24 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hüseyin GÜLTEKİN

Bütün sıkıntıların çaresi; meşveret-i meşrûa


A+ | A-

Bir kurum veya kuruluş olmayıp, adına cemaat dediğimiz bir şahs-ı mânevîden ibaret bulunan Nur camiası, bütün işleyiş ve faaliyetlerini meşveret sistemi esaslarına göre yapar. Bu sistemde esas olan fert değil; şahs-ı mânevîdir ve şahs-ı mânevîden çıkan kararlardır. Usûlüne uygun yapılan meşveretten çıkan kararlar, her zaman için cemaate bir zindelik ve dinamizm getirir. Faaliyet ve çalışmaların verimliliğini arttırır. Aksi bir durum cemaatin aktivitesini, hareketliliğini engeller. Fertler arasında olması gereken uhuvveti, ihlâsı, tesanüdü zedeler.

Âyet-i kerimelerle ve Efendimizin (asm) sözleriyle tavsiye edilen meşveret-i şer’iye, Müslümanların bilhassa toplum hayatının huzur ve saadeti için önemli bir zarûrettir. Bu meyanda Bediüzzaman’ın: “Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir” (Hutbe-i Şamiye s. 65) tesbiti câlib-i dikkattir.

Yine Bediüzzaman’ın; “‘Ve şâvirhüm fi’l-emr’ emriyle kardeşlerimle bir meşverete muhtacım” ifadesinden anlıyoruz ki, o dahi hizmet-i Kur’âniye ile ilgili işlerde talebeleriyle istişarelerde bulunmuştur. (Emirdağ Lâhikası, s.23)

Bu meyanda meşveretlerden beklenen sonucu alabilmek için, lâzım gelen kaidelere uymanın şart olduğunu da unutmamak gerekir. Doğru olanı bulmak için bir araya gelen meşveret üyelerinin, bu işin ehli olmaları, hakperest olmaları, her türlü garaz ve tarafgirlikten uzak durmaları, hür ve serbest bir zeminde fikirlerini ifade etmeleri ve fikir beyanında bulunurken de incitici, kırıcı söz ve davranışlardan uzak durmaları gerekir. Üstadın: “Siz meşveretle ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, telâşsız, velveleye vermemek lâzım.” (Emirdağ Lâhikası, s. 141) tavsiyesini gözönünde bulundurmak gerekir.

Ayrıca meşveret sisteminde kişilerin yaşı, tecrübesi veya kariyeri ne olursa olsun herkesin eşit rey hakkının olduğunu, hiç kimsenin herhangi bir ayrıcalığının veya imtiyazının bulunmadığını gözönünde bulundurmak lâzım. Bu konuda da Bediüzzaman’ın; “Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var” ifadesi meşverette bulunanların hareket noktası olmalı. (Emirdağ Lâhikası, s. 219)

Usûlüne uygun şekilde yapılan meşveretlerin her türlü dâhilî ve hâricî hücumların, ihtilâf ve tefrikaların panzehiri olduğunu da unutmamak gerekir. Lâzım olan birlik ve beraberliğin, kardeşlik ve tesanüdün sağlanmasında da meşveretin rolü ve önemi tartışılmaz. Üstadın; “Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüd ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevînin fikrini, o meşveretle bildirir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 91) tesbiti her hizmet ehli için şaşmaz bir yol göstericidir.

Bilindiği gibi bu kudsî dâvânın ihtilâflara, inşikaklara tahammülü yoktur. En basit ayrılık-gayrılıklar dahi Nur hizmetine zarar vereceğini gözönünde bulundurarak, bütün müntesiplerin uhuvvet ve ihlâs düsturlarını ön planda tutmaları gerekir. Bediüzzaman’ın; “Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit gözönünde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük zarar verebilir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 178) ikazını kulak ardı etmemek gerekir.

Bu meyanda meşveretin şeklini, biçimini de önemsemek lâzım. Her türlü kırıcı söz ve hareketlerden, münakaşalardan kaçınmak gerekir. Üstadın; “Mabeyninizde münakaşasız meşveret ediniz; kararınızı kabul ederim” (Şuâlar s. 289) tavsiyesine kulak vermek lâzım.

Bilindiği gibi meşveret, fikir birliği olmayan, ihtilâflı, nizalı konularla alâkalı meselelerde yapılır. Herkesin kabul ettiği, ittifak ettiği konularda meşveret yapılmaz. Bediüzzaman da ona işaret ediyor: “Medar-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz” (Kastamonu Lâhikası, s. 181)

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İsm-i Azam üzerine


A+ | A-

Abdullah Bey: “İsm-i Azam nedir? Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Azam’ı hakkında bilgi verir misiniz? Tek midir? Tek ise hangisidir? Veya birden fazla olup, herkes için farklı mıdır? Yoksa kesin olarak bilinemez mi?”

İsm-ı Azam, en büyük isim demektir. Allah’ın isimlerinden birisi, ya Kendi Zât-ı Akdes’ini ifâde cihetiyle, ya tecellîsinin şümûlü ve bize bakan yönü, yani mazhar olduğumuz hakikat cihetiyle, ya dîn-i mübîn-i İslâm’da inkişafı cihetiyle, ya îmân ve Tevhîd hakikatlerine olan yakın alâkası cihetiyle, ya da bilmediğimiz sâir sırlar cihetiyle İsm-i Azamdır, yani en büyüktür. Yahut her bir isim, bir mahlûkta İsm-i Azam olabilecek bir mahiyet arz eder.

Allah’ın isimlerinin hangisinin İsm-i Azam olduğu konusunda net bir delilimiz yoktur. Kur’ân’a bakıyoruz; şu âyette konu ile ilgili bir işaret yer alır gibidir: “Zü’l-Celâl-i ve’l-İkram olan Rabb’inin ismi ne yücedir!” 1 Kimileri bu âyetten hareketle, İsm-i Azam olarak Zü’l-Celâl-i ve’l-İkram ismi üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Konuyu irdeleyen hadisler de vardır: Meselâ bir hadislerinde Peygamber Efendimiz (asm): “Allah’ın, kendisi ile duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu üç Sûrededir: ‘Bakara, Âl-i İmran ve Ta ha’” buyurmuştur.2

İbn-i Abbas (ra) bildirmiştir: “Allah’ın, kendisiyle duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu âyettedir: ‘De ki: Ey mülkün Malik’i olan Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Bütün hayır Senin elindedir. Sen her şeye Kadir’sin.”3

Bu hadisleri bir araya getirdiğimizde: Baştaki hadiste İsm-i Azamı bulmak için Bakara, Âl-i İmrân ve Tâ hâ sûrelerini incelememiz öngörülürken, sonraki hadislerde biraz daha detaya inilir, konu sanki belirginleştirilmek istenir ve ilgili âyetler verilir. Bu âyetlerde, Lâfza-i Celâl olan “Allah” ismi, “Rahman” ve “Rahîm” isimleri, “Hayy” ve “Kayyum” isimleri ve “Kadir” ismi İsm-i Azam olarak ön plâna çıkar.

Kimi âlimler bu ihtimaller üzerinde görüşlerini yoğunlaştırırken, kimileri de Allah’ın isimlerinin hepsinin “azam”, yani “en büyük” olduğunu, bunlardan birinin seçip alınarak “azam” denilmesinin caiz olmadığını beyan ederler.

Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri hadislerden süzüp çıkardığı namaz tesbihatının zikir bölümünde “İsm-i Azam” özel başlığı altında yüz civarında isme yer vermekte, hemen hepsini de bir bölümde “Allah” ismi ile, diğer bölümde ise “Rahman” ismi ile ilişkilendirmektedir. Ki bu isimler, insan üzerinde eseri en çok görülen isimlerdir.

Öyleyse İsm-i Azam’ı, insana bakan yönüyle, yani insanın “mazhar” bulunduğu “hâl” ve “hakikat” açısından incelemek, en azından bizi konu ile ilgili daha belirli, daha anlamlı ve daha özel bir sonuca götürecektir. Öyle ki Üstad Hazretlerinin de, İsm-i Azam’ı daha çok “mazhariyet” çerçevesinde ele aldığını görürüz. Bedîüzzaman, kişiler ve mazhar olduğu halleri, Allah’ın o kişide tezahür eden ismi ile, yani o şahsa göre İsm-i Azam olan bir isim ile açıklar. Meselâ, Otuzuncu Lem’a’da İsm-i Azam veya İsm-i Azam’ın altı nûrundan birer nûru olarak altı isim nazara verilir. Bunlar: 1- Kuddûs, 2- Adl, 3- Hakem, 4- Ferd, 5-Hayy, 6- Kayyûm isimleridir.

Üstad Hazretleri bu isimlerin bir kısmının veya hepsinin farklı birer insan nazarında ve şahsında İsm-i Azam olduğunu beyan eder. Şöyle ki: Bunların altısı da Hazret-i Ali (ra) hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Hakem ve Adl isimleri İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hakkında İsm-i Azam’dır. Hayy ismi Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî (ks) hakkında İsm-i Azam’dır. Kayyûm ismi de Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî hakkında İsm-i Azam’dır. Hazret-i Üstad, daha başka zatların daha başka isimleri İsm-i Azam olarak gördüklerini de kaydeder.4

Bedîüzzaman’a göre, Rahmân ismi İbrâhim Hakkı gibi bir çok hakikat ehline İsm-i Azam’dır5, Züleyhâ’nın Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı beslediği duygularda Vedûd ismi hâkimdir16, Hazret-i Yâkub’un (as) oğlu Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı yaşadığı yoğun duygu ve şefkatte Rahmân ve Rahîm isimleri hâkimdir.7 Üstad Hazretleri, kendisinin de Kur’ân hizmeti ile ilgili olarak Rahîm ve Hakîm isimlerine mazhar olduğunu, bütün Risâle-i Nûr’un o mazhariyetin cilvelerinden ibâret bulunduğunu kaydeder.8

Bununla berâber Üstad Saîd Nursî’ye göre İsm-i Azamın diğer isimler arasında net delillerle öne çıkarılmaması ve belirtilmemesi, Allah’a bütün isimlerle ilticâyı netice vermiştir; doğru olan da budur. İsm-i Azam açıkça belirginleştirilmiş olsaydı, insan bilinçsizliği sebebiyle Allah’ın sair isimlerini kıymetten düşürürdü. Oysa bu durum, kulluğa ve Allah’a yaklaşma ruhuna hiç de yakışmazdı.9

Demek İsm-i Azam’ın gizli bırakılması, başımız her dara girdiğinde, her sıkıntımızda, her derdimizde, her hâlimizde, Allah’tan her isteyişimizde “halimize” uygun bir İsm-i İlâhî ile Allah’a sığınmamıza, duâ etmemize ve Allah’tan istememize imkân veren bir tecellîdir.

Dipnotlar:

1- Rahmân Sûresi, 55/78; 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/592; 3- Âyet: Âl-i İmrân Sûresi, 3/26, hadis: Câmiü’s-Sağîr, 1/594; 4- Lem’alar, s. 332; 5- Barla Lâhikası, s. 188; 6- Mektûbât, s. 34; 7- Mektûbât, s. 35; 8- Mektûbât, s. 24; 9- Sözler, s. 662; Sünûhât, s. 19.

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Tahkîkî iman olunca


A+ | A-

İnsanin sonsuz arzu ve ihtiyaçları vardır. Ne kadar didinse, çırpınsa hepsini elde edemez. Elde edemediğinde mutsuz, ettikleri için de geçici mutlu olur.

Peki, insan arzularını elde etse de, edemese de sürekli mutlu olamaz mı?

Mutluluğa bir sonuç olarak baktığımızda arzu ve hedeflerine ulaşamayan insanların mutlu olmaları mümkün olmaz. Ama onu bir süreç olarak düşünürsek o zaman insan her hâl ü kârda mutlu olabilir. Demek önemli olan bakış açısıdır.

Eğer bir insanın hedefinde Allah’ın rızasını kazanmak varsa o insan her hâl ü kârda mutlu olur. Dünyada da mutlu olur, ahirette de mutlu olur.

Bunun için ise güçlü, tahkiki bir imana ihtiyaç vardır. Tahkiki imanla olaylara bakan insanın dünyası da Cennete döner, âhireti de.

Ahireti Cennete döner. Çünkü böyle bir iman ona dünya genişliğinde bağ, bahçe ve köşklerle süslü ebedî bir mülkü kazandıracaktır. Öyleyse insan dünyanın en zengin insanı veya devleti kadar kuvvet ve servete sahip olsa, aklı da yüz kat fazla olsa bu dâvâyı kazanmak için göz kırpmadan sarf etmeli, bunu kazandıracak bir eser varsa ona da bütün ruh u canıyla sarılmalıdır. Bu asrın insanları bu açıdan şanslıdır. Çünkü önlerinde bu özelliklere sahip Risâle-i Nur gibi hakikî, kuvvetli ve tesirli bir Kur’ân tefsiri bulunmaktadır. Üstadın ifadesiyle, “Avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.”1

Böyle bir iman dünyayı da Cennete çevirir. Tahkiki imana sahip olan insan daha dünyadayken Cennet zevk ve lezzetlerini tatmaya başlar, her ânı huzurla dolar.

Araştırmadan, üstünkörü, anadan babadan görme, aslını, esasını bilmeden inanmaya dayalı taklidi iman zayıflığı sebebiyle bazan tek bir şüphe karşısında açıkta yanan mum misali sönebilirken ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan tahkiki iman flüoresan misali şüphe kasırgalarına karşı bile dayanır.

Tahkiki imanın mertebeleri vardır. Birinci mertebesi ilmelyakindir. Çok delillere dayandığı için binlerce şüphe bile onu yıkamaz. İkinci mertebesi aynelyakindir. Kişi bu mertebeye ulaştığında Esma-i Hüsna sayısınca tecellilerle karşılaşır ve kâinatı bir Kur’ân gibi okumaya başlar.

Üçüncü derecesi hakkalyakindir. İnsan hakkalyakin derecesine ulaştığında şüpheler bir ordu olup gelseler bir halt edemezler. 2

İşte önemli olan bu mertebelerde ilerletecek imanî eserleri okuyarak imanını kuvvetlendirmeyi, inkişaf ettirmeyi öncelikle mesele edinmedir. İmam-ı Rabbanî Hazretleri de, “İman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binler zevk, vecd ve kerâmete tercih ederim”3 demiyor muydu?

Bir sonraki makalemizde de inşaallah konuya devam edelim.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 185. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 91-92. 3- Mektûbât, s. 26.

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Batılı kadınların dönüşümü!


A+ | A-

Fütüristler (Gelecek Bilimciler) içinde bulunduğumuz yüzyılı “Kadınların yüzyılı” olarak nitelendiriyorlar. Sosyal hayat içinde kadınların kendilerini yenileyeceklerini, dolayısıyla toplumların gelişiminde önemli adımlar atacaklarını belirtiyorlar.

Kur’ân’ı ve hadisleri çağımız anlayışına göre yorumlayan, açılımını yapan Bediüzzaman Hazretleri de Hanımlar Rehberi isimli eserinde hadis-i şeriflerden çıkardığı neticeye göre şefkat kahramanı olan kadınlar arasında iman hakikatlerinin ziyade inkişaf edeceğini ve kadınların İslâm dairesi içinde imana büyük hizmetler yapacağını müjdelemekte. Yine Avrupa’nın İslâma, Osmanlınınsa Avrupa’ya hamile olduğunu daha 20. yüzyılın başında söylemekte. (Risâle-i Nur Külliyatının Tarihçe-i Hayat isimli eserinde Şeyh Bahit Efendi ile yaptığı sohbet etraflıca anlatılmakta.)

Zaman bu tesbitleri doğrulamakta. Osmanlı parçalandığında geriye kalan topraklar üzerinde yeni kurulan devletimiz Avrupa’yı model aldı. Hukuk, toplumsal hayata yön veren bütün kurallar Batı toplumlarına göre ayarlandı. Osmanlıdan ayrılan bütün İslâm devletlerinde de tablo değişmedi. Avrupa modeli hemen hepsinde esas alındı. (Vehhabi Suudi Arabistan ve Şiî İran toplumları aşırı uçlar olarak istisna kalsalar da şablon aynıydı.)

Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı Avrupa’nın İslâma hamile olduğu tesbiti ise şüphesiz pek çok açıdan yorumlanabilir. Kadınlar dünyası açısından bu tesbitin yorumu çok açık. Sanayi Devrimi ile fabrikalarda çalışmaya başlayan Batı kadını, kapitalist sistemin yönlendirmesiyle zamanla iş hayatını birinci plana aldı. Geçen zaman içerisinde bunun faturasını hem bedenen, hem de ruhen ağır bir şekilde ödedi. Özellikle son yapılan araştırmalar kadınların bir değişimden geçtiğinin en büyük delilleri hükmünde. Hayatlarına yön veren kavramları teker teker gözden geçiriyor. Muhasebesini yapıyorlar. Büyük bir oranda da yaradılıştan getirdikleri özelliklerine geri dönüyorlar. Evlilik, annelik ön planda. Çalışma hayatı ise birinci sırayı kaptırmış durumda! Kılık kıyafet konusunda ise tartışmalar, muhasebeler devam etmekte!

İşte o haberlerden bir küçük demet:

Kadınların kariyeri ikinci sırada

Batı dünyasında kadınlar 2000’li yıllarda yeniden bir dönüşümden geçiyor. Elle dergisinin İngiliz edisyonu 1979 doğumlu 2 bin kadın üzerinde “30 olmak” adlı bir araştırma gerçekleştirmiş. Katılımcı kadınların yüzde 80’i evlenip çocuk sahibi olabilmek için ideal yaşta bulunduklarını belirtmişler. Oysa derginin belirttiğine göre Batı ülkelerinde 1990’larda 30 yaşında olanlar için evlenmek, çocuk sahibi olmak 40’lı yaşlara ya da sonsuza kadar ertelenecek bir projeydi. Kariyer ön plandaydı.

Hayatı “Çalış ve kazan, sonra da tüket!” olarak özetleyen vahşî kapitalizmin insanların fıtratını, hususan kadınların duygularını tatmin edemediği ortada.

Konu ile ilgili bütün araştırmalar adeta mecburi istikamet gibi fıtrat çizgisini göstermekte. İlginç değil mi?

Kariyer stresi kısırlaştırıyor!

Araştırmalar gösteriyor ki iş hayatının yoğun ve rekabetçi ortamı kadınları sadece ruhsal değil, fiziksel olarak da erkekleştiriyor. Uzmanlara göre hormon dengesi bozulan iş kadınları, yuvarlak hatlarını giderek yitirip erkeksi hatlara sahip olurken kısırlık riskiyle de karşı karşıya kalıyorlar. ABD’de Emroy Üniversitesi Jinekoloji Bölümünden Prof. Sarah Berga araştırmalarına göre yoğun tempoda çalışan ve fazla stres altında olan kadınların beyninde salgılanan stres hormonu kortizonun, kadınların yumurtlamasını olumsuz etkilediği neticesine ulaşmış.

Utah Üniversitesi’nden Antropolog Prof. Dr. Elizabeth Cashdan bu durumu şöyle açıklıyor: İş stresi ve başarma arzusu kadınların hormon dengesinde değişimlere sebep oluyor. Çünkü kadınlık hormonu olan östrojen, yerini acımasız iş ortamında güç, dayanıklılık ve rekabet etme özellikleriyle bağlantılı olan ve içindeki erkeklik hormonu testosteronu da barındıran androjen hormonlara bırakıyor. Doğurgan olma oranı düşüyor.

Araştırmacılar bu neticeyi “Çocuk da yaparım, kariyer de” mantığının doğru olmadığına delil olarak gösteriyorlar.

Fıtrat kendisine uymayanı reddediyor. Değil mi?

(Kaynak: 9 Mayıs 2009, Cumartesi Akşam)

La Journee de la jupe

“Eteğin Günü” Fransa’da kılık kıyafet konusunda yeni bir tartışma başlatan filmin adı.

Laiklik konusunda ülkemizin modellediği Fransa’nın tesettür uygulamaları konusundaki tutumlarına zaman zaman Satır Arası’nda yer vermiştik. Başörtüsü’nün sadece üniversitelerde serbest olduğu ülkede laiklik, kadın erkek eşitliği gibi konular gündemden düşmüyor. Son tartışma ise mini etek konusunda…

Nisan ayında Fransız Arte TV kanalında gösterilen, sonra da sinemalarda vizyona giren “Eteğin Günü” isimli filmde mini etekli bir edebiyat öğretmeninin görev yaptığı lisede çalışma arkadaşları ve erkek öğrencilerle yaşadığı gerilimli dakikalar anlatılıyor. Öğrencileriyle feminizm, laiklik gibi konularda konuşan öğretmen yaşadığı stres neticesinde sinir krizi geçiriyor ve öğrencilerini rehin alıyor…

Etek tartışması başlatan film özellikle internet üzerindeki bloglarda farklı tartışmalara yol açıyor:

“Eğer mini eteğin problemlere neden olduğunu kabul edersek tesettürü mü kabulleneceğiz? Öğretmenlerin kılık kıyafet serbestliği konusundaki hoşgörümüz ne olacak?” diyenlerin yanında, mini etek giyenleri “hafif kadın” olarak nitelendiren yorumlar çoğunlukta. “Mini etek erkekleri tahrik ediyor. Eşim ya da kızım olsa onlara mini etek giydirmezdim” diyenler kıyasıya bir fikir mücadelesi içindeler!

(Kaynak: 17 Mayıs 2009, Haber Türk gazetesi)

Görünen o ki tesettürün, özgürlük anlamına geldiği, sefih medeniyetin hürriyet diye dayattığı açık saçıklığınsa aslında “esaret” olduğu böyle fikrî muhasebelerle ortaya çıkacak. Ve tesettür kadınların dünyasında yeniden keşfedilecek!

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Yanlış dahi olsa, meşveret kararının arkasında durun!


A+ | A-

Biliyoruz ki, Peygamberimiz (asm), görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışan bir önder değildi. Vahyi aynen tebliğ eder, ona uyar ve uyulmasını emrederdi. Ancak vahye dayanmayan hususlarda kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hûreyre (ra) “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim”1 der.

Bedir, Uhud, Hendek savaşları öncesinde, ordunun konuşlandırılmasında, savaş taktiklerinin tesbitinde ve savaş esirlerinin akıbeti hususundaki en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.2

Özellikle Uhud Meydan Savaşı kararı, çarpıcı ve ibretli sonuçları barındırır. Yine Uhud Harbinde de kendi düşüncesinin aksi olan ve istişare neticesinde çıkan ekseriyetin fikrine iştirak etmesi de önemini gösteren bir delildir. Esasen bu anlayış, âyetin ve sünnetin gereğidir. “Onlarla iş hususunda istişare et” âyetinin hemen ardından “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan, çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever”3 denilmesi, meşveret kararının tereddütsüz uygulanması gerektiğini gösterir.

Karar verilmişse, artık hemen uygulama safhasına geçilmelidir. Tereddüt olmamalı, emin ve kararlı bir şekilde, meşveret kararları uygulanmalıdır. Nitekim Uhud Savaşı öncesi, meşveretten “meydan savaşı” kararı çıkınca Resûlullah (asm) evine gidip zırhını giyer. “Meydan savaşı” isteyenlerin bir kısmı gelip, görüşlerinden vazgeçtiklerini söyleyince de, Resûlullah (asm) “Bir peygambere, zırhını giydiğinde, artık geriye dönmesi yakışmaz” diyerek isteklerini geri çevirir.4

Eğer Peygamberimiz (asm) istişareden vazgeçseydi, artık, hiçbir karar alınamaz ve uygulanamazdı. Çünkü, her toplumda farklı düşünenler vardır. Bu sosyal hayatın tabiî bir gereğidir. Yanlış dahi olsa, meşveret kararının arkasında durmazsanız, hiçbir karar alamazsınız!

Peygamber Efendimiz (asm), düşmanın Müslümanları yok etmek için hazırlıklar yaptığı haberini aldığında ashabını istişareye çağırmış. O şehir müdafaası taraftarıydı. Ne var ki, Bedir Harbi’ne katılmayan ve onların faziletlerini duyan mücahid ve ateşli gençler, Uhud’da düşmanı karşılamak istiyorlardı. Nitekim karar da böyle çıkmıştı.

Halbuki, Peygamberimiz (asm) Uhud’un hazin sonucunu bir gün önce rüyasında görmüştü. Ama, istişareyi esas aldı. Ve 70 güzide sahabi şehid oldu.

Harbin sonunda, Peygamberimiz (asm) “Şimdi ne oldu?” diye kimseyi azarlamadı, bilâkis istişare kararına sahip çıktı ve o genç sahabilerden hayatta kalanları teselli etti.

Hiçbir sahabi, “Biz demedik mi, işte sonuç, biz böyle olacağını söylemiştik, ama dinletemedik!” diye hiçbir olumsuz girişim, hatta imada dahi bulunmamıştı.

Peygamberimiz (asm) Uhud Savaşı sırasında, düşman saflarındaki bir kısım bedevileri savaşmaktan caydırmak için Medine hurmalarından pay vermeyi teklif etmeyi gündeme getirmişti. Ancak sahabeler bu fikrin vahye dayanmadığını öğrenince, zillet ihtivâ eden bir teklif olacağı gerekçesiyle kabul etmemişler, Peygamberimiz de (asm) vazgeçmişti.

Uhud ve benzeri olaylardan çıkaracağımız sonuç şu: Sizin fikirleriniz isabetli olabilir, delilleriniz de güçlü olabilir. Ancak, hizmetler ve meseleler meşveret edilecektir ve çoğunluğa göre karar verilecektir. Sonuç fenâ da olsa, artık “Ben demedim mi, ne oldu, beni dinleseydiniz böyle olmazdı, ben kaç sefer söyledim!” gibi şahsî söylemlerin hiçbir değeri yoktur. İslâmda da yeri yoktur!

Yanlış dahi olsa, meşveret kararının arkasında durun! Zaten siz meşveret etmek, meşveret kararını çoğunluğa göre almak ve o yönde çalışmakla mükellefsiniz. Yoksa sonuç almakla değil.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Cihad, 35.

2- İbnu Kesir, II, 128-129.

3- Kur’ân, Al-i İmran, 159.

4- İbnu Kesir, II, 91; Beydavi, I, 178.

24.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Suna DURMAZ

Kuveyt kadını Mecliste


A+ | A-

Kuveyt 1756 yılından beridir el-Sabah ailesinin idaresinde Emirlikle yönetilen bir körfez ülkesidir.1961 yılında İngilizlerden bağımsızlığını alan Kuveyt Emirliği, 1962 yılından beridir anayasal monarşi denilen, yarı krallık- yarı parlamenter sistemle yönetiliyor. Anayasaya göre; Başbakanın yanı sıra, Dışişleri, İçişleri, Savunma ve Petrol Bakanlıkları gibi önemli bakanlıkların el-Sabah ailesinin elinde bulunması gerekiyor. Ve yine anayasaya göre, kabine içindeki el-Sabah ailesine mensup bakan sayısının seçilmiş milletvekillerinin üçte birini geçmemesi lâzım. Bu sayı genellikle 16 kişi oluyor. Hükümet içinde en az bir, en çok beş bakanın da Sabah ailesi dışından olması gerekiyor.

Kabineyi oluşturan bakanlar; Meclis komisyonlarında çalışamıyor, herhangi bir bakan hakkında verilen gensoru oylamasına katılamıyorlar. Bunun haricinde, seçilmiş milletvekilleriyle aynı haklara sahip bulunuyor, halkın seçtiği milletvekillerinin hazırladıkları kanun tasarılarının oylamasına katılıyorlar.

Siyasî partilerin olmadığı Kuveyt’te devlet müdahale etmediğinden, seçimler gayet nezih ve demokratik bir şekilde yapılıyor. Bu yönüyle Kuveyt, Arap ülkeleri arasında Lübnan’dan sonra en demokratik ülke olarak tanınıyor.

Seçimler her dört yılda bir beş seçim bölgesinde yapılıyor ve “Meclisü’l Ümme” denilen parlamentoya girecek 50 milletvekili seçiliyor.

Anayasanın 100. maddesine göre; milletvekilleri, başbakan dahil herhangi bir bakan hakkında gensoru verebilmektedir. Yine aynı maddeye göre, hakkında gensoru verilen bakan gensoruyu cevaplamakla mükelleftir. Aksi halde istifa etmesi gerekir.

Anayasada “Kadın milletvekili olmaz” diye bir hüküm olmamasına rağmen, muhafazakâr bir toplum olan Kuveyt halkı, örf ve âdetlere dayalı olarak kadına sadece seçme hakkı tanımış; uzun yıllar milletvekili olarak seçilmesine sıcak bakmamıştı. Ve bu durum 2005 yılına kadar devam etmişti.

15.1.2006’da vefat eden Kuveyt Emiri Şeyh Câbir Ahmed el-Sabah, vefatından tam bir yıl önce tarihe geçecek bir karar alarak, üniversite rektörlüğü, şirket genel müdürlüğü, bakan danışmanlığı gibi önemli vazifeleri başarıyla yapan Kuveyt kadınının millet Meclisine de girme zamanının geldiğini ilân etmiş ve bu konuda bir kanun çıkarılmasını istemişti. Emirin isteği üzerine hazırlanan kanun tasarısı Mecliste iki defa onaylandıktan sonra, 23’e karşı 35 oyla 16.5.2005’te yürürlüğe girmişti.

Kadına seçilme hakkı tanıyan bu kanun, ülke genelinde memnuniyetle karşılanmasına rağmen, Kuveyt kadınının ancak 20 yıl sonra Meclise girebileceğine dair tahminler öne sürülmüştü.

Seçilme hakkına sahip olduktan sonra, Meclisin feshedilmesi üzerine 2006 ve 2008’de iki defa erken seçimlere giren Kuveyt kadını, tecrübesizliğinin kurbanı olmuş ve Meclise girmeyi başaramamıştı.

Ancak Nâsır Muhammed el-Sabah hükümeti ve Meclis arasındaki gerilimin sonunda Kuveyt Emiri Şeyh Sabah Ahmed’in 18.3.2009 tarihinde Meclisi feshetmesi üzerine 17.5.2009 tarihinde yapılan seçimlerde, olağanüstü başarılı bir seçim kampanyası düzenleyerek Meclise girmeyi başarıp, hakkında yapılan bütün olumsuz tahminleri alt-üst etti. 2008 yılı seçimlerine 27 adayla katılan kadınlar; 16 adayla katıldıkları bu son seçimlerde Meclise 4 kadın sokmayı başardılar.

Kuveytli kadın eğitime önem vermektedir ve tahsil seviyesi oldukça yüksektir. Meclise girmeyi başaran Dr. Rola Daşti iktisat, Prof. Ma’sûme Mubârek siyasal bilimler, Doç. Dr. Selva el-Cessâr felsefe, Dr. Esîl el-Avadî eğitim alanında tanınmış Amerikan üniversitelerinden doktora almış kadınlardır. Prof. Mübârek 2005 yılı hükümetinde Planlama, 2006’da Sağlık Bakanlığı yapmıştır.

Ekonomist Rola Daşti şirket yönetim kurullarında üyelik ve malî danışmanlık yapmaktadır. Diğer üç hanım ise Kuveyt Üniversitesinde öğretim üyesidirler.

Kuveyt kadınının seçimlerde elde etmiş olduğu büyük başarı, hükümet ve Meclis arasında sık sık yaşanan gerilimler neticesinde üç yılda üç defa seçimlere gidilmesinden bunalan toplumun, köklü bir değişiklik yapma arzusunu göstermektedir.

Kuveytli seçmen; kadını kadın olduğu için değil, görevine duyduğu bağlılığı ve zor anlarda mesuliyeti üstlenmesi üzerine seçmiştir.

Prof. Ma’sûme Mübârek’in bir hastanede çıkan yangından Sağlık Bakanı olarak kendisini sorumlu tutup istifa etmesi, Başbakan Nasır Muhammed el-Sabah’ın dahi hakkında verilen gensoruları cevaplamaktan korkup istifa etmeyi yeğlemesi ve neticede Meclisin fesh edilmesi, buna karşılık iki yıldır Eğitim Bakanlığı yapan Nuriye el-Subeyh’in, bir öğrenciye yapılan cinsel tâciz neticesinde hakkında verilen gensoruyu korkusuzca cevaplayıp görevde kalmayı başarabilmesi, Kuveytli seçmenin kadınlara duyduğu güveni arttırmıştır.

Seçimlerde, kadın milletvekillerinin kıyafetleri ve mezhepleri de gözönüne alınan bir faktör olmamıştır. Milletvekillerinden Ma’sûme Mübârek başörtülü Şiîdir; Rola Daşti liberal bir Şiîdir. Selva el-Cessâr başörtülü bir Sünnîdir; Esil Avadî liberal başı açık bir Sünnîdir.

Seçimler bittikten birkaç gün sonra Kuveyt Emiri Şeyh Sabah Ahmed, Nasır Muhammed Sabah’ı iki hafta içinde hükümet kurması için görevlendirdi. Kurulacak olan yeni hükümet, Nasır Muhammed’in 6., Kuveyt tarihinin de 27. hükümeti olacak. Şimdi bütün gözler kadınlarda. Kabineye girip girmeyecekleri merak ko-nusu.

Gelişi güzel verilen gensorularla havanın gerildiği Kuveyt Parlamentosu, kadınlar girince sakinleşecek mi!!! Bekleyip göreceğiz.

24.05.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Faruk ÇAKIR

Eğitimi de bölmüşler


A+ | A-

Hemen herkesin bildiği bir gerçeği, AB destekli bir rapor yeniden ortaya koymuş: Türkiye’de çoğunluğa kaliteli eğitim verilemiyor. Buna karşılık az sayıdaki okul OECD standardının dahi üstünde eğitim alıyor...

Çok sayıda uzmanın katkısıyla hazırlanan “Neden Yeni Bir Yüksek Öğretim Vizyonu” raporu açıklanmış ve eğitimin içerisinde bulunduğu bir açmaz, bir haksızlık, bir çarpıklık böylece ortaya konulmuş.

İstanbul Politikalar Merkezi tarafından, Avrupa Birliği Ankara Temsilciliği’nin desteğiyle hazırlanan raporun anahatlarını anlatan Prof. Dr. Üstün Ergüder, ideolojik refleksler olmadan çözüme odaklanmak gerektiğini söyleyerek, “Okul sistemimiz az sayıda öğrenciyi çok iyi eğitiyor, ama çoğunluğun eğitiminde sınıfta kalıyor. Türkiye’de bazı okullar çok iyi, OECD standartlarının üzerinde ama dağılım normal değil. Büyük nüfusa kaliteli eğitim veremiyoruz” demiş. (Milliyet, 22 Mayıs 2009)

Üniversite eğitimin dertlerinin sıralandığı raporda, şu teklifler de dile getirilmiş:

*Her kurumun farklı yönetim tarzı geliştirebileceği kabul edilmeli,

*Yükseköğretim kurumları arasında çeşitlilik ve farklılaşma teşvik edilmeli,

*Seçim yerine en azından bazı üniversitelerde atama yöntemine geçilmeli,

*Devlet üniversitelerinin personel rejimi masaya yatırılmalı,

*Üniversiteler hangi program grubuna hangi sınav türü ile öğrenci alacaklarını kendileri tesbit etmeli,

*YÖK yalnız üniversite ve bürokrasi temsilcilerinden oluşmamalı, endüstri ve piyasadan temsilciler görev almalı,

*Meslek yüksekokulları üniversitelerin bünyesinden ayrılarak bağımsız kurumlar olmalı, böylece ikinci sınıf olmaktan kurtulmalı,

*Üniversiteler kendi hedefleri doğrultusunda uzmanlaşmalı.

Raporu hazırlayanlar başörtüsü, imam hatip liseleri ve Kur’ân kurslarıyla ilgili görüşlerini de ifade etmişler, ama onların tartışılmasını başka bir vakte bırakıp ‘eğitimdeki bölünme’ye dikkat çektikleri için ‘uzman’ları tebrik etmek lâzım. Tabiî ki sadece eğitim değil, Türkiye pek çok konuda maalesef bölünme yaşıyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurumdan başlayan bu bölünme, eğitimi de başka sahaları da içine alıyor. Köy okullarını bir yana bıraksak bile, büyük şehirlerdeki pek çok devlet okulu eğitim noktasında ciddî sıkıntılar çekiyor. Elbette bu sıkıntılar ‘bina’ sıkıntısı değil. Dolayısı ile, “Biz binlerce yeni derslik yaptık. Depremde tahrip olan okulları tamir ettik, yeniledik” diye kimse övünmesin. Bu çalışmalar da takdire şayandır, ama asıl önemli olan eğitimdeki kalitedir. Binlerce öğrencinin eğitim aldığı kalabalık okullar bir yanda, az sayıda ‘özel’ öğrencinin eğitim aldığı okullar diğer yanda.

Tabiî ki her öğrenciye aynı kalitede ve seviyede eğitim verme imkânı olmayabilir. Fakat önemli olan ortalama eğitimden büyük çoğunluğun istifade edebilmesidir. Az sayıda öğrenciye kaliteli eğitim verip, milyonları gözden çıkaran bir sistem Türkiye’nin tercihi olmamalı.

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Büyük tehlike…


A+ | A-

Bir 19 Mayıs Gençlik Bayramını daha geride bıraktık. “Gençlik Haftası”, bol bol danslı gösteriler, tangolu eğlencelerle geçti.

Yine “gençlik” üzerinde nutuklar atıldı; Bandırma Vapuru’nun yola çıkışı, Samsun’da karşılanışı benzeri seremoniler sahnelendi; lâkin toplumla birlikte gençlerin içinde bulunduğu mânevî tahribatın, büyük tehdidin üzerinde durulmadı. Halbuki özellikle son birkaç yıldır Meclis’e sunulan araştırmalarda ve Emniyetin raporlarında başta uyuşturucu, alkol ve madde bağımlılığı olmak üzere bunalım ve şiddetle orantılı olarak suç oranları ürkütücü bir biçimde artıyor. Türk Eğitim-Sen’in hazırladığı raporda açık açık, “Okullarımız, gençliğimiz ve geleceğimiz sigara, içki, uyuşturucu, müstehcenlik ve şiddet batağına batıyor” uyarısı yapılıyor. Problemin sıradan idarî ve polisiye vak'alar olmaktan çıkarak büyük tehlike haline geldiği bildiriliyor.

Yeşilay’ın “Zararlı Alışkanlıklar Raporu”na göre toplumdaki fâcialarda, cinâyetlerde, trafik kazalarında baş rolü çeken alkol, uyuşturucu ve keyif verici maddeleri kullanma ile buna geçişte bir tür atlama taşı olan sigaraya başlama yaşının 16’dan hızla 11’e düştüğü haberi veriliyor.

Bir tür “çağdaşlık sembolü” gibi lanse edilen, sirozdan karaciğere, kalp krizinden felce, böbrekten görme kaybına kadar bir dizi hastalığa sebep olan alkol ve uyuşturucunun en çok okul önleri, bar, eğlence yerleri, diskotek, internet kafelerinde satıldığı belirtiliyor. Buna bağlı olarak bizzat devlet eliyle vatandaşlar, sanal kumar, “millî” piyango, şans ve talih oyunları tuzağına çekiliyor; insanlar umutlarını toto ve lotoya bağlı hale getiriliyor.

“DÜNYA BOŞTUR, COŞTUR COŞTUR…”

Yine çeşitli üniversitelerin yaptığı anket ve araştırmalara göre, bu çöküşte gençlerin ve çocukların ruh sağlığı bozulmakta, psikiyatrik depresyonlarla boğuşan hastalıklı bir nesil türemekte. Keza şiddetin ilkokul seviyesine inmesiyle okullar “şiddet yuvası” haline gelmekte; öğrencilerin yüzde 74.9’u şiddet uygulamakta, öğretmenler bile şiddet görmekte.

Başkent’te Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve diğer yetkililer, 19 Mayıs kutlama törenlerinde gençlerin “Arafilli farozli, arafilli farozli; mahallenun mastisi, mahallenun mastisi” tekerlemesiyle başlayan ve “Oynayalum uşaklar, oynayalum uşaklar” diye devam eden Kolbastı oyununu “şeref tribünü”nde seyredip alkışlamakta. Gençlik ve Spordan sorumlu Devlet Bakanı, şeref tribünündekilere “kolbastı”yı anlatmakta; Başbakan ve Cumhurbaşkanı bu konuda sohbet etmekte…

Belli ki Ankara’dakiler, gençlerin kolbastı oyunuyla kendilerinden geçmesine keyiflenmişler. “Kolbastı”daki, “Bir eğlence edelum, bir eğlence edelum” telkiniyle, “Üçtür-beştir, dünya boştur, coştur-coştur!” nakaratıyla her şeyi boş veren, “madem ki ölüp yok olacağız, hiç olacağız, o zaman şen ve şatır yaşayalım” diye “vur patlasın, çal oynasın” içki, eğlence ve sefâhete dalan mânevîyattan bîbehre, dinden tecrid “hiçlik felsefesi”nin ürünü olduğunu düşünmeden…

Bu süreçte tehlikenin vahâmetinin itirafı bir tek Başbakan’dan geliyor. 81 ilden gençleri kabulde, “Uyuşturucu... Kuru, sulu; gençlik arasında ciddî bir yaygınlaşma var” diye tehlikenin boyutlarını bildiriyor.

Bunun nesillerimizi kuruttuğunu ve orta öğretimde şu anda tinercilerin türediğini, uyuşturucu müptelâsı bir gençlik meydana geldiğini açıklıyor. “Eğer tedbir alamazsak, gençliğimizin geleceğini yok etmiş oluruz, elimizdeki nesli kaybederiz” ikazında bulunuyor.

“ŞİKÂYET” DEĞİL, TEDBİR…

Ne var ki Başbakan bu konuda da yine “yakınmak”la kalıyor. Hükûmetin herhangi belirli ciddî bir tedbirinden söz etmiyor. Kısacası cemiyet hayatı zehirleniyor, toplum çürütücü bir ahlâkî aşınmaya mâruz. Tehlike “geliyorum!” diyor. Ve Başbakan’ın da naklettiği gibi nesiller göz göre göre kaybediliyor.

Oysa âilenin ve gençliğin korunması, öncelikle devletin vazifesi. Anayasa’nın 41. maddesi “Toplumunun temeli olan âile”nin huzur ve refahının korunmasını devletin görevi sayar. 58. madde ise, devletin gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehâletten korumak için gerekli tedbirleri alma ve mücadele etme görevini verir.

Bu durumda Başbakan’a ve siyasî iktidara salt “şikâyet” değil, tedbir almak düşüyor. Evvela din ve ahlâk öğretimi ve eğitiminin yaygınlaştırılması; haftada bir-iki saat verilen ve “din kültürü ve ahlâk bilgisi”ne indirgenen “din ve ahlâk dersleri”nin daha geniş ve muhtevalı verilmesi, dinî özgürlüklerin temini; gençliğin mânevî ve ahlâkî değerlerle tahkimiyle inanç temellerinin sağlamlaştırılması gerekmekte…

Hükûmet, “imdat!” işâretleri veren tehlikeyi raporlardaki inzibatî ve maddî tedbirlerin yanı sıra, mutlaka mânevî ve ahlâkî tedbirleri de almalı… Siyasî iktidar, “büyük fırsat”larla oyalanıp asıl büyük tehlikeyi gözden kaçırmamalı…

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Eğitimin sorunları...


A+ | A-

Okulların kapanmasına 19 gün kaldı. Liseden mezun olan ya da olacak öğrencileri ÖSS, 6, 7 ve 8. sınıflardaki öğrencileri de SBS heyecanı sardı.

Okullar kapanırken, eğitimin önündeki sıkıntıları ortaya koyan üç eğitim sendikasının araştırmalarından bazı tesbitleri ortaya koymak istiyoruz. Bu tesbitler ortaya konulduğunda problemlerin çözümleri de ortaya çıkmış oluyor.

Millî Eğitim Bakanlığına yeni gelen Nimet Çubukçu’nun bu tesbitleri dikkate alarak yeni dönemde bu sorunların çözümüne çalışması görevleri arasında. Çubukçu’nun sendika başkanları ile geçtiğimiz gün gerçekleştirdiği görüşmeleri bu anlamda önemli. Hiç şüphe yok ki, Millî Eğitim Bakanlığı gibi devasa bir kurumu yönetmek kolay değil. Milletin isteği, bu sorunlar çözülsün ki, çocuklarımız daha iyi bir eğitim alsın, hayırlı evlâtlar olarak yetişsin.

Sendikaların ortaya koyduğu araştırmalara geçmeden önce eğitimin önündeki en büyük engel olarak gördüğümüz meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği konusunda bu hükümet hiçbir adım atamadı. Yıllardır halledilmeyi bekleyen eğitimin önünde engel olan bu konu hükümetin 7 yıllık süresinde çözülemedi. Çözülmesi içinde herhangi bir çalışma yapılmadı. Milletin beklentisi yeni dönemde bu meselenin artık halledilmesi.

* * *

Araştırmalardan çarpıcı birkaç veri…

Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir-Sen)’in 78 ilden bin 918 öğretmenin katıldığı “Öğrenme Ortamlarının Değerlendirilmesi” konulu yaptığı ankete göre, öğretmenlerin yüzde 27.4’ü öğrenme ortamlarının kesinlikle yetersiz olduğunu, yüzde 26.1’i yetersiz olduğunu düşündüğünü ortaya koydu. Öğretmenlerin sadece yüzde 4.7’si “kesinlikle yeterli” olduğunu düşünüyor. Öğretmenlerin yüzde 80’i okullarının ve sınıflarının fizikî şartlarının kesinlikle yetersiz, yetersiz ya da kısmen yetersiz olduğunu söylerken, öğretmenlerin 20’si yeterli ya da kesinlikle yeterli olduğunu belirtiyor. Yine bu ankete göre, okulların neredeyse tamamında spor tesisleri yetersiz, kantinlerden memnun değiller, kütüphaneler yetersiz…

Diğer bir araştırma ise Bağımsız Eğitimciler Sendikasının “Gençlik Haftası araştırması.” Bu araştırmada en ön plâna çıkan sonuç gençlerin kitap okumaması. Kitap ihtiyaç sıralamasında çok acı, ama ancak 235. sırada. 500 bin kahvehane ve 120 bin cafe bulunan Türkiye’de kütüphane sayısı bin 412 olmasına rağmen sadece 400 tanesi uluslar arası kütüphane standartlarını taşıyor. Kütüphaneye gidenlerin sadece yüzde 8’i kitap okumaya gidiyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat vakit ayırıyor. Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde. Bir Japon bir yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10 kitap okurken, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 (bir) kitap okuyor. Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip sadece 70 bin kişi bulunuyor. Ne yazık…

* * *

Ayrıca eğitimdeki sorunlar sadece ilk ve ortaöğretimde değil yükseköğretimde de aşılmayı bekleyen sorunlar var.

ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan yaptığı açıklamada, ÖSS’ye bu yıl başvuran lise son sınıf düzeyindeki aday sayısını açıkladığı toplantıda ortaya çıkan duruma göre başvuru sayılarında ciddî bir azalma var. Öğrenci sayısı artarken, başvuruların azalmasının sebepleri araştırıldığında çok çarpıcı sonuçlar çıkacağı da muhakkak. Çünkü, 2007 yılına göre başvurulardaki yaklaşık 165 binlik azalma dikkate alınmayacak bir azalma değil. Bu da eğitimindeki bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu sorun sadece ÖSS isminden bıkıldığı için ismini Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) olarak değiştirmek de halletmeyecektir.

Türk Eğitim-Sen’in “Türkiye’de üniversite sorunu ve üniversite çalışanları” ile ilgili yaptığı ankete göre de yükseköğretimin sorunlarını gözler önüne serdi. 12 ilde yapılan bin 130 akademik ve idarî personelin katıldığı araştırmaya göre, katılanların yüzde 22.3’ü “çok memnunum,” yüzde 56’sı “memnunum,” yüzde 15.6’sı “ne memnun ne de değilim,” yüzde 4.4’ü “memnun değilim”, yüzde 1.8’i de “hiç memnun değilim” cevabını vermiş.

Araştırmaya katılanlar akademisyenlerin yarısına yakını yani yüzde 46.6’sı öğrencilerin ortaöğretimde niye yetişmediğini düşünüyor. Bunu göre, ankete katıların yüzde 28’i gençlerin “ülke sorunları karşısında duyarsız” olduğunu ortaya koyuyor.

Akademisyenler, çalışmalarını yaparken üniversiteden yeterli destek alamamaktan da şikâyetçi. Bir de en büyük sorun olarak ücretin azlığından yakınıyorlar. Akademisyenlere göre üniversiteler cazip ekonomik şartlar sunmadığı için albenisini kaybetti. Bunun ekonomik sebepleri olduğu gibi, bilimsel araştırma için gerekli ortamının hazırlanmadığı gibi sebepleri de var.

Eğitimcilerin, öğrencilerin, akademisyenlerin daha iyi şartlarda olmasını sağlamak için çalışan eğitim sendikalarının bazı tekliflerini burada sıraladık. Çözme makamında olanlara duyurulur. Aktarması bizden çözümü ise yetkililerden…

24.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cenaze buluşmaları


A+ | A-

Bizim geleneğimizde, vefat edenlerle ilgili olarak geride kalan yakınlarına terettüp eden vazifeler, cenazesini yıkatıp namazını kılmak; duâlarla toprağa vermek; hatim indirmek; Yasin, Fatiha, İhlâs gibi sûreleri okumak; mevlid okutmak; borçları varsa ödemek; müteveffanın sevap defterine yazılması ve duâya vesile olması niyetiyle hayır hasenat işlemek gibi maddeler olarak sıralanabilir.

Bunlar içinde en önemlilerinden birini teşkil eden cenaze namazı, tören değil; dinî bir vazifenin ifasıdır. Vefat eden kişiye son vazifelerini yapmak üzere bu namazda buluşanlara o ortam, aynı zamanda kendilerinin de er veya geç ölümü tadacakları gerçeğini daha kuvvetli bir şekilde hissedip ibret dersi alma fırsatını verir.

Hem şairin deyişiyle “bir namazlık saltanat” için tabutla konulduğu musalla taşında bekleyen cenazeye saygı, hem de o ibret dersinin gereği, cami avlusunda ve kabristanda, olabildiğince sessiz ve olgun davranmak; gereksiz sohbetlerden kaçınmak; hele duâdan başka hiçbir şeyin fayda veremeyeceği cenazeyi anlamsız alkışlarla uğurlamak ve oraları ölçüsüz sloganlar atılan, bağırıp çağırılan gösteri ve nümayiş alanlarına çevirmek gibi çiğliklere meydan vermemektir.

Öyle ki, cenaze buluşmalarında tekbir getirilmesi dahi hoş karşılanmaz. Nitekim dindar kitlelerin gönlünü kazanmış maneviyat büyüklerinin, hizmet ve dâvâ adamlarının muazzam kalabalıklar tarafından berzah âlemine uğurlanışı, hep sessiz ve vakur toplanmalarla gerçekleşir.

Üstad Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin cenaze namazları, bunun en güzel örnekleridir.

Buna karşılık, cenaze buluşmasını, müteveffaya karşı dinî bir görevin ifasıyla tamamen alâkasız bir alana taşımak; ideolojik ve siyasî içerikli bir gövde gösterisi ve meydan okuma fırsatı olarak kullanıp mitinge dönüştürmek çok yanlış.

Hatırlanacağı gibi, faili meçhul bir suikaste kurban giden Uğur Mumcu’nun cenazesi, kahrolası “Kahrolsun şeriat” sloganlarının atıldığı provokatif bir protesto eylemine dönüşmüştü.

Ergenekon operasyonunun 12. dalgasında evi aranan Prof. Dr. Türkan Saylan’ın cenazesinde ise söz sonusu slogan “Ne şeriat, ne darbe” şeklinde nisbeten daha “light” bir niteliğe büründü.

Bu, bir ara Baykal’ın söylediği “ ‘Kahrolsun şeriat’ ifadesi, şeriatı İslâm olarak anlayan halkı incitiyor” tesbitinin mi bir sonucu, bilmiyoruz.

Eğer öyleyse, aynı sakınca, şeriatı darbeyle bir tutan bu şekli için de söz konusu. Darbe, karşı karşıya olduğumuz birçok olumsuzluğun en önemli sebep ve sorumlularından biri. Şeriat ise, en azından halkın öyle gördüğünü kendilerinin de söylediği gibi İslâm. Yani, “Ne şeriat, ne darbe” sloganı, “Ne İslâm, ne darbe” demek oluyor.

Öyle olunca, hem “Biz İslâma karşı değiliz, biz de Müslümanız” deyip, hem de İslâm anlamına gelen veya en azından halkın o mânâda anladığı şeriatı bu şekilde olumsuz bir tepkiye konu etmeyi sürdürmek, anlaşılır bir tavır değil.

Kast edilen şey, dinle hiç alâkası olmadığı halde kendisini “dinî bir kılıf”la takdime çalışan müstebit kafa yapısı ise, ona herkesten önce karşı olanlar, dini doğru anlayan ve şeriatı da “yüzde doksan dokuzu ahlâk, fazilet, ibadet ve ahiret” olarak tarif eden “gerçek” Müslümanlardır.

Bu meseleleri, gözün gözü görmediği ve kimsenin kimseyi dinlemediği, karşılıklı provokasyonlarla ortalığın iyice kızıştırılmaya çalışıldığı bir kördövüşü ortamından çıkarıp, “insan gibi” sükûnetle konuşup tartışabilmemiz gerekiyor.

Bunu başarabilsek, birçok şeyi de çözeriz.

Cenaze buluşmalarını da, halkımızın yaşayış üslûbunu şekillendiren inanç, gelenek ve kültürle, bu üslûptan kopuk veya mesafeli laik dünya görüşü arasındaki derin farkın kendisini gösterdiği platformlardan biri olmaktan çıkarıp hem cenazelerimizi, hem kendimizi rahatlatırız.

Bunları, geçen ay annesini toprağa vermiş bir insan olarak yazıyorum. İnşaallah yerini bulur.

24.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis