01 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hakan YALMAN

Ramazanın sosyal yansımaları


A+ | A-

Ramazan, Müslümanların ibadet ve Rablerine yöneliş ayı olmakla birlikte tüm insanlığı ilgilendiren sosyal bir fenomen olmuştur. Tüm insanlığın arayışı olan hak ve doğru, bu ayın insanlık âlemine ulaştırdığı en önemli zenginliklerdendir. Hak ve doğru, insanlığın aslî gerçekliğine ve fıtrî hâline daha yakın olmalıdır. Muhtemelen her insanın özünden gelen ve fıtratından kaynaklanan ses, hakkın ve doğrunun yanında yer alacaktır. Ancak hak çoğu zaman siyasî güçlerin ve benlikle bağlantılı hâllerin uzağında, daha çok şeffafiyete yakın bir kavram gibidir. Hakkın etkisi ve yayılımı, şeffafiyet tecellisine en belirgin şekilde mazhar hava ve suyu andırır. Hava ve su etkileri zahiren çok belirgin olarak gözlenmediği hâlde sessiz ve derinden bütün varlıkları kuşatacak fıtrî özelliklere sahiptirler. Su, bütün dünyanın dörtte üçünü, insanın yüzde altmışını teşkil ettiği halde bu durum zahiren çok belirgin değildir. Hava, hayatımızın en önemli unsurlarından biri olduğu halde çoğu zaman varlığını dahi hissetmeyiz. Nefesimizi rahatlıkla alamadığımız anlarda havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlıyoruz. Sosyal alanda da hak benzer bir şeffafiyet hâli göstermektedir. Hakkın galibiyeti, çoğu zaman savaşlarla değil, barış zamanları ve ruhlara nüfuz ederek olmuştur.

Hepimizin içinde doğruya ve iyiye bir meyil var olduğu toplumların genel sükûn hâlinden anlaşılmaktadır. Her fıtrat özünde doğrunun yanında, güzelliklere meyilli olmalıdır. Ancak toplumun genel yapısı ve gelenekler, kültür yapısı zaman zaman insanı fıtratının sesinden uzaklaştırmaktadır. Bozulmamış her fıtratın, hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerektiği, insanlık tarihinin ortaya çıkardığı açık gerçeklerdendir.

İnsanlık tarihine bakıldığında, insanlara en büyük değerleri katan ve insanları özünden ve derinden etkileyen hakikatler, büyük siyasî güçlerin değil, inançları ve değerleri ile insanları özde etkileyen samimi fertlerin ve toplulukların eseri olmuştur. Toplumlara asıl yön veren maddî güç ve para değil, inanılmış değerler olmuştur. Bu değerler, bir tür şeffafiyetle, sosyal yapıları, derununa inerek etkilerler. Nitekim Asr-ı Saadet’te dünyevî hiç bir güç olmaksızın başlayan hareket artık insanlığın bütün katmanlarına ve derinliklerine nüfuz etmiştir.

Bu durum, önümüzdeki yıllarda siyaset ve teşahhusâttan uzak ve şeffafiyete mazhar Risâle-i Nur hakikatlerinin döneminin geldiğine bir işaret olmalıdır. Her türlü siyasî ve coğrâfî sınırların eşyayı ve insanları parsellemesinden uzak bir yapı olan bu hareket, çok kısa bir süre sonra bütün dünyayı etki alanına alacak gibidir. Teşahhusâta mazhar siyasî hareketler engellenebilir, çünkü bu mazhariyetle kendi alanlarını sınırlamışlar ve menfaat çatışmalarının hedefi olabilecek konuma gelmişlerdir. Oysa şeffafiyete mazhar bir hakikati siyasetle ve maddî güçle engellemek mümkün değildir, çünkü ortada hedef olarak algılanabilecek, parsellenmiş bir alan ve mücadelesi verilen bir benlik yoktur. Yaşanan son olaylardan sonra hakka yönelen insanlık Risâle-i Nur’a muhakkak ulaşacak veya yavaş yavaş yayılan hakikatler bütün maddî engelleri nuraniyeti ile aşacak ve ruhları derinden etkileyecektir. O halde bizlere düşen vazifeler çok büyük ve insanlık için çok önemlidir.

Ramazan ayının nefsin terbiyesine yönelik boyutu ile herkes önce kendi konumunu iyi algılamalı, dünyevî konumlarının uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde sinekten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar. Dünyevî konumlar, yalnızca günlük yaşantının darlığında izafî bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok, varlığın asıl sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür. Varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar birbirine dayanmalı, hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli Şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler. Gelecek yıllar küresel Asr-ı Saadet’in yani dünya genelinde insanî ve İslâmî manaların yayılımına zemin hazırlayacak tarzda ilerlemektedir. Barış içinde bir dünya herkesin herkese tahammül edebildiği bir algı ile ancak mümkün olur.

Ramazan ruhu bu anlamda çok önemlidir, tüm dünya insanlarını ilgilendirmektedir. Bir dahaki Ramazan ayına kadar insanlık bu ay ortaya çıkan mânevî hasılât ölçüsünde mutlu, huzurlu ve sükûnet içinde bir dönem geçirecektir. Eşyanın arka planında işleyen derin hakikatler, Ramazan ayının mânevî atmosferinde daha doğru şekillenecek ve görünen mânâlara çok güçlü anlamlar ve derin incelikler katacaktır.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Ramazan düşünceleri


A+ | A-

Rabbim bizlere bu yılın Ramazan orucunu da tutmayı nasip etti. Geçen yıl Ramazanı yaşayıp da bu sene Allah’ın rahmetine kavuşan nice ehl-i iman bulunmaktadır. Şüphesiz hiçbirimizin gelecek sene Ramazan ayına yetişeceğimiz garantisi bulunmamaktadır. Bu sebeple Rabbimizin bizler için bir kurtuluş vesilesi yapmış olduğu bu mübarek ayın kıymetini bilmemiz gerekir.

Rahmet hazinesi tükenmez olan Hâlıkımız, bu hazinesinden bizleri müstefid etmek için önümüze çok fırsatlar çıkarmıştır. Öyle ki, bazen bir söz, bir hareket, bir iyi niyet yaklaşımı ile bile bizleri rahmetine mazhar edebilir. Sayılmayacak kadar çok nimetleri bize sunan Rabbimiz, ebedî bir âlemde, ölümsüz Cennet hayatında sınırsız bir şekilde bizleri nimetlendirmek için çok miktarda fırsatlar önümüze sermiştir. Ne yazık ki içimizdeki düşman nefis de, bizleri Allah’ın sonsuz rahmetinden mahrum bırakmak için elinden geleni yapıyor.

Oysa bizden istenen şeyler hiç de zor değil. Allah’ın rızasını kazanmak ve sonsuz bir saadet için imtihanda başarı olabilmek takatimizin fevkinde bir durum değildir. Ama nefis ve yardımcıları olan şeytanlar bizleri hep anlık geçici zevklere itmektedir. Geleceği düşünmememiz için zehirli ballar bize tattırılmakta, ahiretimizi kaybettiğimiz gibi dünya hayatımızı da sancılarla, acılarla geçirmemiz için çalışılmaktadır.

Her birimiz ömrümüzün belli yıllarından sonra Ramazan orucunu tuttuk. Ama bu kudsî ibadeti yapmak hiçbirimiz üzerinde olumsuz bir etki bırakmadı, bizlere maddî-manevî çok faydalar sundu. Biz nefsin hoşuna gitmeyen bu ibadetimizi çok zor olmayan bir sabırla gerçekleştirmiş olduk çok şükür. Rabbim ömrümüzün sonuna kadar ibadetlerimizdeki sebatta bizleri daim kılsın...

Bize zor gelse de, açlıktan ve susuzluktan kıvranmış olsak da neticede göstermiş olduğumuz sabrın mükâfatını fazlasıyla gördük. İftarlar bizim için ifadesi zor zevklerle doldu. Sabır gösterip görevimizi îfâ etmenin lezzeti ruhumuzu sararken, Allah’ın rızasını kazanma ümidinin vermiş olduğu hâlet ise insanlık dünyamıza yepyeni aydınlıklar kazandırdı.

Ne pahasına olursa olsun Allah’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirmenin zevki dünyanın bütün geçici zevklerine bedeldir. İnsan olduğumuzu, Rabbimize karşı kulluk görevimizi yerine getirdiğimiz zaman daha iyi anlıyoruz. Çünkü insanı insan eden iman ve itaattir. İnsanın mânevî duyguları ibadetlerle kemâle erer. Aksi takdirde insanın hayvandan farkı kalmaz. Belki mânevî duygulardan yoksunluk insanları hayvanlardan da aşağı düşürtür.

Velhâsıl Rabb-i Rahimimize karşı ne kadar şükran duygularımızı gönderirsek o kadar azdır. Çok şükür ki, inanmış bir insanız ve ibadet yapmanın şuuru içindeyiz. Peygamber Efendimizi, Rabbimizin Habibini, kalplerimizin en sevgili Yüce İnsanını (asm) ve sahabilerini o yokluklar içindeki hayatlarını bir kere daha hatırlamaya çalışalım isterseniz. O Arabistan’ın, etrafı sıcaktan kavuran sıcağını ve bu sıcakta tutulan oruçları düşünelim isterseniz.

Kâinatın onun yüzü suyu hürmetine yaratılan o büyük insanın övdüğü, “Doyamadığım” dediği bir yaz Ramazanındayız. O Asr-ı Saadet döneminden çok daha iyi maddî imkânlara sahibiz. Bize sadece biraz sabır düşüyor. Maddî zenginliklerimizi mânevî güzelliklerle süslemenin tam zamanıdır. Dünyanın üzüntü ve kaygı veren hâletlerinden sıyrılıp, mânevî iklimlerin serinletici havasını teneffüs etmenin tam zamanı.

Bu Ramazan ayı bizim için ebedî hayatı kazanmanın bir fırsatıdır. Belki bir dahaki yıl bu imkânımız olmayabilir. Kadir Gecesi gibi, bin aydan daha hayırlı bir gecede kazançlarımıza binler katmanın mümkün olacağı bir mübarek ayın içinde bulunmaktayız. Bu büyük bir fırsat değil mi biz insanlar için? Rabbimizin rahmeti ve fazlı gereği bize bahşetmiş olduğu nimetleri tepmek nankörlüğüne bir son vermemiz gerekir artık. Aksi takdirde Cehennem ateşi tam bir adalet gereği bizleri yakacaktır Allah korusun...

Kısaca kendi elimizle kendimizi ateşe atmayalım. Her günü Rabbimizin rızasını kazanmak için bir sermaye olarak bilelim. Temenni ediyorum ki, Rabbim bizleri, günlerini, bilhassa Ramazan ayındaki günleri hakkıyla değerlendiren kullarından etsin. Âmin...

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Kimi aradığından, kimi bulduğundan imtihandadır


A+ | A-

BAŞIM AĞRIYOR DİYEN, BAŞININ VARLIĞININ FARKINDA DEĞİL

Bir ağaç gölgesindeyiz, gelen gölgeye atıyor kendini. Gölge, biraz da bizden bir şey olduğundan, gölgeyi seviyoruz. Çünkü bizim de gölgemiz var. Hani dünya da, bir ağaç gölgesinde gölgelenmek olarak tarif ediliyor ya.

Neyse, bu tatlı atmosfer devam ederken, yani gölgemizden memnunken, gelen işi, aşı, imkânları yerinde beyefendi her şeyi berbat etti. Adam, konuşurken öyle bir tablo çizdi ki, bir anda ortamın havası bozuldu.

Beyefendinin şikayet konularına bir bakın Allah aşkına.

“Bizim oğlan askere gitti ya, her şey berbat oldu. Oğlanın dükkanına ben bakmak zorunda kaldım. Hele dükkan bir başka bela. Gelen giden, alan, geri getiren, değiştiren kesinlikle benim yapabileceğim işler değil. Alacaklar verecekler hepsi bir başka dert. Gerçi bir daralma yok, ama çekilir iş değil.”

Adam derdini paylaşmaya devam ediyor: “Gelin ve çocuklara biz bakmak zorunda kaldık. Torunlar çok haşarı. Artık bir yaştan sonra çekilir değil yaşananlar. Herkes kendi derdini kendisi taşısın.”

İşte bir şikâyetçi olunan dert daha, “Çocuğun arabasının sigortası yatırılmamış, o da bir sürü ceza getirdi. Neyse ki bugün onları da hallettik.”

“Artık yollarda eskisi gibi yürüyemiyoruz. Şuradan şuraya gelinceye kadar bakın hemen yoruluverdik.” “Bir de öyle başım ağrıyor ki! Çatladı neredeyse…” “Dert dert, her şey dert. Çekilir gibi değil yaşananlar.”

NİMETLER DERT OLARAK

YORUMLANIYOR

Beyefendi konuştukça konuşuyor. Ama her şeyi şikâyet konusu yapıyor. Artık orta yaşları geride bırakmış beyefendi resmen, varlıktan, imkânlardan, nimetlerden, şükür vesilesi olan her şeyden şikâyet ediyor.

Beyefendi çok zor bir şeyi başarıyor. Her türlü varlığı, imkânı, makamı, nimeti şikâyet konusu yapabiliyor. Milyonlarca insanın aradığı nimetlerden beyefendi açık ve net şikâyet ediyor.

Evlâdının varlığını, askerlik yaşına gelmesini, askere gitmesini, onun dükkânının olmasını, müşterilerin gelip gitmesini, mal değiştirmesini, borçların ödenmesini, torunlarının başındaki annelerini, torunlarının varlığını, oğlunun arabasını, onun sigorta borcunu ödemelerini, yolda yürümesini, yorulmasını bir bir şikâyet konusu yapıyor.

Adamın ruh hâli, gerçekten rahatsız edici. Ben de, sahip olduğu nimetleri fark etsin diye dedim ki, ‘Beyefendi, hangi şikâyetçi olduğun nimetin olmamasını dilersin? Evlâdının mı, onun askere gitmesini mi, torunlarını mı, dükkânını mı, borçların ödenmesini mi, yollarda yürümeni mi…’ Yorum, adamın moralini bozdu. Adamın sahip olduklarından şikâyetçi hâli, beni de ciddi tetikledi.

“Beyefendi, başının ağrımasından çok şikayetçisin. Yolda yürümekten dert yanıyorsun. Duâ et ki, başın var da, ağrıyor. Ayakların var da yürüyor.”

Adam başından vurulmuşa döndü. Ne anlama geliyor bu sözler diye bana dönmez mi? Bu ciddi saptama çok ciddi bir düşünce alış-verişine vesile oldu.

ŞİKÂYET, ŞÜKRÜ

ORTADAN KALDIRIYOR

Adama önce, şikâyetçi olunan şeylerin, şükrü ortadan kaldırdığından ve şikâyet gözlüğü ile bakınca nimetlerin anlamını yitirdiğinden bahsettim.

İlginç olan, insanların aradığı nimetlere sahip olan, sahip olduğu nimetlerin farkında değildi. Nimetlere sahip olup da, nimetlerin kadrini bilememek büyük bir kayıptı. Böyle bir insan, verilenlerin, sahip olduklarının kadrini bilmeyecek kadar hediyelere ilgisizdi. Oysa aynı insan, kendi cinsinden birisinin küçücük ilgisine ve hediyesine oldukça ciddi anlamlar yüklüyor ve böyle bir hatırayı hayatı boyunca unutamıyordu. Anlaşılan bir nimetten şikâyetçi olmak, o nimeti görmemek, onun anlamını idrak edememek anlamı içeriyordu.

HERKESİN ŞİKÂYETÇİ OLACAĞI BİR ŞEY MUTLAKA VAR

İnsanlar, içinde yaşadıkları dünya ile ilgili çok rahat şikâyet konuları bulabiliyorlar. Kafalarına yatmayan, istedikleri gibi olmayan durumları hemen şikâyet konusu yapıyorlar. Oysa bazen insanın kendisi için istemediği bir şey de kendisi hakkında hayırlı olabiliyor. O zaman yapılması gereken, tevekkülü devreye koymaktır. “O, benim için en iyisini bilir, O en güzel vekildir” inancı yaşanması gereken bir kulluk halidir. Yoksa insan çok yorulur.

Birisinin hayatı boyunca aradığı, diğerinin derdini oluşturuyor

Dikkat çekici ki, birisinin hayatı boyunca aradığı bir şey, diğer birisi için tam bir imtihan vesilesidir. Ya da birisinin bolca elinde olan bir şey diğer birisi için tam bir kıtlık hâlidir. Biri aradığından, diğeri bulduğundan imtihandadır.

ÇOCUĞUNDAN ŞİKÂYETÇİ OLAN, ÇOCUĞUNDAN VAZGEÇMİYOR

Pek çok insanın imtihanı evlâtlarıdır. Onların varlığı, problemleri bir imtihan hâli oluşturur. Hatta maddî ve manevî dünyasını vererek bir noktaya gelmesine vesile olduğu evlâdı, kendisinin dünyadan gitmesine sebep oluyor. Maddî ve manevî varlığını dökerek ‘adam’ ettiği evlâdı, kendisi için maddî ve manevî ‘idam’ sebebi oluyor. Bu, sevgilerin yanlış ve ölçüsüz kullanılmasının sonuçlarından başka bir şey değil.

Evlâtlar, sahip olunan nimetler, kazanımlar hepsi birer imtihan vesilesi emanetlerdir. Oysa insan emanetlere mülkiyet olarak anlam yüklediği için, bu yaklaşımın acı tokatlarını yiyor.

Kabul edelim ki, herkesin şikâyetçi olduğu bir şey mutlaka var. Ama gelin görün ki, kimse şikâyetçi olduğu şeyleri de terk etmek, kaybetmek istemiyor.

İşinden, eşinden, evlâtlarından, komşusundan, akrabasından, kaynanasından, gelirinden, giderinden, varından yoğundan, olanından olmayanından dertli nice insan var. Ama şikâyetçi olan, şikâyetçi olduğu şeyden de vazgeçemiyor. Onunla birlikte yaşayıp gidiyor. Aslında şikâyetçi olduğu da, o nimetlerin, imkânların şikayetçi olduğu şeylerin elinden çıkıp gitmesi, azalması, yok olması korkusudur.

İnsan bu, aradıklarını da şikâyet konusu yapıyor, bulduklarını da. Oysa aradıkları da buldukları da imtihan konusudur.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât ve şefkat


A+ | A-

Remzi Bey: “Zekât emrinin toplum fertleri arasında meydana getirdiği olumlu davranışlar üzerinde durur musunuz? Toplumun alt ve üst sınıflarını birbirine yaklaştırması ve aralarında sevgi bağları tesis etmesinde zekâtın rolü nedir?”

Allah insanı hâlden hâle, farklılıktan farklılığa, düzeyden düzeye, imkândan imkâna uğratır. Allah’ın insana her verdiği şey farklı bir zenginliktir. Her uğrattığı hâl, farklı bir nimettir. Her yaşattığı farklılık, farklı bir güzelliktir. Keşke insan bunu bir bilse... Nitekim fakr u zaruret içinde, musibet ve bela anında, acı ve keder esnasında sabırdan güzel nimet yoktur. Bolluk ve genişlik zamanında, varlık ve sıhhat esnasında, huzur ve mutluluk mevsiminde ise şükürden güzel mutluluk yoktur.

Öyle ki, şükreden, elindeki varlığı sevgiyle ve şefkatle paylaşır. Bunu zekât emrine uyarak yapar. Yani, şükreden zekât verir. Zekât veren, kendisinden fakir kimseleri şefkat yağmuruna tutar. Böylece iki taraf arasında duâ sağanağı başlar.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri zekât ile faizi bu açıdan karşılaştırıyor. Bediüzzaman’a göre, toplum hayatında zenginlerle fakirler arasında uyumlu bir denge oluşursa, toplumda barış ve huzur topluca yaşanmaya başlar. Eğer bu denge kurulmazsa toplum hayatı huzursuzluk ve kargaşadan kendini alamaz. Bütün toplumları kargaşaya sürükleyen tek anlayış: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse, bana ne?” anlayışıdır. Toplumları çöküşe sürükleyen kötü ahlâkın kaynağı ise: “Sen çalış; ben yiyeyim” felsefesidir.

Faiz zenginler sınıfını fakirlere karşı zulme, merhametsizliğe, ahlâksızlığa itmiştir. Çünkü zenginler, fakirlere ihtiyaç duydukları desteği faiz karşılığında veriyorlar. Oysa bu ahlâksızlıktır, fırsatçılıktır, insafsızlıktır, merhametsizliktir, zulümdür, haksızlıktır. Borç ya bire bir geri ödenmek üzere verilmeli, ya da bir kısmı veya mümkünse tamamı bağışlanmalıdır. Bu durumda borç veren kimsenin mâlî kaybını Cenab-ı Hakk’ın karşılayacağı Kur’ân’da müjdeleniyor. Kur’ân buyuruyor ki: “Malını Allah rızası için harcayıp da Allah’a güzel bir borç verecek kim var? İşte onun karşılığını Allah kat kat verecektir. Rızkı kısan da, bollaştıran da Allah’tır. Hepinizin dönüşü O’nadır.”1

Nitekim borç verilen paraya faiz bindirmek fakirin belini büküyor. Bu, fakir için rahatlama bir yana, eziyetten başka bir şey getirmiyor. Sıkıntısını çözmüyor, bilakis katlıyor. Fakir faizle hiçbir zaman düze çıkamıyor. Bu durumda, zengine karşı kin, haset, kıskançlık, çekememezlik, sürtüşme hissi ön plâna çıkıyor ve bu duygular toplum barışını bozuyor. Avrupa’da emekle sermaye çatışması bu yüzden başladı ve dünyanın huzurunu kaçıran olumsuz cereyanlarla sonuçlandı. Beşer faizden vazgeçmedikçe de insanlığın topluca mutlu olması söz konusu olamaz.

Oysa faize karşılık Kur’ân’ın çözümü olan zekât, zenginlerle fakirleri barıştıran en etkin bir barış ve şefkat köprüsüdür. Zekât, toplumun üst katmanlarının alt katmanlarına uzattığı şefkat elinden başka bir şey değildir. Kur’ân zekâtı farz kılmakla bu huzursuzluğu kökünden söküp atmaktadır. Öyle ki, zekât ile elinden tutulan fakir, zengine kin göstermek yerine saygı duymakta, kıskançlık ve haset duymak yerine duâ etmekte, sürtüşme ve çekememezlik göstermek yerine hürmet ve itaatle mukabele etmektedir. Fakir zekâtını aldığı zaman zengine duâ etmektedir. Bu duâ ile toplum barışı temel dinamiğini almış olmaktadır. Kur’ân zekâtı farz kılmakla en karmaşık toplumsal problemi kökünden çözmektedir. Birinci anlayışa karşı zekâtı farz kılan, ikinci anlayışa karşı ise faizi haram kılan Kur’ân, böylece belirli bir azınlığı değil, toplumun tamamını hep birlikte barış ve huzura gark etmiştir.2

Öyleyse masumun ahını almak yerine, duâsını almak, Allah’ın verdiği mal ile zenginin elinde bulunmaktadır. Bu bulunmaz fırsatı kaçırmamalı, mal elimizdeyken zekâtını hiç erinmeyerek, hiç çekinmeyerek, hiç sakınmayarak, hiç çok görmeyerek, hiç yüksünmeyerek, hiç ağır görmeyerek vermeli ve bolca sevgi ve şefkati tatmaya ve bolca duâ almaya devam etmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 245

2- Sözler, s. 373

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Günahı sebebiyle Cennete girenler


A+ | A-

Başlık size belki de garip geldi. “Günahı sebebiyle hiç Cennete giren kişi olur mu?” diyenleriniz olmuştur. İsterseniz bunun cevabını Sevgili Peygamberimizden (asm) verelim. Birgün Allah Resûlü (asm), “Mü’minlerden günahı sebebiyle Cennete girenler olacaktır” buyurmuştu. Sahabe hayretle, “Nasıl olur ya Resûlallah?” diye sordu. Allah Resûlü (asm) buyurdular ki: “Mü’min bir günah işler. İşlediği günahı unutamaz, kalbinde bir Allah korkusu meydana gelir. Sonra da bütün samimiyetiyle Rabbine yönelir. Bu suretle Allah katında makbul bir kul olur.”

Tevbenin önemi işte burada. Tevbe günahı bütünüyle terk etmek, ondan pişmanlık duymak, bir daha o günaha dönmemekle olur. İşte burada günahkâr bir kimsenin Allah katında makbul bir kul olması tevbesi sebebiyledir. Sarhoş Bişr-i Hafî’yi, eşkıya Fudayl bin İyad’ı, faizci Habib-i Acem’i makbul birer kul yapan, evliyalar sırasına sokan tevbeleri değil miydi? Kur’ân da zaten tevbenin nasıl olması gerektiğini hatırlatarak, “Ey iman edenler! Allah’a tam bir ihlâsla, bir daha dönmemek üzere tevbe edin”1 buyurmaz mı?

Hiçbir günahı olmadığı halde Allah Resûlü (asm), “Allah’a yemin ederim ki, ben günde Allah’a yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ediyorum”2 buyururken bizim kaç defa tevbe, istiğfar etmemiz gerekir?

Evet, her an, her saniye tevbe ve istiğfara muhtacız. Farzları bihakkın yapamadığımız, haramlardan gerektiği gibi sakınamadığımız, yer yer şüphelere dalıp mâlâyâni, boş, lüzumsuz, hatta maddî ve manevî hayatımızı zehirleyen şeylerle ömrümüzü telef ettiğimiz için.

Tevvab, Gaffar, Gafûr gibi bir Rabbi olduğunu bilen, “Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder”3 gibi müjdesi olan insana tevbe müthiş bir kurtuluş kapısıdır. Nitekim başka bir âyetinde Rabbimiz, bunun bir kurtuluş ve rahatlama yolu olduğunu şöyle bildiriyor: “Hepiniz Allah’a tevbe edin, ey mü’minler, ta ki kurtuluşa eresiniz.”4

Felâketin içinde boğulmak üzere olan bir insanın kurtulmayı düşünmemesi hiç mümkün mü? Maddî ve manevî hayatımızı mahveden kusur ve günahlarımız da böyle değil mi?

Hz. Üstad’ın âdetâ bizler için yaptığı şu tevbe ve istiğfara ne kadar muhtacız:

“Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-i Rahimim!

“Senin Said [biz de kendi ismimizi zikrediyoruz] ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem alil, hem zelil, hem mûsî [isyankâr], hem müsinn [yaşlı], hem şaki, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu hâlde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını [hatalarını] itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlere mübtelâ olmuş. Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o senin şânındır; çünkü Erhamür-Rahiminsin. Eğer kabul etmezsen Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mabud yoktur ki; ona iltica edilsin!” 5

Dipnotlar:

1. Tahrim Sûresi: 8.

2. Riyazü’s-Salihîn Terc, 1:19 (Buharî’den).

3. Riyazü’s-Salihîn Terc, 1:49 (Buharî ve Müslim’den).

4. Nur Sûresi: 31.

5. Mesnevî-i Nuriye, s. 143.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sorgulama ve mahkeme safhaları


A+ | A-

Uzun yıllar Hürriyet'te çalıştıktan sonra Sabah'a, oradan da Haber Türk gazetesine transfer olan gazeteci–yazar Murat Bardakçı, hatırı sayılır derecede bir bilgi ve birikim sahibidir. Hele arşiv zenginliği itibariyle ender kimselerden olup Türkiye'nin en şanslı tarihçilerinden biridir.

Ancak, bunca bilgi, belge, tecrübe ve birikim sahibi olan bu meslektaşımız, ne yazık ki Said Nursî konusunda yeterli bilgilere sahip değil. Buna rağmen, zaman zaman konu hakkında ahkâm kesercesine fikir beyan etmesi, hem bizleri üzmekte, hem de kendi prestijine zarar vermekedir.

Bardakçı, daha evvel birkaç kez olduğu gibi, son olarak Pazar günkü Haber Türk'teki "Tarihin Arka Odası"nda sözünü ettiğimiz üzücü bir tabloyu daha sergilemiş bulunuyor.

Meselâ: Said Nursî'nin, 1935'te kendisini mahkemeye (Eskişehir Mahkemesi) sevk eden muhbir ve iğfalci gizli düşmanları hakkında söyledikleri ile mahkeme heyetine olan hitap şeklini, kelimenin tam anlamıyla çarpıtarak yayınlamış köşesinde.

Bardakçı'ya göre, Said Nursî, güyâ Tarihçe–i Hayat isimli eserinde hakimlere hitap ederken çok sert bir uslûp kullanmış, buna mukabil resmî zabıtlarda çok yumuşak bir uslûpla onlara hitap etmiş.

Burada, bilmeyerek de olsa bir yanlışa da imza attığına şahit olduğumuz Bardakçı, adeta şunu demeye getiriyor:

1) Said Nursî'nin Tarihçe–i Hayat isimli eseri gerçeği yansıtmıyor.

2) Siz bakmayın Said Nursî'nin mahkemede esip gürlediğini iddia etmesine; o, esasında ceza almaktan korktuğu için, gerek sorgulamada ve gerekse mahkemede çok daha yumuşak tonda ve "alttan alan" bir üslûpla hakimlere hitap etmiş.

Bardakçı'nın bu konuda Tarihçe–i Hayat'tan verdiği iki örnek şudur: 1) "İşte, ey Türkçülük dâvâ eden mülhid zalimler!" 2) "Ey heyeti hakime! Bu uzun ifadâtımı dinlemekten usanmamak gerekir..."

Evvelâ, "İfade ile yayın farklı" diyen sayın Bardakçı'nın bu iddiasının yüzde yüz yanlış olduğunu ispat edecek bazı bilgileri kaynağından aktararak, minareyi doğrultmaya gayret edelim.

Sayın Bardakçı! Sözünü ettiğiniz kitapta yalan–yanlış yok. Zira, sizin bahsettiğiniz sorgulama belgesi başka, Said Nursî'nin eserine derc ettiği nihaî mahkeme müdafaatı belgesi başkadır. İkisi aynı şey değildir. Said Nursî, Osmanlıca Lem'alar isimli eserinin Eskişehir Mahkemesi bahsinde, bu iki safhadan da bahsediyor ve sizin elinizdeki sorgulama belgesinin kendisine verilmediğini belirtiyor. Mühim olan ise, mahkemenin son safahatıdır ki, onu da Tarihçe–i Hayat'tan okumaktayız.

Ayrıca, Said Nursî'nin yalana tenezzül etmeyen bir şahsiyet olduğunu, gerek onu tanıyan şahitlerin, gerekse onun hakkında araştırma yapan muteber ilim erbabının hepsi de biliyor. Merakımız, bu gerçeği Sayın Bardakçı'nın ne zaman öğreneceği hususu...

Bakınız, sayın Bardakçı'nın bahsini ettiği meselenin aslı–astarı şudur: Said Nursî'nin girdiği mahkemelerin hiç birinde hakimlere "Ey mülhid zalimler!" diye bir hitabı vaki olmamıştır. Üstelik, hakkıyla tetkik edilmediği anlaşılan Tarihçe–i Hayat isimli eserde de böyle bir iddia yer almıyor.

Yani, o sert üslûplu hitap kısmı, kesinlikle hakimlere yönelik değildir. Dikkatle okununca açıkça anlaşılıyor ki, kendisi hakkında şikâyette bulunan, onu ve talebelerini bu işkenceli tevkifata sevk eden muarızları hakkında kullanıyor, o ifadeleri.

Aynı eserin aynı bölümünde, Said Nursî bu kimseler hakkında "gizli dinsizler", "gizli münafıklar", "gizli din düşmanları", "adliyeyi şaşırtan ve hükümetin bazı mühim erkânın iğfâl eden mülhid zalimler" şeklinde hayli sert ifadeler kullanmış, kullanmaktan hiçbir zaman da çekinmemiştir. (Age, s. 191, 202, vd...) Ancak, bu ifadeleri hakimlere hitaben asla kullanmamıştır.

Bugün itibariyle, sayın Bardakçı'nın Üstad Bediüzzaman'ın farklı kimselere hitabını, sanki aynı kişilere yapılmış gibi gösterilmesine bir nebze olsun açıklık getirmiş olalım.

Daha sonra ise, 1935'teki sorgu tutanaklarının kaç tane olduğuna, bunların o günlük olağanüstü şartlarda gerçeği ne derece yansıttığına, Eskişehir Mahkeme safhalarının nasıl cereyan ettiğine, kayda geçen ve geçmeyen meseleler hakkında daha detaylı bilgiler sunmaya çalışalım.

Ne Kürtçüdür Nursî, ne de Türkçü

Yıllar önce Hürriyet'teki köşesinde Said Nursî'nin vaktiyle "Kürtçülük" yaptığını iddia eden Bardakçı (inkâr etmesin, belgesi arşivimizde), Haber Türk'teki köşesinde ise, bu kez Türkçülere yakın göstermeye çalıştığı Said Nursî'nin bir sözünü kısmen gölgeleyerek ara başlığa çekmiş: "Hizmetlerimin yüzde doksanı Türkler içindir."

Bu sözün de doğrusu—içinde yer aldığı paragraf itibariyle—şöyledir: "Ey Efendiler! Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim; fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık, en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış." (Age, s, 202)

(Devam edecek)

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Ben devletim


A+ | A-

Kuralları ben koyarım; çünkü ben devletim. Ben ne dersem o olur. Benim istediğim şekilde giyinir, benim istediğim yerlerde dolaşırsın. Benim istediğim dille, ben ne kadar izin verirsem o kadar konuşursun. Benim istediğim kadar inanır, benim dediğim kadar inancını ifade edersin. Gel dediğimde gelir, git dediğimde gidersin. “Bugün git yarın gel” dersem; bugün gider yarın gelirsin. ‘Niye?’ diyemezsin

Ben devletim. Bir ananın yüreğini dağlarım, bir babanın ciğerini yakarım, bir çocuğu yetim kılarım. Anaların koklamaya doyamadıkları yavrularını ocaklarından koparır, avucumun içine alırım. ‘Sen sağcısın sen solcusun’ derim; birbirlerini birbirlerine yediririm. İstersem hain olursun, istersem kahraman. İstediğim dosttur, istediğim düşman. Kürtsün derim, aşağılarım, Alevisin derim, dışlarım. Bana aykırı bir şey söyle, rejim düşmanlığı ile yaftalarım. Siz kapışadurun, ben işime bakarım.

Ben kutsalım! Ben yoksam hiç bir şey yoktur; ne insan, ne millet… O yüzden ben öncelikliyim, benim önceliklerim belirler hayatınızı. Beni korumak ve kollamak görevlerin en mukaddesidir. Benim için asker elbisesi giyersin. Benim için kurşun da sıkarsın, kurşun da yersin. Benim için derin işlere girersin, benim için ölür, öldürürsün. Her yerde, her zaman benim nöbetimi tutarsın. Hele bir uyumaya gör nöbette, yakarım; bir el bombasını eline tutuşturur, ölümüne cezalandırırım. Geride yürekleri parçalayan manzaralar, bir ananın feryatları, bir babanın çaresiz çığlıkları… Ne yapalım; ölenler öldü, kalan sağlar bizimdir. Benim için her şey azdır.

Ben devletim. Sen benim için varsın. Tek bayrak, tek millet, tek dil derim; sınırları belirlerim. Seni her şeyinle bana tabi olmaya, bana itaat etmeye davet ederim. Güzellikle tabii… Ama sen, gaflet, dalalet hatta hıyanet içinde benim bölünmez bütünlüğüme, kutsallarıma el uzatırsın, dil uzatırsın. ‘Sen kimsin?’ derim o zaman. İşte o zaman sadık bekçilerim bir işaretimle gereğini yaparlar. Bir öğretmen olursun, beni anlatırsın. Polis olursun, beni gösterirsin. Bir savcı olursun, beni savunursun, bir asker olursun, benim için yumruğunu masaya vurursun. Her şey olursun; kendin için değil, yalnız benim için.

Sen hukuk dersin, adalet dersin, eşitlik-özgürlük diye hoplarsın, zıplarsın, ağlarsın… Hukuk da benim, adalet de. Unutma, benim istediğim kadar eşit ve özgürsün. Şimdi de seni garip bir telaş içinde görüyorum. Sen bunu hep yapıyorsun. Beni şeffaflaştıracağını söylüyorsun. Yok Kürt açılımıydı, yok demokratikleşme süreciydi… Unutma, senin ne kadar açılıp açılamayacağına, ne kadar saçılıp saçılamayacağına da ben karar veririm. Ben ne kadar vermek istersem, sen o kadar alırsın. Açılımın kaçılım olması için bir postalın görüntüsü yeter de artar bile.

Benim sağlam kalelerim vardır. Sen bitmek tükenmek bilmeyen hain emellerinle her zaman son kalemi aldığını düşünürsün; ama yanılırsın. Benim kalelerim bitmez. Sen iktidar dersin, onu veririm. YÖK dersin; veririm. Çankaya dersin; onu da veririm. Tamam diye sevindiğin anda binerim tepene. Ben devletim, ben bitmem. Sen istedikçe ben veririm sadece. Senin ahmaklığın da burada başlar zaten. Sen aldıkça bana benzersin, yedikçe yersin, tıkındıkça tıkanır, şiştikçe şişersin. En son savundukların benim savunduklarım olur artık. Sen ben olursun; ama ben asla sen olmam.

Senin anlamadığın çok şey vardır. Ben kendi varlığım için senin varlığının özünü almışımdır, ruhunu çalmışımdır. Senin anlamadığın budur. Bazen anlarsın anlamasına da, işine gelmez özüne dönmek. ‘Nasıl olsa güç bende’ dersin; sözünü bozarsın, özünü bozarsın. Sana yeni bir gömlek veririm, övünür durursun yeni gömleğinle. Ben de gurur duyarım seninle, bana benzemenle. Aslanım benim! Sonra sahip olduklarını kaybettiğinde, geriye dönüp baktığında feryat edersin. Göçtü kervan, kaldık dağlar başında, diye sızlanadur. Sen yeni kervanlar beklerken ben hükmümü icra ederim. Ben devletim, icracıyım.

‘Böyle olmak zorunda mısın?’ diye soruyorsun, ‘ben başka devletler de gördüm, onlar senin gibi değiller’ diyorsun. Ne yapalım, ben böyleyim işte; çünkü ben senin devletinim, ben senim.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Açılım” kargaşasında “Rasmussen gösterisi”


A+ | A-

Türkiye’deki “açılım” tartışmaları, diğer gündemlerin üstünü âdeta kapatmakta. Ülkenin birçok önemli meselesi, “açılım”ın gölgesinde kalmakta… Öncelikle iktisadî krizde ardı arkası gelmeyen zamlar “açılım” tartışmaları arasında kaymakta. Emekli maaşlarına yüzde 1.8’lik komik zamdan sonra memura reva görülen yüzde 2.5’luk “maaş artışı” gözardı ettirilmekte.

Görünen o ki belli aralıklarla ortaya atılan açılımların, siyasî iktidarın kamuoyunu oyalama ve avutma yöntemi olduğu, belli bir süre tartışılmasının ardından sessiz sedâsız kapanmasıyla su yüzüne çıkmakta.

Sahi, bahar aylarında ortaya atılan “Ermeni açılımı” ne oldu? Obama’nın telkinleriyle hararetlenen ve Cumhurbaşkanı Gül’ün “büyük fırsat” dediği “büyük açılım”dan ne kaldı?

Tesbit şu ki hükûmetin şimdiye kadar ortaya attığı “açılımlar”, siyasî rantla Başbakan’ın ikrarıyla Meclis’teki iktidar-muhalefet arasında “kayıkçı kavgası”na dönüşen atışmalarla kalmakta. Hükûmetin baştan beri bir şeyleri çözmek yerine dönem dönem bazı şeyleri gündeme taşıma taktiği, muhalefetin de işine gelmekte. Siyasî iktidar ve siyasî muhalifleri, mevzubahis “açılımlar”a arka çıkan ya da karşı çıkan çevrelerin paylarına düşen seçmeni alma politikasını gütmekte…

“ÖZÜR” YERİNE GEÇİYOR MU?

Amerikan Başkanı Obama’nın devreye girmesiyle NATO Genel Sekreterliğine getirilmesine Türkiye’nin “vetosu” kaldırılan Danimarka eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in AKP Ankara İl Teşkilatının Rixos Oteldeki iftar programına katılışı, gündemden âdeta kaydırılan konulardan biri.

Rasmussen’in mâlum sözleri sarfetmesinin üzerinden aylar geçti. Yayınlarına son verileceğine söz verdiği PKK terör örgütü yayın organı Roj TV hâlâ yayınlarına devam ediyor. Hz. Muhammed’e (asm) hakaret eden karikatürleri “özgürlük” sayma saygısızlığından dolayı en ufak bir özür dilemedi. Peki son gelişinde Rasmussen “özür” diledi mi? Erdoğan’ın başbaşa görüştükten sonra beraberinde getirdiği Rasmussen’in yüzüne, “Peygamberimizin de o semavî dinlerin gerçek mensuplarınca kabulü zaten inançları gereğidir. Münferit olaylardan yola çıkarak bütün bir dini, bütün mensuplarını potansiyel terörist olarak görmek, bu algıyı yaymak, bunu hoş görmek, zemin hazırlamak en hafif tabiriyle insanlık suçudur” demesine karşı, Rasmussen ne dedi?

İşitmemesi için ezânın geciktirildiği Rasmussen’in tek kelimeyle özür dilemeyip sâdece “Burada bulunmam İslâmiyete duyduğum saygının gösterisi” cümlesiyle kalması, ne anlama geliyor? “Lütfedip” iftara katılması, Peygamberimiz hakkındaki hakaretâmiz çirkin karikatürleri “onaylaması” densizliğinin “özrü” yerine geçiyor mu?

Görünen o ki “özür dilemediği” gibi, diğer sözlerinin de hiçbirini yerine getirmeyen Rasmussen’in “AKP iftarı”na iştiraki, kendisinin ifâdesiyle bir “gösteri”nin ötesine geçmiyor.

ASIL MESELE,

AFGANİSTAN’A EK ASKER…

Keza terör örgütünün propagandasını yapan “Roj TV” hakkında aylar sonra hâlâ, “Eğer Danimarka’daki yetkililer net bir delil bulurlarsa gereğini yaparlar” demesi, saygısızlığın yanısıra tam bir diplomatik skandal…

Rasmussen’in niçin Ankara’ya geldiği, temaslarında ağırlıklı olarak NATO’nun Afganistan’daki operasyonlarını ve Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimini veto etmesiyle Yunanistan’la arasındaki “sorunlar”ın verdiği “rahatsızlıklar”ın ele alındığını belirten Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamalarıyla sabit.

Rasmussen’in iç çatışmayla kaosa sürüklenen işgal altındaki Afganistan’da Türkiye’nin “işbirliği”yle “kilit rolü oynadığı” övgüsüyle(!) Amerikan işgali ve çıkarları hesabına bu ülkedeki askerî birliğin sayısının arttırılması talebi başta olmak üzere yeni tâvizler koparmak için Ankara’ya uğradığı, resmen belirtilmekte. Türkiye, Afganistan’da gittikçe işgalcilerle işbirliğine sürüklenmekte…

“Rasmussen’i her zaman çok yakın bir dost” gördüklerini belirten Davutoğlu’nun ortak basın toplantısında, Rasmussen’in ilettiği “ABD’nin talepleri”yle Afganistan’daki birliğe ek asker göndereceklerini, 795 askerin bulunduğu birliğe 805 askerin ilâvesiyle bu ülkedeki Mehmetçiğin sayısının 1600’e çıkarılacağını söylemesi, bunun ifâdesi.

Aslında yoruma bile gerek yok. Zira Rasmussen’in “özür dilemek” ya da verdiği sözleri yerine getirmek için değil, kendisini “atayan” ABD ve işgal ortaklarının hegemonya ve çıkarları adına Ankara’ya geldiği, Dışişleri Bakanı’nın sözleriyle açıkça itiraf edilmekte… Özür dilemediği iftara katılmasının amacının bu olduğu her haliyle ortada…

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Türkiye, Irak-Suriye krizini başarıyla çözebilir mi?


A+ | A-

Türkiye, Irak ile Suriye arasında çıkan krize arabuluculuğa soyunuyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu önceki gün iki ülkeyi de ziyaret ederek görüşmeler yaptı.

Geçen Çarşamba günü Bağdat’ta aynı zamanda yapılan bombalı saldırılarda üç bakanlık hedef alınmış ve resmî açıklamalara göre 105, gayrıresmî rakamlara göre üçyüzden fazla kişi hayatını kaybetmişti. Irak hükümeti bu saldırılarla ilgili olarak yakalanan Wissam Ali Kadim İbrahim isimli bir şüphelinin ses kayıtlarını yayınladı. Buna göre Kadim İbrahim saldırı emrini Suriye’de yaşayan Basçı muhalif lider Sattam Ferhan’ın verdiğini söylüyordu.

Bunun üzerine Irak hükümeti Sattam Ferhan ile saldırılara karıştığı ileri sürülen diğer şüpheli Muhammed Yunus el Ahmed’i Suriye’den istedi. Suriye ise bu kişileri iade etmeyi kabul etmedi ve saldırı emrinin Suriye’den verildiği iddialarını reddetti. Her iki ülke karşılıklı olarak büyükelçilerini geri çektiler.

Şimdi Davutoğlu bu krizde arabuluculuk yapıyor. Aslında Türkiye ile bu iki ülke arasında çözülmesi gereken başka sorunlar da var.

Bunlardan ilki su meselesi. Dicle ve Fırat’ın suyu Türkiye’den sonra Suriye ve Irak’tan geçiyor ve bu iki ülke için hayatî önem taşıyor. Son dört yıldır Irak’ta yaşanan kuraklık bu önemi daha da arttırdı. Tarımsal üretim tüm zamanların en kötü düzeyine düştü. Türkiye saldığı su miktarını art-tırmasına rağmen, Irak Fırat’tan salınan suyun yarısı kadarını alabildiğini ileri sürüyor. Bu mesele önümüzdeki yıllarda daha da büyük bir soruna dönüşecek.

İkinci sorun Türkiye ile Suriye arasında: PKK’daki Suriyeli militanlar. PKK tasfiye edilirse, bu örgütteki Suriyeliler ne olacak? Suriye onları kabul edecek mi? Etmezse ne olacak? Peki bu militanlar Suriye’ye dönmek isteyecekler mi? Dönmezlerse Kuzey Irak’ta kalmalarına Kuzey Irak Yönetimi müsaade eder mi? Türkiye orada kalmalarını ister mi? Bu konunun da Suriye ile konuşulması gerekiyor.

Suriye ile Irak arasındaki en önemli sorun ise Suriye’de yaşayan ve hâlâ sayıları bir milyonun üzerinde olduğu tahmin edilen Iraklı mülteciler. Bunların arasında eski Baasçılar ağırlıkta. Çünkü Suriye’de de Baas Partisi egemen. Bu yüzden hem mültecilerin sıkıntıları hem de Baasçılardan kaynaklanan Irak yönetimine yönelik tehditler iki ülke arasındaki ilişkileri kötüleştiriyor.

Türkiye ile Irak arasında da PKK, boru hatları, bu ülkedeki Türk müteahhitlerin sorunları gibi çözümü bekleyen bir çok mesele var.

Peki bu durumda Türkiye’nin arabuluculuğu başarılı olabilir mi?

Bu soruya ‘evet’ cevabını vermek zor görünüyor. Şu anki krizde yumuşama sağlanması başarılsa bile, mülteciler ve Baasçılar orada durdukça sorun tekrarlanacak. Ayrıca Türkiye’nin başarılı arabuluculuğunun önüne hep su meselesi çıkarılacak. Bu sene yağışlar işimizi kolaylaştırdı. Ancak gelecek yıllar ne olacağı belirsiz.

Temennimiz ülkemizin bölgenin şekillenmesinde üstlenmeye niyetlendiği öncülük ve arabuluculuk rolünde başarılı olabilmesi. Ancak İsrail-Suriye meselesindeki arabuluculukta görüldüğü üzere, bu başarının önünde çok engeller var.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Türk-Kürt kardeşliği


A+ | A-

Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme “Türkler İslâma çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” diye sorup ondan “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” cevabı aldığını anlatan Bediüzzaman, savaş ve esaret sebebiyle ayrı kaldığı o talebenin tahsile devam için gittiği İstanbul’da bazı Türkçü muallimlere tepki olarak Kürtçü çizgiye kaydığını, bunu “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” sözüyle ifade ettiğini ve kendisinin onu birkaç sohbette kurtararak, yeniden “Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur” kanaatine döndürdüğünü söylüyor.

Herkesin dilinde dolaşan, ama mâlûm fitneler sebebiyle bir miktar zedelenen “Türk-Kürt kardeşliği”ni tekrar ihya edip kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin en sağlam formüllerinden biri, bu anekdottan çıkan mesajla önümüze konuyor.

Aslında Said Nursî’nin başından beri Kürtlere yaptığı ısrarlı tavsiye, Türklerle birlikte olmak.

Meselâ, 2. Meşrutiyet döneminde Kürt hamallara hitap ederken, “Altı yüz seneden beri bayrakı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet-i itaat ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz” dedikten sonra şu ilginç tesbiti yapıyor:

“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (hepimiz) bir iyi insan oluruz. Hodserane (serkeşlik) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz...”

Ve “İyi evlât böyle olur” deyip devam ediyor:

“Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşruta, hakikî hükümet-i meşruadır.” (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 186)

Nur camiasından alınacak dersler

Türklerle Kürtler arasındaki irtibatı peder-evlât ilişkisiyle bir tutarak konuyu bir aile sıcaklığı ortamına taşıyan ve böylece ayrılıkçı duyguları besleyen komplekslere gerek olmadığını ima eden Said Nursî’nin, “Türkleri, istibdada aşırı itaat edip millî âdetlerini terk etmeleri ihtiyarlattı” tesbitini dile getirdikten sonra, onların düştüğü bu zaaftan istifade edip ayrı bayrak açmak yerine, “Kuvvet ve cesaretimizi onlara hediye edelim” tavsiyesinde bulunması ayrıca dikkat çekici.

Bediüzzaman’ın İslâm ortak paydasında Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan kuvvetli ifadelerini, Türkleri ondan soğutma kast-ı mahsusuyla “Kürtlüğü”nün nazara verildiği Eskişehir mahkemesindeki müdafaalarında da görmekteyiz:

“Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim (şahit gösterebilirim).” (Tarihçe-i Hayat, s. 356)

Başka yerlerde de buna benzer birçok ifadesi var Üstadın. Ve o zaman bahsettiği “bin Türk gençleri” bugün milyonlara erişmiş bulunuyor.

Onun içindir ki, bu derslerle yetişen Nur camiası, Türklerin de, Kürtlerin de, başka etnik menşelerden gelenlerin de son derece fıtrî bir şekilde ve iman kardeşliği potasında kaynaşıp kucaklaştıkları, birbirlerine “Sen hangi etnik kökenden geliyorsun?” diye sormadıkları ve bunu merak dahi etmedikleri örnek bir tablo oluşturuyor.

Bölünme korkusuyla yatıp kalkanların bu tablodan almaları gereken çok önemli dersler var.

01.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.