12 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Başarı yolunda önemli prensipler


A+ | A-

Tırmandığı kaya ile kertenkele kadar bütünleşmesini bilen ve bunu devam ettiren; hedefe giderken titremeyen ellere sahip olabilen; her türlü engele karşı ısrarlı olmanın yanında bir o kadar da fedakârlık yapmayı gösterip bunu anlatabilen; fedakârlığın, hedefle bulunduğu nokta arasındaki mesafede karşısına çıkabilecek her engelin bedelini ödemek olduğunu bilen; dâvâsı ve sevdikleri uykusuz geceler isterse onu tereddütsüz verebilen; şartlar ne olursa olsun, inandığı kudsî değerler adına en sevdiklerini terk etmek gerekiyorsa terk edebilen; en önemlisi içindeki tatlı dile ve sese kulaklarını tıkamaya hazır olan, içindeki o tatlı dilin, amansız düşmanı olduğunu bilen; “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm Sûresi, 39) hakikatine gönül rahatlığı, tevekkül ve teslimiyet içinde katlanabilen; bilgiyi, kaynağına bakarak küçümsemeyen bir tavrın içinde olabilen en yakın dostlarınız size koltuk değnekleri verebilirler.

Unutmayın ki, yürüyecek olan yine sizsiniz.

Kar, dağına göre yağarmış. Her hâl ve şartta, bütün bütün, Yaratandan ümit kesmemektir mühim olan.

İnsana insan olduğu için değer vermeyi devamlı tatbik edebiliyor muyuz?

İşinizi en mükemmel şekilde yapabiliyor musunuz?

Gerçek sakatlığın, gaye yoksulluğu, sorumsuzluk ve uyuşukluk olduğunu idrak edebilmişseniz, hayatı kavramada ve başarıya yönelmede doğru yoldasınız demektir.

Vicdanen ve kalben sağlıklı bir inanç sistemi ve istikametli bir yaşantı tutturmuşsanız, mükemmelliğe talipsiniz demektir. Hiç kimsenin gücü böyle bir muhteşemliği görmemezlikten gelemez.

İnsanların gözünde markalar çok değerlidir. Fakat parçalardaki hatalar da, hiçbir zaman gözden kaçmaz. Onun içindir ki parçalardaki bu hataların zaman içerisinde “markadan” vazgeçmeye dönebileceğini unutmamak gerekir.

Aynı anda, aynı çizgide, aynı şahsiyet, karakter ve kimlikle dolaşırken, iki insan olmamak gerekir. Yani kendi kendimize ters düşmemek lâzım. O hâl Allah korusun sonun başlangıcıdır!

Güçlükleri göze almadan hiçbir kolaylıkla karşılaşmanın mümkün olmadığını görmek ve idrak etmek gerek.

İstenilenleri, arzu edilenleri, amaç edinilip ulaşmaya çalışanları her arayanın bulamadığı doğrudur. Ama aramadan da hiçbir şeyin bulunamayacağı bir başka doğrudur.

Yumruğu demirleştikçe, eldiveninin ipeği kalınlaşanlar mutlu sona ererler. Bu kâinatta cereyan eden her işte sonuç olarak bu değişmez anlayış ve sabır geçerlidir. Ara safhalardaki geçici krizlere takılıp kalmamak gerektir.

Her saniyesini gayesiyle buluşturan ve ona kilitlenenler mutlu sona mutlaka ererler.

Bütün bütün elde edilemeyenin, bütün bütün terk edilemeyeceğini teorikten tatbikata geçirebilenler, hayatın tadını ve lezzetini etrafıyla birlikte paylaşarak yaşama bahtiyarlığına kavuşurlar.

Kendi dilinizi konuşan insanlarla birlikte olmayı ve onlarla yolları ayırmamayı temin edebiliyorsak, doğru yoldayız demektir.

İçinde bulunacağımız ortamı ve grubu, dilimizi konuşan toplumlardan seçersek, sağlıklı neticelere ulaşma konusunda doğru istikametteyiz demektir. Bununla birlikte her an yepyeni sürprizlere hazırlıklı olmak da, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve mutluluğu yakalamanın bir başka sonucudur. Toplulukların fertleri eritme, etkileme, başkalaştırma, kendi rengini verebilme tehlikesine karşı alınacak en tesirli ve netice verici yol; dostlarımızı ve içinde yer alacağımız topluluğu çok itinalı ve dikkatli seçmektir. Böyle bir davranış aynı zamanda büyük ölçüde sosyal ve toplumsal hayatımızı da seçmek olduğundan önemli bir tercihtir. İnsanların iyi ve kötü alışkanlıkların çoğunu, topluluk içinde kazandığı inkâr edilmez bir vakıadır. Öyleyse kendi hayatımızın tercihlerini yaparken çok fazla bonkör davranmamalıyız. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” diyen Cervantes’in tesbiti dikkate değer.

Sabrın diğer adının, “zamanı lehimize çevirme san'atı” olduğunu unutmayalım. Affedici olmanın yanında, sözümüzün eri olmak da büyük maharet ve fazilet örneğidir.

Böyle güzel ve muhteşem maharetlerle, en bahtiyar dostlarınızla birlikte hayatımızın idâme ve devam etmesi dilek ve temennisiyle.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah'a isyan olan yerde


A+ | A-

Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) vasıtasıyla İslâma girmiş, kendisiyle birlikte Müslümanların sayısı yediye ulaşmıştı. Sa’d (r.a), Müslüman olduğu gün henüz namaz farz kılınmamıştı ve on yedi yaşındaydı.1

Sa’d (r.a.) Müslüman olmadan önce rüyasında kendini karanlık bir yerde görür. Ay’ın doğduğunu ve onun ışığında yürümeye başladığını, aynı yolda Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’in de (r.a.) yürüdüklerini fark eder. Ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğunda, onlar, “Bir saat kadardır” derler. Ertesi gün hemen araştırmaya girer Hz. Sa’d. Resûlüllahın (a.s.m.) gizlice İslâma dâvette bulunduğunu öğrenir ve onu Ecyad Tepesi taraflarında ikindi namazını kılarken bulur ve hemen orada İslâma girer. Kendisinden önce rüyada gördüğü kişilerin de İslâmla müşerref olduklarını öğrenir.2

Hz. Sa’d İslâma bütün samimiyetiyle inanır, emirlerine canla başla sarılmaya başlar. Daha hak yola girdiğinin ilk günlerinde annesi karşısına çıkar, atalarının dinine döndürmeye çalışır, eğer dininden dönmezse aç ve susuz kalacağına dair yemin eder ve üç gün açlık grevi yapar.

Hz. Sa’d annesini çok sevmektedir. Fakat yeni inandığı Allah’ını ise her şeyden çok sevmesi gerektiğini bilmektedir. Zerre kadar taviz vermez, inancından vazgeçmez, “Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim” der. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmek zorunda kalır.3

Hz. Sa’d, hakkında, “Eğer ilâh olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin”4 meâlindeki âyet nâzil olmuş, benzer olaylarla karşılaşabilecek mü’minlere de yol göstermişti.

Allah yolunda ilk kan akıtan da odur. İslâmın ilk yıllarında sayıları az olan Müslümanlar saldırgan müşriklerin şerlerinden kurtulmak için ibadetlerini gizlice ve tenha yerlerde yaparlardı. Bir gün Hz. Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmiş, saldırmışlardı. Hz. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı.5 Allah yolunda ilk oku atma şerefi de ona aittir.6 Bedir savaşında müşrik süvari birliğinin komutanı olan Sa’id b. el-As’ı öldüren de oydu.

Bu cesur insanın Uhud’da da büyük kahramanlıklar gösterdiğini biliyoruz. Uhud’da Müslümanlar paniğe kapılıp dağıldıklarında Resûlullahı (a.s.m.) koruyan birkaç Sahabîden birisi de Hz. Sa’d’dı. Ok atmakta son derece mahir, attığını isabet ettiren bu Sahabeye Allah Resûlü (a.s.m.) okları veriyor, hoşnutluğu sebebiyle onu övüyor, hiçbir kimseye anne ve babasını birlikte zikretmediği halde, “At Sa’d at! Anam babam sana feda olsun!”7 diyordu. Onun Uhud’da tek başına bin ok attığı rivayet edilir.8

Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılan, Resûlullahın (a.s.m.) vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’e (r.a) biat eden Sa’d (r.a), Hz. Ömer döneminde aktif görevlerde bulunmuş, İran imparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığını yapmıştır.

Dipnotlar:

1. İbn Sa’d, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut: III: 139.

2. İbnül-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, II: 368.

3. A.g.e.

4. Lokman Sûresi: 15.

4. Üsdü’l-Ğâbe, II: 367.

5. Tabakâtü’l-Kübrâ, III: 139.

6. Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 5; Tabakat, III: 141; İbnül-Esîr, el-Kâmil, II: 155.

7. Üsdül-Ğâbe, II: 367.

8. A.g.e.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hizbû'l-Kur’ân üzerine


A+ | A-

A. Şahin Bey: Hizbü’l-Kur’ân nedir? Kur’ân yerine hatmi yapılır mı? Bazı faziletli sûreleri daha mı fazla okumalıyız? Bunun hikmeti nedir?”

Hizbü’l-Kur’ân, Kur’ân’ın bir kısmı, Kur’ân’ın altmışta biri, Kur’ân’ın bir parçası, Kur’ân’dan bir bölüm demektir. Terim olarak ise, Kur’ân’dan faziletli sûrelerin bir araya getirilerek yapılmış mecmualara hizbü’l-Kur’ân denmiştir.

Bedîüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’dan seçtiği bazı faziletli sûreler Cevşenü’l Kebîr’in baş tarafına alınmıştır. Buraya alınan sûreler Yasin Sûresi, Fetih Sûresi, Rahman Sûresi, Haşir Sûresinin son âyetleri, Mülk Sûresi, Nebe’ Sûresi ve Bakara Sûresinin son âyetleridir.

Bu sûrelerle ilgili Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hadislerine bir göz atalım:

*Enes radiyallahü anh bildirmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yasin Sûresidir. Her kim Yasin Sûresini okursa Allah ona bu sûreyi okuması sebebiyle Kur’ân’ı on kere okumuş kadar sevap yazar.”1

*Ebû Hüreyre radiyallahü anh bildirmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Kur’ân’da otuz âyetli bir sûre vardır. Onu okuyana, günahları affedilinceye kadar şefaat edecektir. O sûre, ‘Tebâreke’llezî biyedihi’l-mülk…= (Yücedir O Zât ki, bütün mülkün tasarrufu İlâhî kudretinin elindedir.)’ diye başlayan Mülk Sûresidir.”2

*Hazret-i Ömer radiyallahü anh bildirmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Bana bu gece öyle bir sûre nâzil oldu ki, o sûre bana, üzerine güneşin doğduğu bütün varlıklardan hayırlıdır. Buyurdu ve, ‘İnnâ fetehnâ leke fethan mübînâ=Biz sana apaçık bir fetih ve zafer hazırladık.’ diye başlayan sûreyi okudu.3

*Nu’man bin Beşîr radiyallahü anh bildirmiştir: Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin sene önce bir kitap yazdı ve o kitaptan iki âyet indirerek Bakara Sûresini bu iki âyetle kapadı. Bu iki âyet bir evde üç gece okunmazsa Şeytan o eve yaklaşır.”4

*Ma’kıl bin Yesâr radiyallahü anh bildirmiştir: Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Kim sabah kalkarken üç defa ‘Eûzü billâhi’s-Semî’ıl-Alîmi mine’ş-Şeytânirracîm=Allah’ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan, işiten ve bilen Allah’a sığınırım.’ Der ve Haşir Sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allah o kimseye akşama kadar duâ ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir. O günde ölürse şehid olarak ölür. Kim geceye girerken okursa o da aynı dereceye ulaşır.”5

Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin bazı vakitlerde diğer bazılarına göre daha fazîletli olduklarını bildiren hadislerde hiç mübalâğa olmadığını belirten Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu sırrı şu misal ile açıklar: İçine bin tane mısır ekilmiş bir tarla farz etsek... Hasat zamanında, tarladaki bazı çekirdeklerin diğer bazılarından daha çok verim getirdiklerini, daha çok mısırı meyve verdiklerini göreceğiz ve buna şaşırmayacağız. Meselâ, bir çekirdeğin, başak başına yüzer mısır tanesi veren yedi başaklı bir mısır bitkisi olarak karşımıza çıktığını gördüğümüzde şaşırmayacağız. Oysa kökteki tek çekirdek, neticede, yedi yüz mısır tanesini ürün olarak vermiş olmaktadır. İşte bir tek mısırın, yedi yüz mısırı netice verdiğini gördükten sonra; kökteki tek çekirdek için, bütün tarlaya atılan mısır çekirdeklerinin üçte ikisine denk bir berekete sahip olduğunu rahatlıkla ve hiç şaşırmadan söyleyebileceğiz.

Meselâ, yine hasat zamanında bir diğer mısır çekirdeğinin de on püsküllü başak verdiğini ve her bir başakta iki yüz tane mısır olduğunu, yani kökteki tek mısırın iki bin mısırlık bir berekete sahip olduğunu görsek de şaşırmayacağız. Oysa bu demek oluyor ki, kökteki tek mısır, bütün tarlaya atılan mısırların iki misli kadardır, yani iki misli berekete sahiptir.

O halde Kur’ân’ın her birisi birer çekirdek hüviyetini taşıyan harflerinin bazılarının, bazı vakitlerde ve bazı şartlarda daha fazla feyiz ve bereket verdiğini bildiren hadislerin yüzde yüz hak ve hakîkati bildirdiklerini, içlerinde—hâşâ—asla abartı olmadığını takdir etmeliyiz. Meselâ, yukarıdaki hadiste bildirildiği gibi Yasin Sûresinin on Kur’ân kadar sevabı ve feyzi bulunduğunu bildiren hadisi bu misal çerçevesinde ele aldığımızda hadisi doğru anlamamız mümkün olacaktır. Burada; Kur’ân-ı Kerim’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfinin her birini birer çekirdek farz edeceğiz. Yasin Sûresinin her bir harfini de verdikleri beşer yüz sevapla birlikte ele alacağız ve beş yüzle çarpacağız. Ve hemen göreceğiz ki, karşımıza on Kur’ân kadar bir feyiz ve bereket kapısı Yasin Sûresiyle açılmış olmaktadır. İşte hadis-i şerif, bu yüksek feyze ve sevaba işaret etmektedir. Demek, Yasin Sûresi, İhlâs Sûresi ve sair sûrelerin bazılarının sevap ve feyiz bereketini müjdeleyen hadis-i şerifler—hâşâ—hiç mübalâğa içermediği gibi, gayet makul, gâyet mânâlı ve gâyet hakikatli bir esası bildirmişlerdir.6

Şüphesiz bu, Kur’ân hatmi yerine hep bu sûreleri okuyalım, bu sûreleri okumakla yetinelim ve Kur’ân’ın diğer sûrelerini okumayalım demek değildir. Fakat faziletli sûreleri daha fazla müracaat kaynağı yapmamızda hiçbir sakınca yoktur.

Demek, fazileti ve bereketi hadislerle haber verilmiş olan sûre veya Kur’ân-ı Kerim âyetlerini her vakit, her sıkıntımızda, başımız her dara girdiğinde, kalbimiz her daraldığında, yardıma ve inâyete her ihtiyaç duyduğumuzda, kendimizi her yalnız hissettiğimizde, her derdimiz olduğunda, her devâ arayışımızda, her bolluk ve bereket arzûlayışımızda, bir rahmet kapısını çalmayı her arzû ettiğimizde, Rabb’imizle konuşmayı her dilediğimizde, Allah’a her sığınışımızda, Hâlık’ımıza her yönelişimizde, Rahmân’dan her imdat bekleyişimizde rahatlıkla okuyabiliriz. Allah kabul etsin. Âmin.

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Kur’ân’ın Fazîletleri, 6.

2. Taç, Sûrelerin Faziletleri, 64.

3. Taç, Sûrelerin Faziletleri, 61.

4. a.g.e., 3043.

5. Taç, Sûrelerin Faziletleri, 63.

6. Sözler, s. 312.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Kalbimizi açtığımız diyar


A+ | A-

Medine denince tek akla ve kalbe gelen Fahr-i Kâinat (asm). O olmasaydı bırak Medine’yi, kâinat bile karanlıkta kalırdı. 1950 yılları öncesi Türkiye’den bir hicretin acıklı manzarası ve serüveni içinde o nurlu diyarlara ailesiyle vâsıl olan Akif-i Sani kabul edilen Ali Ulvi Kurucu Ağabeyim, Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) kabr-i şerifinin önünde durur ve büyük bir intizar ve feryatla der ki:

“Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rüsûl, koğma kapından, / Âsilere lütfun, yüce fermandır Efendim.” 1

İslâm âleminin üç Mevlânâ’sından bir tanesi olan ve bir “kemerbeste-i ubudiyet içinde ve bir fizâr-ı istimdatkârâne” içinde Hz. Mevlânâ Cami feryad ediyor:

“Ya Resûlallah ! Ne olaydı. Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Ashabın arasında Cennete gitseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashab-ı Kehf’in köpeği ben ise senin ashabının köpeği.”2

Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rumi ise, kendisini bir çok renklere benzetmeye çalışan bütün âleme dönerek özetin özetini söyler ve bir mânâda mühür vurur:

“Canım var olduğu müddetçe Kur’ân'ın kölesiyim

Hz. Muhammed’in yolunun tozu toprağıyım.

Kim bu sözümden başka söz naklederse

O sözden de ve onu söyleyenden de şikâyetçiyim” 3

623 yıl başta Ortadoğu olmak üzere bütün dünyaya saltanatını hâkim kılan, Efendimizi (asm) ve Kur’ân'ı rehber kabul eden Osmanlı devlet-i âliyesinin bütün hünkârları Hz. Peygamber (asm) aşıkları idi. Bunlardan biri olan Sultan Süleyman “Nûr-ı âlemsin” şiirinde:

“Nûr-i âlemsin bugün hem dahî mahbûb-i Hudâ

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüdâ” 4

ifadesiyle sanki 35 hünkârın adına ferman edip boyun eğiyor ve şefaat talep ediyor. Evet dünyayı titreten devletin başkanı böyle. Avrupa’da ise bilhassa son asırda özellikle 2000 yılı başlarında AB sürecinde İslâm adına çok büyük gelişmelerle ve müjdelerle karşı karşıyayız. Alman imparatorluğunun temel taşı ve eski başbakanı meşhur filozof Prens Bismark, adeta bütün Avrupa devlet adamları nâmına Medine’ye dönerek diyor ki: “Yâ Muhammed! Sana muaâsır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” 5

Hz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinatın “andelib-i zişanı”na6 bütün kalbimizi açıyoruz. Çünkü kalbimizin bütün paslarını, elem ve ıztıraplarını müjde ve şefaatiyle silecek odur. Onun için kâinat yaratılmış, semadaki kamerden yerdeki kelere kadar, bindiği deveden altında durduğu ağaca kadar her şey onun hizmetinde, Burak onun atı, mi'rac merdiveni oluyor. Böyle bir Fahr-i Kâinata ümmet olduğumuzdan ne kadar şükretsek azdır. Onun kabr-i şerifinin önünde ona salâvat getirmek ve onun yalın ayak bastığı yollarda tozları yüzümüze sürmek ne muhteşem bir ikram-i İlâhîdir…

Kalbimizi gönlümüzü açtığımız diyara, Fahr-i Kâinat (asm) en yakın arkadaşı Hz. Ebûbekir (ra) ile emr-i İlâhî ile hicret eder. Iztıraplı çileli yol, fakat Medineliler muhteşem karşılarlar, vs. Bedir muharebesi 300 Ashab-ı Kiram’la... Aradan 14 asır geçiyor, bugün yalnız hac döneminde Mescid-i Nebevi’de 7 bin Müslüman işçi resmen çalışıyor. Bütün dünya Hz. Peygamber’e bakıyor, bugün Medine'de hac mevsimi dışında Cuma namazı 500 bin Müslüman’la kılınıyor. Maziyi her şekliyle okuyanlar bugünü ancak idrak edebilir.

Dipnotlar:

1- Gümüş Tül ve Alevler. s. 162, A. Ulvi Kurucu (1922-2002); 2- Sözler, 27. Sözün zeyli, BSN. 3- Divan-ı Kebir, Mevlânâ Celâleddin, s. 1207-1273; 4- Kanûnî Sultan Süleyman (Muhibbi) (1494-1566); 5- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neş. s. 235; 6- Sözler, s. 320, BSN.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kadına hor bakan zihniyetlilerle asla evlenmeyin!


A+ | A-

İnsanların en mübareği, en nazik ve nazenini kadın, yani, ana, eş, kızkardeş, kız çocuğu, hala, teyze nasıl horlanır, niçin horlanır? Aslında kadını horlama; batıl din ve mahsulü medeniyetlerin marifetidir! Bunlarda günahın ve olumsuzların sorumlusu kadın görüldüğünden dışlanır, aşağılanır, her türlü meşrû istek ve hakları yasaklanır. Meselâ,

l Buda, önceleri kadını Budizm dinine kabul etmemiş. Sebebi, kadını “kasırgadan, ölümden, zehirden ve yalından daha kötü” kabul etmesidir.

l Eski Hind hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve sair muamelelerden hiçbir hakka sahip değildir. Kimi zaman hayat hakkı tanınmamış, koca ölünce, onunla birlikte öldürülüp mezara konurdu.

l Sümerler hukukunda suçlu kadın, mevkiini kaybeder. Bir kadın kocasına, “Sen benim kocam değilsin” derse, nehre atılırdı.

l Akadlar’da: Bir erkek, bir kadının çocuğunun düşürmesine sebep olur da kadın ölürse, o adamın kızı ölüme mahkûm edilirdi! Çünkü, kadına mukabil asla erkek öldürülemez!

l Babil’de kadın: Bir adam, birinin kızını öldürürse, kendi kızını o adama öldürmesi ya da köle veya hizmetçi olarak kullanması için vermek zorundaydı...

l Hititler’de: Anadolu’da kurulan bu devlette, evde çocuklar üzerinde tek hakim baba idi. Kardeşler arası evliliğe izin veriliyordu. Bir kadının kocası ölürse, kocasının kardeşi, o da ölürse babası, o da ölürse kardeşinin oğluyla, yani yeğenle evlenmek zorundaydı...

l Yunanlılarda: Kadın hor, hakir görülür; hiçbir hakka sahip değildir. Evlilik bağını kaldırmada bütün haklar kocaya aittir. Pandora, (hayalî bir kadındır) insanlığın başına gelen bütün belâ ve musîbetlerin müsebbibidir. Kadın bir zevk ve eğlence aracıdır.

Yunan kültüründe, mit’lerde, kadın tanrıça, erkeklerle bile fuhuş yapar! Lütîlik yaygınlaşır, heykelleri bile dikilir! Eflâtun’a göre, “Kadın elden ele ortak malı olarak gezmeli”dir.

l Romalılarda: Doğan çocuk, babanın ayakları yanına bırakılır. Kucağına alırsa, kabul edilirdi. Almazsa, terk edilir, umumî meydana bırakılır. Erkekse dileyen alır, büyütür, kız ise, açlıktan ölür gider! Ailede mutlak hak sahibi babadır. Kızın mülkiyet hakkı yoktur. Boşanıp evlenme yemek-içmek gibi günlük bir hadise. Bir kadın ömür-boyu yaşları adedince, belki daha fazla evlilik yapar! Fuhuş serbesttir...

l İsrail hukukunda kadın: Kız hizmetçi mertebesindedir, baba isterse onu satar! Boşanma hakkı, keyfi de olsa kocaya aittir. Kadın lânetlidir. Hz. Adem’in Cennetten çıkmasına kadın sebep olmuştur. Tevrat’ta, “Kadın ölümden acıdır. Allah katında iyi kimse, kadından kurtulandır. Kadınlar arasında tek bir iyisini bulamadım.” Hayızlı kadın necistir, onunla oturulmaz, birlikte yemek yenmezdi. Başlık parası olan Drahomayı kadınlar vermek zorundadır! Hâlâ bu âdet geçerli...

l Çin’de kadın insandan sayılmaz, ismi bile konmaz, 1, 2, 3 diye çağrılırdı! Kız çocuklar “domuz” diye anılır!

l Hıristiyanlarda: Roma’da kadının durumunu gören papazlar şu hükmü koyar: “Kadın pisliktir”! Güzelliğinden sakınılması lâzımdır! Fitne ve gurur için İblisin silâhıdır. İnsan nefsine şeytanı sokandır. Allah tarafından yasaklanmış ağaca yaklaşmıştır. Allah’ın kanunlarını bozmuş, erkeği çirkinleştirmiştir. Kadının şer olduğu muhakkaktır...

Ruhbaniyet, hiç evlenmemek bu felsefeden kaynaklanmaktadır! M. S. 5. asırda toplanan Hıristiyan âlemi şunu tartıştı ve karara bağladı: “Kadın mücerred, ruhsuz bir cisim midir? Yoksa ruhu var mıdır? Kadınlar, Mesih’in annesi hariç, cehennem azabından kurtulmayacaklardır!”

l Fransa’da: Hıristiyanlığın tesirinde, Fransa’da, 586 yılında, “Kadın insandan sayılır mı, sayılmaz mı?” toplantısında, şu karara varılır: “Kadın insandır, fakat sadece erkeğe hizmet etmek için yaratılmıştır!” 18. asırda bile, kölelikten kurtuluş hareketleri yapılırken, kadınlar bundan ayrı tutuldu: “Çocuk, deli ve kadın kısıtlıdır!” Ancak 1938’de bazı yeni haklar kadınlara verilmiştir!

l İngiltere’de: Kadın murdardır, İncil’e el süremez. Zaten, Hz. Ademin (as) Cennet’ten çıkarılmasına sebep olmuştur! 1805’lere kadar kadın, kocası tarafından 6 pense, yani yarım Şilin karşılığında satılabilirdi! Bu tarihe kadar kadınlar, kanunlara göre vatandaş değildir; mülkiyet hakları yoktur, çalışarak kazandıklarına bile tasarruf edemezdi.

l Cahiliyye devrinde, Arabistan’da kadın: Kadının hiçbir değeri yok. Kız çocuğu utanılacak bir durumdur. Kızlar diri diri gömülür! Üç uğursuzlar: “At, kadın ve ev” dir! Kadınlar, fuhuş metaıdır. Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederler... Kadınlar varis olamaz! Erkekler, sınırsız olarak istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi! İki kızkardeş aynı nikâh altında bulundurulabilirdi. Üvey anne ile evlilik yapılabilirdi! Ancak, soylu ve zenginlerin hanım ve kızları itibarlı idi...

İslâmiyet insanlığa ve Anadoluya rahmet olarak doğduğunda bütün olumsuzlukları kaldırmış. Kadını da lâyık olduğu mevkie çıkarmış. Anadolu, coğrafî olarak bin yıldan beri Müslüman. Ne var ki, onlarca medeniyetin kalıntıları, yer yer eski din ve kültürlerin batıl anlayışı inanç ve gelenekleri halen hululiyetini devam ettiriyor. Ki, zaman zaman satanist vahşetler ve gayr-i meşrû ilişkiler şeklinde patlak veriyor.

Öyle ise, gençler ince eleyip, sık dokumak; Kur’ân ahlâkıyla yoğrulmuş, iman eğitimi ve terbiyesi almış şahsiyetlerle ha-yatını birleştirmek zorunda! Kimin ne olduğu, dış görünüşünden anlaşılabilir mi?

12.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Rifat OKYAY

Böyle gelirse, hoşgeldi


A+ | A-

Esasında altında saklı birçok hikmetleri olan, bizlere ahiret ve haşir, tevhid ve vahdaniyet konularında birçok dersi ve konuları içinde saklayan soğuk kış günleri ve uzun soluklu sohbetlerimiz geride kaldı, baharın gelmesiyle... Evet, böyle oldu ama bahar ve arkasından yaz havaları bolluk bereketle birlikte, gafleti, dünya zevklerini ve günahların hücumunu da beraberinde getirerek bizleri ikaza başladı...

Kış aylarından daha fazla sohbetlerimizi takip etmeliyiz. Daha fazla şahsî kitap okumalarımızı arttırmalıyız. Ehl-i iman ile müfritane irtibatımızı devam ettirmeliyiz. Ehl-i hakkı ve hakikatı uhuvvet ve muhabbetle daha candan kucaklamalıyız. Fitneye, fesada, ihtilâfa, tefrikaya kalbimizden ve aklımızdan yol vermemeliyiz... Bu şekilde bahar da hoş geldi, yaz da hoş geldi...

 Nefis ve şeytanımız bizi aklımızın ve imanımızın yoluna çağırmayacağına göre bizde onların rağmına olarak Kur’ân hakikatlarına, Kur’ân’ın bu zaman insanına bakan hususî tefsirlerine sahip çıkmalıyız. Faydalanacağımız ve faydalandıracağımız ortamları şartları ve mahalleri zorlayarak da olsa temin etmeliyiz, bulmalıyız, elde etmeliyiz...

En kolay olarak bize bildirilen yaratılmış, vücud bulmuş bütün varlıkların diliyle ve haliyle anlatılan Rabb-i Rahim-i Kerim-i Mutlakımız yüce Yaratıcımız Allah’ımızdır. Bizim dünya ve ahiret adına öğreneceğimiz bütün kıymetleri, bilgileri araştırmamamız, soruşturmamamız, nihaî olarak bilmememiz bizim cehaletimizden, tembelliğimizden ve gafletimizden başka bir şey olamaz... Bu ise nefis, şeytan, günahlar karşısında gülünç hallere düşecek vazifesizliğimizi ve tembelliğimizi sırtımıza yükler. Mesuliyet ve sorumsuzluk günahlarıyla bizi ezer...

Günahlara düşmemek, mesuliyetler altına girmemek için işte bahar sayfası... Bir harfi, bir satırı, bir paragrafı bir ömre yetecek kadar tefekkürî, imanî bahisleri içinde saklıyor. Bizlere maddî, manevî ve ebedî mânâları ders veriyor.. Yeter ki Bismillah diyerek okumaya niyet edelim ve şefkat ve merhamet sahibi VEDUD-U MUTLAKIN kapısını çalalım...

Gafletin, günahların ilâcı ve şeytan ve nefsin susturulmasının yolu: İman ve Kur’ân hakikatlarının hazmedilerek okunmasından ve bu konuda sabır edilmesinden geçer. İş bu hal ve minvaldeyken hoş geldi bahar ve yaz...

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

AB karşıtlarına dair...


A+ | A-

AB'nin ilk çekirdek yapısını bilenler, bu mevzuyu daha rahat takip edeceklerdir. Bediüzzaman Hazretleri, savaş ve düşmanlığın insanlığa getirdiği acı neticeyi anlatırken, Fransa-Almanya'yı örnek gösterir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, dinlemeye tahammül edemeyeceğimiz dehşetli zulüm sahnelerine son vermek ve bir daha “savaşın kapağını” açmamak gayretiyle yapılan “Demir-çelik anlaşması” Avrupa’nın barış ümitlerini filizlendirmiş. Basit bir başlangıç veya çekirdek, zamanla “medeniyet, insanlık ve barış” projesine dönüşüvermiş.

1953'ten günümüze kadar, birlik ve barış yolunda yapılan çalışmalarla, Avrupa insanlığını ispata çalışarak, mazisindeki “kan, kin ve intikam” ateşinden kaçmaya gayret ediyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa ve medeniyetiyle alâkalı tahlillerini esas almadığımız zaman, AB etrafındaki tartışmaların mahiyetini anlatmakta gayet zorluk çekeriz. Kendi içinde ikiye ayrılan Avrupa’nın dinsiz, dessas, ırkçı, hürriyet karşıtı, sömürgeci, sefih ve insanî değerlere başkaldırmış “İkinci Avrupa” ayağının bir mahsulü olan Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının bütün faturalarının; semavî dinlere isyan etmiş materyalist felsefeye tâbî Avrupa’ya çıktığını, tarih bütün detaylarıyla ortaya koyuyor.

Tarihin mütemadiyen tekerrürde olduğunu Risâle-i Nur’u dikkatlice okuyanlar, daha net görürler. Tebeddül-ü esma ile hakikat değişmez de meşhur bir sözdür. Birinci Cihan Harbini, 1917 ihtilâlini ve nihayet İkinci Cihan Savaşını netice veren isyankâr dinsiz Avrupa medeniyetinin zamanımızdaki izdüşümünü aramamak, o dinsiz ihtilâlcilerin günümüzdeki vazifelerini bilmemek, gayet ağır bir “modern cehalet” sayılmaz mı?

Dünyada ve bilhassa Avrupa’da insanlık, fıtratının gereği olan barış, adalet ve sevgiye ulaşmak için devletler düzeyinde, sivil inisiyatifler halinde ve bazen de teşkilâtlanmamış cemaatler şeklinde çalışmaya gayret ediyor. Biz “AB projesini” bunların içinde en ehemmiyetli ve tesirlisi olarak biliyoruz. Tarihçesi “şer ve tahribattan” gelen fikir ve hareketlerin de bu tür medeniyet projelerinin karşısında olmaları kaçınılmazdır. Elimize alacağımız bir çizelgenin sağ tarafına; insanî değerlere, çevreye ve barışa taraf olanları, sol tarafına ise karşı olan fikir, hareket ve meşhur şahısların isimlerini yazdığımızda fevkalâde acîb bir manzara ile karşılaşırız. Aynı millete, aynı coğrafyaya, aynı partiye ve bazen aynı dine mensup oldukları halde birisinin sağda, diğerinin solda olduklarını müşahede ederiz.

Meselâ Fransa'nın aynı partiye mensup iki başkanı arasındaki fark bizi şaşırtır: Chirac ile Sarkozy… Almanya Başbakanı Angela Merkel'i sola yerleştirirken, meşhur politikacı İçişleri Bakanı Schäuble'yi sağa koymak durumunda kalırız.

AB karşıtlığı meselesinde sabırlı bir şekilde icraatların neticesini beklemek gerekiyor. İçerde Kemalistlere, dışarda “modern bolşevik ve mason” ittifakına dayanmış bir oluşumun zahirdeki beyanatları bu hususta sonucu değiştirmiyor. Selanikli hanedan ile modern bolşeviklerin emrindeki bir yönetimin AB’ye çalışma isteği ve takati elbette olmayacaktır. Aynı husus Almanya için de geçerli. Daha önceleri AB'nin lokomotifi vaziyetindeki Almanya; neocon ve neoliberallerin tasallutuyla belki de Avrupa Birliğine bugün için en büyük kötülüğü yapıyor. Aslen bolşevik olan bir kısım “din karşıtı” politikacıların Hıristiyan Demokrat Partiyi (CDU) işgali, bu menfî neticeyi husule getirmiş olmalı.

Şu son “Avrupa Parlamentosu” seçimlerinin konuşmaları da birçok insanı şaşırtıyor. Geleneksel, muhafazakâr ve AB´nin dinamosu hükmündeki CDU; AB´yi dağıtma, küçültme ve daracık bir menfaat adası haline getirme yönünde fikir beyan ederken; Yeşiller ve Sosyal Demokratlar tam zıddına bir politika izliyorlar.

AB aynı zamanda bir insanlık projesidir. En büyük insanlığın İslâmiyette olduğunu bilen Avrupalı AB taraftarları, netice itibariyle İslâma da sahip çıkıyorlar. İnsaniyeti ve insanî değerleri korumada İslâmiyetin ne denli tesirli ve kurtarıcı olduğunu zaman zaman gözleriyle de müşahede ediyorlar. Genel mânâda Amerika, Fransa ve bilmecburiye günmüz İngiliz siyasetlerinin İslâm birliğine taraf olmaları bu hakikate dayanıyor. Aileyi param parça, ahlâkı zîr ü zeber edip, cemiyeti barışa hasret hale getiren, çevreyi necasetiyle kirleten, tembel ve sefih, tebessüm ve sevgiden bîbehre çok dehşetli bir cereyanın “domuz gribinden” de sür'atli bir şekilde Batı cemiyetini sardığı şu zamanda, elbette ki cemiyetlerini ve nesillerini kurtarmak isteyen Avrupalılar İslâmiyetin çelik, sarsılmaz ve karşı hücumları tuz buz eden kal'asına sığınacaklardır.

Netice olarak şu noktayı da belirtmiş olalım: Küçücük bir köye dönüşen dünyamızın Türkiye hanesinde Kemalistleri, siyasal İslâmcıları, ırkçıları, menfaatlerini milletin fakr u zaruretinde arayanları ve meşhur hanedanı istemeyenler de bir medeniyet projesi olan AB’ye her gün biraz daha yaklaşacaklardır. Dünyanın global anlamda barışa, sükûnete, ahlâka, çevre duyarlılığına ve aile bağlarına ne denli muhtaç olduğu ortada iken; insanî projelere, insanî değerlere, ye'cüc ve me'cüc olarak anılan anarşi ve terörün ilâcı olacak global barış projelerine Türkiye'nin bîgane kalma lüksü artık yoktur.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Anlatmaya devam...


A+ | A-

Önümüzdeki Pazar günü yine bir ‘yasaklı üniversite imtihanı’ daha gerçekleşecek. Sabah akşam reklâm olsun diye ‘haydi kızlar okula’ diyenler, Pazar günü başörtülü şekilde üniversite imtihanına girmek için okul kapılarına gidenleri kapıdan geri çevirecek. Neye dayanarak? Vehimlere, korkulara ve yanlış yorumlara dayanarak...

“Bu yasakçıların sözden anlamaya niyetleri yok” diyerek doğruları anlatmaktan vazgeçeceğimiz akla gelmesin. Onlar kanunsuz yasakta ısrar etmeyi sürdürdükçe, biz de imkânlarımız ölçüsünde bu yasağın hem kanunsuz, hem de keyfî olduğunu her fırsatta hatırlatacağız ve anlatacağız. Ki, ‘sağır sultan’lar dahi duysun!

Samimiyetle ifade etmek gerekirse, yasağı savunanlara kızamıyoruz. Onlara sadece acıyoruz, çünkü vehim ve korkuların esiri olmuş durumdalar. Başörtüsü takanların bunu kendi arzu ve istekleriyle ve tabiî ki inançları gereği yapabileceğine ihtimal vermiyorlar. Çünkü gerçekleri bilmiyorlar, bilmelerine imkân tanınmamış. Sürekli yapılan ‘karartma ve karalama’ çalışmaları, onların hakikatleri öğrenmesine mani olmuş. İşte bu sebeple, gerçekleri ve doğruları daha fazla ve daha ısrarlı bir şekilde anlatmak ve izah etmek durumundayız.

Peki, kanunsuz ve keyfî yasağı savunanlara kızamıyoruz da kime kızıyoruz? Elbette bu yasağın devam etmesine imkân ve fırsat verenlere kızıyoruz ve kızmalıyız! Kim bunlar? Tek başına, iş başına gelen iktidarlar, hükümetler! Bir de “böyle bir yasak yokmuş gibi davranan” her seviyeden kişiler, kurumlar ve ‘aydın’lar bu kızgınlığımızdan pay alıyorlar. Böyle ‘anlamlı’ bir yasak devam ederken kim ‘yokmuş gibi’ davranma hakkına sahip olabilir? Diyanet suskun, bazıları hariç sivil toplum kuruluşları suskun, ‘bir kısım medya’ zaten suskun, aydınlar da suskun... Peki kim bu yasağı kaldırmak için çalışacak, gayret sarfedecek?

Elbette bu kanunsuz yasağı sürekli gündemde tutan ve sona ermesi için gayret sarfeden sivil toplum kuruluşları, medya mensupları ve gerçek aydınlar da vardır. Ama bunların sayısı bu kadar az mı olmalıydı? Diyelim ki 10 ilde her hafta başörtüsü yasağının sona ermesi için toplantılar, açıklamalar ve protestolar yapılıyor. Niçin 10 ille sınırlı kalsın? Niçin 110 il ya da ilçede bu tepkiler ortaya konulmasın? Niçin sadece bir iki ‘aydın’ bu konuda görüş beyan etsin? Niçin bu konu gündemin birinci maddesinde yer almasın?

‘Kolay yol’u tercih edip, ‘açsınlar, okusunlar’ demek mümkün mü? Böyle diyerek nereye gidebiliriz ki? Bu kanunsuz yasak karşısında böyle diyenler, “kanunlu ama ‘fıtrat’a aykırı” muhtemel başka yasaklar karşısında ne diyecek?

Lütfen yanlışta ısrarı bir yana bırakıp, bu konunun ciddî olarak ele alınmasını temin edelim. Dünyanın ve Türkiye’nin geldiği bu noktada hâlâ başı örtülü kızlarımız okul kapılarından geri gönderilmeye devam edecekse hiçbir yere varmamız mümkün değildir. Amiyâne tabirle ‘ağzımızla kuş tutsak’ bu vebalin altından kalkamayız. Bu yasağı ‘dert’ edinelim ve sona ermesi için ciddî yeni bir kampanya başlatalım. “Yasak yokmuş gibi” davranan bütün idarecileri de yine ciddî şekilde ikaz edelim, uyanmalarına sebep olalım.

Kanunsuz bir yasağı sona erdiremeyen iş başındaki bu hükümet, bari “ben iktidarım” demesin!

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Sıcak günlerin habercisi mi?


A+ | A-

Hava sıcaklıkları artık kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Siyasette de ayrı bir sıcaklık yaşanıyor. Geçen hafta tartışmalı Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi kanununun hararetli tartışmalarının ardından TBMM bu hafta da fazla mesaî yapıyor.

Geçtiğimiz günlerde hararetle tartışılan fakat şimdilerde fazla gündeme getirilmeyen, ama aslında bir takım gelişmelerin ilk sinyalleri olarak değerlendirilebilecek bir konuşma yapılmıştı. Bu konuşmaya ilk günlerde tepki gösterilmesine rağmen şimdilerde pek konuşulmuyor, ama yabana atılmaması da gerekiyor.

Geçtiğimiz yıl bu aylarda Türkiye iktidar partisine açılan kapatma dâvâsıyla meşgul olmuştu. Seçimlerin üzerinden bir yıl dahi geçmeden Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı” olma suçlamasıyla AKP hakkında Anayasa Mahkemesinde dâvâ açmıştı. Mart ayında açılan dâvâ Temmuz ayında karara bağlanmış, 6 ya karşı 5 oyla kapatma istemi reddedilmiş, hazine yardımlarının yarısından mahrum bırakılmıştı. Neticede AKP kapatılmamış, ama ağır bir ihtar verilmişti. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç kararı açıklarken söylediği “AKP kapatılmadı, ciddî bir ihtar kararı çıktı” cümlesi hâlâ hafızalarda…

Aynı Başsavcının aslında ne söylemek istediği tam olarak anlaşılmasa da Yargıtay Cumhuriyet Savcılığının “17. Onur” günü dolayısıyla düzenlenen törende çevre günü ve Türkan Saylan’ı anarak başladığı uzun konuşmasının bir yerinde “Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle, laikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir” demesine tepki gösterilmişti. Bu söz hava sıcaklığı artan Türkiye’de siyaseti de ısıtmaya yetti.

Ancak kimse başsavcının niye böyle bir ifadeyi kullandığını anlamadı, farklı yorumlar yapıldı. Ancak bu sözler “Yeni bir kapatma hazırlığı mı var?” sorusunu akıllara getirdi. Çünkü, haftalar önce de başsavcının tekrar dâvâ açma hazırlığı içinde olduğu söyleniyordu.

Bu konuşmadan şunları mı çıkarmak lâzım diye düşünüyoruz. “Ekonomik krizi, işsizliği konuşmayın laikliği konuşun. Özgürlükleri konuşacağınıza laikliği konuşun… AB’yi ne yapacaksınız laikliği konuşun… Terörü konuşmayın laikliği konuşun… Son günlerde bir cinnet hali yaşanıyor, ama bunun nedenlerini konuşmayın laikliği konuşun… Bunları konuşmayın ki, laiklik gündemden düşmesin… Hep onu düşünün, aklınızdan bir an bile çıkarmayın. Çünkü, bunları konuşuyorsunuz sonra laikliği konuşmaya zaman kalmıyor… Yani laiklikle yatın laiklikle kalkın.”

* * *

İşin diğer yönüne gelince…

Başbakan Erdoğan, Başsavcı’ya “Ekonomiyi tercih ederken diğer değerleri atmadık” diye cevap verirken, en sert tepkiyi Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı gösterdi: “Ekonomiyle ilgili bilgisi, her ay aldığı maaşın nominal değerini bilmekten ibaret olan kişilerin bunu takdir etmesi mümkün değildir” derken, hiç kimsenin gücünün AKP’yi kapatmaya yetmeyeceğini, hâkimler, savcılar, siyasetçiler dahil herkesin hukukun içinde olmak zorunda olduklarını söyledi, konuşulanları “yadırgadığını” ve “nezaket kurallarıyla bağdaşmadığını” söyledi.

Peki, anayasa değişikliği yapacaklarını belirtip, bunun için de parti kapatmayı zorlaştıracak değişiklik yapacaklarını söyleyen hükümet geçen bir sene bu konuda bir şey yaptı mı? Hayır, yapmadı.

AKP’nin kapatılma dâvâsındaki sonucunu açıklarken Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın söylediği “Siyasî partiler kapatmalarla ilgili, karar verirken, bir partinin kapatılmasıyla ilgili hiçbir arkadaşımız mutlu olduğunu söyleyemez. Karar vermede çok ciddî sıkıntı çekiyoruz… Siyasî aktörlerimize buradan seslenmek istiyoruz, topluma ters gelen kurallar ve anayasa değişiklikleri varsa bu konuda sür'atle uzlaşarak gerekli düzenlemelerin yapılması çağrısında bulunmak istiyoruz” cümlesiyle ilgili aradan geçen süre içinde hiçbir çalışma yapılmadı.

Görülen o ki, AKP’nin yapacağı icraatlarda kapatılma konusu her zaman önüne çıkacaktır. Başsavcının (görevi gereği) her an tetikte beklediği görülürken, Bahçeli bu haftaki grup toplantısında da başka bir konuda olsa da “partinin kapatılabileceği” imasında bulunması işin tuzu biberi… Eğer anayasa değişikliğine gidilmezse bu tür “uyarılar” zaman zaman olacaktır. Bütün icraatlar anayasanın “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddelerine aykırılık arasına sokulup her an imalar yapılacaktır. O zaman bundan kurtulmanın yolu anayasada yapılacak değişiklik. Tabiî irade gösterilebilirse…

Gelinen aşamada, Erdoğan, “Biz 411 ve 367 vak'asını yaşamış olan bir partiyiz. Bunun ötesinde daha söylenecek ne olabilir?” diyerek bu değişikliklere set çekiyor. Bu sözün üstüne ne söylenebilir ki?

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İran seçimleri


A+ | A-

Bugün İran’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor.

46 milyon seçmen sandık başına, dört aday arasından yeni cumhurbaşkanını seçecek. TV tartışmaları dahil olmak üzere, daha önceki seçimlerden çok daha renkli bir seçim kampanyası yaşandı.

Dört aday var.

Şimdiki Cumhurbaşkanı M. Ahmedinejad, en son başbakan M. H. Musevi, Meclis eski başkanlarından M. Kerrubi ve devrim muhafızları eski komutanlarından M. Rızai.

Yarışın Ahmedinejad ile Musevi arasında geçeceği tahmin ediliyor.

Kamuoyu yoklamaları yapan kuruluşa göre bu ikiliden birisini öne çıkarıyor. Ahmedinejad’ın önemli bir rakibi de bir önceki seçimlerde ikinci turda yenerek cumhurbaşkanlığını devraldığı A. A. H. Rafsancani.

İran’da radyo ve TV yayınları devlet tekelinde. Bu yüzden propaganda ve tanıtımda internet ve yazılı basın kullanıldı.

Şimdiki Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, İsrail devleti, Yahudi soykırımı, nükleer program ve ABD konusunda takındığı sert tavrı dolayısıyla Müslüman halkın desteğini aldı. Devlet memurları ve emeklilerinin maaşlarının arttırılması, öğrenci bursları, ihtiyaç sahipleri için sosyal konutlar yapılması gibi popülist politikaları ile de geniş kitlelerce sevildi. Ahmedinejad, Obama’nın seçim kampanyası sloganı olan “Yes we can” (Evet, yapabiliriz-Farsça Ma Mitavanim) benimsedi. Türkiye ile iyi ilişkilerini de seçim propagandasında kullandı.

Karşısındaki en güçlü aday ise son başbakan Mir Hüseyin Musevi.

Musevi İran’daki değişim ve reformun temsilcisi olarak görülüyor. Son otuz yıl içinde seçim kampanyalarına ilk kez eşiyle elele katılarak, kadınlar ve gençlerin gönlünü fethetti. Seçim kampanyası ilkelerini İranlılık, İslâmiyet ve demokrasi olarak belirledi. En büyük işçi teşkilâtı olan İşçi Evi Teşkilâtı’nın desteğini aldı.

Diğer iki aday Mehdi Kerrubi ve Muhsin Rızai ise kazanma şansı düşük adaylar.

Katılımın yüzde 60 civarında olması bekleniyor. Katılım oranının düşük olmasının Ahmedinejad’ın işine yarayacağı ileri sürülüyor. Ancak ilk turda hiçbir adayın seçilemeyeceği ikinci tura ise Ahmedinejad ile Musevi’nin katılacağı tahminleri yapılıyor.

Bu gece yeni cumhurbaşkanının ismi belli olacak. Bu ismin Ahmedinejad olacağı kanaatindeyiz.

Yeni cumhurbaşkanını çok kolay bir gündem beklemiyor. İlk ve en önemli sorun İran’ın nükleer programını nasıl sürdüreceği ve buna dünyanın —aslında ABD’nin—nasıl tepki vereceği değil, küresel krize hazırlıksız yakalanan İran’ın devasa bütçe açığını nasıl kapatacağı oluşturuyor. Nükleer program ancak ikinci sırayı alabiliyor. Obama’nın sıcak mesajları karşısında nasıl bir politika sergileneceği, İsrail’in tehditlerinin ne kadar ciddiye alınacağı, Filistin-İsrail barış çabalarında İran’ın ne kadar öne çıkacağı yeni dönemin merak edilen gündem konuları.

Türkiye ile ilişkiler konusunda İran’dan kaynaklanan bir sorun yaşanmayacağı biliniyor. Asıl problemi ABD’nin baskıları dolayısıyla bizim İran’a karşı izleyeceğimiz politikayı nasıl şekillendireceğimiz konusu oluşturuyor. Son zamanlarda bu konuda oldukça istikrarlı bir politika izleniyor. Ekonomik ilişkiler hızla gelişiyor. Ancak en önemli mal olan doğal gaz konusunda geçen kış yaşanan sıkıntıların tekrarlanmaması gerekiyor. Çünkü Türkiye aynı zamanda İran doğal gazının Avrupa’ya ulaşmasının da köprüsü. Türkiye ise İran’a demir çelik ve plâstik malzeme satıyor. Asya’ya olan kara ticaret yolu da İran üzerinden geçiyor. Ancak bu konudaki gümrük tarifesi sorunu hâlâ çözülemedi. Mevcut iyi ilişkiler bu sorunların çözümünü kolaylaştıracak.

Yeni dönemin hem İran halkı hem de bölgemiz için hayırlı olmasını diliyoruz.

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Konuşmada insanlığı harekete geçirecek dinamikler eksikti


A+ | A-

ABD Başkanı Barack Obama geçtiğimiz hafta Mısır’ın başşehri Kahire’de İslâm dünyasına hitaben bir konuşma yaptı. Amerikan, Washington Post gazetesi, Başkan’ın geçen Perşembe günkü konuşmasını ‘İslâm dünyasıyla yeni bir başlangıç için doğrudan bir başvuru’ olarak niteledi ve Başkan’ın asırlar içinde yapılmış kültürel ve dinsel anlamda tarihî hataların bilincinde olarak, bu hataların bugün ‘ortak çıkarların gölgesinde’ kaldığını söylediğini belirtti.

Dünya genelinde medyada konuşma çok olumlu yorumlarla yansıtıldı ve Obama’nın İslâm dünyası ile köprüler kurmaya çalıştığı belirtildi, bu mânâda New York Times da konuşmayı ‘sağlam bir girişim’ olarak yansıttı.

Gerçekten de ‘sağlam bir cüretti’...

Ben de Başkan’ın konuşmasının dünya genelinde çoğu insanda iyi duygular uyandırdığına katılırken bir yandan da Amerikan neo-conlarının radyo ve televizyon programlarındaki yorumlarına kulak veriyordum ve bu talk showlarda Başkan’ın sözlerini hayata geçirme safhasında Washington’da çok ciddî mânâda bir siyasî savaşa girmek durumunda kalacağını anladım.

Wall Street Journal da belirtildiği gibi Obama, “Orta Doğu sorununun tam kalbine bir dalış yaptı” ve İsraili “azarladı.”

Bunlar Batı’daki ekstremist ve muhafazakâr unsurların mesajlarıydı. Başkan Barack Obama, herkesin iki ayrı İsrail ve Filistin devletlerinin kurulması konusunda “çabalarını iki katına çıkarması” gerektiğini belirttikten ve “şimdi harekete geçme zamanı” diye vurguladıktan sonra, İslâm karşıtı güçler yumruklarını sıktılar ve ciğerlerini yırtarcasına haykırarak Amerikalıları böyle bir konuşmadan olabildiğince uzaklara kaçırmaya çalıştılar.

Bazı Yahudi liderler ise Obama’nın Holokost ile Filistinlilerin bugün çektiği acıları bir arada zikretmesinden dolayı oldukça gocundular hatta New York Times da yer alan bir haberde, bir sağcı İsrailli parlamenter bunu “şok edici bir benzetme” olarak niteledi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise konuşmayla ilgili bir açıklama yaptı ve konuşmayı “sınırlı” olarak niteledi. Gazete ayrıca solcu bir İsrailli parlamenterin konuşmayla ilgili olarak söylediği “Daha güçlü Arap-Amerikan ilişkileri İsrail’in ulusal güvenlik çıkarları açısından bizce daha olumlu sonuçlar doğurur” sözlerini aktardı.

Obama, “Birleşik Devletler taraflar üzerine barışı dikte edemez” dedi ve ekledi: “Ancak en azından müzakerelerin yeniden başlayabileceği bir ortamı ve atmosferi oluşturabiliriz.”

Amerikan birliklerinin halen Irak ve Afganistan’da olduğu ve Müslümanların halihazırda Amerikan yapımı bomba ve mermilerin ateşinden dolayı öldüğü düşünülünce gerçekten de bana Obama’nın konuşması çok çarpıcı geldi. Eğer sözkonusu diyalog atmosferi böyle güç kullanılarak oluşturulacaksa, o zaman Müslümanlar barış müzakereleri için oluşturulan bu ortamı eleştirme ve protesto hakkına sahip değil midir?

3000’in üzerinde Amerikalı 11 Eylül olayında öldü, Müslümanlara bu hatırlatıldı. Milyonlarca Müslüman öldü yahut yaralandı, bir kısmı ülkelerini terk ederek başka diyarlarda mülteci olarak yaşamak durumunda bırakıldı ve Batı halen Müslümanlardan işbirliği bekliyor. Obama İsrail’in sözde “Yol Haritası”nda yapmaya söz verdiği taahhütleri yerine getirmesi gerektiğini söylediği zaman, Filistin’de yasadışı yerleşimler inşa etmeyi durdurması konusunda yeterince tatmin edici bir uyarı ve yaptırım dile getirmedi. Gelin görün ki, bir grup radikal insanın yapmış olduğu şiddet olaylarından dolayı topyekûn bütün Filistinlileri sorumlu tuttu. Burada ciddî mânâda aşikâr bir çifte standart ortaya konmuştur.

Her şeye rağmen konuşma bir çoklarını umutlandırdı.

Ancak, biz yıllar içinde Obama’nın sözlerini zihinlerimizde tartarken, Müslümanlar olarak Batı’ya bu gerçek ve zorlayıcı fikirleri hatırlatmamız oldukça önemlidir.

Obama’nın da belirttiği gibi Amerika İslâm ile bir savaşta değildir. Bu oldukça doğru. Ancak Müslümanları endişelendiren asıl şey, Orta Doğu’nun Batı’dan gelen fikirler tarafından kuşatılmasıdır. Zira bunlar İslâm ile ciddî mânâda tezat teşkil etmektedir. Obama dedi ki; “Ekonomik ilerleme için, gönüllü müteşebbislerimiz ile Müslüman çoğunluklu ülkeler arasında partnerlik konusunda yeni bir çekirdek oluşturacağız. Ve ben bu sene girişimcilik konusunda bir zirveye evsahipliği yapacağım, burada Müslüman dünyası ile ABD’deki işdünyasının liderleri, dernek ve vakıflar ve sosyal girişimciler arasında bağları nasıl sağlamlaştıracağımızı tartışacağız.”

Batı kapitalizmi insanlık karşıtı bir akımdır, zira tamamen zayıfların sırtından kâr etmek prensibiyle ve bireylerin ekonomik zaferleri üzerine kurgulanmış bir sistemdir. Bu rızık anlayışı asla İslâm ile bağdaşamaz, bilâkis tamamen İslâm’a tezat bir anlayıştır. Mamafih, Batı ülkeleri yine kendi görüşlerini baskıyla öne sürmeye hevesli görünmektedir. Acaba Batılı güçler, Kapitalizmin İslâmiyet üzerinde egemen bir ekonomik sistem olarak işlerliğinin olabileceğine sahiden inanıyor mu? Gerçekte, İslâmiyet bütün ekonomik sistemlerin temel kaynağı olmalıdır, tabiî insanca yaşamak istiyorsak.

“Allah’a dâvet eden, salih amel işleyen ve: “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?

(Kur’ân-ı Kerim, 41. Sûre, 33. Âyet)

Tercüme: Umut Yavuz

12.06.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

AB ve Obama


A+ | A-

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapıldığı gün Almanya’da idik. Seçimlerin genel sonuçları Merkel-Sarkozy-Berlusconi anlayışının AP’de güç kazandığı şeklinde yansıtıldı ise de, en azından Almanya özelinde işin aslı pek öyle değil. Oy oranları Merkel’in hayli ciddî bir kayba uğradığını ortaya koyuyor. Ama karşısındaki Sosyal Demokrat Partinin de gerilemesi, işin bu cihetini örtüp perdeliyor.

Bu sonucun, bizdeki 29 Mart tablosuna benzeyen tarafları var. Merkel’in CDU’su da bizim AKP gibi oy kaybederken, bizde birazcık kıpırdayan CHP’nin Alman muadili yüzde 20’lerde.

7 Haziran’daki mini seçimden çıkan sonuçlar da AKP ile CHP arasında “Ben kazandım, hayır ben kazandım” polemiğine konu olmaya devam ediyor. AKP 7 Haziran’da 29 Mart kayıplarını büyük ölçüde telâfi ettiğini savunurken, CHP tersini iddia ediyor ve AKP için bir süredir tekrarladığı “Günleri sayılı” söylemini sürdürüyor.

Sonuçta, Türk ve Avrupa siyasetlerinin paralel bir tıkanıklık tablosu çizmesi düşündürücü.

Bu tıkanıklık, hem AB’yi kendi içerisinde kilitliyor ve birliğin “küresel güç” olma vizyonuna zarar veriyor; hem de bu vizyonda önemli bir role sahip olabilecek konumdaki Türkiye’yi âtıl ve hantal bir pozisyonda belirsizliğe sürüklüyor.

Obama’yla gelen iyimserlik

Hal böyle olunca, yine ABD öne çıkıyor.

Obama’nın bütün dünyada ümit ve iyimserlik rüzgârları estirmeye devam eden mesajları bu noktada önemli. Özellikle aylardır merakla beklenen Kahire konuşmasıyla, bazı hassas ve kritik konularda ciddî açılımlar ortaya koyan ABD Başkanı, sözlerinin arkasını aynı yöndeki icraatla getirebilirse, Avrupa cenahındaki sinyallerin olumsuz etkilerini de bertaraf ederek dünyayı rahatlatabilecek tarihî bir misyon ifa edebilir.

Obama ile Sarkozy arasındaki soğukluğun son olarak Türkiye bahsinde ortaya çıkmış olması, derin bir problemin yeni bir dışavurumu.

İkinci Dünya Savaşında maruz kaldığı yıkımdan ABD desteğiyle kurtulan Avrupa, mütemadiyen bu yardımın diyetiyle yaşamaktan rahatsız ve söz konusu desteğin beraberinde gelen ABD hegemonyasından artık kurtulmak istiyor.

AB ile ilgili konularda ABD’nin telkin, talep veya iltimaslarını “dayatma” olarak algılıyor ve bunlardan hoşlanmadığını açıkça belli ediyor.

Birlik içerisinde “ABD’nin Truva atı” olarak görülen İngiltere gibi ülkelerin sayısının artmasını da istemiyor ve Türkiye’nin AB’ye girmesi için verilen Amerika desteğini kuşkuyla izliyor.

ABD, fırsatı iyi değerlendirirse

Geçen dönemde ABD’nin AB’ye “Türkiye’yi alın” baskısı yapması, böyle bir arkaplana ilâveten, Bush’un bütün dünyada nefret odağı olan imajıyla da birleştiği için, tamamen ters tepti.

Ama şimdi, Bush’un oluşturduğu ABD imajını düzeltme, öfke ve nefretleri sempati ve sevgiye dönüştürme, Amerika’yı dünya ve özellikle İslâm âlemi ile barıştırma iddia ve misyonuyla ortaya çıkıp, yıldızı böyle parlayan Obama var.

Sarkozy ve Merkel gibilerin inişte olduğu, ama bir hayli yıpranmalarına rağmen, “alternatifsizlik” sebebiyle şimdilik iktidarlarını sürdürecek gibi göründükleri sıkıntılı bir süreçte, aranan alternatif küresel boyutta Obama’nın mesajlarıyla şekillenen silüette kendisini gösteriyor.

Yeni dönemde ABD, “en yakın müttefikimiz” demeye devam ettiği İsrail’i dizginleyerek Filistinlilerin haklarını gözeten bir çözümün hayata geçmesi için ağırlığını koyabilir; Af-Pak problemini daha da derinleştirecek saldırılara son verip mâkul politikalara yönelebilir; İran krizini tatlıya bağlayabilir; ülkesinin İslâmla ve insanlıkla barıştığı konusunda zihinleri ikna edip gönülleri kazanacak adımlar atabilirse, AB’nin içine düşürüldüğü tutukluğu telâfi edip birliğin kendisine gelmesine de yardımcı olabilecek yapıcı bir küresel alternatif haline gelebilir...

12.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.