"Gerçekten" haber verir 18 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

İşsizim, işsizsin, işsiz



Yaşanan ekonomik kriz, var olan işsizler ordusuna yenilerini katıyor. İşsizler ordusuyla ilgili olarak açıklanan yeni rakamlar piyasaları da sarstı. Resmî rakamlara göre işsizlik oranı yüzde 12’yi aşmış durumda. Bu rakamların ne ölçüde gerçeği yansıttığı bir yana, bu hâliyle bile ürkütücü.

Gençler arasındaki işsizlik oranı da hayli yüksek. Her dört gençten birinin işsiz olduğu ifade ediliyor ki, bu rakam da başlı başına tahlil edilmesi gereken bir durum. İş hayatına atılması gereken gençler bu imkânı bulamazken, herhangi bir işte çalışan ‘işçi’ler de işlerini kaybediyor. Kriz yayıldıkça işini kaybedenlerin sayısı da artıyor. Artan işsizliği gösteren bir ölçü de ‘işsizlik fonu’ndan istifade etmek isteyenlerin sayısıyla ortaya çıkıyor. Ocak ayında, bir önceki aya göre ‘işsizlik fonu’ndan istifade etmek için müracaat edenlerin sayısı yüzde 90’dan daha fazla artmış. Evet, bir önceki aya göre ‘fon’dan istifade etmek isteyenlerin sayısındaki artış, işsizliğin hangi ölçülere geldiğini göstermesi bakımından dikkat çekici.

NTV’ye (16 Şubat 2009) görüşlerini açıklayan bir uzman, ‘işsizlik ligi’nde dünya üçüncüsü olduğumuzu hatırlatıp, çok acil tedbirler alınmazsa önümüzdeki aylarda bu konuda Türkiye tarihinin rekorunun kırılabileceğini söyledi. Lütfen dikkat, Türkiye ‘savaş’lar geride bırakan bir ülke. Savaş şartlarından daha kötü bir işsizlik oranı ihtimali hepimizi cidden düşündürmeli. Kim ile konuşulsa bu konuda haklı şikâyetlerde bulunuyor. “6 aydır işsizim, ne iş olsa yaparım” diyenlerin haddi hesabı yok.

Bir yandan çalışanlar işlerini kaybederken, öte yandan da okulunu bitirip diplomasını alanlar da yeni iş bekliyor. Bir arkadaş, “8 ay önce kısa dönem olarak askere gittim. Şimdi döndüm ve iş arıyorum. Durum, 8 ay öncesine göre daha feci. Her gün 3-5 iş müracaatım oluyor ve şimdiye kadar hiç müsbet cevap alamadım” diyor. Bir başka ahbabımız, “Çalışırken bu kadar yorulmuyordum. Her gün sabah çıkıp, kiralık ev arayanlar gibi iş arıyorum. Öyle hâle geldik ki, ‘iş var mı?’ diye sormaya korkuyoruz. ‘Bu zamanda iş aranır mı?’ diye ters ters bakıyorlar” şeklinde dert yanıyor.

İşsizlerin durumunu anlayabilmek için bir gün işe gitmeyelim ve ‘işimiz yok’ gibi davranalım. Belki işsizlerin hâlini kısmen anlayabiliriz. Bir eli yağda, bir eli balda olanların (kim olursa olsun) işsizlerin hâlinden anlaması mümkün değildir. İşsizlerin hâlini bilmediği için “Ekmek yoksa pasta yesinler” anlayışına uygun bir şekilde; “İşsiz kalanlar kendileri işyeri açsınlar, ticarete atılsınlar, fabrika kursunlar” diyen ‘idareci’lerimiz bile vardır!

Türkiye’yi idare edenler seçim ‘kavga’sına tutuşup işsizlerin durumunu unutmamalı. Evine ekmek götüremeyen insanların varlığından habersiz, birbirlerine lâf yetiştiren siyasetçilere sesleniyoruz: Durumun ciddiyetini kavrayın ve şikâyetleri dikkate alın. Her şeyi bir yana bırakıp, işsizliğe karşı acil çare bulmaya çalışın!

Aylar önce “Kriz bize ulaşmaz/bulaşmaz” diyenler acaba şimdi ne düşünüyor? Vakt-i zamanında ciddî çareler alınsaydı acaba ateş bu kadar yakıcı olur muydu?

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara neden Telaviv’e tavır alamıyor?



Türkiye’de siyaset, sloganlar üzerinde yapılıyor. Ülkenin içinde bulunduğu vâhim ekonomik krizi, sıfırları attığı Türk Lirası yerine artık kuruşlarla tuvalete gidilmesiyle izâh eden ve yüzde yirmilerle iki milyonu aşan işsizliğe değinmeyen Başbakan, alttan alta hükümetin anlaştığı “IMF’ye rest”le seçmeni selâmlıyor; hâlâ “Davos çıkışı”nın siyasî rantını topluyor…

IMF ile anlaşmanın seçmen nezdindeki tepkisinden çekinen siyasî iktidar, bir yandan “IMF’nin baskısına gelmediği” havasını yayıyor; diğer yandan bizzat ekonomiden sorumlu Bakan’ın ikrarıyla yapılan anlaşmaların seçim sonrasına ertelenebileceği dile getiriliyor.

Böylece sanki IMF’ye hiçbir tâviz verilmediği ve “teslimiyet içinde olunmadığı” intibâı verdiriliyor. Oysa öyle olsa, hükümet çoktan IMF ile varılan mutâbakatı ilân eder, halka karşı “IMF’ye karşı dik durduk” mesajını verirdi. Seçim propagandasında bu vaziyet açıkça sırıtıyor…

Diğer yandan “Davos çıkışı”nın seçim meydanlarında istimali gırla gidiyor. Ne var ki son Gazze saldırısı öncesi kendi ifadesiyle “Erdoğan’ı çok tatmin eden” İsrail Başbakanı Olmert ile Suriye Devlet Başkanı Esad arasındaki “arabuluculuk”la İsrail-Suriye barışı ve ortak açıklamasının fiyaskoyla sonuçlandığı, daha yeni yeni açıklanıyor. Erdoğan’ın İsrail’in Gazze’ye saldırısını duyduğu an, daha iki gün önce saatlerce başbaşa görüştüğü Olmert için, “Beni sırtımdan bıçakladı, İsrail bunun bedelini ödeyecek” dediği belirtiliyor.

Ne var ki çoğu çocuk ve kadın bin dört yüz sivili katleden, beş binin üzerinde Filistinliyi yaralayan, okulları, hastaneleri, camileri, evleri, sokakları bombalayan İsrail, “bedel ödemek” bir tarafa, daha da küstahlaşıp “stratejik ortağı” Türkiye’ye saygısızlığa devam ediyor…

SUİKASTÇI LİVNİ’NİN ZAFERİ

Mİ “DAVOS’UN BAŞARISI”?

Başbakan’ın seçim kürsülerinde “İsrail’de seçimler yapıldı, Davos yerini buldu” müjdesini (!) verdiği sırada İsrail’deki seçimlerden zaferle çıkan ve Gazze saldırısında bütün Filistinlileri imhayı plânının başına koyan Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin, birçok İsrail Başbakanı ve bakanı gibi Mossad’ın suikast timi Bayonet (Süngü) isimli örgütün üyesi olduğu İsrail gazetelerinde kendi ağzından duyuruluyor…

İsrail Yediot Ahranot gazetesine verdiği röportajda daha 22 yaşında iken Paris’in en popüler bölgesinde bu “gizli görevi” yaptığını söyleyen Livni, “İsrail için yapıyorsanız öldürmek ve suikast düzenlemek yasaldır” diye konuşuyor.

Hiç yüksünmeden çeşitli Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinde düzenlenen ve başta Filistin Kurtuluş Örgütünün Paris temsilcisi olmak üzere 20’den fazla Filistinlinin katledildiği operasyonlarda görev yaptığını açıklıyor. Dönemin Başbakanı Golda Meir’in tâlimatıyla “suikast timi”ndeki diğer İsrailli ajanlarla birlikte bombalama eylemleri ve suikastlar yaptığını sıkılmadan belirtiyor.

Ve şu garâbete bakınız ki Başbakan Erdoğan, Livni’nin birinci parti olduğu İsrail seçimlerini “Davos çıkışının zaferi” olarak duyuruyor!

Aslında İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin Davos’a ilişkin Türkiye Başbakanı’na “Aynaya bak!” deyip, “Türkiye Ermenilere tarihin en büyük katliâmını yaptı; aynı politika bugün Kürtlere de uygulanıyor” zırvasına karşı her iki ülkeden yükselen “sonuçsuz tepkiler”, bir başka açıdan da dikkat çekici…

Gazze saldırısı ve Peres’in Davos’taki saygısızlığına karşı bile “yanlış anlaşılır” ve “İsrail’le ilişkilere zarar verir” mülâhazasıyla İsrail’in Ankara Büyükelçisini çağırmayan Dışişleri Bakanlığı, ilk kez İsrail Büyükelçisini çağırıp “protesto notası” verdi. “Davos krizi”ni “Önemli olan Türkiye’nin millî menfaatleridir” diye geçiştiren Genelkurmay Başkanlığı ilk defa İsrailli komutanın sözlerinin “talihsiz ve kabul edilemez bir beyân” olduğunu bildirdi. Yine Gazze saldırısı boyunca ve “Davos tartışması” sonrası hükûmetin İsrail’le “stratejik ilişkileri”nin daha da derinleştirilerek sürdürüleceğini söyleyen Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek, ilk olarak İsrail’i kınadı…

İSRAİL, SAYGISIZLIĞA

DEVAM EDİYOR…

Ancak bütün bunlara mukabil, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “hakareti”nden dolayı, bir tek İsrail ordu sözcüsü bunun “komutanın şahsî görüşleri” olduğunu açıkladı.

Türkiye’nin “izâhât” istemesine rağmen İsrail hükûmetinden ve resmî makamlarından “özür beyânı” bir yana en basit bir “izâhât” dahi iletilmedi. Tıpkı iki yıl önce Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçaklarının dönüşte yakıt tanklarını Gaziantep ve Hatay sınırında Türkiye toprakları üzerine atmasında olduğu gibi, Ankara’nın “izâhat istemesi”ne rağmen Telaviv’den en ufak bir açıklama gelmedi. Dahası İsrail Dışişlerinden bir yetkili “Bunu not ettik” diyerek aba altından sopa göstermeye kalkıştı…

Kısacası İsrail’in Peres’in Davos’ta Erdoğan’a köpürmesiyle açığa çıkan Türkiye’ye saygısızlığı sürüyor. Aslında bu sözde kalan akıbetsiz atışmalar, AKP hükûmeti döneminde İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin derinliğini su yüzüne çıkarıyor.

Bu durum, son olaylar üzerinde İsrail basınında da iyice açığa çıkıyor. Haaretz gazetesi, “iki ülke arasındaki yakın askerî bağlar”ı nazara veriyor. Bunun hissî çıkışlarla bozulmamasını öneriyor. Yedioth Ahranot, “yoğun ticarî ilişkiler”i gündeme getirip, İsrail hükûmetine özellikle “tarım ve kimyasal, sanayi ve savunma ihracatının etkilenmemesi” tavsiyesinde bulunuyor.

Keza İsrail Jarusalem Post ise, “İsrail hiçbir zaman protesto kayda geçirmek amacıyla Türk büyükelçisini çağırmadı. İki ülke arasındaki askerî iki ülke için önemlidir” diye yazıp, “İsrail, Türkiye’ye en çok silâh satan ülkelerden biridir, Türkiye’de İsrail’e eğitim uçuşları için Türk hava sahasını kullanmasına izin veriyor” hatırlatıyor.

Ve bütün bunlara karşı, İsrail’in “şımarıkça” tavrına karşı Ankara’nın “kuru kınamalar”la kalıp hiçbir diplomatik ve etkin yaptırıma girişmemesi, savunma işbirliğin, askerî anlaşmaların ve silâh ihâlelerinin yürürlükte kalması, işin aslındaki soruları sorduruyor.

İşin aslı şu: İsrail neden Türkiye’den vazgeçemiyor ve AKP hükûmeti, Türkiye’yi kendisi gibi “soykırım yapmak”la suçlayan bunca saygısızlığa rağmen niçin İsrail’e karşı hiçbir diplomatik tavır alamıyor, bir tek ihâleyi askıya almıyor, alamıyor?..

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Böyle “onur” olur mu?



Erdoğan Davos’taki restine “diplomatik çevreler”den gelen eleştirileri cevaplarken “Ben diplomat değil, politikacıyım” demiş ve ardından “monşerler”e yüklenmişti.

Gelinen noktada ise, İsrailli komutanın hem Genelkurmay, hem de Dışişleri tepkisine hedef olan densizliği için İsrail ordu sözcüsüyle bu ülkenin Ankara Büyükelçisinin yaptığı, “Sözleri kişiseldir, orduyu bağlamaz” açıklamalarının, bizim Ankara diplomatlarınca “yeterli ve şimdilik tatminkâr” bulunduğuna dair haberler var.

Dışişleri bürokrasimiz Davos restiyle patlak veren krizin daha fazla derinleşmesini istemezken, Bakan Babacan da “İsrail daha detaylı bir açıklama yapsa iyi olur” moduna girmiş vaziyette.

Yani, Erdoğan’ın eleştirdiği “monşer” yaklaşımı bu olayda da kendisini gösteriyor. Maruz kaldığı küstahça ithamlar karşısında da alttan alan, sineye çeken, kabullenen pasif bir tutum.

Peki, böyle bir tavrı Erdoğan’ın Davos restinde kendisini gösteren “meydan okuyucu, başkaldırıcı, dik” duruşla bağdaştırmak mümkün mü?

Farz edelim ki, İsrailli komutanın sözlerinin, söylendiği gibi kişisel olduğu ve orduyu bağlamadığı kabul edilsin. Ancak kişisel dahi olsa ve orduyu bağlamasa da, Türkiye’yi en hassas olduğu konularda bu kadar rahatsız eden o sözlerin sahibinin, hiçbir şey olmamış gibi koltuğunda oturmaya devam edebilmesi ne anlama gelir?

O sözleri söyleyen İsrailli komutanla bizim Kara Kuvvetleri Komutanımız nasıl muhatap olur? Aradaki askerî ilişkiler nasıl devam eder?

Bilindiği gibi, Başbakanın Türkiye’de ve İslâm dünyasında coşkuyla karşılanan Davos restine ilk fren, hemen ertesi gün “İsrail’le askerî ilişkiler ulusal menfaatler esasına dayalı olarak devam edecek” diyen Genelkurmay’dan gelmişti.

İkinci fren de, İsrailli komutanın asla yutulmaması ve geçiştirilmemesi gereken provokatif sözleriyle ilgili olarak İsrail’den yapılan düşük profilli yatıştırıcı açıklamaları yeterli ve tatminkâr sayan “monşerler” cenahınca konulmakta.

Bu arada Tel Aviv’den verilen bir başka sinyal, kendi açılarından olayı bir-iki sıradan açıklamayla geçiştirmenin ötesinde, ileride Türkiye’ye karşı kullanmak üzere “bir yere yazdıkları” yönünde. Buna dair haberlerde, İsrail Dışişleri’nin “Erdoğan Davos’ta bizim Cumhurbaşkanımıza hakaret ettiğinde biz bunu mesele yapmadık, nota filan vermedik, ama siz komutanın kişisel sözleri için bunca gürültü koparıyorsunuz, bunu not ettik” mesajı verdiği belirtiliyor.

Hem suçlu, hem güçlü. Hem vuruyor, hem de “Ne vuruyorsun?” diye kafa tutmaya ve hesap sormaya kalkıyor. İşte tipik Yahudi mantığı.

Şu hale bakın. Başka birileri söylese “savaş sebebi” sayılacak son derece provokatif suçlamalar bir İsrailli generalden sâdır olunca ortaya çıkan tablo inanılır gibi değil. Oldu olacak, Türkiye “Genelkurmay’ımız tepki gösterdiği ve Dışişleri Bakanlığımız protesto notası verdiği için İsrail’den özür diliyoruz” açıklaması yapsın bari!

Davos’u izleyen günlerde gittiği parti toplantılarında atılan “Davos fatihi, dünya lideri” sloganlarından rahatsızlık duyduğu izlenimi vermeyen, ama son beyanlarında “Davos için daha fazla konuşmak istismara girer, gerisini tarih yazsın” diyen Erdoğan’ın, yine de Davos havasını yansıtır şekilde “büyük devlet, onurlu duruş” söylemleri kullanmaktan geri durmazken ortaya çıkan bu tablo için söyleyecek birşeyi yok mu?

İsrailli generalin tahrik dozu dayanılmaz derecede yüksek sözlerini yutan, sineye çeken, geçiştiren bir tavrın, meydan mitinglerindeki onurlu duruş nutuklarıyla bağdaşır tarafı var mı?

Dahası, İsrail’le karşılıklı menfaatlere dayalı ilişkilerin, askerî münasebetlerin, siparişlerin devam ettiğini, eski-yeni birçok anlaşmanın yürürlüğünü sürdürdüğünü de söyleyen Erdoğan’ın Davos restinin bu durumda bir anlamı kalır mı?

Yoksa Davos’u konuşmama kararı, bu tabloyu değiştirememe çaresizliğinden mi kaynaklanıyor?

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Açgözlülük Amerika’daki ekonomik krizi ateşledi (2)



Amerika’daki devâsâ şirketlerin yöneticileri uzun zamandır inanılmaz maaşlar alıyorlardı. Yöneticiler Kurulu bu global şirketlerin CEO’larının maaşlarını, her ne kadar şirketleri felâkete sürüklemekten koruyamasalar da yükseltmeye devam etti.

Meselâ General Motors’un çarları inanılmaz maaşlarını almaya devam ettiler. Üstelik General Motors’un son 50 yıldır tarihinin en kötü günlerine sürüklenmesine yol açan, en büyük finansal kayıplara ve binlerce işçinin grev gösterilerine sebep olan da bu yöneticilerdi... Bütün bunlardan sonra bu yöneticiler halen görev başındalar ve rakipleri Toyota’daki başarılı meslektaşlarından kat be kat fazla maaş alıyorlar..

Wall Street’in en üst yönetimi yetersizliğin ötesinde bir performans sergiliyordu. Vahşi risk yönetimi zevkli yürüyüşlerine devam ettiler de ettiler, ta ki finansal felâket patlayıp, sıcak hava balonu sönmeye başlayana kadar... Sonunda, bazıları üstdüzey görevlerinden alındılar. Meselâ Merrill-Lynch ve Citigroup’un CEO’ları gibiler, 2008 yılında Wall Street, Layoff (Grev) Street’e dönüşürken milyonlarca dolarlık kıdem tazminatlarını da alıp gittiler...

Bankalar, yatırım bankaları ve brokerage (komisyoncu) şirketler 1929-30’da borsalarda yaşanan ekonomik felâketten bu yana görülmemiş bir seviyeye düştüler. Bir zamanlar 50 dolarlık fiyatlardan satılan Citigroup hisseleri bu dönemde 17 dolarların altına düştü.

Amerika’nın en büyük tasarruf bankası olan Washington Mutual’ın 2007 yılında hisseleri 40 dolarların üstünden alıcı buluyordu. Ancak har vurup harman savururcasına, umursamazca yönetim politikaları yüzünden 2008 yılında hisse değeri 5 doların bile altına düştü.

Bütün ABD ekonomisi berbat bir halde. Her geçen gün domino teorisi bir teori olmaktan çıkıyor. Yatırımcılar ve şirket sahipleri yöneticileri ve Yöneticiler Kurulu üzerinde daha yasal bir otorite sağlamadığı sürece, ve ciddî düzenlemeler getirilmediği sürece, şirket kapitalizmi içine sürüklenmiş olduğu zehirli bataklıktan ve bitmez tükenmez açgözlülük ve sorumluluk almadan maksimum güce sahip olma sevdasından kurtarılamaz.

Sam Amca, derin bir sermaye açığı hastalığıyla yatalak olan adam, şimdi vergi ödeyenlerin finanse ettiği Wall Street operasyonuna muhtaç.

Ancak burada tam bir panik içinde olan küresel finans piyasasının Amerikan doları üzerindeki şok edici ve mahvedici etkisini henüz hesaba katmış değiliz.

Ekonomik kriz vurduğu günden beridir, Washington’un buna tepkisi oldukça kaotik, ketum ve müsamahakârdı ve de şaşırtıcı şekilde pahalıya mal oldu. Basında yayınlanan raporlara göre, yaklaşık 7,36 trilyon dolar, yani neredeyse Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’nda harcadığının iki katı (hem de enflasyon düzeltmesi ile birlikte) tutarında bir kayıp oluştu. Bu konuda hiç kimse yargılanmadı, sorgulanmadı.

İşsizlik ve eksik istihdam (iş aramayı bırakanlar ve part-time çalışanlar) toplam olarak yüzde 20’lere ulaştı. Bu rakam 1945’ten bu yanaki en büyük rakamdır. Emlâk piyasası kanamaya devam ediyor. Tatil alış verişleri duraksadı. Geçen yıl 160 bin mağaza kapandı ve 200 bin mağazanın daha 2009 yılı içinde kapanması bekleniyor. 2008 yılında Dow endeksi yüzde 34 değer kaybetti. 1931’den bu yana hiç bu kadar düşmemişti. Sektörde neredeyse hiç kıpırdama yok, Dow Jones 30 endeksinin yükseliş kaydeden üyeleri sadece Wal-Mart ve McDonald’s gibi iki büyük Amerikan şirketi oldu.

Amerikan dolarını bir elastik ip gibi düşünün. Bu ipi istediğiniz kadar çekiştirebilirsiniz, ancak öyle bir noktaya gelir ki birdenbire KOPAR.

Obama’nın Yüksek Hukuk Müşaviri olarak seçtiği Eric Holder, Amerikan tarihinin en büyük sahtekârlık ve dolandırıcılık olayını çözecek azim ve gayrete sahip mi? Holder, hükümet ile şirketler arasında mekik dokuyan ve bu azılı şirketleri savunmaya çalışan Washington DC’deki geveze elit avukatlarla çok uyumlu bir isim. Kesinlikle onda soyguncu baronları korkutacak veya ürkütecek bir görünüm yok.

Acaba Holder bu yüksek yöneticilere karşı yargılama ve ciddî cezaları içeren bir yasal soruşturmayı başlatıp, yönetebilir mi? Bu yeteneğe sahip olduğu konusunda bazı ufak şüpheler var, öyleyse Adalet Bakanlığı’nın bu konuda ne kadar agresif ve kararlı olacağı tamamen Obama’ya bağlıdır.

Holder bizce bu beyaz yakalı suç takımına karşı FBI’dan yardım isteyebilir. Eğer hükümet bu açgözlü CEO’lara karşı bir soruşturma başlatmayı gerçekten düşünüyorsa, antiterörizm konusuna kaydırmalardan kaynaklanan FBI’daki personel açığı giderilirken, 11 Eylül öncesi FBI’da bulunan ajan sayısından fazlasını görevlendirmek gerekecektir.

Bir çok kimse agresif bir soruşturmanın ekonomi için faydalı olacağına inanıyor, çünkü bu türden bir soruşturma, yıkımlara yol açan ve refahı yok eden hile ve dolandırıcılıkları önleyecektir.

Şimdi celpnameleri CEO’lara gönderme zamanı. Zira Amerika’nın ekonomik krizi sadece ABD’yi etkilemiyor, dünyanın bütün gelişmekte olan milletleri bu gelişmelerden olumsuz etkilenmektedir.

TERCÜME: UMUT YAVUZ Greed Fueled American Economic Crisis - part 2 of 2 Management of giant corporations in America was paid by far the most outrageous salaries. The Boards of Directors of these global companies continued to raise salaries of Corporate Executive Officers (CEO) despite their inability to move companies out of disastrous failure. The czars of General Motors (GM) have managed to stay well paid despite the fact that they presided over the worst decline of GM stocks in the last fifty years, causing the largest money losses and layoffs of tens of thousands of workers in its history. Yet, these top executives are still in place and still receive much more pay than their successful counterparts at Toyota . Top management on Wall Street has been beyond incompetent. Wild risk taking kept the joy ride going and going until the massive financial hot air balloon started plummeting. Finally, told to leave their high posts, the CEOs of Merrill-Lynch and Citigroup took away tens of millions of severance pay while Wall Street turned into Layoff Street in 2008. The banks, investment banks, and brokerage firms have tanked to levels not seen since the 1929-30 collapse of the stock market. Citigroup, once valued at over $50 per share is now under $17 a share. Washington Mutual, America ’s largest savings bank chain was over $40 a share in 2007. Its reckless speculative binge has driven it down under $5 a share in 2008. The entire U.S. economy is in shambles. The domino theory is getting less theoretical daily. Without investors obtaining more legal authority as owners over their out of control company officers and Boards of Directors, and without strong regulation, corporate capitalism cannot be saved from its toxic combination of endless greed and maximum power—without responsibility. Uncle Sam, the deeply deficit-ridden bailout man, may have other taxpayers-to-the-rescue operation for Wall Street. But don’t count on stretching the American dollar much more without devastating consequences to and from global financial markets in full panic. Since the economic crisis broke, Washington 's reaction has been chaotic, lenient to favorites, secretive, and staggeringly expensive. An estimated $7.36 trillion, more than double the total American outlay for World War II (even correcting for inflation), has been thrown at the problem, according to press reports. No one has been brought to justice. Combined unemployment and underemployment (those who have stopped looking, and part-timers) run at nearly 20 percent, the highest since 1945. Housing prices continue to hemorrhage—last fall's 18 percent drop could double. Holiday shopping fizzled: 160,000 stores closed last year, and 200,000 more are expected to shutter in 2009. In 2008, the Dow dropped further—34 percent—more than at any time since 1931. There is no sound sector in the economy; the only members of the 30 Dow Jones Industrials posting gains last year were large American corporations like Wal-Mart and McDonald's. Consider the U.S. dollar like an elastic band. You can keep stretching this rubber band, but suddenly it BREAKS. Does Obama's choice for Attorney General, Eric Holder, have the tenacity and will to tackle the widest fraud in American history? Holder fits well within the gaggle of elite Washington D.C. lawyers who move back and forth between government and defending corporate criminals. He doesn't exactly have the sort of résumé that startles robber barons. Can Holder design and orchestrate a muscular legal response, including prosecution and stern punishment of top executives? There seems little question that he has the skill, so the decision on how aggressive the Justice Department will be is up to Obama. Holder could ask for and get well-organized Federal Bureau of Investigation (FBI) white-collar crime teams. The personnel hole caused by shifts to antiterrorism would have to be more than filled to their pre-9/ll staffing if the incoming administration decides to go after greedy CEOs. Many believe that aggressive prosecution would be good for the economy because it may help prevent cheating and fraud that inevitably cause bubbles and destroy wealth. It's time to send the subpoenas. This American economic calamity is not only going to hurt the United States, it's going to negatively impact many developing nations around the world.

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Adam öldürmek



Kur’ân’ın ifadesiyle ahsen-i takvîm, yani en güzel bir sûrette yaratılan,1 kâinatın bir hülâsası yapılan; zerreden kürelere kadar her şey emrine verilen; sayısız nimetlerle beslenip büyütülen; Cenâb-ı Hakk’ın antika bir san'at eseri olan insan her şeyin en güzeline, en iyisine lâyık bir varlıktır. Tertemiz, günahsız olarak yaratılmış, her türlü insanî hak ve özgürlükler; insanca yaşayabilmek için yaşama, inanma, düşünme, mal mülk ve konut edinme, seyahat etme, adalet, eşitlik, eğitim-öğretim, çalışma, yuva kurma, çoluk çocuk edinme gibi hak ve özgürlükler bahşedilmiş seçkin bir mahlûktur.

Bu hak ve hürriyetler içerisinde öncelikle yaşama hakkına sahiptir insan. Hayatını kaybettikten sonra diğer hak ve hürriyetlerinden hiçbirini kullanamaz.

Kur’ân cana kıymayı kesinlikle yasaklamış, “Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyin” buyurmuş, mazlûm olarak öldürülen kimsenin velisine kısas veya diyet isteme hakkı verileceğini, onun da hakkını istemekte haddini aşmamasının gerektiğini, cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldüren kimsenin bütün insanları öldürmüş, birisinin hayatını kurtaranınsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olacağını bildirmiştir.2

Bu âyet-i kerime, bir insanı öldürmekle bütün insanları öldürmenin, keyfiyet itibarıyla aynı, ikisinin de çok büyük bir günah olduğunu bildirmektedir. Yoksa, bir kişiyi öldüren, isterse yüz kişiyi veya bütün insanları öldürsün, günahı daha da artmaz demek değildir, daha çok insanı öldürdüğünde günahı daha da artar. Bediüzzaman Said Nursî Mektubat’ında (15. Mektub) bu âyetten şöyle bir hüküm çıkarır:

“Âyetin mânâ-yı işarisiyle, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.” 3

Adam öldürmek o kadar dehşetli bir günahtır ki Kur’ân-ı Kerim, “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, onun cezası, çok uzun zaman kalmak üzere Cehennemdir. Allah onu gazabına uğratmış, ona lânet etmiş ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır” 4 buyurur.

Allah Resûlü de (asm) İslâmın bir nev'î özeti olan Veda Hutbesinde yaşama hakkının mukaddesliği üzerinde durmuş, “Canlarınız, mallarınız, namuslarınız mukaddestir ve her türlü tecavüzden korunmuştur” 5 buyurmuştur.

İnsan olan insan haksız yere böylesine dehşetli cinayeti işlemekten tir tir titrer.

Dipnotlar:

1- Tin Sûresi: 4.

2- İsra Sûresi: 33.

3- Maide Sûresi: 32.

4- Nisa Sûresi: 93.

5- Buharî, Meğazî: 77; Müslim, İmare: 36.

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Lozan'ın hedefinde din ve demokrasi vardı



Yaklaşık iki aydır devam eden Birinci Lozan Görüşmeleri, 1923'yılı Şubat ayının ilk haftasında kesintiye uğradı.

Bu kesintinin sebebi, daha çok gizli maddeler üzerinde yapılan görüşmelerde kesin bir mutabakata varılamamasıydı.

Görüşmelerin odak noktasını "İslâmiyet" teşkil ediyordu: Yeni Türkiye, tıpkı Protestanlar gibi davranıp İslâm dinini dışlamaya, bozmaya, bu dini sosyal ve siyasî hayattan söküp atmaya yönelik radikal adımlar atacak mı, atmayacak mı?

Evet, taraflar arasında arabuluculuk görevini üstlenen Hahambaşı Haim Naum'un da üzerinde en çok durduğu mesele buydu.

Türkiye heyetinin başkanı İsmet Paşa, bu konuda tek başına karar veremeyeceğini, gidip Ankara'daki büyükleriyle görüştükten sonra bu meselede nihaî bir karara varabileceklerini söyleyince, Lozan Konferansı da yarıda kesilmiş oldu.

Lozan heyeti Ankara'ya döndükten sonra, gizli gündemle birçok kez toplanan Meclis'te şiddetli tartışmalar yaşandı.

Lozan'da vatan, millet ve İslâmiyet nâmına taviz verilmesine şiddetle muhalefet eden grubun başında Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ile Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey geliyordu.

Meclis'teki tartışmaların en hararetli günlerinde (27 Mart 1923), Ali Şükrü Bey, aniden ortadan kayboldu. Üç–gün sonra ise, bir bağ evinin yakınında cesedi bulundu. Katilin (yahut tetikçinin) Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman olduğu anlaşıldı. (Azmettiricinin kim olduğu anlaşılmasın diye de, çatışmada öldürülen Topal Osman'ın kafası kesildi.)

Dehşet uyandıran bu elim hadiseden çok kısa bir süre sonra (1 Nisan), genel mebus seçiminin yapılmasına karar verildi. Nitekim, bu esnada Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'ye de mebus olması için teklif yapıldı.

Said Nursî'ye, mebusluk dışında daha başka teklifler de yapıldı. Genel vaizlik, yüksek maaş, Çankaya'da köşk ve kurulacak diyanet teşkilâtında makam gibi...

Tabiî, bütün bunların asla reddedilmeyecek bir karşılığı vardı: Birlikte ve emir altında çalışmak, dinde reform yapmak ve bilhassa 23 Nisan'da Lozan'da ikinci kez başlayan konferansa katılan Avrupa delegasyonunu memnun edecek şekilde bazı fetvâların âcilen verilmesi gibi...

Bu fetvâ meselesinin başında da şu üç madde geliyordu: Heykel fetvası, içki fetvası ve kadınların kısmen açılabileceğine dair bir fetva.

Said Nursî'nin bu teklifi bütünüyle reddetmesi sebebiyle, başına gelmeyen kalmadı. Hatta öyle ki, ömür boyu çektiği hapis ve sürgün cezasının ana sebebinin, bu dönemde yaşadığı hadiseler olduğunu da, eserlerinde ve hatıralarında defalarca ifade buyurdu. (Bkz: Son Şahitler–2, s. 298)

Said Nursî, hem dine muhalif, hem de farklı siyasî görüş sahiplerine hayat hakkı dahi tanımayan Ankara'nın o zamanki idarecileriyle uzlaşamayarak ayrılır ve ömrünü uzun vâdeli bir iman hizmetine vakfetmek niyetiyle Van'a çekilir.

Lozan muhalifleri liste dışı

Meclis'in yenilenmesi için Temmuz ayında yapılan milletvekili seçimlerinde, özellikle bir noktaya dikkat edildi: Yeni listeye, Lozan'a muhalefet eden hiçbir milletvekilinin dahil edilmemesi hususu...

Evet, 11 Ağustos'ta toplanan II. Devre Millet Meclisinde Lozan muhalifi bir tek mebusun bulunmaması için gereken herşey yapılmıştı.

Gariptir, yeni Meclis'in açılmasıyla, Lozan heyetinin Türkiye'ye gelmesi aynı günlere rastlar.

Yeni Meclis, 23 Ağustos'ta Lozan Antlaşmasını görüştü ve ekseriyetle kabul etti. Antlaşmayı reddedenlerin sayısı ise, 14 kadardı. Bunların arasında, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa gibi, bir sene sonra Meclis'te anamuhalefet görevini üstlenecek olan şöhretler vardı.

Yeni Meclis üyelerinin, aynı zamanda 9 Eylül'de kurulan Halk Fırkasının da mensubu olması istendi. Vekillerin çoğu, bu dayatmayı kabul etti ve partiye üye oldu.

Direnenler ise, 9 Kasım 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına katıldı.

Ne var ki, tâ 3 Mart'ta açığa çıkan dini dışlama hareketi, farklı siyasî görüşe dahi zerrece müsamaha göstermiyordu.

Evet, 1924 yılının 3 Mart'ında Hilafetin lağvıyla birlikte Medreseler da kapatıldı. Ardından, din adına ne varsa siyasî, sosyal ve kültürel hayattan sökülüp atılmaya başlandı.

Aynı paralelde olmak üzere, farklı siyasî oluşumlar da yok edilmeye çalışıldı. İlk etapta, İstiklâl Savaşının en kudretli paşalarının da içinde ve başında bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası cebren kapatıldı. Kurucuları ile yönetim kadroları adeta biçildi. Bu vatanperver kişiler, 1925'teki Şeyh Said Hadisesi ve 1926'daki muhayyel İzmir Sûikastı Hadisesiyle irtibatlandırılarak mahkemeye verildi. Neredeyse tamamı idam edilecekti.

Bir kısmı kurtuldu; ancak, dinî tedrisat gibi, demokratik teşebbüslerin, ne yazık ki sonu getirilmiş oldu.

A. Şeref Laç'ın hatırası

Daha evvel üzerinde iki kez durduğumuz ve genişçe izah ettiğimiz bir konuya, bazı okuyucularımızın talebi üzerine—kısa da olsa—bir kez daha değinmeye çalışalım.

Eski mebuslardan Avukat A. Şeref Laç, 33 yıl önce Yeni Asya'da çıkan bir röportajında Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili hatıralarını anlatıyor. Bu hatıralardan biri de, merhum Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleriyle alâkalı.

Laç'ın naklettiğine göre, Üstad Bediüzzaman, Süleyman Efendiden sitayişle bahsetmiş, hizmetini takdir etmiş ve sonunda da onun "işaret buyurulan zât" olduğunu söylemiş.

Bazı şahitlerden dinlediğimiz sözlü nakillere göre de, Bediüzzaman Hazretleri, Süleyman Efendi ve talebelerinin Kur'ân hizmetini takdirle yâdetmiş ve "Onlar Kur'ân'ın lâfzına, biz de mânâsına himet ediyoruz" demiştir.

Ancak, yukarıda geçen "işaret buyurulan zât" şeklindeki ifade, sadece ve sadece A. Şeref Laç'a ait bir "haber–i vahit" olup, başka da hiçbir yerde geçmemekte ve başka hiç bir kaynak tarafından teyid edilmemektedir.

Bundan dolayıdır ki, 31 Mayıs 1976 tarihli Yeni Asya'da neşrolan merhum Laç'a ait hatıranın bu kısmı, bir yıl sonra basılan "Aydınlar Konuşuyor" isimli kitaba konulmadı.

Yani, konuyu müzakere eden yayın heyeti tarafından, özellikle "işaret buyurulan zât" şeklindeki rivâyetin sihhatine kanaat getirilmedi ve bu sebeple, hatıraları kalıcı hale getiren kitaba o ifadelerın konulması uygun görülmedi. (Bkz: Age, s. 195–198; Yeni Asya Yayınları, 1977 İstanbul.)

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Basın-yayının (medyanın) önemi



Zamanımız “iletişim çağı” diye vasıflandırılır. Zira kitle iletişim, matbuât, basın-yayın vasıtaları, yani, kitap, gazete, dergi, radyo, televizyon, video, kamera, sinema-film, internet vs. araçların ulaşmadığı yer, girmediği mekân çok az. Bugün, fikrî, imanî, sosyal, kütürel, hatta ekonomik tartışmalar, münâzarâlar, mücadeleler, hatta savaşlar büyük çapta basın-yayın yoluyla yapılıyor.

Bediüzzaman, İsrâ Sûresi’nin 88’inci âyetini tefsir ederken, Kur’ân’ın, Esmâ-i İlâhiyeyi öğretirken, âhir zamanda her şeyin ilim ve fenlere döküleceğini; ilim ve fenlerin en parlağının da, belâgat (muktezay-ı hâle mutabakat, yani gerektiği yerde, gerektiği kadar, gerektiği şekilde konuşmak) ve cezâlet (kelimeleri ince ve kalınlığına göre söyleme san’atı) olacağını, insanoğlu da en büyük gücünü buradan alacağını beyan ettiğini belirtir.1

Bilindiği gibi Peygamberlerin (as) bazılarına suhuf (10, 100 sayfa), bir bölümüne kitap indirilmiştir. Kur’ân’ın ilk, en geniş, en orijinal ve en muhteşem tefsiri/yorumu olan İlâhî mesajları Kıyamete kadar insanlığa ulaştıracak olan Kur’ân, semâvî kitaptır ve “okunan!” anlamındadır.

İlk inen âyetin, ilk emrin “İkra!”2 (Oku!) olması, ilk üçüncü âyette tekrarlanması, dördüncü âyette “yazma” ve devâmında yine “bilme, öğrenme-öğretme” üzerine tahşidât yapılması, elbette matbuât diliyle hizmetin önemini de vurgular.

“Okumak” mânâsında olan Kur’ân, meseleyi burada bırakmaz. Akıl, tahkik, araştırma, inceleme, kitâbet, yazmak, mektup, kâğıt, yazı ve malzemeleri üzerine yüzlerce kelimeyle de insanlığın ufkunu açar.

Bir rivâyete göre, “Oku!” ile başlayan Alâk Sûresinin hemen ardından Kalem Sûresi nâzil olmuştur ve yazının en önemli malzemesi “kalemin” övülmesi de basın-yayının ehemmiyetine işaret etmez mi?

Hadis-i şerifler de, yazılı metin haline getirilmişlerdir.

Basına mesafeli durulduğu ve sinemanın lânetlendiği dönemlerde Bediüzzaman, “ara sıra sinemaya ibret için gittiğini”3 ifade ile “Risâle-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için matbuât âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim”4 diyerek basın-yayının önemini vurgular.

İki dehşetli mânevî belâ olarak gördüğü Komünizm ve Süfyanizmin (deccalizm) tahribâtlarına, İslâmın ve Müslümanların aleyhindeki fikrî ithamlara, yalan propagandalara, şiddetli itirazlara, ithamlara da, “Matbuât lisanıyla cevap vermek gerektiğini”5 özellikle “basın yoluyla konuşmanın lüzumunun kalbine ihtar edildiğini”6 beyan eder.

“Mürebbî-i efkâr”, yani fikirlerin terbiyecisi olan7 matbuâtla (kitle iletişim vasıtalarıyla), haberleşme ve fikir alış verişiyle dünya bir meclis hükmüne geçti.8

İslâmiyete, Müslümanların iman, ilim ve irfanlarına hizmet eden gazeteleri “mücahid”9 olarak gören Bediüzzaman, aynı çerçevede neşriyat yapan radyoyu da, yeryüzünü bir tek ev hükmüne getirip, insanlığa iman Kur’ân hakikatlerini ve ahlâkını ders veren pek büyük bir muallim10, eğitim aracı olarak değerlendirir.

Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâma intişarına başlanacağını;11 İnşaallah öyle bir zaman gelecektir ki, Kur’ân hakîkatleri olan Risâle-i Nurların radyolarla ders verileceğini ve insanlığın büyük istifadelere nâil olacağını müjdeler.12

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 239., 2- Kur’ân, Alak, 1.

3- Lem’alar, s. 237. , 4- Mektubat, b. 467.

5- A.g.e., s. 467., 6- A.g.e., s. 467.

7- Nutuk, (Osmanlıca), s. 20., 8- Muhakemat, s. 38.

9- Emirdağ Lâhikası, s. 281. 10- A.g.e., s. 307. ,

11- Emirdağ Lâhikası, s. 445., 12- Tarihçe-i Hayat, 354.

18.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kıyamet alâmetleri nelerdir? - 2



Ümit Bey: “Kıyamet nedir? Alâmetleri nelerdir? Deccal hakkında bilgi verir misiniz?”

Dünden devamla:

3- Kıyametin yaklaştığını haber veren, doğrudan inançla ilgili hadiseler zinciri:

1- Deccalın çıkması: Kıyametin yaklaştığını haber veren doğrudan inançla ilgili hadiselerden birisi deccalin çıkmasıdır. Deccal, Allah inancını inkâr eden, dinde nifak tohumları atan bir cereyanın başı olarak boy gösterecek, elinde istidrac denilen bir takım olağan üstülükler bulunacak, bununla insanları etkisi altına alacak, yalanla ve aldatmayla iş görecek ve insanları dinsizliğe ve dünyevîleşmeye çağıracaktır. Deccalın ve ektiği dinsizlik tohumlarının Hazret-i İsa tarafından öldürüleceği de bildirilmiştir.1

2- Hazret-i Mehdinin gelmesi: İnsanlık tarihinde fitne ve fesat tohumlarının atıldığı ve insanların topluca dinsizliğe kaydırıldığı hiçbir dönem yoktur ki, Allah (cc) o döneme özgü olarak hak yolu gösteren bir tebliğci, hakikatin mücadelesini veren bir peygamber göndermemiş olsun. Son peygamberle beraber peygamberlik kapısı kapandığına göre, deccalın meydana getirdiği dinsizlik rüzgârına karşı Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir kimseyi görevlendirmeyeceğini düşünmek gerçekçi olmaktan uzaktır. Şu halde, deccal fırtınasına karşı Allah’ın âdeti ve imtihan sırrı bir kişinin vazifelendirilmesini gerekli kılacaktır ki, Hazret-i Mehdi o kimsedir. Nitekim Hazret-i Mehdinin geleceğini, Müslümanlara imam olacağını, deccalın tahribatına karşı dinde tamirât yapacağını, deccalın ektiği fitne tohumlarını kurutarak umumî sulhu temin edeceğini, Hazret-i İsa’nın da kendisine tabi olacağını Peygamber Efendimiz (asm) Cenâb-ı Hakk’ın vaadine dayalı olarak bildirmiş bulunmaktadır.2 Bediüzzaman’a göre, bu mânâlar şahs-ı mânevî çerçevesinde tecellî edecektir.

3- Hazret-i İsa’nın (as) semadan inmesi: Hazret-i İsa’nın, İslâmiyet’ten bir önceki din olarak kendisinin getirdiği, fakat bozulmuş olan Tevhid dinini Allah’ın rahmetiyle yeniden Tevhid çizgisine çekmek ve dinini İslâmiyet ile omuz omuza getirerek, dinsizliğe karşı İslâmiyet ile bir güç birliği oluşturmak gibi bir vazifeyle semadan ineceğini Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir.3 Bediüzzaman konuyla ilgili hadisleri, Hıristiyanlıktaki tahrifattan arınma ve tasaffî sürecine dikkat çekerek ve yine şahs-ı manevîyi öne çıkararak yorumlamıştır.

4- Kıyametin büyük alâmetleri: Kıyametin başlaması esnasında görülecek, insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylar zinciridir. Bu alâmetleri sıralayacak olursak:

1- Dabbetü’l-Arz adında bir canlı türü çıkacak ve insanlığı tehdit edecektir. Kötü ahlâkı olmayan iman ehli, imanı sayesinde bu tehlikeden korunacaktır.4

2- Ye’cüc ve Me’cüc adında topluluklar yeryüzünde fitne ve fesat çıkaracaklardır.5

3- Kıyamete çok yakın bir süre kaldığında mü’minlerin ruhları topluca kabzedilecek ve artık “Allah… Allah…” diyen kalmayacaktır. Kıyamet kâfirin başına kopacaktır.6

5- Güneş batıdan doğacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda der ki: “Küre-i arz (dünya) kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlâhî ile başını başka seyyâreye (gezegene) çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garptan (batıdan) şarka (doğuya) olan seyahatini irade-i Rabbânî ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulûa (doğmaya) başlar… Hem müsademe (çarpışma) neticesinde emr-i İlâhî ile kıyamet kopar.”7 Demek, Allah’ın emri gelince güneş aklını kaybetmiş gibi yolunu şaşıracak, yerküre bir başka kürenin çarpmasıyla rotasını değiştirecek, tersine dönmeye başlayacak ve böylece güneş batıdan doğacaktır.8 Güneş batıdan doğduktan sonra artık tövbe kapısı kapanacaktır. Çünkü artık imtihan dünyası kapanmış olacaktır. Çünkü artık kıyamet saati gelmiş olacaktır.9

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 506

2- Mektubat, s. 60

3- Mektubat, s. 60

4- Şuâlar, s. 511

5- Şuâlar, s. 507

6- Kastamonu Lâhikası, s. 26; Şuâlar, s. 503

7- Şuâlar, s. 510

8- Sözler, s. 103, 106

9- Kıyamet alâmetleri ile ilgili olarak bakınız: Şuâlar, s. 510; Müslim, Fiten, 39; Ebû Davud, Melahim, 11; İbn-i Mace, Fiten, 28.

18.02.2009

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Bediüzzaman ve cihad kavramı



Peygamber Efendimize (asm) sorulmuş: “Allah’ın en râzı olduğu amel hangisidir?” Bir seferinde “Allah yolunda yapılan cihaddır”, diğer seferinde “Allah için kılınan namazdır” buyurmuş.

Cihad, Allah katında böylesine değerli ve makbul bir ibâdettir. Ancak, cihad denildiğinde çoğu zaman Allah yolunda yapılan savaş akla gelmektedir. Halbu- ki, cihad çok daha geniş bir kavramdır. Asya Nur Kültür Merkezinde yapılan haftalık risâle seminerleri dizisinde, Yönetim Kurulu üyemiz Ali Vapurlu “Bediüzzaman’a göre cihad kavramı” seminerini takdim etti. İki saate yaklaşan program sonunda, gelmesi muhtemel bütün sorular cevabını bulmuştu.

Bir savaş dönüşü “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” hadisini söyleyen Peygamber Efendimize sahabeler “Ey Allah’ın Resulü! Savaştan daha büyük cihad olur mu?” diye sorduklarında “Nefisle yapılan cihad en büyük cihaddır” buyurdu. Yine “Senin en zararlı düşmanın iki göğsünün arasındadır” diyerek, nefsin en büyük düşman olduğunu nazara verdi. Bediüzzaman Hazretleri de “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekberle mükelleftir” ifâdelerini kullanır. Sahabe-i Kiram son nefeslerine kadar nefisleriyle aslanlar gibi mücadele etti. Onlar, düşmanla savaşırken bile ibâdetlerini terk etmediler. Bedir Muharebesinde ölüm kalım savaşı yapılırken, sahabelerin bir bölümü savaşıyor, diğerleri sünnet olan cemaatle namazı edâ ediyor, onlar cepheye koşarken ötekiler cemaatle namaz kılmaya koşuyorlardı. Sahabe mesleğinin bu asra bir yansıması olan Risâle-i Nur mesleğine mensup olanlar, nefisle cihad etmenin en müessir bir yolu olan günlük risâle okumalarını mutlaka icrâ etmeli ve oruç ibâdetinin nefse vurulan en büyük darbe olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.

Hâricî düşmanla yapılan cihad, küçük cihaddır. Bu da, dâhilî ve hâricî olmak üzere ikiye ayrılır. Hâricî cihad da biri silâhla, diğeri iknâ ile yapılır. Silâhla yapılan cihad, farz-ı kifâyedir. Düzenli ordularla yapılır. Bu da, müdafaa sadedinde olur. Durduk yerde başka devletlere savaş açılmaz. İslâm tarihi buna şahittir. Celâleddin-i Harzemşah gibi bütün sebeplere müracaat edilir, netice Allah’a bırakılır. Nasıl ki o zat “Ben, Allah yolunda cihad etmekle vazifeliyim. Galip etmek, mağlûp etmek Allah’ın vazifesidir. Onun vazifesine karışmam” demiştir. Hem de harp hukukuna riâyet edilir. Kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, hayvan ve ağaçlara zarar verilmez. Birinci Cihan savaşında Ermeni çocuklarına dokunmayıp âilelerine iâde eden Bediüzzaman, bu sayede binlerce Müslüman çocuklarının Rus ve Ermeniler tarafından katledilmesine mâni olmuştur.

Zamanımızda ise, hârice karşı cihad iknâ tarzındadır. Zira, Üstadın dediği gibi “Medenilere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir.” Kur’ân’ın elmas kılıçları hükmündeki iknâ delilleriyle onlara İslâm dini anlatılmalıdır. Kırkın üstünde dünya diline tercüme edilen Nur Risâleleri bu hakikati gösteriyor ve binlerce yabancının İslâm dinine girmesine vesile oluyor.

Avrupa’yı ikiye ayırarak, Hıristiyanlığın din-i hakikisinden aldığı feyizle, san'at ve terakkiyâta ve insanlığın refahına çalışan birinci Avrupa ile dost olmak; dinle barışık olmayan felsefeyi eline alarak insanlığı sefalete sürükleyen ikinci Avrupa ile fikren mücadele etmek gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, gerçekçi bir yaklaşım sergilemektedir. Dinsizliğe karşı ittifak mânâsında olan NATO ve Avrupa Birliği, bu hakikatin tecessüm etmiş hâlidir. Nasıl ki, NATO’nun üyesiyiz, öyle de, bunun gibi daha bir çok maslahatlar için Avrupa Birliğine üye olmak da lâzımdır. Aynı zamanda, dünyanın barış ve dengesi için İttihad-ı İslâm denilen İslâm Birliğini de tesis etmek gerekmektedir. Zira, yine Üstadın ifâdesiyle “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, İttihad-ı İslâm’dır.”

Dahilde maddî cihad katiyen mümkün değildir. Zira, Kur’ân bizi bundan men etmiştir. “Birisinin hatâsıyla başkası günahkâr ve mesul olmaz” âyeti bunu net bir şekilde ifâde etmektedir. Mesleğimiz müsbet harekettir. Âsâyiş ve emniyetin mânevî muhafızları olmak durumundayız. Bediüzzaman’ın, Şeyh Said İsyanına bulaşmaması ve kendi îkazlarıyla Van ve civarı illerin bu isyandan uzak durması bunun delilidir. Dahildeki cihadla, hâriçteki cihad arasındaki büyük farkın mutlaka fark edilmesi lâzımdır. “Cihad yapıyorum” diye siyasal İslâm mânâsındaki yaklaşım da doğru değildir. İslâm dininin terörizm, radikalizm ve fanatizmle hiçbir alâkası yoktur. Yanlış örneklerle İslâm mahkûm edilemez. İstiklâl Savaşımız ise, hâriçten gelen düşmanlara karşı, dâhilde hürriyet, namus ve vatanımızı koruma savaşıdır.

Dahilde ancak mânevî cihad yapılabilir. Bediüzzaman bunu “Millet, irşâd ve tenvir edilmelidir” ifâdeleriyle özetler ve “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyerek gerçek düşmanları ve mücadele tarzını ortaya koyuyor.

Seminer sona erdiğinde yüz elliden fazla katılımcı fevkalâde memnun olmuştu.

18.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır