"Gerçekten" haber verir 15 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Şaban DÖĞEN

Şeytanın kandıramadığı, zarar veremediği insanlar



Cenâb-ı Hak, şeytanın bizim ap açık düşmanımız olduğunu birçok âyetinde açıkça bildirmekte, ona uymamamızı emretmektedir.

Şeytana uymayan kurtulur. Uyan ise hem dünyada, hem de ahirette rezil ü rüsvay olur.

Şeytanın kimsenin iradesine hükmedemeyeceğini, zor kullanıp kötülüğe sevk edemeyeceğini biliyoruz. Şeytan iradeleriyle peşine takılan azgın ve taşkın kimselere çok zarar verir. İhlâslı kimselere ise dokunamaz. Nitekim rahmetten kovulduğunda şeytanın ihlâslı kullara zarar veremeyeceğini bizzat kendisi de itiraf eder, der ki: “Ey Rabbim, madem ki Sen beni rahmetinden uzaklaştırdın; ben de yeryüzünde kötülükleri onlara [Âdemoğullarına] hoş gösterip hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirdiğin kulların müstesnâ.”

“Allah da şöyle buyurur: ‘İşte böylece ihlâsla kulluk etmek, Benim rızama ulaştıran dosdoğru bir yoldur. Şüphesiz ki Benim kullarımı zorla saptıracak bir gücün yoktur—ancak sana uyan azgınlar müstesna.”1

Evet, şeytanın gücü ancak kendini dost edinenlere yeter. Allah’a hakkıyla inanıp tevekkül edenlere ise yetmez. Kur’ân’da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir: “Şüphesiz ki onun, iman edip de Rabbine tevekkül edenler üzerinde hiçbir kuvveti yoktur. Onun gücü, ancak onu dost edinenlere ve Allah’a ortak koşanlara yeter.”2

Demek şeytan kendine tâbi olanları kandırabiliyor ancak. Tevekkül eden ve takva sahibi olan kimselere ise birşey yapamaz. Çünkü takva sahipleri şeytanın vesveselerine kulak vermezler. “Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde ise Allah’a sığın” buyuran Rabbimiz o takva sahiplerinin hakkı hakikati göreceklerini de şöyle anlatır: “Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünür ve derhal hakkı görüverirler. Şeytanlar ise, kardeşleri olan kâfirleri sapıklığa sürükleyip dururlar; bir daha da yakalarını bırakmazlar.”3

Demek oluyor ki şeytan ihlâslı, takva sahibi ve mütevekkil insanlara dokunamıyor, onlara bir zarar veremiyor.

Şeytanın yaptığı ise, ancak vesvesesiyle insanı kandırmaktan ibarettir. Bunu da kalplerinde hastalık bulunanlara yapabilir. Bir âyette kalblerinde şüphe ve nifak hastalığı bulunanlara ve kalbleri inkârla katılaşmış olanlara şeytanın verdiği vesveseden söz edilir. Bir imtihan vesilesi yapmak için Allah buna müsaade etmektedir.4

Şu halde şeytan da, şeytanın oyuncağı olan büyücü de ve sâir şer güçler de takva sahibi, halis, muhlis ve mütevekkil kimseler üzerinde etkili olamazlar.

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi: 39-42.

2- Nahl Sûresi: 99-100.

3- A’raf Sûresi: 200-202.

4- Hac Sûresi: 53.

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bütün sıkıntıların reçetesi, İhlâs Risâlesi



İstemeyerek de olsa, çok basit de olsa kardeşler arasında vuku bulan soğuklukların, sitemlerin sebebini, zaman zaman bilhassa bazı yeni dostlar bize soruyorlar. “Muhabbet fedâisi olması gereken, aynı gaye için ulvî bir dâvâya baş koyan insanlar arasında medar-ı niza olacak problemler, dargınlıklara kapı aralayacak meseleler yaşanır mı hiç?” gibi suallere bazan muhatap oluyoruz.

Aslında bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan hâdimler arasında öyle ciddiye alınacak bir problem ve bu gibi durumların olması için herhangi bir sebep yoktur. Olsa olsa Bediüzzaman’ın ifadesiyle “çakıl taşları” mesâbesindeki, incir kabuğunu doldurmayacak sebeplerdir. Nur hâdimleri de olsalar, neticede insan oldukları için bazen nefis ve hevâ hükmediyor. İstenmeyen bu gibi durumları tamamen önlemek belki mümkün olmasa da asgariye indirmenin elbette yolları ve çareleri vardır.

Yalnız unutmamamız gereken bir durum var: Basit de olsa “çakıl taşları” hükmündeki bu küçük soğuklukların, sitemlerin, madem ki kudsî dâvâmıza zarar verme ihtimali var; o halde bu gibi durumlara kapı aralayacak sebeplere meydan vermemeli, şu veya bu şekilde böyle bir durum söz konusu olmuş ise derhal tedbirler, çareler devreye sokulmalı. Çünkü söz konusu olan ulvî bir dâvâ ise, basit ve küçük gibi görünen o sitem ve nazlanmalar küçük değil, büyüktür. Bu meyanda Bediüzzaman’ın “göze bir sinek kanadı düşse, bir dağı setreder” tesbitini hatırdan çıkarmamak lâzım. İnsan, garaz damarıyla büyük zulümlere sebebiyet verebilir. Bu noktada Üstadın, bizce çok basit ve önemsiz gibi görünen kardeşler arasındaki bazı sitem ve nazlanmalar karşısında, “tesanüde ve dolayısıyla Kur’ân hizmetine zarar gelir endişesi”yle telâşlandığını, hatta feverân ederek sitem ve nazlanmalara derhal son vermeleri hususunda talebelerini ikaz ettiğini görüyoruz.

Böyle bir girizgâhtan sonra gelelim sadede: Sürtüşmelerin, sitemlerin, dargınlıkların çaresi ve reçetesi “İhlâs Risâlesidir.” Oradaki düstur ve prensipleri hayatımıza geçirmektir. Şimdi hemen kendi kendimize soralım: Üstad’ın “lâakal (en az) her onbeş günde bir defa okunmalıdır” diye tavsiyede bulunduğu “İhlâs Risâlesini” kaç günde bir defa okuyoruz? İtiraf etmeliyiz ki, Üstad’ın dediği şekilde okumuyoruz. Okumayınca orada zikredilen altın değerindeki düstur ve esasları yaşamakta lüzumlu dikkat ve titizliği gösteremiyoruz.

Meselâ, İhlâs Risâlesinin birinci düsturunda zikredilen “Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı” prensibi çerçevesinde sadece Hakk’ın rızasını hedef ittihaz eden ve bütün hizmetlerini bu istikamette yapmanın derdinde olan bir hadimin kalbinde kardeşine yönelik bir kin veya adavet barınır mı?

İhlâs Risâlesi’nin ikinci düsturunda; hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerimizi tenkit etmemek ve onların gıpta damarını tahrik edecek şekilde fazilet satıcılığı mânâsına gelecek söz ve davranışlarda bulunmamak ısrarla tavsiye ediliyor. Bu önemli tavsiyeye riâyet eden bir şakirdin, dâvâ arkadaşı konumundaki insanla bir sıkıntısı veya problemi olur mu?

İhlâs Risâlesi’nin üçüncü düsturunda; bütün kuvvetimizin ihlâsta ve hakta olduğu söyleniyor. Ayrıca kardeşlerimizin nefislerini şerefte, makamda, teveccüh-ü nâsta, hatta maddî menfaatlerde dahi nefislerimize tercih etmemiz tavsiye ediliyor. Böyle bir tavsiyeyi yaşamanın gayretinde bulunan bir şakirdin, şu veya bu şekilde problem olması mümkün mü?

Dördüncü düstura göre de; kardeşlerimizin meziyetlerini, şereflerini kendi şahsımızda tasavvur edip, onların bu yönleriyle şükür içerisinde iftihar edeceğiz.

Şimdi bu altın değerindeki düstur ve esasları göz önünde bulunduran, hayatına geçiren, kudsî bir dâvâya baş koymuş cemaat fertleri arasında herhangi bir dargınlığa, küskünlüğe sebep olacak söz ve davranışlar olur mu?

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Çağdaş aşkın hikâyesi!



Leyla ve Mecnun, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha…

Tarihten günümüze miras kalan aşk hikâyeleri… Sevgililer günü dolayısıyla gazeteler ilâveler çıkarıp, broşürler basarak tüketim ekonomisine katkılar sağlarken, konu ile ilgili uzman görüşlerine de sık sık yer verildi medyada. Leyla ve Mecnunsuz Sevgililer Günü olur mu? Onların da adı sık sık geçti elbette.

Uzmanlara göre aşk bir hastalık. Hele ki, takıntı haline gelirse, aynen depresyon tedavisi gibi ilâçla, elektro şokla tedavi edilmesi gerekiyor.

Konu ile ilgili fikir beyan eden bir uzman şunları söylemekte: “Leyla, Mecnun… Bunlar efsanevî yönleri ağır basan hikâyeler. Şu zamana bakacak olursak, Leyla ile Mecnun şimdi olmaz. Yani bu dönemde yaşasalardı biz onları tedavi ederdik. Devam edip gitmezdi.”

Evet, günübirlik ilişkilerin sıkça gündeme getirildiği, hayattan “haz” almaya dayalı “benmerkezci” hayat görüşünün hâkim olduğu zamanımızda artık aşk da “Kullan, at!” felsefesinden nasibini almakta!

Böyle olmadığındaysa “hastalık” olarak kabul edilip, ilâç tedavisi uygulanmakta! Garip bir asırdayız vesselâm… Hani deveye sormuşlar ya “İnişi mi seversin, yokuşu mu?” “Yok mu bunun bir orta yolu?” cevabını vermiş. O hesap!

İsm-i Vedud

Peygamberimizin (asm) sıkça yaptığı duâlardan birinin “Ya Rabbi! Bana eşyanın hakikatini göster!” olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Bediüzzaman Hazretleri “eşyanın hakikati esmâ-i İlâhiyedir” diyor.

İnsan, fıtratındaki duyguları dengeli-ölçülü kullanmakla insan olur. Aksi takdirde duygularının esiri olan bir nev’î insan bozması canavar ya da hiçbir şeyle ilgilenmeyen ahmak bir mahlûk durumundadır.

İnsanın fıtratındaki aşk duygusu da İsm-i Vedud’un bir tecellîsi, yansıması. ‘Cenâb-ı Hak seven ve sevilen’dir anlamına gelir Vedud ismi. Kullarını sever, kulları tarafından sevilir.

Bu ismi üzerinde yansıtan insanlar da sever ve sevilirler, muhib ve mahbub olurlar birbirleri için. Bu duygularını Kur’ân ve Sünnet düsturları ışığında sınırlandırır, dengelerler.

Yusuf ile Züleyha

İlginçtir, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların en güzeli “ahsenü’l-kısas” olarak nitelendirilen Yusuf Sûresi aynı zamanda bir aşk hikâyesini de barındırır içinde. Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesidir bu. Yusuf Sûresi’nde ismi zikredilmemekle birlikte Züleyha’dan bahsedilmektedir. Risâle-i Nur’da Züleyha’nın Yusuf ile aralarında geçen hadiselere değinmeden Züleyha’nın Yusuf’a “aşk”ı ile Yakub’un (as) oğluna olan “şefkat”i karşılaştırılmakta ve şefkatin aşktan ne kadar üstün olduğuna vurgu yapılmaktadır. Yusuf (as) zindanı tercih edip, Züleyha’nın isteklerine karşılık vermez. Yıllarca zindanda kalır.

Masumiyeti yıllar sonra anlaşılır, Mısır’a aziz olur. Züleyha ile evlenir.

Kur’ân’da gerektiği kadarıyla ve birçok hikmete binâen aktarılan kıssanın detayları üzerinde durmayan Risâle-i Nur’da olayın aşk-şefkat boyutuna ve bunlar arasındaki duruma işaret edilmektedir. Bir yanda Hz. Yusuf’a büyük bir aşkla bağlanan Züleyha, bir yanda oğlu için her daim “En iyi koruyucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de O’dur” (Yusuf Sûresi, 64.) duâsını yapan şefkatli bir baba… Bediüzzaman Hazretleri Yakub Aleyhisselâmın parlak hissi ve muhabbetinin aşk değil şefkat olduğunu belirtirken, şefkatin aşktan çok keskin ve parlak, ulvî ve nezih olduğunu, bu yönüyle de nübüvvete lâyık bulunduğunu belirtmiştir.

Kur’ân-ı Kerim parlak bir şekilde Yakub Aleyhisselâmın yüksek derecedeki şefkat hissiyâtını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek sûretiyle şefkatin aşka üstünlüğünü veciz bir şekilde ortaya koymuştur.

Evet, şefkat aşktan üstündür…

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İdareci dediğin…



Mü’min her meselede Asr-ı Saadet’i model alır. İdareci prototipi de Asr-ı Saadet’teki seçimle iş başına gelen halifelerdir. Hz. Ebûbekir (ra) nasıl bir idareci idi? Bugünkü idarecilerimiz acaba onun idarecilik anlayışından ne derece istifade ediyorlar? Veya onu ne kadar yansıtabiliyorlar? 

Müslümanların emiri, halife Hz. Ebû Bekir (ra), gayet sade ve fakirâne bir hayat yaşıyordu. Halifeliği boyunca da bunu devam ettirdi. Geçimini ve ailesinin nafakasını başkalarının koyunlarını sağarak ve bir şeyler satarak temin ediyordu.

Bir müddet sonra, işler aksamasın diye kendisine maaş bağlandı. Ne var ki, maaşını da çok buldu. O, Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bundandır ki, artan parayı bir testiye atıp, biriktiriyordu. 2,5 senelik hilafeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti.

Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer (ra) halife olup da testiye bakar; küçük küçük paracıklar ve bir de mektup görür. Bu mektupta, yeni halifeye hitaben şöyle deniyordu:

“Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Bu paralar hazineye aittir ve oraya konulmalıdır.”

İslâm tarihini incelediğinizde, bunun benzeri sayısız olayla karşılaşırsınız. Ki, başkalarına göre masal, hikâye gibi gelen bu muhteşem davranış biçimlerini, Müslümanlar fiilen gerçekleştirmişlerdir.

Şimdi günümüz Türkiyesi’ndeki durumu, M. Şevket Eygi’nin tesbitiyle özetleyelim:

“İslami hareket ve siyasal İslam kirlendi, kirletildi. Tarihte benzeri görülmemiş bir haram yeme çığırı açıldı. İslami kesimde yüz milyarlarca dolarlık kara, kirli, necis para birikimi oldu. Bazıları o kadar kudurdular ki evlerinin banyo musluklarını altınla kaplattılar. Yerli taşı beğenmediler, Brezilya’dan gelme lüks granit satın aldılar. Müslümanlar lüks meskenlere, giyim kuşama, yemeğe başladılar. Beş yıldızlı otelleri beğenmediler, yedi yıldızlı otellerde caka sattılar. Bu kadar fısk, fücur, günah, isyan, tuğyan, azgınlık... Eline para ve imkân geçen bir kısım Müslümanlar, lüks, israf, sefahat, saçıp savurma, gösteriş, kibir, aşırı tüketim, aşırı konfor bataklıklarına yuvarlandı. Şeriat hükümlerini ve İslâm ahlakını hiçe saydılar.” (Milli Gazete, 24 Eylül 2008)

Dünyanın üç yüzü var:

1- Esmâ-i Hüsna’nın (Allah’ın isim ve sıfatlarının) tecelligâhıdır.

2- Dünya, ahretin tarlasıdır.

3- Dünyanın maddî, fani, nefse bakan yönüdür.

İşte, ilk iki cepheyi unutup tamamen dünyaya yönelmek, olaylara, zamana ve mekâna nefsî, indî, maddî çıkarlar açısından bakmak dünyevîleşmektir. Hatta, dünyevîleşme o kadar ileri götürülmüş ki, zarurî olmayan şeyler de zarurî ihtiyaç haline getirilmiştir. Lezzetkoliklik, madde bağımlılığı vesâire dünyevîleşmektir.

Mısır’ın eski ekonomi bakanlarından Dr. Hassan Abbas Zeki, Bediüzzaman’ın mü’minlerde îmanın kuvvetinin zayıf olduğuna dikkat çektiğini söyler:

“Müslümanlarda dünya menfaati işlerinde ağır bastı; Allah yerine paraya, makama ve şöhrete kul köle olunuyor; hayvanî, nefsanî ve şahsî arzuları hâkim oluyor, Kur’ân’ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşıyor.” Bediüzzaman’ın, ehl-i dalâletin galebesinin sebeplerini İhlâs Risâlesinde gâyet güzel anlattığını belirtir: “Müslümanlar hakkıyla ve şuurlu bir şekilde İslâma bağlansa, ittihat etse, ihtilâfa düşmezler.”

Dünyevîleşme çalışmak, zengin olmak değil; zenginliğini nefsî ve gayr-i meşrû yolda harcamak… Ve makam, mevki, şan/şöhret sahibi olmak değil; bunları nefis, dünya hesabına kullanıp, kulluğun kapsam alanından çıkmaktır.

Dünyevîleşmek; dünyevî dost ve rütbelerin kabir kapısına kadar olduğunun farkına varmamak; dünya için ahireti unutmak, ahiretini dünyaya feda etmek; sonsuz hayatı, dünya hayatı için bozmak; malayani/boş şeylerle ömrünü telef etmek; kendini misafir telâkki etmeyip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmemektir.

15.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

KENDİNİ OKUTAN KİTAP



Risâle-i Nur dersleri…

İnsanla kitaptan meydana gelen ve memleketin her yerinde her gün yaşanan canlı birer hayat tablosu bu dersler. İnsan kitabı okusa, dinlese de kitap insana hâkim olur ve hayatı şekillendirir.

İnsanlar değişse de kitaplar değişmez. Okunan bahisleri eskilerin iştiyakla, yenilerin de merakla takip etmeleri neticesinde, uhuvvet hissiyle birbirine bağlanan insanlardan müteşekkil müsterih bir cemaat meydana gelir.

Ne var ki her intizamlı, insicamlı, canlı, heyecanlı, verimli ve semereli topluluklarda olduğu gibi, çok geçmeden onların arasına da ‘nevzuhur’ tâbir ettikleri sinsi sîmalar sızar. Nur müdebbirleri okunanları dinlemekten ziyade konuşulanlara kulak kabartan ve kitaplardan çok insanlara dikkat eden o şahısları ilk bakışta teşhis ederler ama tedbir mülâhazasıyla da olsa derslerin akışında herhangi bir değişiklik yapmazlar.

Nur hareketinin dışa açılma hamleleri sırasında kolayca aralarına sızan ve Nurcuları mahkûm, Nurları müsadere ettirecek deliller toplamaya çalışan ajanlar da fark edildiklerini sezince, kendilerini kamufle etme gayreti içine girerler.

O gün de her zamanki gibi erken gelerek herkesi rahatça gözetleyebileceği bir köşeye oturan ve dikkatle ders dinliyormuş gibi yapan sivil kıyafetli teğmen, Risâle-i Nurları okuyup yazmanın faziletini anlatan bir bahis okunmaya başlanınca işine yarayacak malzeme bulma hevesiyle dikkat kesildi.

“Risâle-i Nur kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şâkirtlerden tam ve hâlis bir sâdakat ve dâimî ve sarsılmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-i tahkikîyi on beş haftada ve bazılarına on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şahadet ederler.”

Gür bir ses tonu ile bu ifadeleri de okuduktan sonra, bakışlarını cemaat üzerinde gezdiren müdebbirle o anda göz göze geldi. Kendisi bakışlarını kaçırdığı halde o nazarını ayırmadan bir süre baktı. Sonra okuduğu yere parmağını koyarak kitabı kapattı, önündeki sehpaya doğru biraz daha eğildi, gözlerini hafifçe kıstı ve konuşmaya başladı.

“Üstad Hazretleri çok risâle okur, talebelerinin de okumalarını istermiş. Bazen de çok okumayı değil, az da olsa devamlı okumayı tavsiye edermiş.”

“Demek ki, Peygamberimizin (asm) bir hadis-i şerifini fiilen yaşamış, talebelerinin de yaşamalarını istemiş.”

“Her hâl ve hareketinde olduğu gibi.”

“Bunu teyit eden bir hatıra varsa anlatır mısınız?”

Derslere yeni katılan kişilerden gelmişti bu tamamlayıcı bilgiler. Ardından başka izahların geleceğini anlayan bir Nur Talebesi ders yapan kişinin maksadını sezdiği için bu soru ile okunan bahisten, anlatacağı hatıraya geçişini kolaylaştırmak istedi. O da bunu hissetti ve hemen söze girdi.

“Üstad, bir gün bazı talebeleri ile birlikte Barla’ya giderken, yorgun argın işten dönen köylüler onu görünce hemen yanına gelip etrafını sarmışlar. Kısa bir selâm-kelâm sohbetinden sonra, onların kendisinden nasihat dinlemeye hazırlandıklarını görünce gülümsemiş ve nasihat vermek yerine bir soru sormuş:

‘Eve gidince risâle okuyabiliyor musunuz?’

‘Pek okuduğumuz söylenemez Hocam.’

‘Günde en az otuz sayfa okumalısınız.’

‘Doğrudur Hoca Efendi, okumamız gerekir ama okuyamıyoruz.’

‘Yirmi sayfa da mı okumuyorsunuz?’

‘Hasat zamanı olduğu için mütemadiyen çalışıyoruz.’

‘On sayfa okuyorsunuzdur her halde?’

‘Ne yazık ki.’

'Beş sayfa?’

‘Maalesef.’

‘Bir sayfa da mı okuyamıyorsunuz?’

“Köylüler sessizleşip mahcubiyetle birer ikişer başlarını önlerine eğince, şartların zorluğunu ve köylülerin işlerinin çokluğunu bilen Üstad; onların akşama kadar olanca güçleri ile çalışmalarına rağmen, yorgun argın eve döndüklerinde, az da olsa kitap okumayı âdet haline getirmelerini sağlamak için özel bir tavsiyede bulunmuş.”

“Neymiş o tavsiye?”

“O zaman, ‘Şimdi sizden yapabileceğiniz bir şey istiyorum’ demiş.”

“Köylüler merakla, ‘Nedir Hoca Efendi?’ diye sormuşlar.”

“Üstad onlara, ‘Eve gittiğinizde biraz dinlendikten sonra okumak maksadıyla risâleyi elinize alın, kapağını açıp kapayın’ demiş.”

“Sevinçle, ‘Tamam efendim, onu yaparız işte’ demişler.”

“Bediüzzaman da, ‘O halde anlaştık’ diyerek uğurlamış. ”

“Üstad, onların biraz daha canlanan adımlarla gidişlerini bir süre seyretmiş, ardından da yanında duran talebesi Tahirî’ye dönmüş. ‘Bu anlaşmaya ne dersin?’ demiş.”

“O, ‘Benim pek aklım ermedi Üstadım’ diye karşılık vermiş.”

“Bunun üzerine, ‘Anlaşmadan biz kârlı çıktık’ diye eklemiş Üstad.”

“Tahirî de, ‘Bu nasıl kazanç Üstadım. Otuzdan sıfıra indik’ diye sormuş.”

“Bediüzzaman, ‘Olsun, yine biz kazançlıyız. Her gün risâleleri ellerine alacaklar ya, o bize yeter’ cevabını vermiş.”

“ Tahirî, ‘Alacaklar, ama sadece kapağını açıp kapayacaklar’ diye yakınmış.”

“Üstad da, ‘Risâle-i Nur’da öyle bir câzibe var ki, açtılar mı kapatamazlar’ diyerek tamamlamış o muhavereyi.”

Bu hatıranın akabinde verilen çay faslında, Nurları yeni tanıyan bir üniversite talebesi edasıyla köşede oturan teğmen, ders yapan kişinin bakış menzilinden çıkmanın rahatlığıyla bir süre bu iddiâyı düşündü. Anlatılanlar ona pek inandırıcı gelmemiş olmalı ki, kendi kendine mırıldandı.

“Neden açınca kapatamasınlar ki. Bir kitap ne kadar ilgi çekici veya heyecanlı olursa olsun, insan isterse kapağını açtıktan sonra kapatarak yerine koyabilir. Cahil ve yorgun köylüler yapamasa da benim gibi okumuş aydınlar bunu pekâla yapabilirler.”

Ders arası sohbetlerinde yanındaki gençlerin kendisine mesafeli durmalarından ve kitap okuyan kişinin bilhassa konuşurken sürekli kendisinin bulunduğu köşeye bakmasından işkillendi.

Bunun üzerine, hem hevesli bir genç gibi görünerek muhtemel şüpheleri izale etmek, hem de az önce ortaya atılan iddianın herkes için geçerli olmadığını kendi kendine de olsa ispatlamak maksadıyla bir risâle almaya karar verdi.

Ders bitip kalabalık biraz çekildikten sonra ders yapan müdebbirin yanına yaklaştı. Okunan bahsi çok beğendiğini ifade etti ve bir kitap almak istediğini söyledi. Talebinin son derece mâkûl karşılandığını görünce rahatladı. Onların tavsiyelerine uyarak önüne konan kitapların en kalınını seçti.

Her zaman en geç gidenlerden biri olduğu halde o gün öyle yapmadı. Hevesli ve meraklı görünmeye gayret ederek aldığı kitabın parasını ödedi, onu okumayı bitirince diğerlerini de alacağını söyledi ve müsaade isteyip ayrıldı.

Kitabı okumaktan ziyade vereceği mücadelenin heyecanı içinde geldi eve. İlk olarak kitabı bir kenara koydu. Çoraplarını çıkarıp yalın ayakla yün halının üzerinde biraz dolaştı. Divana uzanıp vücudunu kendi hâline bırakarak dinlendi.

Yemek hazır oluncaya kadar o vaziyette müzik dinledi. Yemeğin ardından çay içerken televizyon haberlerine baktı. İlerleyen saatlerde, kendini zorlu bir mücadeleye hazır hissedince, çalışma masasının başına geçti ve kitabı eline aldı.

“Sözler” dedi, kapağına bakarak. Sonra da burun kıvırdı. “Sözler!... Ne demekse...”

Askerlerin her zaman yapmayı âdet haline getirdikleri, muhatabını küçümseyerek yıldırma taktiğinin, bu mücadeleye yansıyan şekliydi o hareket. Çünkü, milyonların hayatına yön veren Said Nursî’nin her sözünün, herkes için geçerli olmadığını ispat etme iddiası ile karşı karşıya olduğunu düşündükçe, yapacağı iş gözünde büyüyor ve o zamana kadar öğrendiği bütün savaş taktiklerini uygulamak istiyordu.

“Lâf işte. ‘Kim demiş açınca kapatamazlar’ diye. Bak ben şimdi bu kitabın kapağını nasıl açıp kapatacağım.”

Bunları söylerken, kitabın elinde ağırlaştığını ve dirsekleri masaya dayalı olmasına rağmen kollarının titrediğini hissetti. Bu hâli bir zayıflık alâmeti sayınca, kitabı masanın üzerine koydu. Sandalyedeki oturuşunu yeniledi, biraz daha doğruldu ve dik oturmaya gayret ederek bir süre öylece durdu.

Ardından kalktı, dikkatini dağıtacak sesleri kıstı, görüntüleri değiştirdi ve gelip tekrar yerine oturdu. Derin bir nefes aldı, birkaç saniye tuttuktan sonra ağutlarını şişiren havayı boşalttı ve âni bir hareketle kitabın kapağını açtı.

Aslında kapağı açar açmaz tekrar kapatmak istiyordu. Lâkin o hareketin korkup kaçmak kabilinden bir zayıflık tezahürü olacağını düşündü. Kitaba şöyle bir göz atmak ve kayda değer bir şey bulamadığından dolayı kapattığı kanaatini kazanmak istercesine ilgisizce karşısına çıkan sayfaya baktı.

“Asker... Kardeş...”

Gözüne ilişip idrakine damlayan ilk kelimelerdi bunlar. Said Nursî’nin, birbirine çok uzak gibi görünen bu iki kelimeyi bir arada kullanmasının sebebini anlamak için biraz daha dikkatli bakınca, merakını iyice tahrik eden ifadeler çıktı karşısına.

“Sen bir asker olduğun için.....”

Bunları okuyunca hayret içinde kaldı. Cümleyi bitirmeden başını kaldırıp boşluğa bakarak bir süre öylece bekledi. Kendisi de bir asker olduğu için, o ifadelerin kendisine hitaben söylendiğini hisseder gibi oldu.

O anda, bütün merak hisleri harekete geçmişçesine duyguları derinleşti, idrâki canlandı. Öyle bir zâtın, böyle bir kitapta, kendisi gibi bir askere ne söyleyebileceğini merak ederek önce giriş notunu okudu, ardından da asıl metnin ilk cümlesine göz attı.

“Bismillah, her hayrın başıdır.”

“Çok doğru bir söz” dedi ve ekledi.“Elbette, Bismillah her hayrın başıdır.”

‘Bismillah’ tâbirini telâffuz ettikçe, kelimenin âhengi çocukluk yıllarının bazı unutulmuş hatıralarını canlandırdı. Annesinin, kulağına bu kelimeyi fısıldadığını hisseder gibi oldu. Ardından babasının, dedesinin, ninesinin ve diğer aile büyüklerinin, teslimiyetin sükûneti içinde sürûrla ‘Bismillah’ deyişleri çınladı zihninde.

Sayfaya baktıkça, annesinin sabahları, işlemeli beyaz namaz örtüsü içinde gülümsedikçe parlayan, parladıkça gülümseyen nuranî sîmasını hatırladı. Ana hasretiyle yanan yüreğini gözyaşları ile söndürmek istedi ise de yapamadı. O zaman, gecenin ilerleyen saatlerinde anasının önüne diz çökmüş de, onun tatlı dilinden tesirli nasihatler dinliyormuş gibi bir hisse kapılarak elindeki kitabı okumaya devam etti.

“Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle! Vesselâm.”

“Bismillah” dediği zaman, ünlü ve ünsüz seslerin tekrarı ile husûle gelen ve insiyakî bir incelikle rûha işleyen âhengin, bu son cümlede ‘Allah’ kelimesi ile tekrar tezahür ettiğini anlayınca üslûbun harikalığı karşısında hayretini gizleyemedi. Eserin san'atlı ve âhenkli anlatımı, okuma isteğini adeta iştiyak haline getirdi.

Bismillah, Allah, iman, ibadet, namaz...

Saatler sonra, kitaptan başını kaldırarak arkasına yaslanıp dinlendirmek maksadıyla yorulan gözlerini yumduğunda, bu kelimeler uçuşuyordu zihninde. Üstelik uçtukça aklına, şuuruna, idrakine ve bilinir bilinmez bütün lâtifelerine, silinmesi imkânsız mânâlar nakşediyordu.

Sürûrunu ve huzurunu ilk defa yaşadığı bu ulvî mânâlar ruhunu rahatlatmış, hislerini teskin etmiş, duygularını dinlendirmiş ve dünyasını renklendirmişti. Heyecanla yeniden önündeki Nur deryasına dalmaya hazırlanırken hatırladı maceranın başındaki iddiasını.

Hemen kapatmak kastıyla açtığı kitabın sayfaları arasında saatlerdir mânâlarla haşir neşir olmasına rağmen, okumaya doyamadığını ve okudukça okuma iştiyakının arttığını anlayınca, cevabını kendi içinde taşıyan sorular sıralandı zihninde.

“Bu mânâların insana, insanlığa, vatana, millete ne zararı var?”

“Hiçbir zararı yok.”

“Faydası var mı?”

“Saymakla bitmeyecek kadar çok.”

“Zavallı ben!.. Ne kadar da yanılmış, daha doğrusu yanıltılmışım.”

Bir itiraftı bu nida. Mağlûbiyetin itirafı. Bunları söyledikçe hissiyatına hâkim olan hırçınlığın kırıldığını, fıtratına sükûnetin sirâyet etmeye başladığını hissedince rahatladı. Coşkusuyla, sevinciyle, heyecanıyla, bir zafer rahatlığı taşıyordu yaşadığı ruh hâli.

Yenilmişti, ama müsterihti, muzafferdi. O zamana kadar, bir zafer takı gibi ancak galiplerin taşıyabileceğini zannettiği bu sürûru, yenilenlerin de yaşayabileceğini biliyordu artık. Kendini okutan kitaba tekrar bakmadan önce durup derin bir nefes aldı.

“Yine sen kazandın ey büyük insan” dedi minnetle.

“Yine sen kazandın ve inanıyorum ki, her zaman da kazanacaksın.”

( Aynanın Arka Yüzü romanından )

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Beyaz boğa



Kuveyt el-Vatan gazetesi “Geçmişten” adlı köşesinde zaman zaman eski fotoğraflar yayınlıyor. 11.1. 2009 tarihinde yayınladığı fotoğraf dikkatimi çektiğinden kesip arşivime kaldırdım. İlk defa El-Taif dergisinin 1917 Şubat ayı sayısında yayınlandığı bildirilen fotoğraf, zamanın Suudi Arabistan Kralı Abdulaziz bin Suud ve Kuveyt Emiri Cabir Mübarek el-Sabah’ın önderliğindeki bir grup Arap şeyhinin, İngilizlerin Osmanlı kuvvetlerini Irak’ta hezimete uğratmasından duydukları memnuniyeti bildirmek için İngiliz Sömürgeler Bakanını ziyaret etmeleri münasebetiyle Irak’ın Basra vilâyetinde çekilmiş.

Baktıkça derinden bir “ah” çektiğim bu fotoğraf, bana Arap edebiyatında meşhur olan bir atasözünü hatırlattı.

“Ukiltu yevme ukile es-Sevru’l ebyadu.” (Ben, beyaz boğa yenildiği zaman yenilmiştim.)

Ebu’l Fadl el-Meydanî’nin (ölümü hicrî 517), içinde altı bin Arap atasözü bulunan Mecm’a el-Emsal adlı meşhur kitabında geçen bu atasözü ve hikâyesi üzerinde “kıssadan hisse” çıkarmak babından derin derin düşününce: Anadolu topraklarında Osmanoğulları diye bilinen küçük bir fidan iken, gelişip büyüyerek koca bir çınar olup üç kıt'aya dal budak salan, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin onlarca milleti bağrında barındırıp barış içinde idare eden ve 400 yıl boyunca Ortadoğu’da hüküm süren Osmanlı denen o müthiş gücün nasıl yıkıldığını anlamamız kolaylaşıyor.

Nasıl mı!? Gelin, hep beraber hikâyeyi okuyalım:

Bir zamanlar, beyaz, siyah ve kırmızı renkli üç boğa varmış. Bu boğalar aralarında güç birliği oluşturmuşlar. Vahşi hayvanların cirit attığı ormanda hep beraber gezdiklerinden, bu üç boğanın yanına korkudan kimse yaklaşamazmış. Durum uzun bir müddet böyle devam etmiş. Tâ ki, aslanın hilesine kanıncaya kadar...

Aç gözlü aslan, bütün ormanı kabzası altında tutmayı, “orman kralı” olup, ormanda yaşayanları sahip oldukları zenginliklerle beraber emri altına almayı hedefliyormuş. Üçlü ittifak içinde kuvvet birliği oluşturan boğalar bu hedefine ulaşmasına engel olduğu için, onlara hileyle yaklaşıp tasfiye etmeye karar vermiş.

Boğaların arasına fitne sokmaya karar veren aslan, türlü türlü desiselerle boğalara yanaşmayı denemiş. Çabalamış, çabalamış... Sonunda boğaların arasına sızmayı başarmış ve kısa sürede aslan ve boğalar arasında dostluk kurulmuş.

Günlerden bir gün; siyah ve kırmızı boğayla başbaşa kalan aslan,

“İşte fitne ateşini yakmak için kollamış olduğum fırsat! Hemen değerlendirmeliyim” diye düşünmüş ve boğalara dönerek:

“Bu beyaz boğa var ya! Sizin için çok büyük bir tehlike oluşturuyor. Boğa olmasına boğa; ama, rengi sizinkinden çok farklı. Beyaz rengi yüzünden yırtıcı güçlere hedef olmanız kolaylaşıyor. Buna engel olmanız için onun safdışı bırakılması lâzım. Şayet isterseniz, bu işi sizin için ben yapabilirim. Böylece, çok kıymetli zenginlikleri içinde bulunduran bu ormanın tek hakimi siz ikiniz olursunuz” demiş.

Aslanın hilesine kanan siyah ve kırmızı boğa, beyaz boğanın boğazlanması teklifini onaylamışlar. Arkadaşları tarafından dışlandığı için yalnız kalan beyaz boğayı kollayan aslan, fırsatını bulur bulmaz boğayı parçalayıp yemiş. Sonra da sessiz sedasız bir şekilde diğer iki boğanın yanına dönmüş ve arkadaşlıklarına devam etmiş. Bir zaman sonra aslan, kırmızı boğayla başbaşa kalmış ve tekrar aynı hileye başvurmuş. Kırmızı boğaya:

“Senin ve benim ortak bir yönümüz var. Bak, ikimizin rengi de kırmızı. Diğerinin ise siyah. Onu safdışı bırakırsan, bu ormanın tek hakimi sen olursun. Şayet istersen, bu işi senin için ben yapabilirim” demiş.

Bu sözlere kanan kırmızı boğa, “Öyle ya! Aslan çok haklı. Benim rengim kırmızı. Neden rengi siyah olan bir boğayla arkadaş oluyorum ki!? Evet, bu ormanın tek sahibi ben olmalıyım, ben!” demiş. Ve aslana siyah boğayı boğazlaması için izin vermiş. Bunun üzerine, yıllarca acı ve tatlı günleri beraber paylaştığı can dostu kırmızı boğa tarafından dışlanan siyah boğa, kolaylıkla aç gözlü aslana yem olmuş.

Ormana tek başına egemen olma hırsıyla, siyah boğanın aslana yem olmasına müsaade eden kırmızı boğa, aslanın kendisine doğru geldiğini görünce,

“Aaa! Aslan dostum, ne haber? diye seslenip yanına yaklaşmış.

Bir de bakmış ki, aslan vahşileşmiş, burnundan soluyor. İşte o an, dostum dediği aslanın dost değil, düşman olduğunu ve üzerine çullanmaya hazırlandığını anlamış.

Aslanın pençelerinden kurtulamayacağını idrak eden kırmızı boğa, “Eyvah ben ne yapmışım! Bu vahşi aslanın beyaz boğayı yemesine izin verdiğim zaman, meğer ben kendi ölüm fermanımı da imzalamışım!” mânâsında olan “Ukiltu yevme ukile es-Sevru’l ebyadu” demiş.

Son pişmanlığın payda vermeyeceği mâlûm. Kırmızı boğanın pişmanlığı da aslanın öldürücü pençelerine düşmesine engel olamamış ve doymak bileyen aç gözlü aslan tarafından paramparça edilmiş.

15.02.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Faruk ÇAKIR

Ön şart ve son şart



Türkiye’de “Böyle bir hadise olamaz” diyebileceğimiz bir şeyin kalıp kalmadığına karar veremiyoruz. Beş yıl önce, on yıl önce yaşansa yeri yerinden oynatabilecek hadiseler, günümüzde ‘sıradan’ olaylar olarak değerlendiriliyor.

Ergenekon soruşturması ve sonrasında ortaya çıkan ilişkilerden bahsettiğimizi tahmin etmişsinizdir. Gazeteciliği kimselere bırakmak istemeyen, sadece kendi yaptıklarını ‘gerçek gazetecilik’ olarak sunan bir anlayış, yaşanan çirkinlikleri perdelemek için gayret sarfediyor. Bunca sürpriz gelişmeler olurken, onlar işin magazin yönüyle ilgileniyorlar. Yok efendim, anlı-şanlı kişiler nasıl tutuklanırmış. Yok efendim ‘ömrünü devlete hizmet için adayan kişiler’ hiç darbeci-marbeci olur muymuş?

Bir defa sözkonusu ‘anlı-şanlı’ isimlerin ne ölçüde ömürlerin devlete hizmet için adadıkları da tartışmalı. Daha doğrusu vaktinde ve zamanında o kişilerin ‘iş’ler, attıkları adımlar araştırılıp tartışılamadığı için bu hallere gelindi. Bütün meslek hayatları yanlıştan yanlışa savrulmakla geçen, her adımda milleti küçümseyen, millete tepeden bakan ve ‘dağlar benim emrimde’ tavrını sergileyen o kişiler kendilerini ‘başarılı’ diye lanse edip tanıtmışlar. Gerçekten başarılı olup olmadıkları tartışma imkânı bile verilmiyor.

Ayrıntılar bir yana bırakılacak olursa, Ergenekon soruşturması esnasında tutuklananların ekserisinin ‘cemaziyel evvelleri’ de pek parlak değil. Bir kısmının kökleri 27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrasında yaşanan hadiselerle de anılıyor. Yani darbecilik bir çoğunun ‘gen’lerine yerleşmiş...

Son bir iki ayda özellikle de ‘akredite olmayan’ medya vasıtalarında yayınlanan röportajlar ve ‘özel haberler’ topluca göz önünde bulundurulursa Türkiye’nin çok ciddî badireler atlattığı anlaşılır. Öyle haber, açıklama, ifşaat ve röportajlar okundu ki bu noktadan sonra her şeyin ‘eskisi gibi’ olmasına ihtimal yok. Velev ki bütün tutuklular hilelerle salıverilmiş olsun!

Yaşanan sürpriz gelişmelerle ilgili dikkat çekici değerlendirmeler de yapılıyor. Taraf’da yayınlanan askerle iş dünyası ve medya patronları arasında yaşanan akıl almaz ilişkileri yorumlayan Hasan Cemal hadiseyi şöyle özetlemiş: “Bu ülkede hukukun gerçekten hukuk olabilmesi için, demokrasinin gerçek demokrasi olabilmesi için, askerin ‘devlet içinde devlet’ olmaktan çıkarılması bir önkoşuldur.” (Milliyet, 12 Şubat 2009)

Bu ‘ön şart’a bir ‘son şart’ daha ilâve etmek lâzım: Ülkemiz hür ve demokrat bir ülke ise ya da öyle olmak istiyorsa ‘söz milletin’ olmalıdır. Bunu temin etmenin yolu da millet olarak haklarımıza sahip çıkmamış, ‘doğru’ları yapmaları için siyasetçileri zorlamamız gerekiyor.

Tabiî bunun için de siyasetçiler “Bu doğruları yapmam için beni zorla” diyecek cesaret ve ferasete sahip olması gerek. Beş vakit bunun için duâ etsek yeridir...

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bediüzzaman’ın siyasete tavsiyeleri (3)



Bediüzzaman'ın siyasete tavsiyeleri, hep vatan ve millet hesabına olmuştur. “Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umûmisi Hilmi Bey” hitabıyla yazdığı mektubunda da yirmi yıl boyunca kendisine yapılan işkenceleri ve kanun dışı muameleleri bildirse de asıl maksat, dönemin tek iktidar partisi aracılığıyla siyaseti ve devleti ikazdır.

Bediüzzaman tavsiyelerini şüphesiz sadece Halk Partisi’ne değil, çeşitli vesilelerle Demokrat Parti’ye, Millet Parti’sine ve diğerlerine de yapar.

Ancak Osmanlı Mebusan Meclisi’ne seçilmiş, ardından Cumhuriyet döneminde uzun yıllar Meclis’te bulunmuş ve Cumhuriyet Halk Partisi saflarında siyaset yapmış, milletvekilliği yaptığı süre zarfında, muhtelif bakanlıklarda ve partinin çeşitli idarî kademelerinde görev alıp genel başkan vekilliğine kadar yükselmiş tek parti döneminin siyaset ve devlet adamı ve mihver ismi Hilmi Uran’ı muhatap seçmesi, ayrıca dikkate değer.

SİYASETİ DİNÎ DEĞERLERE

SAHİP ÇIKMAYA ÇAĞIRMAK…

Zira bu mektubunda Bediüzzaman, “lâdini esas”la rejimi din dışılığa dayandıran tek parti döneminin akıbetini haber verir. Tahripkâr fitnelerle tefrika ve zâfiyet veren cereyanlara karşı, “İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş millet” anlayışının ancak dayanabileceğini izâh eder.

Eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-ı îmana sahip çıkılmamasıyla ve yanlış bir surette din zararına “Batı medeniyetinin propagandasına” devam edilmesiyle doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’âniye ve îmaniyeye çalışılmamasından doğan “dehşetli akıbeti” haber verir. “Size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti (kardeşliği) yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet (düşmanlık) ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden (Rusya’dan) çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek” diye daha baştan uyarır.

“Bu milletin hâmiyetperverleri ve milliyetperverleri” olarak “herşeyden evvel bu mümteziç (kaynaşmış), müttehid (birleşmiş) milliyetin can damarı hükmünde olan” Kurân terbiyesinin bozuk Batı medeniyeti yerine tercih edilmesinin gereğini ifâde eder…

Bediüzzaman mektubunda, bir siyasetçi olarak Halk Partisi’ne karşı “siyasî muârızlar”ın itirazlarını olduğunu hatırlatır. Osmanlıdaki Ahrar Fırkası’na uzanan milletin inanç değerlerini önemseyen Demokrat Parti hareketini nazara verir. Bu siyasî rakibin “mükemmel bir reis” bulup “hakaik-i Kur’âniye” dediği milletin inanç ve mânevî değerlerine saygıyı ve hizmeti esas alması halinde “birden kendilerini mağlup edeceğini” çok önceden anlatır.

Halk Partisi’nin erken davranıp dine ve manevî değerlere sahip çıkmasını tavsiye eder. Bu haliyle milletin ihtiyariyle katiyen iktidara gelemeyeceğini belirtir.

Tek parti döneminde görüldüğü tarzıyla, “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhâfazaya çalışması” ve “mevcut dehşetli kusurların millete verilmesi”nin meydana getireceği travmadan söz eder. Bunun “kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehitlerine ve milletine büyük bir muhâlefet ve ervâhına (ruhlarına) bir mânevî azâb ve şerefsizlik olduğunu” peşinen bildirir. Halk Partisi’nin “inkılâp kusurlarını tâmir etmesinin” hem kendi siyasî geleceği ve hem vatan ve millet için ehemmiyetini beyân eder.

“Şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sâir inkılâpların icbarıyla (zoruyla) yapılan tahribatları -hususan an’ane-i diniye hakkında- tâmire çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hâmiyetperver nâmına müstehak olursunuz” diye yol gösterir. (Emirdağ Lâhikası-190-191)

SİYASETİ VE DEVLETİ MİLLETLE

ZITLAŞMAKTAN CAYDIRMAK…

Görünen o ki hedef, topyekûn siyasetin ıslâhıdır; dine ve mukaddeslere sahip çıkılmasını sağlamaktır. Bundandır ki milletin talebi ve Bediüzzaman’ın çıkacağını bildirdiği Demokrat Parti’nin millet nezdindeki mânevî baskısı sonucu, Halk Partisi yönetimi Demokratların önünü almak için bazı icraatlara başlar. İmam hatip ve Kur’ân kurslarıyla İlâhiyat Fakültesini açar, Millî Eğitimin bünyesinde Din Öğretimi Genel Müdürlüğünü kurar. Peşinden Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesine direnemez…

Bu durum, Halk Partisi içinde Bediüzzaman’ın hitap ettiği “milliyetperver ve hâmiyetperver nâmına müstehak isimler”in inadına milletle zıtlaşmaktan caymasının ilk işâretleridir. Ne var ki “inkılâp kusurlarını tam tâmir edememesinden gelen kırılganlık, siyasî sonunu hazırlar. Bediüzzaman’ın sözünü ettiği “siyasî rakip” Demokrat Parti sonunda “İslâm Kahramanı Adnan Menderes” gibi “mükemmel bir reis” bulup milletin inanç değerlerine saygıyla sahip çıkarak Halk Parti’sini mağlup eder…

Bütün bunların yanı sıra Bediüzzaman’ın mektubunun sonunda “ölüm hakikati”ni hatırlattığı ve “Kur’ân’ın, o idam-ı ebediyi, ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden, bu millet ve vatana hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî olan Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un eline geçtiğini” bildirdiği “Hilmi Bey”in 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin 408 milletvekiline karşılık CHP’nin 69 milletvekiliyle kalması üzerine 16 Mayıs’ta “genel başkanvekili” sıfatıyla partiye “muhâlefet genelgesi” yayınlayıp aktif siyasî hayatı bırakması da ayrıca ibret vericidir.

Hilmi Uran’ın çok sevdiği ve divanının büyük bölümünü ezberden bildiği hakim Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin, “Hangi gündür ki anın âharı (sonu) akşam olmaz?” mısrâını düşünerek Bediüzzaman’ın mektubundan on yıl sonra 1957 senesinde 71 yaşında vefatına kadar İstanbul-Pendik’teki evine çekilip hâtıralarını yazmaya başlaması enteresandır.

Bu bakımdan Bediüzzaman’ın mezkur mektupta, “Hilmi Bey! Talihin var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduayı niyet ettim; Hilmi Bey nâmında benim bir kardeşim ve Nurun has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi adeta şefaatçi oldu, beni men etti. Ben de o niyetten vazgeçtim, senin beni tâzip eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip o bedduadan vazgeçtim. Çok defa hayret ediyordum. Bana bu kadar sebepsiz azâp vermekle beraber sana hiddet etmiyordum. Demek en sonunda seninle dost olacağız diye o hiss-i kablelvuku (önsezi) ile kalbe gelmiş” hâşiyesi mânidardır.

Siyasete tavsiyeler bu mânânın muhtevasında olmalıdır…

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Uydurukça!



Türkçe’ye giren “uydurukça” kelimelerin dilimizi bozduğu bir vakıa. Osmanlıcadan gelen güzel kelimelerin değişik mülâhazalarla “zamana uydurmak” adı altında anlamı bozulmuştur. Bir de bunun üstüne çocuklar ve gençlerin bilgisayarda kullandığı kelimeler de eklenince dilimiz iyice bozuldu.

Bu bozulma, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’i de kızdırmış olacak ki, geçtiğimiz günlerde adeta patladı. Türk Dil Kurumunun, “sargın eğitim” kavramını eleştirirken, ”Bunu tek kelime ile saçma buluyorum. Sempozyum yerine, ‘bilgi şöleni’ diyorlar. ‘Verem bilgi şöleni’ olmaz. Şölen dediğimizde akla, eğlence gelir. Gayr-ı ciddî olmayalım” diye çıkıştı. Çelik şu şikâyetinde de haklı: “Türkçemizi de komik durumlara düşürmeyelim.”

Bir de bunun yanında, “göstergeç, yazdırgaç, oturgaç, bildirgeç” ya da trene “çok tekerlekli götürgeç” gibi kelimelerin Türkçeye girdiğini düşünürsek Çelik'in sinirlenmesini daha iyi anlayabiliriz.

KONSERİN MESAJI NEYDİ?

Piyanist Fazıl Say’ın “İslâmcılar güç kazandı. Türkiye’yi terk edebilirim” sözü çok tartışılmıştı. Say ismi son günlerde de Ergenekon soruşturması çerçevesinde evi aranan ve CD koleksiyonuna el konulan Sabih Kanadoğlu ile gündeme geldi. Kanadoğlu’nun evinde bulunan CD’lerin de arama kapsamında götürüldüğünü öğrenen ünlü piyanist, büyük jest yaparak son 10 yılda bestelediği eserlerden oluşan DVD setlerini imzaladıktan sonra Kanadoğlu’na göndermişti.

Kanadoğlu da jeste jestle karşılık vererek Say’ın Ankara’daki konserine gitmiş. Buraya kadar normal. Ancak, Say’ın konserine katılanları yan yana koyunca “Verilmek istenen bir mesaj mı vardı?” diye düşünüyor insan. Görevi devrettikten sonra görünmeyen 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu da konseri izlemişler. Bu görüntü bize “ilginç” geldi. Sizce de ilginç değil mi?

10 EMİR!

Mahallî seçimlere birçok şey alet ediliyor. Çarşaf, Kur’ân kursları derken CHP, Tevrat’ı da rakibine cevap vermek aracı olarak kullandı.

Tayyip Erdoğan, Davos’ta Tevrat’ın 10 emrinden 6. emri olan “Öldürmeyeceksiniz”i hatırlatmıştı. CHP’li Hakkı Süha Okay da, Başbakan’a bu 10 emirden 8, 9 ve 10. emirleri hatırlattı. “Çalmayacaksın,” “Yalan söylemeyeceksin,” “Başkasının hakkına el atmayacaksın…” diyerek sıraladı. Tabiî arada fark var. Erdoğan Yahudi olan birisine Tevrat’ı hatırlatıyor. Okay ise, Müslüman olan birine Kur’ân-ı Kerim’den bir şeyler hatırlatması gerekirken, Tevrat’tan hatırlatmalar da bulunuyor!

BAYKAL BAŞBAKAN OLURSA…

29 Mart’taki seçimler birçok parlak fikrinde sergilenmesine, yeni kabiliyetlerin ortaya çıkmasına vesile oluyor! AKP, “Türkiye Bu Işıkla Aydınlanıyor. Bırakın Işık Açık Kalsın” isimli bir kitapçık çıkarmış. Bu kitapçıkta, “Baykal, Başbakan olursa” başlığı altındaki metni kim hazırlamışsa kabiliyetli olduğu muhakkak.

Bakın Baykal başbakan olursa Türkiye’de neler olurmuş: “Seçim sistemi değiştirilir. İnönü döneminin ‘açık oy/gizli tasnif’ uygulaması yeniden başlar. Açık oy/gizli tasnif ile toplum ikiye bölünür, CHP’ye oy verenler ‘vatandaş’, vermeyenler ‘ahali’ olarak fişlenir. Çok partili sistemden tek partili sisteme geçilir. Minarelerde Türkçe ezan okutulur, camilerdeki halılar kaldırılıp yerine sıralar konulur. Ekmekler karneye bağlanır. Karneler nüfus cüzdanına iliştirilir. Vatandaş statüsü dışındakilere otomobil yasaklanır, eşekler kıymete biner…”

Buraya yazılanların çoğunda haklılık payı var. Bakalım CHP de bir kitapçık hazırlayacak mı?

YOL VE DÂVÂ DOĞRUYSA…

Adalet Partisinin, 48. kuruluş yıl dönümü DP’nin düzenlediği programlarla kutlandı.

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, kutlama programı dolayısıyla, 17 yıl boyunca parti genel başkanlığı yapan Süleyman Demirel’i Güniz Sokaktaki evinde ziyaret edip “manevî destek” istemiş.

Demirel’in cevabı çok manidar: “Siyasî hareketler günlük değildir. Mühim olan sabır ve inattır. Yol doğruysa, dâvâ doğruysa, endişe etmeyin, başarıya ulaşır…”

Demirel’in bu sözünden destek alan DP’nin genç genel başkanı Soylu, büyük moralle oradan ayrıldı…

15.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Said Nursî ve Yahudiler



Gazze’ye yönelik İsrail saldırılarının dünya çapında yol açtığı yoğun tepki ve eleştiriler, bu katliâmları görmezlikten gelen, hattâ haklı göstermeye çalışan Yahudi lobilerince “antisemitizm” olarak damgalanmak istendi.

Bilindiği gibi “Yahudi düşmanlığı” anlamına gelen bu kelime, Batıda aynı zamanda cezaî yaptırımlara bağlanan ağır bir suçu ifade ediyor.

Peki, bu mesele Risale-i Nur’da nasıl ele alınıyor? Bediüzzaman’ın Yahudiler ve onlarla ilişki kurma bahsindeki görüş ve değerlendirmesi ne?

Burada ilk bakılacak yerlerden biri, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” mealindeki Maide Sûresi 51. âyetinin tefsir edildiği bahis.

Münâzarât’ta (s. 45) şöyle diyor Üstad:

“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin. (...) Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde (Kur’ân’ın koyduğu yasakta) dahil değildir.”

Mâlûm, İslâm, Müslüman erkeğin Hıristiyan veya Yahudi bir kadınla evlenmesine izin veriyor.

Genel anlamda da Müslümanların Hıristiyan ve Yahudilerle medenî çerçevede ilişki kurmalarına, alış veriş ve ticaret yapmalarına, onlardan teknoloji almalarına, barış ve asayiş için işbirliği tesis etmelerine herhangi bir engel bulunmuyor.

Ayrıca, İslâmda zimmî hukuku diye ayrı bir kategori var ki, Müslüman hakimiyeti altında yaşayan farklı dinlere mensup azınlıkların her türlü haklarını sağlam bir güvence altına alıyor.

Âyetteki yasak, onlarla din temelli bir dostluk kurulması için geçerli, insanî ilişkiler için değil.

Yani Müslüman onlarla medenî ve dostane ilişkiler kurarken İslâm kimliğinden en ufak bir taviz vermeyecek, tam tersine onlarla bu sağlam kimliğini sımsıkı koruyarak muhatap olacak.

Bunun dışında, Üstad Müslümanlara özel olarak Hıristiyanlarla ilişkilerinde esas almaları gereken bir ölçü daha veriyor: zındıkaya ve mütecaviz dinsizlere karşı ittifak. (Lem’alar, s. 375)

Bu ölçüyü de kendisi koymuyor; ahirzamanla ilgili sahih hadislerde verilen işaretlerden alıyor.

Bu stratejik ittifakın ortakları, münhasıran Hıristiyanlar ve onların da hakikî dindar ruhanîleri. Yahudiler için böyle birşey söz konusu değil.

Bunlar çok hassas ve önemli nüanslar. Ve bu zamandaki Müslümanların dine hizmet rotasında dikkate almaları icab eden parametreler.

Nitekim bunlara riayet edilmeden başlatılan “dinler arası diyalog” arayışlarının nerelere çekildiği ve ne gibi mahzurlara yol açtığı ortada.

Üstadın fiilî tatbikatından iki ilginç örneği hatırlayacak olursak konu biraz daha aydınlanır.

Bunlardan biri, 1909’da hürriyet mitingi için gittiği Selânik’te kendisini ziyaret eden İstanbul Hahambaşısı Emanuel Karasso ile görüşmesi.

Tarihçe’de anlatıldığına göre, Karasso bu görüşmeyi yarıda kesip dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına “Yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” demiş (s. 95).

Diğer örnek, Üstadın 1953’te, İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü kutlama törenlerine katıldıktan hemen sonra makamında ziyaret ettiği Fener Patriği Athenagoras’la yaptığı görüşme.

Orada “Hıristiyanlığın din-i hakikîsini kabul etmek, Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi kitabullah kabul etmek şartıyla ehl-i necat olacaksınız” dediği Patrikten “Ben kabul ediyorum” cevabı alan Üstad, “Peki, bunu dünyanın diğer manevî reislerine de söylüyor musunuz?” diye soruyor ve Patrik “Söylüyorum, ama kabul etmiyorlar” diyor. (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, s. 381)

Bu iki örnekten genel sonuçlar çıkarmak doğru olmayabilir, ama İslâm tebliğine muhatabiyet noktasında Yahudi-Hıristiyan farkına işaret eden ilginç bir ayrımı ortaya koydukları açık.

Ancak bu ayrım, Asr-ı Saadette bazı Peygamber hanımları ve Abdullah bin Selâm gibi Yahudi kökenli Sahabîlerin varlığını unutturmamalı.

15.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır