"Gerçekten" haber verir 27 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Şükrü BULUT

Almanya İslâm Konferansı



Bu konuya daha önce de değinmiştik. 11 Eylül’ün dünyada, bilhassa Amerika ve Avrupa’da İslâmiyet aleyhine başlattığı propaganda Almanya’da da tesirini göstermişti. Kur’ân’ın —hâşâ—insanları terörize ettiği iddiasıyla neredeyse bütün Müslümanlara potansiyel terörist nazarıyla bakılmasının neocon’larca teşvik edildiği bir dönemde, Almanya da bilmecburiye İslâm Konferansını toplamıştı. Konferansa, daha ziyade organize olmuş ateistlerin Müslüman sıfatıyla katılmaları, İslâmî pratiğe düşmanlıklarını gizlemeyen üyelerin medya üzerinden taarruzları ortalığı toz dumana boğmuştu. Ex muslim hareketi de (eski Müslümanlar) konferansa iştirak eden Türk kökenli saldırgan gizli ateistlere destek çıkmıştı.

Yukarıda arz ettiğim manzara ve şartlar içinde, dinî cemaatlerde bir telâş sezinlenmiş; bu telâş, bazı Müslümanların İçişleri Bakanı Schaeuble’ye kuşkulu bakmalarına ve yer yer tenkitlerine de sebep olmuştu. 11 Eylül’ün tazyikiyle Almanya’da hükümet olan Angela Merkel ve yakın çevresinin bütün semavî dinlere ve pratiklerine önyargılı davranmaları da, Schaeuble gibi dine taraftar siyasetçilere yönelik kuşkuları arttırdı.

Ama Almanya İslâm Konferansını takip edenler, sürecin yavaş yavaş inananların lehine döndüğünü müşahede edeceklerdir. Devletin Müslümanlarla alâkalı bütün birimlerinin çalışmaları, istatistikî bilgiler, dinî cemaatlerle ilgili araştırmalar ve İslâmiyet üzerine yapılan tetkikler, Amerikalı neocon’larla Sarkozy gibi önyargılı siyasetçileri tekzip etti.

Müslümanlar, netice itibarıyla devletin kendilerine yönelik bu tür çalışmalarından memnun oldular ve İslâmiyetin güzelliğinin mutlaka ortaya çıkacağı inancıyla yetkililere yardımda bulundular. Sürecin geniş bilgi ve belgeye dayalı olarak İslâmiyetin lehine işlemesi, işin başında dört elle konferansa sarılan bazı çevreleri fevkalâde rahatsız etmeye başladı.

Saldırgan ateistlerin ileri sürdükleri iddiaları, gelişen süreç reddedilince, çareyi meşhur Yahudi yazar Giordano’dan yardım istemekte buldular. Hıristiyanlığa ve İslâma da karşı olan Kölnlü yazar, İçişleri Bakanını bu konferansı feshetmeye dâvet etti. Müslümanların adam olamayacaklarını, Avrupa’ya entegre olmaları bir tarafa, sosyal hayata hiç uyum sağlayamayacaklarından dem vurdu.

Aslında bu konferansla İslâmın Almanya’nın gündemine oturmasından rahatsız olanlar, gündemin değiştirilmesini istiyorlar. Musevî yazara destek çıkan SPD’li vekil Lâle Akgün de telâş içinde konferansa itiraz edenlerden. Aynı zamanda partisinin “İslâm temsilcisi” de olan bu hanımefendi hem partililerin, hem de Kölnlü Müslümanların büyük tepkisini çekiyor. İslâm aleyhtarlığında dosyası kabarık olan Lâle hanım, bu gidişatla hem partisine büyük zarar veriyor ve hem de siyasî kariyerini tehlikeye atmış oluyor.

Bu arada Angela Merkel’le birlikte CDU’ya üşüşen semavî din ve ahlâk karşıtı kadroların çalışmaları, şu günlerde SPD’ye yuvalanmış Türkiyeli İslâm düşmanlarını işsiz bırakmış görünüyor. Dinsizlerin ve ahlâksızların avucunda muhalefette bile mum gibi eriyen partinin bu durumuna Müntefering’in bir çare bulması gerekiyor. Almanya’nın sosyal demokratlara en çok ihtiyaç duyduğu şu zamandaki erime, Avrupa’nın da zararına olur.

11 Eylül’ün desinformasyonuyla kafası karışan Alman kamuoyunu aydınlatan bu konferansın ilk günlerindeki telâşa bildiğiniz gibi Yeni Asya okuyucuları düşmemişlerdi. Bahtiyar Alman milletinin İslâm âlemine dost olduğunu ve ahirzaman dinsizliğine karşı “hakikî İsevîler” olarak Müslümanlarla ittifak edeceklerini Bediüzzaman’dan okuyan Yeni Asya takipçileri, eninde sonunda söz konusu konferansın insaniyetin lehinde sonuçlanacağını biliyorlardı.

Risâle-i Nur Talebelerini şu müsbet düşüncelere ve ümit dolu bekleyişlere sevk eden diğer bir hakikat de, “doğru İslâmiyetin” Avrupalılarca tanınmaya başlamasıydı. Taassubu, tarafgirliği, çatışmayı, çılgın tüketimi, sefaheti ve semavî dinler karşıtlığını terk eden “Birinci Avrupa’nın ayağa kalkışı, aynı çizgide yürüyen Avrupalı Müslümanları yüreklendirdi.

Bilhassa aileye, güzel ahlâka, çalışmaya, paylaşmaya, çevreye, adalete ve insan haysiyetine Hıristiyanlarca yapılan kuvvetli vurgu yalnızca Avrupalı Müslümanları değil, bütün İslâm dünyasını heyecana sevk ediyor.

Hislerimiz ve gözle görülen küçük küçük işaretler, Avrupa Birliğinin lokomotifi hükmündeki Almanya’nın kazanını yeni yeni buharlarla doldurduğunu gösteriyor. Bu ise, insanlığa tekrar hak ve adalet tevziinde bulunacak Mesih’in beklenen icraatlarının mevsimini haber veriyor. Mesihî nefesler, yalnızca kışta uyumuş ve uyuşmuşları değil, ahirzaman dinsizliğinin manyetik alanında hipnotize olmuş Avrupa’yı da uyandırıyor.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Elif dönüyor



40 yıllık okur, yazar ve şairlerimizden, bu üç özelliği de şahsında toplayan Abdil Yıldırım, Süleyman Akkın’ın kendisiyle yaptığı 40. yıl röportajının bir yerinde şöyle diyordu:

“(Yeni Asya’nın) Elif kültür ilâvesi diye bir ilâvesi vardı ki, bizim kuşak okurlar ve yazarlar o ilâveyi hasretle yad etmektedirler. Bugün başka yerlerde yazan birçok yazarın yetenekleri Elif fidanlığından filiz vermiştir.” (Yeni Asya, 21.2.09)

Bu özlem, İnşaallah birkaç gün sonra bitecek.

İlk kez 1970’lerin sonlarında huzurlarına çıktığı Yeni Asya okurlarıyla daha sonra da dönem dönem buluşan, ama şartların düzenli ve istikrarlı bir şekilde devamına imkân vermediği Elif, bir kez daha okurlarımızla buluşacak.

Tazelenmiş zengin bir muhteva ve profesyonel bir sunumla.

Kavuşmak için Cuma gününü bekleyiniz.

***

1 Mayıs’ta 60 kuruşa çıkıyoruz

Gazetenin satış fiyatındaki son artış 1 Aralık 2006’da gerçekleşmiş ve 40 kuruştan 50 kuruşa çıkmıştık. (O zamanki kullanımıyla yeni kuruş.)

Aradan iki buçuk yıla yakın bir süre geçti.

Özellikle geçen yıl başgösteren kriz ve döviz fiyatlarındaki yükseliş, zaten artan maliyetlerimizi daha da yukarı çekti.

Buna karşı ilk tedbir olarak, 25 Ekim 2008’de sayfa sayısı on altıdan on ikiye düşürüldü.

Ancak gelinen noktada bunun da yeterli olmadığı bir tablo oluştuğu için, mecburen bir kez daha fiyat arttırma yoluna gitmek zorunda kalındı.

Önümüzdeki 1 Mayıs Cuma gününden itibaren Yeni Asya 10 kuruş zamlanarak 60 kuruştan satılacak.

Burada, bizim gibi fiyat arttırmamak için uzun süre direnen diğer bazı gazetelerin de sonunda 60 kuruşa çıkmak zorunda kaldıkları bilgisini ekleyerek, konuyu okuyucularımızın anlayışına havale ediyoruz.

***

Krizden çıkışta Peygamber yolu

Kutlu Doğum vesilesiyle hazırlanan “Krizden çıkışta Peygamber yolu” ilâvemizle birlikte, 21 Nisan gazetemiz tahminlerimizin üzerinde bir alâka gördü. Gayret gösteren bütün okuyucu ve temsilcilerimize teşekkür ediyoruz.

Bir teşekkür de, Kutlu Doğum ekimizde, Risale-i Nur’daki izahlar ışığında konuyu derli toplu bir şekilde anlatan yazarımız Şaban Döğen’le, ilâvenin sayfa düzenini gerçekleştiren İbrahim Özdabak’a.

***

Nevşehir’den bir mesaj

Nevşehir’den Eşref Mert, 23 Mart ve 21 Nisan gazeteleriyle ilgili çalışmalarını anlatıyor:

“23 Mart’ta gazete konusunu kendimize bir görev bilerek 250 gazete istedik. Güzel bir tevafuk olarak mahallimizde altı gün sürecek kermesimiz de o gün başlamıştı ve her gelen misafire bir gazete hediye etme imkânı bulduk. 21 Nisan’da ise sayıyı 400’e çıkardık, çok şükür. Arkadaşlarımızla bir de el ilânı hazırladık. Nevşehir irtibat adresinin yazılı olduğu bu ilânı gazetenin ekiyle beraber belli yerlere ve halka dağıttık. Bu çalışmalarımızla, Celâleddin Harzemşah gibi üzerimize düşeni yaptığımıza inanıyoruz. Netice Allah’tan. Bu arada, önümüzdeki yılın programını yapmaya ve daha fazlası için çalışmalara şimdiden başladık.”

***

Özdabak ve Kızıltepe’ye tebrik

Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “yılın karikatüristi” seçilen İbrahim Özdabak, ödülünü Bursa’da düzenlenen törende aldı. Bu, Özdabak’ın TYB’den aldığı ikinci ödül. 1992’de de yine karikatür dalında ödüllendirilmişti. Kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.

Biraz gecikmeli bir tebrik de, “Herkes kendi memleketine yatırım yaparsa işsizlik çözülür” başlıklı haberiyle MÜSİAD’ın Jüri Teşvik Ödülünü alan ekonomi editörümüz Ümit Kızıltepe’ye. Onu da kutluyor, daha nice başarılara imza atmasını diliyoruz.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Bankacılık mı, tefecilik mi?



Dünyanın anlı şanlı bankaları iflâs bayrağını çekerken, rekor zararlar açıklarken, trilyon dolarlık devlet desteğiyle ayakta durmaya çalışırken bizim bankalarımız kâr patlaması yaşıyor.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) verilerine göre, geçen yılın ilk iki ayında 2 milyar 316 milyon lira kâr eden bankacılık sektörü, bu yılın aynı döneminde kârını yüzde 38 arttırarak 3 milyar 204 milyon liraya çıkardı.

Bir ticarî işletmenin kârını maksimize etmesi takdire şayandır. Hele ki eşi benzeri görülmemiş bu kriz ortamında.

Gerçekten inşaattan, otomotive, tekstilden demir çeliğe kadar bütün sektörlerin kan kaybettiği bir dönemde bankacılık sektörünün bu başarısı alkışlanmalıdır.

Alkışlarken bir soru da ister istemez akıllara takılıyor.

Her sektör krizi en derin bir şekilde yaşarken nasıl oluyor da bankalarımız bırakın zorlanmayı kârını yüzde 38’lere yükseltebiliyor?

Hadi diyelim ki 2001 krizinden çıkarılan dersler ve yapılan düzenlemeler sayesinde bankalarımız sapasağlam.

Ya bu yüksek kârlara nasıl ulaşılmış?

Cevabı basit.

100’e alıp 200’e satarsanız, her işlem için para talep ederseniz kârınız artar.

Konuyu somutlaştırırsak;

Şu an geçerli faiz oranlarına göre yatırılan 100 lira karşılığında banka müşterisine yıllık 12 lira faiz ödemektedir.

Banka bu 100 lirayı bir şirkete kredi olarak kullandırdığında ise 24 lira faiz almaktadır.

Bu işlemden kazanç; yüzde yüzdür. Bunun reel sektörün sırtından elde edilen haksız bir kazanç olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyelim. Merkez Bankası, faizleri sürekli indiriyor. Mecburiyet olmamakla birlikte Merkez Bankasını takip etmeleri gereken bankalar sadece mevduata ödedikleri faizi düşürüyor, kredi faizlerinde indirime gitmiyor.

Nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontuyorlar, varlıklarının devamının reel sektöre bağlı olduğunu unutuyorlar.

Kredi faizlerinin makul seviyeye çekilmesi krizin aşılması kadar adalet duygusunun rencide edilmemesi içinde önemlidir. Keşke kapitalist sistemin en büyük zaafı olan faiz tamamen ortadan kalksa da insanlar sömürüden kurtulabilse.

Aslında bankacılık sektörüyle ilgili yasal düzenlemeler gözden geçirilmeli, tek taraflı işleyen çark durdurulmalıdır.

Her işlemden, havale, komisyon, dosya masrafı, kart kirası, kur farkı ve benzeri adlar altında fahiş ücretler talep edilmekte,“Deli Dumrul” hikâyesinde olduğu gibi nerdeyse bankanın önünden geçenden dahi geçiş parası istenmekte, selâm veren borçlu çıkmaktadır.

Aylık kredi kartı gecikme faizi diğer ülkelerle kıyaslandığında kabul edilemez seviyededir.

İşte bütün bu çarpıklıklar banka kârlarını yükseltmiştir.

Yanlış anlamaya meydan vermemek için şu hususun altını çizelim:

Kâra karşı değiliz. Aksine bankaların malî bünyelerinin güçlenmesi bizleri memnun eder. Çünkü bu ülke 2001 yılında batan 22 bankanın yol açtığı 50 milyar dolar zararı ödemek zorunda kalmıştır. Böyle bir kâbusun tekrar yaşanmasını kimse arzu etmez.

Karşı olduğumuz, kantarın topuzunu kaçırarak para ticaretinden aşırı kazanç sağlanmasınadır.

Bankacı mı, yoksa tefeci mi olacaksınız, karar verin.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Obama’nın konuşması bir “Meds Yeghem”!



“Otuz yıl önce, 20. yüzyılın büyük felâketlerinden birisi başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde katledilen ya da ölene kadar yürütülen 1,5 milyon Ermeniyi anıyoruz” diyordu Obama 24 Nisan’da.

1915 ve öncesinde öldürülen yüzbinlerce masum Türk’ten hiç söz etmiyordu. Halbuki 1914-1915 yıllarında yalnızca Muş’ta 20.000 Türk’ün Ermenilerce katledildiğini onlar da biliyordu. Mülga Birinci Kafkas Kolordu Komutanı Mirliva Kâzım Paşa’nın aslı Devlet Arşivlerinde bulunan ve her an görülebilecek olan raporuna bakmak bile onların yaptığı katliâmın dehşetini anlatmaya yeter:

“”Arâzî-i müstevleyemizin istirdâdında ve elviye-i sâlisenin tarafımızdan işgâlinde Ermenilerin beşikteki çocuklardan hasta döşekteki ihtiyarlara kadar ellerine Müslüman olarak ne geçtiyse süngülüyerek baltalayarak, gözlerini oyarak katliâm ettikleri vesâ’ikiyle (fotoğraf rapor Rus zabitlerinin raporları) sâbittir”

Mondros Mütarekesi sonrasında işgal güçlerinin ilk ve en önemli işlerinden birisi 1919-1922 tarihleri arasında Ermeni tarihçilere–en başta Haig Khazarian–Osmanlı devlet arşivlerinde Ermeni katline ilişkin belge aratmak oldu. Ama böyle bir belge bulamadılar. Osmanlı ve İngiliz arşivlerinde bulamayınca Amerikan arşivlerine baktılar orada da bulamadılar. Halbuki Amerikalılar tehcir esnasında yaşananları en iyi bilenler. Çünkü o döneme Amerikan diplomatları Anadolu’da serbestçe görev yapıyordu. Ayrıca Osmanlı Hükümeti, Amerikalıların çoğu misyonerlerden oluşan Nearest Relief Society adlı Amerikan yardım kuruluşuna tehcir esnasında yardım faaliyeti yürütme izni vermişti. Yani yaşananların en büyük şahidi onlar oldu. Buna rağmen Obama kalkıp şimdi 24 Nisan 1915’te Ermeni Komitelerinin kapatılması ve yetkililerinin tutuklanmasıyla başlayan tehcir sürecini, soykırımı demese bile Ermenice aynı anlama giren bir sözcükle anabiliyor. Hem de hiçbir tarihsel belgeye dayanmayan “Bir buçuk milyon” rakamını telâffuz ederek. Hükümet bu açıklamaya temkinli yaklaştı. Ama beklenenden daha ağır bir açıklama olduğunu herkes kabul ediyor. Yani Türkiye, Azerbaycan’la ilişkilerin bozulması pahasına giriştiği Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinde yalnızca “soykırım” sözcüğünün İngilizcesinin kullanılmamasını–Ermenicesini kullandı–sağlayabildi. Azeriler ise hemen doğalgaz zammı ile bedelini ödetmeye başladılar. Ermeniler de bu açıklamadan memnun olmadılar. Onlar ve Amerika’daki destekçileri kıyameti kopardılar.

Bir milletvekili “Başkan politik sebeplerle Ermeni halkına verdiği taahhüdü bozdu”; bir diğeri “fiyasko… ABD’nin soykırımını önleme açısından saygınlığını bitirdi” diyordu. Dışişlerimiz ne yaptı peki? Dokuz satırlık bir açıklamayla “bazı ifadeleri ve 1915 olaylarıyla ilgili tarih yorumunu kabul etmediğimizi” açıklamakla yetindi.

Aslında bu olay, millî meselelerimizi dünya kamuoyuna anlatmada ne kadar yetersiz kaldığımızın bir göstergesi. Türkiye her türlü imkânını kullanarak, dünyanın önemli tarihçileriyle anlaşarak, bütün arşivlerdeki Türklere yönelik Ermeni katliâmlarını dünya kamuoyunun önüne onların sermesini sağlamalıdır. Ermenistan ile bir adım atılacaksa bu adım önce sınırların açılması değil, iki ülke tarihçilerinin bu konuyu araştırıp sonuca bağlamalarını sağlamak olmalıdır.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Hayatın anlamı



Bir şey olmalı hayatında, her şey bunun içindi diyeceğin. Ne öğrendimse, neyi alışkanlık edindimse, nelerden vazgeçtimse, neler kazandım ve neler kaybettimse hepsi bunun içindi diyebileceğin bir şey.

“Amaaan her şey boş” diyenlere gerek içinden, gerekse haykırarak, “Hayır, hiçbir şey boş değil. Her şeyin bir anlamı var” diyebileceğin bir şey olmalı.

Herkes etrafında pervaneyken de, herkes seni teker teker terk ederken de, terk etmeyeceğin bir şey.

Hayatın bütün zevki, eğlencesi, oyalanması bitip tükendiğinde senin tükenmene engel olacak bir şey olmalı hayatında.

Ölenlerin arkasından gözyaşı dökerken, yüzündeki çizgilere acıyla bakarken, ardında bıraktığın yılları özlemle hatırlarken de o şey olmalı.

Sana hayatın bir anlamı olduğunu, hiçbir şeyin boşu boşuna olmadığını, her şeyde bir güzellik bulunduğunu fısıldayacak, zaman zamansa yüksek sesle söyleyecek bir şey olmalı.

Bir gün gelip, geçmişin muhasebesini yaptığında, asla ve asla “Her şey bunun için miydi?” demeyeceğin bir şey.

Bir gün gelip, bütün ideolojiler yıkılıp tarumar olurken, dimdik ayakta duracak bir şey.

Gelip geçmeyecek, gülüp geçilmeyecek bir şey olmalı hayatında.

Hem hiçbir dünyevî dayanağı olmamalı, hem de ayakları yere basmalı.

Öyle bir şey olmalı ki hayatında, hayatına hayat katmalı. Her şey onunla anlam kazanmalı. Bugünden yarına bitmemeli. Sen gidince gitmemeli.

Zamana değil, Zamanın Sahibi’ne; mekâna değil Mekânın Maliki’ne bağlı olmalı.

İşte hayatında öyle bir şey olmalı…

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sadakat ve gayret iş görüyor



Evsiz, barksız, işsiz insanları ev bark sahibi yapmak, iş bulmak ne kadar önemli bir hizmet. Hele bunlar karşılıksız yapılabiliyorsa… Onların dünya ve âhiretlerini imar edecek, aydınlatacak, huzur ve mutluluk kaynağı olan imanlarının kurtulması, kuvvetlenmesi, hayata daha bir şevk ve gayretle bağlanmaları için hizmet vermek ise ondan yüz kere, bin kere daha önemli ve büyük bir hizmet.

İman ve Kur’ân hizmeti o kadar önemli ki Allah Resûlü (asm) Hz. Ali’yi Hayber’e gönderirken, bir kimsenin onun vasıtasıyla hidayete ermesi, doğru yolu bulması, imana kavuşmasının sahralar dolusu kırmızı koyunlara sahip olmak, onları sadaka olarak vermekten daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.1

İşte birkaç gündür bahsettiğimiz Safranbolu’nun fedâkârları da böyle iman ve Kur’ân hizmetini hayatlarının gayesi kabul etmiş kahramanlardan. Bunlardan biri de öğretmen Ahmed Fuad. Üstad onu Safranbolu’nun sadık şakirtleri arasında sayar, fevkalâde sadakat ve Nurlara olan alâkasından bahseder.2 Hizmetlerinin önem ve büyüklüğü sebebiyle “Safranbolu’nun Hasan Feyzi’si” diye söz eder ondan. O ve onun gibilerin fevkalâde gayretlerini tebrik eder, onları duâları arasına katar.3

Üstadın tesbitiyle bu harika sadakat ve alâkadar Mustafalar, Ahmed Fuad, Hıfzı ve Rahmiler Kastamonu’daki sekiz senelik Nur hizmetinin akim kalmadığını ve Safranbolu’nun da parlak bir medrese-i Nuriye olacağını ispat etmişlerdir.4 Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi yazdıkları bir mektupta köylerinde Ahmed Fuad’ın ciddî bir gayretle ders verdiğinden, Eflani’nin Barla gibi bir medrese-i Nuriye hükmüne geçtiğinden ve ora ahalisinin iştiyakla Nurları dinlemeye başladıklarından söz ederler.5

Kitaplara girecek kadar önemli hizmetler gerçekleştirmişlerdi onlar.

Yarın da İnşaallah diğer hizmet fedâlerinden bahsedelim.

Dipnotlar:

1. Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâliü’s-Sahâbe: 34.

2. Emirdağ Lâhikası, S. 132.

3. A.g.e., s. 211.

4. A.g.e., s. 197.

5. A.g.e., s. 197.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tevhîd-i kıble etmek



Turgut Bey: “Risâle-i Nur’da geçen ‘Tevhîd-i Kıble etmek’ ne demektir?”

İslâm âlimlerinin, vahyi daha iyi anlamak ve daha derinden kavramak için yaptıkları araştırmalar, tetkikatlar, incelemeler, tedvin ve tasnif faaliyetleri, içtihatlar ve topyekûn ilmî ve tasavvufî çalışmalar ise muhtelif boyutlarıyla vahyin açılımı hüviyetindedir. Bu gün bin dört yüz sene geriden baktığımızda, asırları itibarîyle vahyin açılımı sadedinde yapılan çalışmalarda, vahyin ana çizgisinden de, tali yollarından da sapılmamış olduğunu görmek fevkalâde memnuniyet vericidir. İslâm âlimlerini şüphesiz minnet ve şükranla anmalıyız. Son Peygamber’in (asm) ümmetinin, yorum serbestîsine rağmen vahye bağlılık açısından diğer peygamberlerin ümmetlerine nazaran, on dört asırdan beri bu şeref ve onuru taşıdığını burada belirtmekte fayda var.

Kur’ân’ı ve sünneti rehber alan âlimler her asırda herkes için manevî ışık olmuşlar; her birisi birer hak yol ve hidayet mesleğinde yoğunlaşarak, insanlığı hak ve hidayet açısından aydınlatmışlardır. “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah ihsan sahipleriyle beraberdir”1 âyet-i kerîmesi ile, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridirler”2 hadis-i şerifine âlimlerin mazhar oldukları düşünülürse, hakta sebatlarının sırları ve yollarının neden cazip olduğu kolayca anlaşılmış olur. Sonradan gelenlerin, öncekilerin ilim mirasını almaları ve yeni ufuklara ve inkişaflara bu mirasla açılmaları ise ilimde devamlılığın gerektirdiği bir gelenek ve gereklilik olsa gerektir. Bedîüzzaman Hazretlerinin daha on üç on dört yaşlarında iken Erzurum Bayezıt Medresesinde Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde, medrese usûlüyle yirmi yılda ancak tahsil edilebilecek dev ciltli İslâm ilim, irfan ve kültür hazinelerinden seksen cilt kitabı üç ay zarfında hafızasına almış olması3 Kur’ân ilimlerine hakikî vâris olduğunu göstermesi açısından yeterli bir belgedir. Sonraki yıllarda Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylânî ve İmam-ı Rabbânî (ra)...vs. bütün ehl-i ilmin ilim ve tefekkür birikimlerini bihakkın aldıktan sonra, tahkîk ve hakîkat ehli âlimlerin her birisinin büyük câzibe merkezi olduklarını müşâhede ediyor ve biriyle iktifa etmiyor, hepsinin ilmine ve irfânına yönelmek istiyor. Bediüzzaman Hazretleri, bu esnada bir gün İmam-ı Rabbanîyi mütalâa ederken, İmam-ı Rabbanînin Mektûbât’ında, “Tevhîd-i Kıble et!” hitabıyla karşılaşıyor. Yani İmam-ı Rabbanî Bediüzzaman’a, “Birini üstad tut, arkasından git! Başkasıyla meşgul olma!” diyor. Said Nursî Hazretleri bu ilmî tavsiyeyi önemsiyor, fakat hangisinin arkasından gideceğine karar veremiyor. Kendisini dinleyelim: “Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı, ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum.”4

Her bir ehl-i ilim ve tahkikte ayrı cazibeler keşfeden ve biriyle yetinmeyerek, hepsinin de ilmine, irfanına, ezkârına ve tefekkürüne mutlak vâris olduğunu gösteren Bedîüzzaman Saîd Nursî, nihâyet Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, bu muhtelif hak yol ve mesleklerin başının, bu cetvellerin kaynağının ve bu seyyârelerinin güneşinin Kur’ân-ı Hakîm olduğunu, hakîkî tevhîd-i kıblenin de Kur’ân’da olacağını, öyle ise en âlâ mürşidin de, en mukaddes üstadın da Kur’ân-ı Hakîm’den başkasının olmadığını görüyor. Artık doğrudan Kur’ân’a yapışıyor, sadece Kur’ân’a yöneliyor, Kur’ân’da tevhîd-i kıble ediyor. Bundan sonra, Kur’ân’dan inkişâf eden hayat kaynağı ve feyiz sağanağı nurlar, ehl-i imanın müzmin yaralarına çâre olabilecek kâbiliyette gönlüne açılmaya başlıyor.

Risâle-i Nur’un, Allah’ın izniyle Kur’ân-ı Hakîm’den alınan “feyizler” külliyâtından ibâret olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’dan gelen nurların yalnız aklî mes’eleler olmadığını; pek yüksek ve kıymettâr olan Allah’ın mârifeti hükmünde kalbî, rûhî, hâlî ve imanî mes’eleler olduğunu kaydeder. 5 Kur’ân’a Tevhîd-i Kıble etmenin, yani yalnızca Kur’ân’a yönelmenin bir meyvesi olan Risâle-i Nur’ların akla ilim dersi verdiği gibi, kalbe iman hâli telkin ettiğini, ruha da iman zevki tattırdığını beyan eder. Hatta dünyevî işlerinde keramet sahibi bir şeyhin müridi nasıl ihtiyaçlarına dair şeyhinden medet ve himmet bekliyorsa; Üstad Said Nursî de kendisinin, ihtiyaçlarını Kur’ân-ı Hakîm’in kerâmetli sırlarından ummadığı bir tarzda aldığını ve Risâle-i Nûr’da bunları yazdığını belirtir.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’a olan bu doğrudan bağlılığa gelişini talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeye şöyle anlatır: “Mahfuzatım olan seksen doksan cilt kitabı ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur’ân’ın hakikatlerine çıktım. Baktım, her bir âyetin kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur’ân bana kâfi geldi.”6

Netice itibariyle; Risâle-i Nur’lar, İslâmın bütün ilim mirasını hıfzettikten sonra, doğrudan Kur’ân’a yönelmiş bir âlimin, bu asrın insanı için Kur’ân’dan devşirdiği bir rahmet ışığı olarak gün yüzüne çıkıyor.

Dipnot: 1- Ankebût Sûresi, 29/69; 2- Keşf’ül-Hafâ, 2/1745; 3- Tarihçe-i Hayat, s. 31;Şuâlar, s. 596; 4- Mektubât, s. 340; 5- Mektubât, s. 340; 6- Şahiner, N., B.T.B. Saîd Nursî, s. 81.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Osmanlının gidişi, Sabetaycıların gelişi



Osmanlı Hanedanının son kudretli padişahı Sultan II. Abdülhamid Han, bundan tam yüz sene önce bugün (27 Nisan 1909) tahttan indirilerek 33 yıllık saltanatına son verildi.

Padişahı tahttan indirenler, görünürde "vatanperver" İttihatçılardı. Ne var ki, bu görüntünün arka planında Selanikli Yahudiler ile Yahudilikten dönme Sabetaycılar bulunuyordu.

Nitekim, ülke yönetimini silâh zoruyla ele geçiren Hareket Ordusunun bir diğer ismi "Selanik Ordusu" olduğu gibi, Meclis'ten çıkan "Padişahı hall kararı"nı tebliğe giden heyetin başındaki kişi de Selanik mebusu Yahudi asıllı Emanuel Karasso'dur.

Burada "evlâd–ı fatihân"dan olan Selanikli Müslümanları tenzih ederek ifade edelim ki, Selanik kökenli açık ve gizli Yahudiler, çevirdikleri dolaplarla hem İttihatçıların içinde bulunan Müslüman unsurları kandırarak oyuna getirmişler, hem de vaktiyle kendilerini himaye eden Osmanlı'ya en büyük ihaneti yapmışlardır.

Şurası bir gerçektir ki, son anda başa monte edilen Mahmut Şevket Paşa hariç, Hareket Ordusunun gerek kurmay kadrosu ve gerekse komuta kademesindeki subayların hemen tamamı Selanik kökenli olup, ekseriyet itibariyle dönme ve Sabetaist kimselerdir.

İşte, efendisine ihanet eden bu vahşi nankörler, Sultan Abdülhamid'i devirmekle de kalmayıp, devletin askerî, siyasî, ticarî ve hatta bürokratik kademelerinin hemen bütün kilit noktalarına Selanikli dönmeleri yerleştirerek, aslında ülkenin idaresini de ele geçirmiş oldular.

Esasında, tahttan indirdikleri Sultan Abdülhamid'i Selanik'e (Alatini Köşkü) göndermekle, gayet sinsice bir manevra ile şu mesajı vermiş oldular: "Ey Osmanlı saltanatı! Böyle yapmakla, bak seninle yer değiştirmiş olduk. Sen sürgün olarak Selanik'e, biz ise hür olarak İstanbul'a."

Bediüzzaman Hazretleri, bu tarihî hadiseyi "Tebeddül–ü saltanat", yani, saltanatın el ve yer değiştirmesi şeklinde tâbir ederek, bunu milletimizin başına gelen 33 yıllık (1909–1942) helâket ve felâket silsilesinin ilk halkası şeklinde yorumlar. (Bkz: "Karadağ'ın bir meyvesi" başlıklı mektup.)

ASKERİN GÖLGESİNDE

Sultan Abdülhamid'in yerine tahta getirilen Sultan Reşad ile son padişah Sultan Vahdeddin, esasında çok tâlihsiz mağdur kimselerdir.

Zira, bu şahsiyetler, hemen hiçbir meselede kendi irade ve inisiyatifleriyle hareket edemiyorlardı. Ülkenin tamamı gibi, onlar da İttihatçıların baskısı ve kontrolü altında olup, dayatmalarından son derece muztaripti.

Asker ne diyorsa, İttihatçılar nasıl istiyorsa, Sultan Reşad ile Sultan Vahdeddin öyle davranmak durumundaydılar. Hem ellerinden birçok yetkileri alınmış, hem de her türlü hareket ve faaliyetleri İttihatçıların inisiyatifiyle tanzim ediliyordu.

Hatta, Sultan Reşad'ın 1911 baharında gerçekleşen Rumeli Seyahati bile, başta sona İttihatçıların önceden belirlemiş olduğu çerçeve içinde cereyan etti.

Bu da gösteriyor ki, Sultan Abdülhamid'den sonrakiler, tamamiyle askerin gölgesinde ve İttihatçı komitacıların tesirinde kalmış olup, bilinen şekliyle "Osmanlı dirayeti"ni gösterememişlerdir.

Demek ki, bu tarihten sonra Osmanlı Sultanları artık sembolik olmaktan öteye gidememiş, asıl yönetim bir başka hanedanın, yani Selaniklilerin eline geçmiştir.

İşte bugün, Türkiye'deki gizli idarenin, gizli Selanikli dönmelerin eline geçişin tam yüzüncü yıldönümü.

Bunların, açıkça bilinmemelerinin ve tanınmamalarının birinci sebebi, görünürde isimlerinin Türk ismi, dinlerinin ise İslâm oluşudur. Bu durumda, bunların dönme olduğunu nasıl bilecek ve hakikisinden nasıl ayırt edeceksiniz?

MEŞRÛTİYET DÜŞMANLIĞI

Sultan Abdülhamid'in esasen hürriyet ve meşrûtiyetten hazzetmediği, Meclis–i Mebusan'la çalışmak istemediği ve hatta Kànun–u Esâsî ile amel etmeye yanaşmadığı bir gerçek, bir vakıa.

Ancak, buna rağmen Sultan Abdülhamid'in Temmuz 1908'den itibaren farklı bir noktaya geldiği ve yukarıdaki unsurların tamamını kabullenerek bunlara işlerlik kazandırmaya başladığı açıkça görünmektedir.

Yani, 1909'un Nisan ayı başlarına kadar Sultan Abdülhamid kaynaklı ortada ciddî hiçbir probleme rastlanılmamakta, üstelik herşey yoluna girmiş gibi görünmektedir.

Bu gidişattan asıl rahatsız olanların ise, Sabetaycıların da içinde kümelendiği İttihatçı komitacılar olduğunu, geçen zaman ve yaşanan hadiseler ortaya çıkardı. Bu kesimin teşkil ettiği Hareket Ordusu, sözde İstanbul'a gelip isyanı bastıracak, tehlikeye giren hürriyet ve meşrûtiyeti kurtaracaktı. Ne gezer...

Bunlar, bilâkis var olan hürriyetleri de kıskaca alıp meşrûtiyetin canına okudular. eskisine rahmetler okutan şiddetli bir istibdat yönetimini yürürlüğe soktular ve bu sayede zalimane iktidarlarını muhafazaya çalıştılar.

Ne zaman ki, iktidarları zayıflamaya yüz tuttu veya inisiyatif ellerinden çıkmaya başladıysa, hemen bir ihtilâl, bir darbe, yahut bir muhtıraya teşebbüs ile, kaybettiklerini yeniden kazanma telâşına düşmüşlerdir.

Telâşları, yüz yıl sonra artık çırpınışa dönmüş görünüyor ki, şükürler olsun...

Görünen son çırpınışları, darbe yapma teşebbüsleri akim kalan Ergenekoncuları kurtarmada düştükleri acziyetin bir tezâhürü olsa gerek.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tevhid nedir?



İmanımızı kuvvetlendirip korumanın birinci şartı; İslâmın esası olan tevhidi anlamak, benimsemek ve özümsemektir.

Tevhîdin kelime anlamı, birlemek, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmaktır. Eğer kâinat bir saraya benzetilirse, “tevhîd” bu sarayın sultanının bir olduğuna, eşi, benzeri olmadığına; misli, misâli, niddi, zıttı bulunmadığına inanmak ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Yani, tevhid damgalarını sarayın bütününde olduğu gibi, bölümlerinde, parçalarında da okuyabilmektir. Bir saray, nasıl kendi kendine olmaz, sebepler yapamaz, tabiat icat edemez, tesadüfen oluşamaz ve mutlaka bir mimara, ustaya ihtiyacı varsa; kâinat sarayının da mutlaka sonsuz kudret, ilim, irade gibi sıfatlar sahibi bir san’atkârı olmalıdır. O da, Kadir-i Mutlak olan Yaratıcıdır. Tevhid ise; bu kâinat sarayı kimin ise, avlusu, harem bölümü, mutfağı, tabanı, tavanı da onun olduğunu anlamaktır. Şayet kâinat bir ağaç farz edilirse, bu ağacın sahibi kim ise, kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri de onundur. Dal başkasının, meyveler diğerinin olamaz! Kâinattaki bütün varlıklar, moleküllerle örülür, inşâ edilir. Yani hücre, uzuv, unsur, bitki, ağaç, hava, su, toprak, maden vs. aynı moleküllerden yaratılıp çoğaltılır. Hepsinde aynı kanun, aynı sistem, aynı düzen geçerli. İşte, tevhid, kâinat sarayını tek bir Zatın yaratıp terbiye ettiğini bilmektir. Yoksa, “Allah vardır” veya “Ben Allah’a inanıyorum!” deyip araştırmadan, çeşitli şüphe ve vesveseler anaforunda bocalayanlar, gerçek muvahhid olamaz.

Kelime-i tevhidin bir anlamı, “Allah’tan başka hak mabud (ibadete lâyık) yoktur” mânâsında olmakla birlikte; burada geçen Allah ismi, bütün İlâhî isim ve sıfatları kapsar. Çünkü, Lâfza-i Celâl, yani Allah lâfzı, Vâcibü’l-Vücûd, tek, sonsuz isim ve sıfatlara sahip ve bütün isimleri içine alan demektir. “Allah’tan başka Muhyî (Hayat verici) yoktur, Allah’tan başka Halık (Yaratıcı) yoktur, Allah’tan başka Malik (Sahib) yoktur, Allah’tan başka Rezzak (Rızık verici) yoktur...” gibi mânâları da içinde barındırır. Dolayısıyla, tevhid kelâmının içinde İlâhî isim ve sıfatlar adedince tevhid hakikatleri iç içedir. Ve bunlar müşahade edildiğinde gerçek tevhide ulaşılır.

Tevhid delillerini okuyamayan bir inanç, gerçek imanı bulamaz ve bâtıla sapar. Bu, temiz gıda ve su bulamayanların, murdar et yemek ve kirli su içmek zorunda kalması gibidir. Haddizâtında iptidâî topluluklar da Allah’a inanmış, fakat, sıfatlarında yanılmışlardır. Tabiata, atomlara ilâhlık verenlerin mantıksızlığı şudur: Kâinata bakıldığında, bir şey her şeyle bağlıdır. Ve her şey moleküllerden oluşur. Dolayısıyla her molekülün, bütün varlıkların fizikî, kimyevî, biyolojik, psikolojik vs. yapılarını bilmesi lâzım! Meselâ, havadaki her bir zerre, her bir çiçeği, her bir meyveyi ziyâret edebilir, hem her çiçeğe, her meyveye girer, işleyebilir. Eğer her şeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak’ın memur-u musahharı olmasa, o zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazâtını, yapısını, ayrı ayrı san'atlarını, onlara giydirilen sûretlerin terziliğini ve san'atın bütün mükemmelliklerini kapsayan terziliği bilmesi gerekir.1 İşte, hakikî tevhid, moleküllerden galaksilere kadar her şeyde Allah’ın varlık ve birliğini görmektir. Yani, Cenâb-ı Hakk’ın “ulûhiyet” (ilâhlık) damgasını, “rubûbiyet” (atomdan galaksilere kadar kâinatı terbiye etme) imzasını ve “kaleminin nakışlarını” görmek, okumaktır. Sayısız icraatında, yaratmasında hiçbir şekilde ortağı, yardımcısı olmadığını bilmek ve her şeyin dizgininin O'nun elinde olduğuna inanmaktır.2

Gerçek mutluluk kaynağı da tevhid-i hakîkîdedir. Zira, her şey üstünde esmânın nakışlarını, cilvelerini, yansımalarını okumakla, her an huzur-u İlâhî’de olmanın lezzet ve zevki yaşanır.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 267; 2- A.g.e., s. 263-264.

27.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hakan YALMAN

Herkesi kucaklayan din algısı



Son dönem Türkiye’sinde normalleşmenin yolu daha dostane yaklaşımlar ve bilenmişlikten vazgeçmektir. Değil Türkiye, dünya genelindeki insanların dahi artık aynı geminin yolcuları oldukları ve diyaloglar ne derece iyi olursa yolculuğun da o derece huzurlu geçeceğini kabullenmeleri gerekiyor. İnsanlık tarihinin ve geçmişte yaşanan olumsuzlukların katılaştırdığı kimlikler, kendi dışındakini düşman gören algılar, maalesef artık genlere yerleşmiş ve hem ülkemiz, hem de dünyada barışın önünde belirgin bir engel olarak duruyor. Bu bir insanlık hastalığı ya da zaafı olarak kabul edilebilir.

İstenmeyen ve rahatsızlık veren alışkanlıklardan kurtulmanın en etkin yolu bu alışkanlıkları terk etmekten çok olumlu bir yöne kanalize etmektir. İnatçılığınızı manevî hizmetlerde sebat şeklinde, kıskançlığınızı olumlu yönde bir rekabet ve iyilikte yarış şeklinde, kısacası bütün kötü alışkanlıklarınızı ve istemediğiniz davranışlarınızı kendileri ile uyumlu, olumlu bir şekle dönüştürebilirsiniz. Bunu, terk etmeye çalışmaktan çok daha kolay bir şekilde başarabilirsiniz. Özellikle İslâm dini çerçevesinde yaşamanın temel felsefesi esneklik her hale genel prensipler çerçevesinde an çizgiden çıkılmayacak şekilde uyum sağlamak ve her işin bir kolayını bulma yönüne gitmektir. Çok keskin değişmez ve katı kurallar oldukça sınırlı ve ferdin hayatını sıkıntıya sokmayacak şekildedir. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdî hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir. Bütün fiillerin şeklî kısmı bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte o fiilin aslını ve özünü teşkil eden mânâlar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samimî ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda Âlemlerin Rabbine karşı içten olmak, samimî olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Şu an ülkemizde dindar insanlar arasında yaygınlaşması gereken en önemli duygu şefkat olmalı ve davranışlar bu merkez etrafında şekillenmelidir. Dini ‘Bu işi biz biliriz, diğerleri cehennemlik’ duygusundan çok ‘Duâm odur ki cehenneme hiç kimse girmesin, herkes cennete girsin’ duygusu ile yaşamak asrımızda çok daha elzem hale gelmiştir. Bu kendi aczinin ve diğerlerinin aczinin farkında, herkese şefkatle yaklaşan bir ruh halinin ifadesidir. Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahcup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu âlemin yaratılış gayesini de yansıtan lâtif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük, ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zat-ı Zülcemal’i razı etmekten O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet hayatında huzursuzluk vermeyen ancak Rabb-i Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir belirsizlik. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabb’ül Âlemin’e dayanma ihtiyacı Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakikî kulluk şuurunda ulvî bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dinî ve dünyevî her halin, her yaşantının Hâlık-ı Kâinat’a dayanıyor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu âlemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir. Kendine ve amellerine güvenmeye engel olan acziyetin hissedilmesi ve ibadetlerde hep şüpheli bir noktanın bulunması ile Zat-ı Akdes’e dayanma sebebi olabilecek vesvese bu şekilde olumlu bir kanala yönlendirilebilir. Bunun için tek yapılması gereken algılama şeklini değiştirmek ve sahip olduğumuz özellikleri doğru yöne kanalize edebilmek. Böyle bakıldığında dinin yaşanması gerçekten çok kolay ve çok mutluluk verici olacaktır. Aslında bu dinin yaşanmadığı durumda dahi ferdin hayat ve olaylar ile ilgili algısında öyle bir bakış açısı oluşturur ki her an bir kudret ile kalbi bağlılığın tarifi imkânsız huzurunu hayatında hep hisseder ve bu güven duygusu davranışlarının temelini teşkil eder. Bu algı olmaksızın ilmi, irfanı ve vicdanı hür nesiller oluşamaz. Son zamanlarda ülkemizde yaşadığımız sosyal problemlerin hukukun ayaklar altına alınmasının ve buna izin veren bir toplum yapısının arka planında tevhidî bakış ile özgüveni Rabb-i Kerim’e dayanan bir hayat algısından mahrumiyet olsa gerektir. Yargıçların keyfiliğini ve kibirini ortadan kaldıracak Sonsuz bir Kudret algısı olacak ve toplumun haksızlık karşısında sessiz kalmamasının kaynağı da o kudrete dayanmak olacak ve farklı vehim ve vesveselerle ortaya çıkan hesap-kitap dilsiz şeytanlığa götüren bir yola kanalize etmeyecektir.

Şu an ülkemiz idarecileri ve insanları, hukukî meseleleri de siyasîleştirme riskinin farkına varmalı ve bu ortak değeri günü birlik arzu ve çıkarlar doğrultusunda zedelememelidir. Bir toplumun en temel değerlerinden biri hukuktur ve bu hangi din ve ırktan olursa olsun herkese lâzımdır. Şu an bana zarar veriyor diye hukukun dışına çıkma eğilimi ilerde ülkenin bütün fertlerini olumsuz etkileyecek ve ülke geleceği günlük arzu ve hevesler uğruna feda edilmiş olacaktır. Oysa mülkün temeli olan adalet dünya genelinde ortak bir değer olarak yerleşmezse insanlık havasız ve susuz kalmaktan farksız bir risk ile yüz yüze demektir. Bu anlamda acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleği mensuplarına önemli vazifeler düşmekte dünya genelinde tezelden tevhid, nübüvvet, adalet ve ibadet kavramlarının yerleşmesi duâsının daha arttırılması gerekmek-tedir. Önümüzdeki asır küresel Asr-ı Saadettir. Bu sebeple nebevî mesajın bütün insanlığa ulaşması ve insanları kucaklayıcı duyguların hâkim olması hayatî önem arz etmektedir.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Yapabileceğimiz şeyler



Ömrümüzün günleri hızla akıp gitmektedir. Mutlak son olan ölüme hızla yaklaşmaktayız. Niyazî-i Mısrî gibi “Günde bir taşı binay-ı ömrümün düştü yere” deyip düşünmemiz gerekmektedir. Ömür gibi önemli bir sermayemiz gittikçe tükenmeye devam ederken durmamız, rahatımızı düşünmemiz, dünyanın lezzet ve zevklerinden sorumsuzca istifade etmemiz doğru olabilir mi? Bir ticaret için gönderildiğimiz bu misafirhanede gerçeklere bîgâne kalabilir miyiz?

Durup dinlenme, Allah’ın binbir türlü hikmetli san'at eserlerinden ibret almama, O Rabb-i Rahîmi dinlememe, O’na kul olmama, bu dünyada başıboş olduğumuzu düşünme gafleti, akıl ve şuur gibi başka bir varlıkta bulunmayan değerlerle teçhiz edilmiş insanoğluna yakışır mı?

Hiçbir sâik bizi durdurmamalı. Hiçbir engel varmamız gereken hedefin önünde yolumuzu kesmemeli. Durmadan, Rabbimizin rızasını kazanmak için iman ve Kur’ân hizmetine koşmamız gerekmektedir.

Niyazî-i Mısrî gibi, Allah’ın bir veli kulu bile ömrün faydasız geçmesine yanıp ve “Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ” dediğine göre, bizlerin daha çok dövünmesi gerekmez mi? Ne derece bu ticaret mevsiminden faydalanıp faydalanmadığımızın hesap ve kitabını yapmamız gerekmez mi? Eğer şimdiye kadar ticarette başarısız olmuşsak, hiç olmazsa bundan sonraki ömrümüzde iyi bir ticaret yapmamız için gayret ve çabalarımızı arttırmamız lâzımdır.

Durmayalım, Rabbimizin rızasını kazanmak için bir saniye de dahi olsa zaman kaybetmeyelim. İmanla beslenelim, iman ve Kur’ân hizmetine koşalım, Kur’ân’a sarılalım, Peygamber-i Zîşanın yolunun yolcusu olalım. Omuzlarına ihsan-ı İlâhî tarafından bir hizmet yüklenen bahtiyar insanların yardımına koşalım ve onlardan olmaya çalışalım.

Ümitsizlikler, karamsarlıklar, hüzünler bizi durdurmamalı. “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” emrini rehber edinelim. “Biz ne yapabiliriz ki?” diyerek tembelliğimize mazeret bulmayalım. Zira yapabileceğimiz çok şey vardır. Eğer yapma gücümüz olmasaydı, Rabbimiz bizden istemezdi birçok şeyi...

Namazlarımızı zamanında ve huşu ile kılabiliriz. Rabbimizin bize farz kıldığı ibadetleri yerine getirmek, bizim için dünyanın en önemli meselesi olmalı. Günahlardan kaçınmakla Allah’a yaklaşabilir, O’nun sevgili bir kulu hâline gelebilmek için çaba gösterebiliriz. Kalbimizi dünyevî arzularla değil, iman nurlarıyla doldurabiliriz. Düşüncelerimizi batılı tasvir yerine Rabbimizin san'at eserlerine yönlendirebiliriz. Fani değerlere değil de ebedî saadeti bize kazandıracak kazanımlara önem verebiliriz.

Zalimlerden nefret edebilir, onları durdurmak için elimizden geleni yapabiliriz. Zalimlere meyletmeyip, onların çirkinliklerine ortak olmaktan kaçınabiliriz. Sorumsuzca günah işlediği halde kurtulmak isteyenlerin elinden tutabiliriz. Küfür ve günah bataklıklarında çırpınanlara, karanlıklarda yolunu şaşırmış olanlara belki bir ümit olabiliriz.

Evet yapabileceğimiz çok şey vardır. Durup dinlenecek kadar rahat olmamalıyız. İnsan olarak yaratılmanın karşılığını vermek için imtihan salonunda olduğumuzu unutmamalıyız. Önce kalbimizdeki günah kirlerinden kendimizi kurtarmamız gerekir. Fani dünyanın fani değerlerini bırakmalı, ebedî saadete götürecek değerlere dört elle sarılmalıyız.

Kin ve husûmet hastalıklarından kurtulmalı, İlâhî muhabbetin bir lem’asını kalbimize yerleştirmeliyiz. Duygularımızı kontrol etmeli, onların yanlış yaklaşımlardan etkilenmelerinin önüne geçmeliyiz. Dünya hayatının geçici olduğunu bile bile dört elle ona sarılanlardan ibret almalı, misafiri olduğumuz dünyaya bahası kadar değer vermeliyiz.

Durmamamız lâzım. Her gün mutlaka Rabbimiz için yapabileceğimiz çok şey vardır. O’nun rıza dairesi oldukça geniştir. Yeter ki o daireyi görebilecek bir göz bizde olsun. Son pişmanlığın fayda vermeyeceği zamanlar yaklaşmaktadır. Biz istediğimiz kadar dünyada ebedî kalacak gibi çalışalım, ama bir gün o bizi kovacaktır. Biz istediğimiz kadar mutlak son olan ölümü düşünmeyelim, ama çok geçmeden o bizim yakamıza yapışacaktır.

27.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis