlerini itaatsizliğe sevk etmek, patlayıcı madde bulundurmak ve azmettirmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak, halkı kin ve düşmanlıkla isyana teşvikle kamu düzenini bozmak”la “darbe hazırlığını” amaçlayan eylemlerden sözediliyor…

Keza operasyonlar ve kazılarda ortaya çıkan silâhlar ve mühimmat, zamanla mafyalaşan, çeteleşen kanun dışı yapılanmaların ve menfaat şebekelerinin dehşetini deşifre ediyor. Tıpkı İtalya’da ve hatta bütün NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi, düşmana karşı “gerilla savaşı” ve “gayr-ı nizamî harp”tan kalma “kırıntıları” ve “odaklaşmalar”ı açığa çıkarıyor. “Terörle mücadele”den kalma demokratik kontrol ve hukuk haricine çıkan bir kısmı yabancı kaynaklı “artıklar”ın aslî vazife ve işlevlerinin dışına taşarak, çoğu “yabancı servisler”de hazırlanan sözkonusu eylem plânlarını geçekleştirdikleri görülüyor…

Devletin bazı kurumları ve kişilerinin “terörle mücadele” ve benzerî “görevleri” istismarla hukukun dışına çıktıkları kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek. Genel anlamıyla “Ergenekon örgütlenmesi” de bu, “Susurluk olayı” da bu, “Kontrgerilla” dedikleri de bu…

Bununla demokrasi ve hukuk adına sonuna kadar mücadele edilmeli. “Ergenekon yıkıntısı” altında çıkan ve çoğu daha yeni konulduğu belirtilen “gıcır gıcır silâhların ve el bombalarının” kime ait olduğu seri numaraları ve diğer delillerden hareketle ortaya çıkarılmalı. Türkiye yerli - yabancı her türlü “gladyo ” ve “mafya” enkazından mutlaka temizlenmeli.

Bu durumda yapılacak olan, meşruiyetten kopan topyekûn “oluşumları” ve “odakları” gecikmeden tespit edip tasfiye etmek, demokrasi ve hukuk dışı “ayrıkları” ve “artıkları” hukukun içinde kalarak ayıklamaktır.

Ve “Ergenekon soruşturması”nın sonuca ulaşması için sulandırılmasına, saptırılmasına ve savsaklanmasına fırsat verdirmemektir…

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Magazinleştirmek...



Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini yeniden hatırlayan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Brüksel temaslarında yaşanan hadiseler hükümetin bu işe nasıl baktığının bir aynası oldu.

Başbakanın AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Durao Barroso’nun yaptığı espriye, espriyle cevap vermesinden tutun da, daha önce “provokatörlüğü” ile nam salmış AP Rum Milletvekili Marios Matsakis’le girdiği diyalog görüşmeleri magazinleştirdi.

Diğer bir konu da Erdoğan’ın Rum parlamenter ile girdiği diyalog… Avrupa’nın Dostları isimli kuruluşun düzenlediği toplantıda Rum Parlamenter Matsakis, Kıbrıs’taki Türk askerini “işgalci” olarak nitelemesini ciddiye alarak karşılık vermesi de magazinleştirilmenin başka bir konusu oldu. Parlamenterin el kol hareketi yapması karşısında Erdoğan’ın “Başını istediğin kadar salla, bizim ülkemizde güzel bir lâf var ama buraya uymaz, yakışmaz” demesi kafaları karıştırdı.

Erdoğan neyi kastetti bilemiyoruz, ama AB konusunun böyle magazinleştirilmesine fırsat verilmesi pekte iyi olmadı.

* * *

DERİN DEVLETİ NE ÖNLER?

Türkiye’nin AB üyeliği konusunda çalışmaların tekrar gündeme girmesi Türkiye’nin AB’ye girmesini savunanları ümitlendirirken, istemeyenleri de üzüyordur her halde.

Bugünlerde Ergenekon soruşturması ile ilgili dalgalar hızlanmışken, pek çok kişinin geçmişte “devlet adına yaptığı” işlerde su yüzüne çıkmaya başladı. Geçmişte AB ülkelerinde de böyle soruşturmalar yapılmış, birçok çeteleşme açığa çıkarılmıştı.

Geçmişte bu tür yapılanmaların sıkıntılarını çeken Avrupa ülkeleri Ergenekon soruşturmasını da yakından takip ediyor.

1 Ocak’ta AB dönem Başkanlığını üstlenen Çek Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi Eva Filipi’nin Ergenekon’la ilgili söyledikleri işin özeti mahiyetinde. Filipi, Ergenekon dâvâsını anlamakta zorlandığını belirtirken, Türkiye’nin AB üyeliğinin derin devlet gibi yapılanmaları önleyeceğini söyledi.

Ve peşinden şunu ilâve etti: “Çünkü AB’nin prensipleri; şeffaf demokrasi ve özgürlüklerdir, dolayısıyla AB üyeliği, devlet içindeki bu tip hareketleri engelleyecektir. Prensipler çok açıktır ve her üye ülke bunlara uymalıdır…”

** *

SİYASÎ GOL

Mahallî seçimlere yaklaşık 2 ay kalmışken, partiler adaylarını açıklıyor. CHP ile DSP arasında yaşanan ‘birbirini kollama’ daha fazla kendini hissettiriyor. Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in DSP ve CHP arasında karar vermekte zorlanması üzerinde iki parti arasında görünmeyen bir “prensip” kararı alınmasına sebep olmuştu. Büyükerşen’in DSP’de karar kılmasının ardından DSP, Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı çıkarmayarak CHP’li Murat Karayalçın’a destek vereceğini açıklamıştı.

Ancak bu görünmeyen prensip kararına karşılık CHP’nin Eskişehir ve Ordu’da aday çıkarması DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’i bir hayli sinirlendirdi. Sezer’in şaşkınlığını anlamamak zor. Baykal kaçıncı kez DSP’ye böyle “siyasî gol” attı?

Hâlâ anlamıyor musunuz?

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ergenekon nereye?



Ergenekon’un ilk dalgalarına takılan isimler hakkında dâvâ devam eder ve geçen Temmuz’dan sonraki dalgalar için hazırlanacak iddianame beklenirken, son dalga haftanın ikinci yarısında Türk Metal Sendikası ile ART televizyonunu ve Erhan Göksel’i vurdu.

Sendika âleminin “gedikli” isimlerinden olan ve “milliyetçi” kimliği ile bilinen, ama ulusalcı kızılelma ittifakında varılan mutabakatların gereği olsa gerek, çoktandır Cumhuriyet gazetesinde yazıları yayınlanan Türk Metal Başkanı, elinin altındaki muazzam servetle de gündemde.

Ve bunların hatırı sayılır bir kısmı Kıbrıs’ta.

İşin bu ciheti, Kıbrıs’ın “millî dâvâ” olma özelliğinin arkasına gizlenen Ergenekon bağlantılarını ortaya çıkarabilecek bir sürecin başlangıç noktasını teşkil eder mi; birlikte göreceğiz.

Peki, “herşeyi bilen, olacakları önceden gören adam” havalarında zaman zaman yaptığı “iddialı” çıkışlarla kendisinden söz ettiren ve son dalgada gözaltına alınıp bilâhare bırakılan Verso’cu Erhan Göksel Ergenekon’un neresinde?

Aynı dalgadaki diğer gözaltı ve tutuklamalar, daha evvel içeri alınan İbrahim Şahin’le irtibatlı ve suikast timi suçlamalarına hedef olan özel harekâtçı polis ve alt kademe subaylara yönelik.

Önce Şahin’le, ardından beş günlük bir firar sonrası askerî makamlara teslim olup askerî cezaevine konulan Yarbay Dönmez’le bağlantılı olarak gündeme gelen cephanelik bahsinde şu an için yeni bir gelişme yok. Ve Genelkurmay sözcüsü, bu konunun aydınlatılmasını herkes gibi kendilerinin de merakla beklediklerini açıkladı.

Sondan bir evvelki dalgada gözaltına alınıp bırakılanlardan, MGK’nın son asker Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, görev yaptığı dönemde elinden geçen istihbarat belgelerinde Ergenekon örgütüyle ilgili bir dokümana rastlamadığını ve böyle bir örgütün ismini hiç duymadığını söyledi.

Ve sonrasında ilginç bir gelişme oldu.

Devam eden Ergenekon dâvâsına bakan mahkeme heyeti, resmî kurumlarla yazışmalarında gelen cevaplarda Ergenekon diye bir örgütün varlığının bilinmediğinin belirtildiğini ifade ile, dâvâya esas teşkil eden iddianamede başından itibaren yer alan “Ergenekon terör örgütü” ibaresinin artık kullanılmaması gerektiğine karar verdi ve Başsavcılığı bunun için görevlendirdi.

Önümüzdeki günlerde bu husus medyaya da her halde tebliğ edilerek, Ergenekon’a “terör örgütü” denilmemesi istenecek. Buna bağlı olarak tabiatıyla ETÖ kısaltması da kullanılamayacak.

Eğer bu “düzeltme” daha iddianame açıklandığı gün yapılsaydı kimsenin aklına birşey gelmezdi. Zira Genelkurmay açıklamasıyla gündeme gelen masumiyet karinesi gereğince, isnad edilen suç yargı kararıyla kesinleşmedikçe sübut bulmaz. Bu, terör suçlaması için de geçerli.

Ama altı ay böyle devam edip de, izlediğimiz gelişmeler yaşandıktan sonra bu ilkenin “hatırlanıp” böyle bir ikaza ihtiyaç duyulması ilginç.

Zihinlerde soru işareti meydana getiren bir başka gelişme de, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, ifadesine başvurulacak “VİP” zanlılar için farklı bir yöntem uygulanmasına dair yazısı.

“Devletin üst düzey önemli görevlerinde bulunmuş” insanlar öyle karga tulumba gözaltına alınır ve evlerinde hoyratça arama yapılır mı!? Ve onlar “sıradan” kişilerle bir tutulabilir mi!?

Birkaç gün içeride tutulduktan sonra bırakılan Yalçın Küçük’ün “Çok iyi gördüm, koridorlarda delikanlı gibi dolaşıyordu” dediği Hurşit Tolon’un, Adlî Tıp raporuna istinaden ve ayrıca “aşırı kilo kaybı” sebebiyle GATA’ya sevk edilmesi ve başına gelen esrarengiz kazayı takiben, artık konuşamaz vaziyette tahliye edilen Eruygur’dan sonra, aylar süren firarın ardından yakalanan Ersöz’ün hemen akabinde kalp krizi geçirip yoğun bakıma alınması da düşündürücü gelişmeler...

Ve yeni dalgalarla beraber tahliyelerin de hız kazanması, dikkatleri çeken bir başka nokta.

Ergenekon süreci nereye gidiyor?

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Kahire’de Meksika hayali…



Hayaller peşimizi bırakmaz. Yemeğimizi yeriz, TV’deki filmin hayalini kurarız; Pazartesi işe başlarız, Cuma’nın bir an önce gelmesinin hayalini kurarız; daha sofranın başında, çorba içmeye başlarken, “Acaba tatlı olarak ne var?” deriz; daha sınavlar başlamadan tatili hayal ederiz. Ne var ki, bunların bir kısmı gerçekleşir, bir kısmı gerçekleşmez. Biz; sınırsız, sualsiz, vazgeçmeksizin hayallerimize devam ederiz. Bazen dile getiririz, bazen sessizce içimizden tekrarlarız. Hayallerle yollarına devam ederler.

Zaman zaman, hiç gitmediğim Meksika’nın bütün Kahire sokaklarında saklı olduğunu düşünürüm, bu Meksikalılık fotoğraflarına kayar gözlerim. Eski model arabaların trafiğin içinde aktığını, çok eski zamanlara ait kıyafetleri giyinmiş ve kendilerine hiç yakışmayan, alâkasız renklerle suratlarını boyamış bayanların da eşlerinin yanında oturup trafiği yönettiğini görürüm. Bazen ise, hayatına aldırmaksızın, hayal kurar gibi, sol kolunu camdan dışarı atmış, sağ elinde de sigarasını tüttüren, hepsi zamanının Kleopatrası olan ve hâlâ o zamanlarda yaşayan yaşlı teyzeler görürüm, onca yaşında araba kullanan teyzeleri...

Gecenin karanlığına terk edilmiş bir hayalet gibi uzanan inşaatın içinde, yüksek sesle Kur’ân okuyan ve sesi, boş inşaatın her tarafında yankılanan bir inşaat işçisine şahit olduğum bir gün ise, Meksika düşlerimi Mısır’la değiştirdim ansızın. Meksika uymamıştı bu şehre, ama yine de biraz Meksikalılık ruhu vardı…

Aklımdan bu düşünceler geçerken, gazetelerin 1. sayfalarından “Türk hırsızlık çetesi” olarak verilen haberlerden sonra aldığım ardı arkası kesilmez telefonlar ile ilgilenip, bir yandan da sınavlarıma hazırlanmaya çalıştım. Öte yandan niye Türklerin hırsızlık çetesine dahil olduğunu düşündüm. Mısır’da hep saygıyla anılırken, birdenbire, son yıllarda atağa kalkan ve Türklere yapılmış bir sabotaj olarak tahmin ettiğim olaylar zincirinin bir halkası, hem de el-Ahram gazetesinde sürmanşetten verilince, TC kimliği taşıyan kişileri bir kere daha esefle kınadım. İnsanlara “bizim onlardan olmadığımızı”, “onların da bizden olmadığını” ve diğer muhtemel senaryoları açıklamak hiç de kolay olmadı…

Yüz karası bir avuç vatandaş (?), bütün Türklerin imajını zedeliyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Eş- dost ise “Aman yanlış anlamayın, siz kıymetli şeylerinizi saklayın ki, evinize girerlerse, çok birşey alamasınlar” diye ironik yaklaşımlarda bulunuyor. Yakışık almıyor, ama Kahire’nin Meksikamsı yapısına bir de Türk izi düşüveriyor ansızın.

Sonra sokakta bir çığlık: hatta iki, hatta onlarca çığlık duyuluveriyor. Bir yandan sınavlarımla alâkadar, diğer taraftan epeydir biriken ev işleriyle ilgilenen ben, hızla pencereye doğru ilerliyorum. Günlerden Cuma. Hutbe okunuyor (Mısır’da, bizdeki namaz öncesi uzun vaaz gibi, en az yarım saat uzun hutbe okunur), namaza 10 dk. kadar bir zaman kalmış. Mahallenin Müslüman erkekleri ise, tam camiye gitmek üzere.

Ama gel gör ki, zaman-mekân tanımayan kötüler, burada da karşımıza çıkıyor: Mahallelinin ellerinde sopalar, değneklerle sağa sola koşuşturduğunu görüyorum. Üç yıldır görmediğim bu görüntünün ne olduğunu anlamadığımdan, hemen telefona sarılıp alt komşum Yusra’yı arıyorum. 23 yıldır böyle bir görüntüyle karşılaşmadığını söylüyor. Yan apartman ve benim apartmanımın birleştiği noktadan iki adet hırsız çıkarılıyor. Hırsızların üstleri aranıyor, o âna kadar çaldıklarının yanı sıra iki adet de ekmek bıçağı çıkıyor üstlerinden. Mahallenin erkekleri, hırsızları yaka paça kaldırıp, indirip, sürüklüyor ve de üzerlerine yürüdükleri o tahtalar ve sopalarla dövüyorlar. O esnada polis beliriyor, ama hıncını alamamış mahalleliye müdahale etmiyor, hem istiyor ki ibret-i âlem olsun bütün yaşananlar. Sonra da polis arabasının bagajına koyuyor ve götürüyorlar iki hırsızı.

Mahalleliden sesler yükseliyor, ellerinin kesileceği söyleniyor komşular tarafından. Eskiden duyunca acır olduğumuz bir mevzuyu gördüğümüz ve kısmen yaşadığımız için hiç acımıyoruz. Cuma vakti, erkeklerin Cuma namazına gitmesini fırsat bilerek, hırsızlıklarına hiç acımadan, hiç Allah’tan korkmadan, düşünmeden devam edecek olanların elleri kesilmeli mi diye konuşuyoruz bir yandan. Öte yandan da üzerlerinden çıkan bıçakları bir kere daha görüyoruz dehşet içinde. Kim bilir kimin canını yakacaklardı o bıçaklarla? “Kesilmeli o eller” diyoruz…

Böyle bir olay Mısır’da çok yaşanmıyor oysa ki. Genel anlamda güvenlik açısından oldukça yüksek bir grafiğe sahip bir ülke Mısır. Ama bazen, her yerde olduğu gibi, Mısır’da da kötüler ortaya çıkıyor, kötü oldukları kadar korkusuz bu kişiler, insanların huzurlarını geçici bir süre kaçırıyorlar, lâkin kendileri de ibret-i âlem olup, cezalarını çekmek üzere karakola götürülüyorlar.

Gözümü kapatınca yine gözümün önüne Meksika geliyor. Anlamsız buluyorum bunu bazen. Ben Meksika’yı hiç görmedim diyorum; öte yandan filmlerde gördüğüm, Kahire’ye çok benzeyen Meksika’yı hatırlıyor, gülümsüyorum. Bir güne yine en çok ülkemde uyanmak isterken, güneş çöle, Nil’e, Kızıldeniz’e hafifçe dokunarak, Kahire’ye doğuyor. Hayaller temennîlere dönüşüyor…

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Mizahta ölçü



Mizâh, günlük hayatımızla ilgilidir; ciddî bir iştir ve şakaya gelmez! Çeşitli duygu ve lâtifelerle donatılarak tam kıvamda yaratılışımızı, yâni, mükemmelliğimizi bediî duygularımızı tamamlar. Düşünmek, bağlanmak, ibâdet etmek istediğimiz gibi, neşelenmek, gülmek ve ağlamak da isteriz. Yeme, içme, görme, işitmeye muhtaç olduğumuz gibi, keyifli hevesata, lâtife, nükte, şaka, yâni mizâha da muhtacız.

Gülmek, neşelenmek bizde var olan bir duygudur. Fakat, ifrat ve tefrite varan gülme; başkalarının zaaflarını ortaya çıkararak birilerini güldürmek, kalben ağlatmak insana yakışmaz. Öyle ise, çirkin, kerih, müstehcen konuşmalardan sakınınız!

Dilimizi güzel nükte ve sözlerle, yaşantımızı güzel ahlâkla süslemeliyiz. Nükte ve söz güzeli, güzel ahlâktan çıkar. Şöyle denmiştir: “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen güzel levhalar görür. Fenâ ahlâklı fenâ düşündüğünden, fenâ levhaları görür.” 1

Söylenen her söz, zihinde iz bırakır; hâfızalarda kodlanır. Dolayısıyla, zihin tarlamızı güzel kelimelerle süslersek, üretimi de güzel ve lâtif olacaktır.

Mizâhta “denge”yi sağlamak, Kur’ân ve Sünnet’in yüksek ahlâk ve değerleriyle örülen mizâh kültür mirası çerçevesinde kalmakla mümkündür.

Nükte ve şaka yapalım derken, alay mı ediyoruz? Eleştirirken insanların duygularını rencide mi ediyoruz? Lâtife boyutunda kalmayan şakalarımız kalp mi kırıyor? Güldürürken, onlarla sonsuz gerçekler arasına bir perde mi çekiyoruz? İnsanların zaaflarını komiklik olsun diye kendi hasis çıkarlarımıza âlet mi ediyoruz? Lâtife yaparken hakikate mi dayanıyoruz, yoksa yalanlara mı dolanıyoruz? Acaba dimağımızdan tatlı, eğitici, ders verici, uyarıcı lâtifeler mi damlıyor, zehirli sözcükler mi? Mizâhta ölçümüz, şakada terazimiz, lâtifede rehberimiz, espride endazemiz nedir, kimdir? Mizâhı bir san'at, san'atı da bir silâh olarak mı kullanıyoruz? Mizâh, nükte eğer “ahlâk ve edep” çerçevesinde kalır, iyiye, güzele hizmet ederse bir san'at; aksi halde zararlı bir şenaet olmaz mı? Tıpkı, ateşin olumlu veya olumsuz işlerde kullanılması gibi.

Nükte yapmalı, şakalaşmalı, lâtîfeleşmeliyiz. Ancak, ölçü ve sınırı taşmamak şartıyla... Her meseleye olduğu gibi, mizâha da Esmâ-i Hüsnâ (Allah’ın isimleri ve sıfatları) perspektifinden bakmalıyız. Bildiğiniz gibi; insan, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına toplu bir aynadır, yani onları yansıtma potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla yumuşak, mülâyim, nâzik, güzel, şirin ve hoşa giden anlamında “Halîm”; arzusunu sana rıfkla, yumuşakça, dostça ulaştıran, mahiyeti idrak edilmeyecek kadar lâtîf mânâsında “Lâtîf” isimleri de tecelli edip yansımalıdır.

Çok hassas olan insan kalbini kazanmak ve kırık kalpleri tamir etmek için gönderilen Kur’ân’da “Hak ile bâtılı ayıran bir sözdür. O, asla bir şaka değildir”2 buyurulur. Onun letâfetini sözleri ve fiilleriyle yorumlayıp yaşayan en lâtif insan Peygamberimizdir (asm). Onun her zaman mütebessim bir çehreye sahip olduğunu3 ve çevresindeki insanlara lâtîf lâtifeler, şakalar, nükteler yaptığını biliyoruz.

Şakalaşıp lâtifeleşir; gülüp güldürürken, eleştirip hicvederken muhataplarımızı kıramayız. Çünkü, başkasının bize acı ve ağır şakalar yapmasını istemeyiz. Öyle ise, nüktelerimiz/esprilerimiz alaya kaçmamalı, rencide etmemeli. Lâtife yaparken hakikati dillendirmeli, asla yalana kaçmamalıyız. Yüzümüz sirke değil bal satmalı.

Edipler ve mizahçılar edepli olmalı, hem de İslâm edebiyle müteeddip olmalıdırlar. Empati ile, muhatabımızı kendi yerimize koyarak hareket edebilmeliyiz.

Mizâhta ölçümüz, şakada terazimiz, lâtifede rehberimiz; en yüksek nüktedan, en ahlâklı, en terbiyeli, en nazik ve en nazenin insan Hz. Muhammed (asm), sair peygamberler ve onların varisleri Mevlânâlar, Nasreddin Hocalar, İncili Çavuşlar ve Bediüzzamanlar olmalı.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 381.;

2- Kur’ân, Tarık, 13-14.;

3-Sahih-i Buhâri Muhtasarı 10. cild,1736.

27.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kimdir Cehennemlikler?



Mektûbat’ta dikkat çekildiği gibi Cennet ve Cehennem, yaratılış ağacından sonsuzluk tarafına eğilerek giden iki dalın iki meyvesi, kâinat zincirinin iki neticesi; bir nehir gibi akıp giden işlerin, Arz’ın mânevî ürünlerinin iki mahzeni; ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan, akıp giden varlıkların iki havuzu; lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır.1

Cennet de, Cehennem de müşterilerini bekler. İman ve salih amel sahipleri Cennete girerlerken; inançsızlığa gömülen, haram ve günahlara dalanlar ise Cehennemi boylarlar. İman edip de günahları ağır gelen ve şefaate eremeyen kimseler de günahları kadar azap gördükten sonra Cennete girerler.

Kur’ân, “Kim kötülük işler de inkâr ve isyanı kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte onlar Cehennem ateşinin ehlidir; orada ebedî olarak kalacaklardır”2 buyurur.

Peki, kimdir bu inkâr veya isyanları kendilerini çepeçevre saran kötülük sahipleri? Bir âyette bunların bir kısmı şöyle sayılır ve onlara iltifat edilmemesi emredilir: “Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana, katı kalpliye ve bütün bunların ötesinde kötülüğüyle ün salmış kimseye, çok mal ve evlât sahibidirler diye sakın iltifat etme.”3

Cehenneme liyakat kesbedenlerle ilgili birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (asm), “Cehennemlikleri size haber vereyim mi?” diye sormuş, sonra da onların, katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen kimseler olduğunu bildirmiş,4 başka bir vesileyle de, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez”5 buyurmuşlardır. Cebbar ve mütekebbirlerin yeri Cehennemdir.6

Tabiî ki Cehennemliklerin özellikleri bunlardan ibaret değil. Kısaca Cehennem günahlara belenmiş, tövbeye yanaşmamış, inkârcı, zorba, isyankâr insanların yeri.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 16.

2- Bakara Sûresi: 81.

3- Kalem Sûresi: 10-14.

4- Riyazü’s-Salihîn, 2:45 (Hadis no: 616; Buharî ve Müslim’den.)

5- A.g.e., 2:44 (Hadis no: 614; Müslim’den.)

6- A.g.e., 2:46 (Hadis no: 617; Müslim’den.)

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Gökçe OK

Kırkıncı yıla doğru…



Gazetemiz Yeni Asya, sadece bir gazete olmanın ötesinde, meslek ve meşreb noktasında örnek aldığımız Zübeyir Gündüzalp Ağabey’imizin ifadesiyle bizim ‘günlük lâhika mektubumuz’, hem de o sadakat timsâli muhterem ağabeyimizden bizlere paha biçilmez bir hatıradır. Yeni Asya aynı zamanda, sabahları kalktığımız zaman yanı başımızda olsun istediğimiz en yakın arkadaşımız gibidir. Kendim de dâhil, birçok dâvâ arkadaşımın defalarca, sabahları gazetesine sarıldığını, onu içine çeke çeke kokladığına şahit olmuşumdur.

Birçoğumuzun özellikle öğrencilik yıllarının mazi karelerinde, gazeteyi ilk okuyan olmak için yaptığımız çeşitli çekişmeleri, çileli elden dağıtım maceralarını, birbirimize sesli okumaları, sofranın altındaki eski nüshaların değer kazanışını, haberimiz ya da makalemiz çıktığındaki sınırsız sevincimizin fotoğrafları gizlidir.

Dünyada çok az, belki de tek bir gazeteye nasip olan bir hikâyesi vardır bizim gazetemizin. Bu sütunlarda defalarca yazıldığı gibi hem sahibi hem yazarı hem de okuyucusu aynı olabilmiş bir büyük kitlenin nâşir-i efkârıdır Yeni Asya. Bu hakikatin her defasında dem ve damarlarımıza işlercesine hatırlanmasında, hatırlatılmasında çok faydalar vardır aslında.

On dört bin güne dayanan neşriyat dönemiyle gazetemiz, her gün doğan güneşle ve her gün yeniden kurulan dünya sahnesiyle birlikte, onca tazyik, baskı, ihanet, intikam, ihtiras, iftira ve maddî-manevî imkânsızlıklar ve teknik yetersizliklerin rağmına başımızı hiç ama hiç,—altını defalarca kalın kalın çizerek: hiç!—önümüze eğdirmemiş, bir tavizsiz istikrar abidesidir.

Eğer, geçen otuz dokuz yılda, manşetlerimizden makalelerimize, karikatürlerimizden gazete adına gerçekleştirdiğimiz sosyal faaliyetlere kadar her adımımız gündem oluyorsa bunda şüphesiz, ‘hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmeme’ kararlılığı vardır, Elhamdülillah.

Bu hissiyat ve hassasiyetle, kırkıncı yıla sayılı günlerin kaldığı bu günlerde, bu camianın ve Yeni Asya’ya sahip olmanın bahtiyarlığını paylaşmak istedim sizlerle. Bütün Yeni Asya Medya Grup çalışanlarının ve okuyucularının kırkıncı yılını tebrik ediyor ve bu kırklık delikanlıyı ayakta alkışlıyorum.

Bu vesileyle, sizlere İzmir’den müjdeli haberleri de iletmek isterim. Geçtiğimiz günlerde, yeni seçilen yönetim kurulu üyesi bütün ağabeylerimiz İzmir’de misafirimiz oldular. Muhterem Hasan Şen Ağabeyimizin ev sahipliğinde hem kendi yönetim kurulu toplantılarını gerçekleştirdiler, hem de bölge temsilcisi ve okuyucularından bir grup ile çok istifadeli bir gün geçirdiler. Onların bize aktardıklarına göre bu şekildeki gezilerini bütün Türkiye’ye yoğunlaştıracaklar. Bu isabetli bir karardır ve ‘müfritâne irtibat’ın kâğıt üzerinde kalmadığının tescilidir.

Toplantımızda tam bir hür kürsü ve beyin fırtınası ortamında onlarca yeni fikir kayıt altına alındı. İçinde bulunduğumuz ekonomik şartlar, bundan çıkış yolları, içine girdiğimiz siyasî atmosfer, Kürt ve Alevî konularındaki fikrimiz, Ergenekon dâvâsındaki tutumumuz, hizmet birimlerimizin çalışmaları, gazete ve birimlerimizde gerek iş yükü gerekse personel alımında yapılan idarî tasarruflar açık açık konuşuldu. Mevcut durumumuzun gerçekçi bir portresi çizildi ve verimliliğimiz için çareler konuşuldu. Biz, İzmir olarak bunların takipçisi olacağız ve inanıyoruz ki, yönetim de yeni sürpriz ve atılımlarla karamsarlığa geçit vermeyecek.

Bu toplantının ardından biz de İzmir olarak üzerimize düşenleri konuştuk ve kararlar aldık. Gazete ve dergi tirajlarımızın arttırılması için ciddî çalışmalara başladık. Kırkıncı yıla dönük reklâm, haber ve röportaj çalışmaları için görev dağılımı yaptık. Siyasî kanaatlerimizi her türlü sosyal ortamda Demokratlara nokta-i istinad olma yönünde kullanma kararlılığımız da devam edecek.

İnanıyoruz ki, fiilî duâmız, kavlî duâmızın bereketiyle hayırlı ve kalıcı semereler verecek. Uzunca bir aradan sonra yeniden yazmaya başlamanın sevinciyle, hepinize binler selâm ve duâ ile…

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bereket kaynağı: İktisat-3



Nuray Hanım: “İktisat nedir? İktisat etmek neden güzeldir?”

İktisadın ne olduğunu, ferdî ve sosyal ha-yatımıza kazandırdıklarını ve bize maddî-mânevî nasıl yükseliş sağladığını önceki iki günlük yazımızda kısmen ele alarak, Bediüzzaman Hazretlerinin İktisat Risâlesini özetlemeye çalışmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim:

Altıncı Nükte: İktisat ve cimrilik arasında çok fark vardır. Tevâzû nasıl kötü haslet olan zillet ve alçaklıktan mânen ayrı, fakat sûreten benzeyen bir güzel ahlâk ise; vakar nasıl kötü haslet olan tekebbür ve büyüklenmekten mânen ayrı, fakat sûreten benzeyen bir güzel ahlâk ise; Peygamber Efendimizin (asm) yüksek ahlâkından olan ve kâinâttaki hikmet ve nizamın önemli prensiplerinden olan iktisadın da, sefillikle, alçaklıkla, bahillikle, pintilikle, tamahkârlıkla ve cimrilikle hiç alâkası yoktur. Yalnız sûreten benziyorlar.

Bedîüzzaman bu nükteyi İmam-ı Azamın şu vecîz tesbitiyle bitiriyor: “Hayırda israf olmadığı gibi, israfta da hayır yoktur.” Öyleyse hayrı takip eden ve hayra harcayan iktisatsızlık yapmış sayılmaz.

Yedinci Nükte: İktisatsızlık israfı doğurur. İsraf hırsı netice verir. Hırs da üç vahim neticeye götürür:

1- Kanaatsizlik. Kanaatsizlik çalışma şevkini kırar, şükür yerine şikâyet yaptırır. Tembelliğe atar. Meşrû, helâl ve az malı terk ettirir, gayr-i meşrû, külfetsiz ve haram mala tamah verir. İzzetini ve haysiyetini fedâ ettirir.

2- Hüsran. Hırs, hüsran getirir; başarısızlık ve kaybetme sebebidir. Hırslı ve kurnaz hayvanların, meselâ tilkilerin ve canavarların hep aç kalmaları; zayıf, nahif, güçsüz ve beceriksiz yavruların, meyve kurtlarının, balıkların ve ağaçların ise hiç zahmet çekmeden rızıklarını çok iyi bulmaları, hırsın rızık işinde işe yaramadığının ve hüsran ve kayıp verdiğinin delilidir.

3- Hırs, ihlâsı kırar. İhlâs kırılınca, âhiret ameli de zedelenmiş olur. Dünyada bereketi kaldırdığı gibi, âhirete de hayır nâmına bir şey bırakmaz.

Netice olarak israf kanaatsizliği doğurur. Kanaatsizlik ise çalışma şevkini kırar ve tembellik verir. Şikâyet kapısını açar. İhlâsı kırar, riyâ kapısını açar. İzzeti kırar, dilencilik kapısını açar.

İktisat ise, kanaati netice verir. “Kanaat eden izzetli olur. Aç gözlü insan aşağılanır”1 hadis-i şerifinin sırrıyla, kanaat izzet demektir. Çalışmaya teşvik eder. Çalışma ve yaşama şevkini arttırır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bir kış günü mübârek bir şehre geldiğini, o yerin müftüsünden, “Ahalimiz fakirdir” sözünü işittiğini ve ahaliye acıdığını; sekiz sene sonra aynı şehre bir yaz günü geldiğini ve bağlarının dolu olduğunu gördükten sonra şöyle dediğini burada beyan eder: “Fesübhânallah! Bu bağların mahsulatı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.”

Demek iktisat ve israfsızlık yüzünden o yerde bereket kalkmıştı ki, o kadar servet kaynağına rağmen o yer halkı fakirlik çekiyordu.

Netice olarak anlaşılıyor ki, zekât vermek ve iktisat etmek malda bereket sebebi olduğu gibi; zekâttan kaçınmak ve israf etmek de, bereketin kalkmasına yol açan bir hasârettir, dünyevî-uhrevî bir tehlîkedir.2

Dipnotlar:

1- Et-Terğib ve’t-Terhîb, 1/586

2- Lem’alar, s. 143-151

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Semra ULAŞ

Kıskanırım seni ben!



İki kişiye imrenin diyor Hz. Peygamber (asm). Birincisi; ilmiyle amel eden ve onu öğreten âlime. İkincisi de hayırda harcayan, fakirleri doyuran cömert zengine.

İlmiyle amel eden ve onu öğreten insana imrenirseniz, siz de onun gibi olmaya çalışırsınız. Diğeri de öyle.

Yani İslâm’da imrenme, gıpta vardır da, kıskançlığa yer yoktur.

Kıskançlık diğer bütün iyi amellerimizi yiyip tüketir.

Ateşin odunu yiyip tükettiği gibi kıskançlık da sevaplarımızı yer tüketir.

Bununla birlikte kıskançlığın tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Hz. Âdem’in (as) çocukları Habil ile Kabil’e kadar dayanır.

Kıskançlık şeytandandır. Şeytan fısıldar insana ve insan kötülüğe meyleder. Çünkü insan iyiliğe de kötülüğe de meyyal yaratılmıştır.

Felak Sûresinde “Kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden Allah’a sığınırım” şeklinde duâ ederiz.

Hakikaten de kıskanç kişilerin şerlerinden Allah’a sığınmamız istenmektedir.

Kur’ân’da bir sûreye konu olacak kadar önemli olan kıskançlığa, dinî ve insânî açıdan bakınca hiç de hoş olmadığı hem kıskananı, hem de kıskanılanı yıpratıcı bir duygu olduğu ortadadır.

Gazetelerin ikinci sayfaları kıskançlığın boyutlarını görmemize yardım edecektir.

...

Biraz da Allah’ın Gayûr isminden bahsetmek gerekecek.

Birini veya bir şeyi Allah’tan fazla seversen, Allah’ın Gayûr ismine (gayretullaha) dokunur ve seni onunla imtihan eder.

Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seversek, daha sağlıklı sevgi beslemiş oluruz. Vedud da Allah’ın isimlerinden, ancak Şefîk’in tecellîsi olan şefkat duymak, ayakları yerden kesmeden sevmek en güzeli galiba.

Allah’tan fazla sevilmeye lâyık olacak birini veya bir şeyi tanıyor musunuz?

Ben tanımıyorum.

27.01.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Üç şahsiyet, üç muhatabiyet



İnsanın farklı farklı şahsiyetleri, o farklılığa karşı değişik duruşları olabilir, birini diğerinden ayırmadıkça yanlış davranışlar sergilenebileceği gibi yanlış hükümler de verilebilir… Yüksek makam sahibi biri, makamın gereği izzetli davranır, makam şahsiyetinden önde gelir; aynı adam evinde kendi şahsiyetini ortaya koyar, hane halkına karşı mütevazi olur. Hakkın ve adaletin tesisi için böyle davranmak durumundadır…

Yirmi Altıncı Mektub’un İkinci Mebhasında kendi şahsiyeti için böylesi bir ayrım yapar Said Nursî. Özetle buraya alalım:

“Bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

“Birincisi: Kur’ân-ı Hâkimin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek bir ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sahip değilim. (...)

“İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. (...)

“Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki; o da eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır....”

Bediüzzaman kendi şahsiyetini böyle üçe ayırdığı gibi kendine muhatap olmak isteyenleri de önce iki, sonra yine üç kısma ayırır: Dünya için gelenlere kapısı kapalıdır, ahiret için gelenleri ise iki kısma ayırır. Kendisini mübarek ve makam sahibi görerek gelenler; onlara da kapısı kapalıdır. Fakat Kur’ân’ın dellâlı cihetiyle gelenlere kapısı açıktır, o da üç şekilde olur: Dost, kardeş, talebe…

Dost yukarıda zikredilen üçüncü şahsiyetiyle, kardeş ikinci, talebe birinci şahsiyetiyle alâkadardır… Her makamın bir bedeli, yapmakla yükümlü olduğu yükümlülükleri ve alacağı mânevî ücretler vardır…

Risâle-i Nur dairesine girenler ya dosttur, ya kardeş, ya da talebe ve Bediüzzaman’ın üç şahsiyetiyle muhataptırlar.

Nur dairesinde—yaşayanlar için—kim talebe, kim kardeş, kim dost bilemeyiz, fakat kendimizi bilebilir, kalbimiz ve vicdanımızla tarttığımızda bazen talebeye yakın, bazen kardeşe, bazen de dosta yakın olduğumuzu idrak edebiliriz… Aynı şekilde muhatap olduklarımız da benzer haller yaşayabilir; talebe ile dost arasında gidip gelebilirler. Nefis ve şeytanın hücumlarına maruz kaldıklarından böyle değişik durumda olmaları normaldir…

Yanlış olan, bir müddet dost durumuna düşmüş olan birinin yaptığını talebe makamıyla kıyaslamak ve hüküm vermek. Bu ihlâsa halel verdiği gibi hakkaniyeti ve adaleti bozuyor, cemaat olma insicâmını yıkıyor… Makamlar karışınca hükümler âdil olmuyor, gıybet de eklenince uhuvvet gidiyor, kuvvet kalmıyor, kuru konuşmalar kalıyor geriye; o böyle dedi, şu şöyle yaptı basitliğine düşülüyor…

Üstad Bediüzzaman Said Nursî üç şahsiyetini ve kendine muhatap olmanın üç şeklini ortaya koyarken sadece tevazu göstermiyor, bize bir sistem sunuyor; siz de böyle olun, şahsî hayatınız itibariyle birbirinizle tam anlaşamıyor olabilirsiniz, fakat dellâllık ve hizmet makamında birbirinizi sevmek ve birbirinizde fani olmak durumundasınız…

İlgili yerler okunup, mesele değişik veçhelerden müzakere edilebilir…

Birbirimize Bediüzzaman’ca muhatap olma duâsıyla.

27.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır