Selim GÜNDÜZALP |
|
“Şımdı oku, kabırde okuyamazsin” |
Yazarken ya da okurken aklımıza birden değişik düşünceler gelir: “Bir fikre ulaşmak için, birçok fikre ihtiyaç vardır” gibi. Ya da; “Okuyanım bir tek kişi olsa bile, yazmak zorundayım” gibi ifadeler gelir, içimize taht kuruverir. Bir düşünür için; “Uzun, ama çok uzun yürüyüşe çıkmak gibidir yazarlık” belki de, “Kalem yazmak zorundadır” bir başkası için. Bu yolculuk başladığında siz, siz olmaktan çıkarsınız. İçinizdeki güzellikleri keşfe başlarsınız. Girmesi ne kadar zor ise de oradan çıkılması da bir o kadar zordur. Ne çıkacağını bilmeden, gönlünüzden kaleminize ne damlayacağını kestiremeden, bu zevkli ama zorlu yolculuğa razı olursunuz. Yazdıklarınızın bir anlamı var ise, üstelik Allah içinse eğer... Bir yere varıyorsa, okuyucu da sizinle o yere geliyorsa, gerçekten de yazdıklarınızın bir anlamı oluyor. Bu çetin bir yürüyüştür. Pes etmek de, terk etmek de vardır bazen bu yolculuğun içinde... Onun için şaşarım hep yazarlara, kalemini kanına bandıranlara, yalansız yazanlara... Hayret ederim, 6000 sayfalık Risâle-i Nur Külliyatını bir devrin en ağırlaştırılmış şartları içinde Bediüzzaman Hazretlerinin, nasıl yazmış, yazabilmiş olduğuna, hayret ederim. Allah için çıkılan bu uzun yürüyüşün sonunda bazen dağ-bağ köşelerinde, bazen hapishanede 80 yılı aşkın ömrünün son 30 yılına bunca harika eseri nasıl sığdırmış diye gerçekten de şaşarım. Bir yılda bir mektup bile yazılamayan bereketsiz bir zamanda, bu ne rahmet tecellisi ve müjdesidir yâ Rab. Şaşmak ne kelime... Ders alırım gayretini, şevkini örnek alırım... İnsanın nefsî ve şeytanî tuzaklar karşısında günbegün tükenişine, adım adım gidişine, aldanıp yitişine razı olmamıştır ondaki hamiyet ve vicdan duygusu. İnsanların yaratılışından ve asil gayesinden uzakta, önemsiz meseleler içinde boğuştuklarını, hatta ciddiyetle çabaladıklarını görmek onu dünyanın meşrû zevklerinden bile mahrum etmiştir. Mutluluğun adresinin en yakın ve en sade biçimde Allah ile, iman ile olduğunu, bıkmadan usanmadan ve yılmadan haykırmıştır. Her yaştan insana, gencine ihtiyarına, erkeğine kadınına, toplumun hemen her grubuna risâleleri ile devalar sunmuştur. Hatta duvarın öte yakasındaki insanlar bile, onda aradığından fazlasını buldular. Her şey ekonomi, her şey bizzat dünya olunca ve ona göre bir hayat tarzı ayarlanınca, inanç gibi, ölüm gibi, sevgi gibi insanî değerler gerçek anlamlarını yitirmeye başladıkları hengâmda İlâhî bir ses bu işin sonu çılgınlık diyerek tam da uçurumun kenarından almıştır bir bir o insanları. İnayet-i İlâhiye ile... Bir insan; bütün insanların en önemli bir hastalığına devâ olacak bir ilâcı bulsun da, ihtiyaç duyanlarla paylaşmasın mümkün mü, bu bir cinayet olmaz mı? 130 parça eserinden birisi eline geçen, derdine çare bulan her insan; “Aydınlanıyorum birden, sanki kendi kaderimin ipuçlarını görüyorum. Yıllardır sorduğum soruların cevaplarını bu eserlerde buldum” diyor. Şahitler bir değil, bin değil, milyonlarca insan... İşte yazar budur... Yazdıklarıyla okuyucuyu da kendisiyle beraber İlâhî bir yere götürüyorsa o zaman yazdıklarının bir anlamı vardır. Çok az düşünüre ve yazara nasip olmuştur bu. Yazmak bir bakıma çağını ve insanını tanımaktır. İnsanlığın en baş hastalığının ne olduğunu bilmek demektir. Teşhis ve tedaviyi birlikte düşünmektir. Bunun için de önce kendi iç dünyasında başlayıp, insanları da iç dünyalarındaki uzun bir yürüyüşe çıkarmaktadır Bediüzzaman Hazretleri. Hem de sürekli tazelenen ve kendi içinden düşünce pınarından beslenen bir iman ile, bir şevk ve ümit ile... Evini eşyasını, her şeyini, hatta kendisini bile durmadan yenileyip değiştirmektedir çağımız insanı. Bir şeyler devamlı değişip durmaktadır ama, midesinin orta yerinden bir buğday boy verip büyümektedir. Ruh ise alabildiğine ihmale uğramış, nadasa bırakılmıştır. Ve sonunda kendi sonsuzluğuna (cennetine) yürümesi gerekirken, kendi sonuna doğru kısır bir döngü içinde koşmaktadır insanoğlu. İşte tam bu sırada, eşyaya ve dünyaya tutsaklığın başladığı bir anda kurtarıcı bir el gibi, bir ses gibi Risâleler imdadımıza yetişmekte. Kur’ân’ın nuru, insanı saran, kuşatan, esir alan, bir şeyler yığma yarışına, kalınlaşan eşya tabakasına karşı delici, eritici bir şuâ gibi etkisini gösteriyor hemen. İnsan kendisiyle, çağıyla düştüğü çelişkiden yaratılışına uygun yüksek hedefler ve ideâller ile kurtulur ancak. Bu noktada; Kur’ân’ın bu asra bahşedilen semâvî bir nuru ve tefsiri olan Risâleler varoluşumuzu ve yaşayışımızı anlamlandıran eserler olarak karşımıza çıkmaktadır. İçimizin derinliklerindeki yollarda yürümeyi, ardında kirler değil, güzel izler bırakmayı öğretiyor Risâleler. Zaten bu yollardan geçmeden ve yürümeden bu yollardan geçenlere söyleyecek neyimiz olabilir ki? Herkese mutluluğun konforda ya da tüketmekte olduğu inancının dayatıldığı sahte ve yapay bir dünyada, olan yine insana oluyor. Ve onu insan yapan değerlere... Bu değerlerin yitirilmesi demek, Hz. Âdem (as) babamızın ve insanoğlunun dünyaya gönderiliş hikmetinin yitirilişidir. Belki de bir bakıma bu kıyametimiz demektir. Bu çözülüşe ve çöküşe Bediüzzaman karşı koyan bir insandır. Aynı dili konuşmak değildir aslolan, aynı duyguları paylaşmaktır. Bediüzzaman bu mücadelesinde tek başına bir ömür direnen kahramandır. Usul usul, kırmadan, kızmadan, yılmadan o çetin yolda insanların elinden bir baba, bir ana şefkatiyle tutabilen bir öğretmendir. Son bir yıl içinde iki önemli insandan biri, Amerikalı zenci bayan Linda hanımın (ki Yahova Şahitleri gibi mutaassıp ve taraftarlarını çok ciddî kontrol eden bir grubun içinden çıkıp da içimize katılması), diğeri de Yeni Zellandalı (arzu ve gayretleriyle Kur’ân’daki Asr Sûresi’nden kendine Sabir ismini alan) Wayne kardeşimizin hidayete eriş ve Risâleleri tanıyış öyküleri, bize ne kadar çok çalışmamız gerektiği konusunda uyarıcı bir etki yapmıştır. Aradıklarını bu eserlerde bulmaları ve hatta Linda hanımın; “Beni başka kitaplarla yormayın, oyalamayın, sizin okuduğunuz kitapları verin artık” diye ısrarı olmasaydı belki de çok geç kalmış olacaktık. Şimdi Amerika’da yakın çevresine bu kitaplardan okuduklarını anlatmakla, bize bile mesajlar yollamakla meşgul. Demek tohum toprağa düşmüş, bir diriliş başlamış çok şükür. *** Bir düşünün, insanın yalnızca yaptıklarından değil yapamadıklarından da sorumlu olduğunu... Gücünün yettiğini yapmak zorundadır insan. Bundan kaçmak sorumluluktan kurtarmaz bizi. Zaten sorumluluktan kaça kaça büyümüyor mu toplumla aramızdaki uçurum. ... İnsan çok yönlü bir varlık, maddî mânevî çok ihtiyaçları var. Bediüzzaman bu konuda şu güzel tesbiti yapar; “İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için, o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyâret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâya muhtaçtır. “İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mabud olacak, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifâ edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhît bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mabudiyete lâyık yalnız O’dur.” (Sözler, 23. Söz) *** Öyleyse bize düşen önce kendimizden başlayıp yeniden bu eserlerle muhatap olmaktır. Meyve Risâlesi, Gençlik Rehberi, 23. Söz, 20. Mektub, Âyetü’l-Kübra vs. hemen ve ilk elden akla gelenler. Kısa, bir gün, yarım gün de olsa dinlenmek için, kitap okuma kamplarına ya da sakin bir köşeye çekilip yeniden kendimizi ihyâ ve inşâ etmeliyiz. Zübeyr Gündüzalp Ağabeyin o uyarıcı sözünün ışığında; “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın.” Evet, sevgili dostlar... Güneş bir dağın ardına düşer... Ateş ise kanımıza... Gölgeler duvarlara düşer. Ellerimiz iki yanımıza... Ne varsa secdelerde var. Bulmak ise alnımıza düşer. Arayan kula teselli, Okuduğu kitapta düşer... Haydi içimizdeki cevheri yeniden keşfetmeye. Onu düştüğü yerden kaldırıp çıkarmaya. Sözlerin en güzeliyle nefsimizi susturmaya, ruhumuzu süslemeye... Yol uzundur yürümeyene, bahar geliyorum der çürümeyene... Mevlânâ, sözün bittiği yerde ‘ney’i konuşturuyordu. Kurak ve yanmış gönüllere yaz yağmuru sepeliyordu neyle... Bediüzzaman da bu yüce görevi asrında sürdürüyor Sözler’le. Haydi dostlar okumaya, bir kitaba tutunmaya. Unutmayalım; her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur. Okumak ise, bunun tek yoludur. Sonsuza kadar Rabbimize hamdolsun ve Efendimize salâtü selâm olsun.
NOT:
Küçük Barla diye bellediğimiz Fındıksuyu beldesinin sakinlerine ve misafirlerine bereketli okumalar dileğiyle... Ayrıca, muhterem insan Numan Yazıcı Hocamıza rahmet duâlarıyla... 06.06.2009 E-Posta: [email protected] |