27 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Umut YAVUZ

İran-Suudi Arabistan gerginliği kimin işi?


A+ | A-

İran ile Suudi Arabistan arasında eskiden bu yana var olan gerginlik Yemen olayları ile yeniden su yüzüne çıktı.

İslâm dünyasındaki ihtilaf ve ayrışmaları hiçbir Müslüman’ın kabul ve tasvip etmesi elbette mümkün değil. Biliyorsunuz İran, Şii dünyasının lideri, Suudi Arabistan’da Sünni Müslümanların en önemli merkezi olarak öne çıkmaktadır. İşte iki devlet arasındaki gerginlikler tarihin derinliklerine dayanan Sünni-Şii ayrışmasından ileri gelmektedir.

Ancak gerek bu ayrılıkların ilk ortaya çıktığı devirlerde gerekse günümüzde, nerede Müslümanlar arasında bir ihtilaf yahut münakaşa ortaya çıkmışsa, bunda mutlak surette yabancı bir gücün parmağını aramak gerekir. Zira nifak ve fitne ya kâfirlerin yahut münafıkların işidir.

İran’ın Şii menşeli örgütlere silah ve para yardımı yaptığı eski zamanlardan bu yana iddia edilmiştir. Son olarak Yemen’de örgütlenen Husi militanlarının Suudi Arabistan’a ve Yemen’e yönelik faaliyetlerinden sonra gerginlik üst düzeye çıktı.

Suudi Arabistan yönetimi ile Yemen, İran’ı bölgede “yeni bir Hizbullah” teşkil ettirmeye çalışmakla itham ediyor.

Yemen’deki merkezi hükümet, Husi militanlarına karşı 5 yıldır mücadele veriyor. Taraflar arasındaki çatışmalar, Yemen savaş uçaklarının Suudi sınırı yakınlarındaki Saada’yı geçen yıl bombalamasıyla arttı. Çatışmalara yakın bir zamana kadar uzak kalmak için çaba harcayan Suudi Arabistan, militanların sınırı geçmeleri ve bir Suudi askeri öldürmeleri üzerine sessizliğini bozdu. Suudi Arabistan ordusu, bu olay üzerine Husilere karşı ağır bir harekat başlattı ve militanları, sınırın kendi tarafından açılan topçu ateşi ve hava akınlarıyla vurdu.

Militanların iddiasına göre, Suudi Arabistan bu harekat sırasında Yemen topraklarına girmekten çekinmedi. Suudi Arabistan ise harekatla sadece sınırı geçen militanların püskürtüldüğünü ileri sürdü. Suudi Arabistan, militanlara silah tedarikinin önüne geçmek için Yemen açıklarında, Kızıl Deniz’de savaş gemileri konuşlandırdı. Ayrıca, sınır civarında oturan 400 Suudi köylü bölgeden tahliye edildi. Tahran yönetimi bu adımı karşılıksız bırakmadı ve Yemen’in güneyine, Aden Körfezi’ne, korsanlara karşı tedbir gerekçesiyle savaş gemileri gönderdi. İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Suudi Arabistan’ın konuya yaklaşımını sert bir dille eleştirdi ve Kral Abdullah’ı, “Yemenli Müslümanların kanını dökmek için” askeri operasyon niyetinde olmakla suçladı. İran Meclisinin 250 üyesi, Suudi Arabistan’ı kınayan bir bildiriye imza attı ve bu ülke basınında yer alan haberlerde, Yemen’deki Şii nüfusun çektiği zorluklar manşetlere çıkarıldı.

Bölgede görünürde bir Şii-Sünni çatışması havası vardır. Ancak olayın bizce gerçek anlamda dinî yönü ve gerekçesi yoktur. İran da, Suudi Arabistan da tamamen siyasi mülahazalarla hareket eden iki devlettir. Olaya dinî renk verme gayesi ise tamamen İslam dünyası kamu oyunun desteğini toplamak amacıyla kullanılan bir miğferdir. Tıpkı Muaviye ordusunun Hz. Ali karşısında, Sıffin savaşında “mızraklarının ucuna Kur’ân yaprakları koyma” kurnazlığına başvurması gibi, tamamen Şii yayılmacılığı üzerine programlanmış bir siyaset izleyen İran da, dinî hassasiyetleri propaganda malzemesi olarak kullanmaktadır.

Bizler elbette İslam dünyası içinde böyle fitnelerin yer bulmasının karşısında olarak, hiçbir tarafın yanında durmamayı yeğleriz. Zira Türkiye’nin dış politika anlayışı da genel olarak bu yöndedir. İki tarafa da eşit mesafede durma ve dengeyi koruma politikası çok önemlidir.

Ancak Şii-Sünni mücadelesinin altında bir de Fars-Arap çatışmasının nüvesi yer almaktadır. Bu da milliyetçilik hastalığıdır. Ne Fars milliyetçiliği ne de Arap milliyetçiliği İslamiyet’te makbuldür. Bu hastalığın esas kaynağı da başta belirttiğimiz gibi yabancı parmaklardır. Batı bu çatışmaları ve ayrışmaları içten içe körüklemektedir. Zira bu şekilde ayrışan İslam dünyası oldukça zayıf ve güçsüz olacak, dolayısıyla kolay yönetilebilecektir. Daha önce aynı fitne tohumunu Osmanlı’yı bitirmek maksadıyla Türklerle Araplar arasına da atmışlardı. Arabistanlı Lawrenceler hâlâ faaliyettedir. Müslümanların her zaman kenetlenerek bu türden fitnelere kapı aralamaması gerekiyor. Tabii önce siyasi bir takım mülahazalardan sıyrılmak ve ittihada müsait olmak lazım. Bu da Kur’ân’ı doğru anlamak ve çağa uygun yorumlamakla mümkün. Lawrencelerin boş durmadığı yerde, elbette bu işi yapanlar da boş durmuyor. Zaman hükmünü koyana kadar da bu mücadele devam edecektir.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Bayram felsefesi olmaz, ama...


A+ | A-

Bayram için diyorum ki iki şekilde anlatılan, anlamı olan ve ifade farklılığını üzerinde taşıyan her düşünce, her kavram bizi daima doğru okuyup, doğru anlayacağımız, doğru yapacağımız fikirlere ve davranışlara götürür.

Bayramlar gelmez, getirilir. Herkesle, hepimizle, el ele, kol kola, bir ve beraber olarak bildiğimiz, öğrendiğimiz ve öğrettiğimiz bayramlar bizim varlığımızla getirilir, yaşanır ve yaşatılır…

Bayramlar bayram olsun demekle bayram bayram olmaz. Hakkı bilen, bilgisiyle halkı bilgilendiren kendini bilen insanlar seviniyorsa, sevindiriyorsa sevinen ve sevindirenin varlığı bayramı anlatır, bayram diye bir kavram bilinir…

Bayramın kıymeti bayram yapanlarla değil bayramı bayram olarak yapabilmeyi bize ikram eden ve müsaade eden Rabbimizden dolayıdır. Yeter ki kul olarak bu ikramın bir adım ötesi gibi haddi aşan hallere ve hareketlere nefsimiz açısından fırsat vermeyelim…

Bayram öyle bir bayram olmalı ki bal tadında balarısının iğnesi misali sevinç ve mutluluktan acıya, kedere, eleme, üzüntüye yönümüzü ve yüzümüzü çevirmesin, bizlere böyle bir fırsatı vermesin…

Bayram öyle de olur, böyle de olur düşüncesiyle bayram olmaz. Bayram illâ ki bayram olmalıdır. Zahmete, rahmeti katan…göz yaşlarına, ışıl ışıl gülmeleri…asık suratlara, sırlı sırmalı sevinçleri kazandıran saadetli bayramlar olmalıdır…

Bayramlar kesinlikle ‘’bana ve ben’’e gelmez ve de gelmemelidir. Paylaşılan her saadet, her huzur bütün tarafları her zaman ve her yerde misliyle memnun ve mesrur eder. Bayramlar gayelerine ve mânâlarına uygun hedeflere ulaşmak yolunda olmalıdır. Gayeyi hayal olmayan hayal bile minik bir yalandan ibarettir…

Bayramlar herkese gelir, ama herkes bayram yapamaz bizim ulaşıp yerden kaldıracağımız, yükselteceğimiz ve halledeceğimiz samimî meselemiz bu olmalıdır. Bir eksiksiz bayram daima en iyi bayram diyorsak, hep beraber olmalı ve hep beraber bayram yapmalıyız…

Bayram için sözün kısası bayram bayram olsun diyerek önce fikrimize, düşüncemize, aklımıza, kalbimize, ruhumuza bayramı getirmeliyiz…

Bayramınız mübarek olsun, nice bayram gibi bayramlara...

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Kurban Bayramının kurbanlıkları nereye kayboldu?


A+ | A-

Müslümanın iki bayramından biri olan Kurban Bayramı, Arap âleminde “iyd-i adha” olarak adlandırılır. Aslında Kurban Bayramının önemli bir özelliği de; İslâmın beş şartından biri olan, mâlî durumları müsâit Müslümanların ifa ettiği Hac ibadetinin de bayramı olmasıdır. Zaten hac mevsiminin içinde olduğu ayın adı da Zilhicce, yani Hac ayıdır. Ama işte, oradan uzakta olan diğer Müslümanlar da, o günlerde Allah için kurban kestiğinden “Kurban Bayramı” denilmiştir.

Hani, bayramlarla alâkalı klâsikleşmiş bir tâbir vardır: “Ahh o eski bayramlar nerede? Veya bizim çocukluğumuzdaki bayramlar başka olurdu” gibi. Gerçekten, biz de o çocukluk günlerimizdeki bayramları aramıyor değiliz.

O günleri hiç unutmuyoruz, sinema şeridi gibi gözümüzün önüne de geliveriyor. Bundan 45-50 sene önceki Ankara’da, büyük şehirde doğmuş ve köy hayatını da sadece filmlerde görmüş olarak büyüdüğümüzden, köy yerlerinde görülen normal ve sıradan herhangi bir şey, bizler için cazip geliyordu. Meselâ; koyun-kuzu gibi mahlûkâtı görmek dahi, bize enteresan geliyordu. İyi ki o zamanlarda atlı arabalar vardı da, o sayede—yakînen olmasa da—atları devamlı görebiliyorduk, onlara karşı bir âşinalığımız vardı.

Koyun, kuzu gibi mübarek hayvanları ise biz, ancak Kurban Bayramı yaklaştığında görebiliyorduk. Neredeyse bayrama bir ay kala gelen kurbanlıkları, Ankara cadde ve sokaklarında görmek, değişik bir zevk veriyordu. Ve o çocukluk hâlimizle de, bu hayvanları görmenin mutluluğu yanında, Kurban Bayramının yaklaştığını anlar, bayramın geleceğinin sevinç ve hazzını duyardık içimizde.

Satıcılar, kurbanlıkları satabilmek için sokak ve caddelerde gezdirir, bu da değişik manzaralara sebep olurdu. Bazılarının boyunlarında asılı olan çıngırakların çıkardığı sesler, bazen solo, bazen de koro halinde hayvanların “meeee” sesleri birbirine karışır, biz de onları işittikçe, seyrettikçe çok hoşumuza giderdi. Kendimizi, sanki panayıra gelmiş zannederdik. Bayrama birkaç gün kala da, babamın evimize getirdiği kurbanlık, artık bize tam bir eğlence olurdu. Onu bahçeye bağlar, geceleri de kömürlüğe koyardık. Artık, birkaç gün o hayvan bizim canlı bir oyuncağımız olurdu. Ona yem ve su vermek zevkli bir şeydi bizim için.

Bayram sabahında ise; babam bizi Bayram namazı için camiye götürür, gelince de kurban keserdi. Tabiî o anda bize de iş düşerdi. Biz bir taraftan hayvanın kesilmesine acırdık, bir taraftan da babamın derisini yüzerken bize hayvanın bacağını tutturmasına ise sevinmezdik. Dakikalarca elimiz havada beklerdik, eğer elimizi bir kaydıracak olsak, artık babamızdan işiteceğimiz azarı da bilirdik. Ağabeyim bir bacağını, ben bir bacağını tutardık.

Kurban faslı bitip, kurban etinden veya ciğerinden orucumuzu açtıktan sonra, kahvaltıyı müteâkip komşularımızı dolaşırdık bayram tebriği için. Çocukluk hâli ya, en çok da o gün alacağımız bayram harçlığını düşündükçe sevinirdik. Zaten bu iş için komşu amca ve teyzeler bize; kimi şeker, kimi mendil vs. bazıları da para verirdi. O zamanın sarı ve bakır on kuruşlarını alınca nasıl sevinirdik. Nadir de olsa, yine sarı ve beyaz yirmi beş kuruş veren olursa, artık sevincimiz katlanırdı. Para aldığımız evden sokağa çıkınca, diğer komşu çocuklarını, arkadaşlarımızı da aynı iş için dolaşırken görünce, hemen tüyoyu verirdik. “Ahmed amca para veriyor, oraya gidin” diye. Hatta, bazen kendimizde biraz değişiklik yaparak, aynı eve tekrar giderdik. Ya bizi tanırlar, şekerle savarlardı. Ya da tanıyamazlardı, tekrar para verirlerdi. Artık bu da arkadaşlarımız arasında bir rekabet durumu olurdu. “Ben o amcadan iki defa para aldım” diye. Babama veya rahmetli anneme bu durumu anlatınca kızardı bize, “Bir daha öyle yapmayın yavrum, günah!” diye.

Ah çocukluk günleri! Mazi oldular çoktan. Şimdilerde sokaklara bakıyorum da, o manzaralar yok artık. Yani, Kurban Bayramının alâmeti olan kurbanlıkları artık sokaklarda göremezsiniz. Yakın zamana kadar devam eden bu âdet; birkaç senedir, yarı haklı, yarı haksız sebeplerden dolayı kaldırılınca, bugünün çocuklarının, bizim çocukluğumuzdaki duyguları alamayışına da hayıflanıyorum.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

İşsiz gencin rüyası


A+ | A-

Dünyada büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor. Uzmanların dediğine göre 1929 yılında yaşanan büyük krizden daha dehşetlisini yaşıyoruz.

Birkaç ay önce Ortadoğu ülkelerinde, İspanya ve ABD’de gördüğüm denizcilik piyasasındaki müthiş çöküş diğer sektörlerde de kendisini göstermiş durumda. Zaten denizcilikte yaşanan gelişmeler birkaç ay sonrasını tahmin etmede kullanılan en önemli gösterge aracıdır.

Ekonomik kriz beraberinde işsizlik patlamasını getirmiş durumda. Dünyanın her yerinde karın tokluğuna çalışmayı dahi kabul edecek o kadar çok işsiz var ki bazen olmadık tehlikelere atılarak hayatından oluyorlar. Bir defasında Afrikalı bir insan gemimizin yeke üstündeki küçücük boşluğa saklanarak ülkesinden kaçma yoluna başvurmuştu. Tam 13 gün yolculuktan sonra Brezilya’da demirleyince fark ettik. Allah’a çok şükür mu’cize eseri yaşıyordu. Onca deniz, fırtına ve açlığa rağmen gemi pervanesinin hemen üstündeki küçücük bir boşlukta iki hafta kalarak canlı kalabilmişti.

Demek ki bazı insanlar hayatlarından o kadar bıkmışlar ki neredeyse intihar denebilecek bir yola başvurmaktan kaçınmıyordu.

Kriz sadece Afrika’da değil, hemen hemen her yerde çok etkili. ABD gibi ırkçılığı meşhur olmuş bir ülkede bile “zenci” bir vatandaş ABD başkanı olmuştu. Zavallı Obama, başkanlıktaki bir yılını doldurmadan ekonomik kriz yüzünden saçlarını beyazlatmıştı.

Keza İspanya’da işyerleri sinek avlıyor yüz binlerce işsiz insan perişan bir vaziyette ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Birleşik Arap Emirliklerinde ise binlerce gemi, işsiz güçsüz “laid-up” yaparak Arap Denizini doldurmuştu.

Kısaca dünyanın her yerinde insanlar işsizlik denilen büyük bir sıkıntının içine düşmüş vaziyettedir. Ülkemizde de durum farklı değil. Hükümet “teğet geçiyor” dediği krize tam göbekten vurulmuş durumda.

İnsan hakları ihlâllerini engelleyemeyen hükümet, cuntacılığı ayyuka çıkmış askerlere dahi dokunamıyor. Maalesef bir gazetenin ortaya çıkardığı darbe teşebbüslerini o gazeteye fırça atarak örtbas etmeye çalışıyor.

Hadi bu konuda zaten sabıkası var, beceriksizliğini tescil etmiş durumda. Peki, ekonomik alanda ne yapıyor? Maalesef o konu daha da içler acısı. Bizdeki işsiz sayısı her geçen gün artıyor ve pek çok insanı perişan etmeye devam ediyor. Bu konuda sayfalar dolusu acı halleri yazmak mümkün, fakat ben bu yola başvurmayacağım. Bilâkis bütün işsizlere teselli olacağına inandığım ibretli bir hikâyeyi anlatmak istiyorum.

Bir işsiz genç varmış. Uyurken yanına pek gururlu ve zengin ağabeyi gelmiş. Onu uykudan uyandırmış.

Uyandığında ağabeyine şöyle demiş: “Keşke beni uyandırmasaydın zira öyle güzel bir rüya görüyordum ki. Bir işyerim vardı ve içinde onlarca işçi, usta çalıştırıyordum. Çalışarak hem kendime hem de insanlara faydalı oluyordum”.

Mağrur olan ağabeyi biraz da küstahça “Sen böyle bir şeyi ancak rüyanda görürsün, bak bu dediklerinin hepsi bende var. Hizmetçilerime şöyle bir bakmam yeter, hemen isteklerimi yerine getirirler”.

Küçük kardeş işsizmiş ama çok akıllı imiş. Dinî kitaplar okuduğundan dünyanın halini çok iyi bir şekilde analiz edebiliyormuş. Ağabeyine demiş ki: “Bu kadar çok büyütüyorsun ama aslında senin ile benim aramda öyle pek büyük bir fark yok. Sadece şu fark var ki sen gözlerini kapadığın zaman yani öldüğünde rüyadan uyanacaksın, ben ise gözlerimi açtığım zaman rüyadan uyanıyorum.”

İşte bu söz üzerine gaflet içinde olan ağabeyi çok önemli bir gerçeğin farkına varmış. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve imanla yaşamanın en büyük erdem olduğunu idrak etmiş.

Evet, kıssadan hisse bu dünyanın gerçek mahiyeti işte budur. Nasıl ki Allah bazen hastalıkları verir, bakalım kulum sabretmesini biliyor mu? diye imtihan eder. Bazen de işsizlik gibi bazı musîbetleri verir. Kulunu sınar.

Eğer bir insan gerçek rızkı verenin Allah olduğunu bilir ve ona iman ederse her türlü belâ ve musîbetten emin olur. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve her türlü malın elde kalmayacağını ve bunların hiçbirini beraberinde götüremeyeceğini bilir. İşte ne mutlu o insana…

Sözümü Bediüzzaman’ın güzel bir sözü ile bitireyim: “Eyvah! Aldandık. Şu hayatı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan ile bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeranı hayat uyku gibidir bir rüya gibi geçti. Şu bedelsiz ömür dahi rüzgâr gibidir uçup gider…”

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bayramınız mübarek olsun!


A+ | A-

Kurban Bayramını idrâk ediyoruz. Bizi bayrama eriştiren Rabb’imize sonsuz hamd ü senâ olsun.

Bayrama erişmek, Cennete ulaşmak kadar güzeldir. Çünkü Allah’ın ikrâmıdır. Yeter ki biz, bayramın kadr ü kıymetini bilelim. Ve benlikten kurtulup, biz oluşun farkına varalım, biz oluşu sevelim.

Bugün ulaşabildiğimiz kadar çok dostumuza ve yakınımıza ulaşalım, akrabalarımızla gönül bağımızı tazeleyelim, mü’minlerle tebrikleşelim, musafaha yapalım, birbirimize “Ğaferallahu lenâ ve leküm” (Allah sizi de, bizi de bağışlasın!) veya “Tekabbelallahu minnâ ve minküm” (Allah Teâlâ bizden ve sizden kabul buyursun!) diye duâ edelim, komşularımızla kaynaşalım, toplumumuzla bütünleşelim.

Büyüklerimize gidelim, yaşlılarımızı ziyaret edelim, annemizin, babamızın ve büyüklerimizin ellerini öpelim, gönüllerini alalım.

Küçüklerimize gönlümüzün en nadide şefkatiyle gülücükler dağıtalım. Onları sevelim, sevindirelim.

Dostlarımıza gidelim, hâl ve hatırlarını soralım; dostlarımızı kabul edelim, onlara ikrâmlarda bulunalım.

Ne kadar uzak olurlarsa olsunlar; ne de olsa modern iletişim çağındayız; sevenlerimizi, sevdiklerimizi, annemizi, babamızı, yakınlarımızı tebriksiz bırakmayalım. Bayramlarını tebrik edelim. Mutluluklarını paylaşalım. Unutmayalım; onlara bir telefon kadar, bir elektronik posta kadar yakınız.

Komşularımıza gidelim. Bayramlarını tebrik edelim. Misâfirlerimize ikrâm edelim.

Allah Resûlü’nün (asm): “Allah’a ve Âhiret Gününe îman eden komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve Âhiret Gününe îman eden misâfirine ikrâm etsin! Allah’a ve Âhiret Gününe îmân eden hısımlarına, akrabalarına, yakınlarına, dostlarına, komşularına ve arkadaşlarına muhakkak ulaşsın, kendisine ulaşanlara müşfik davransın. Allah’a ve Âhiret Gününe îmân eden ya hayır söylesin, veyahut sussun!” 1 hadisini bugün doya doya yaşayalım.

Bugün dargınlıklar, kırgınlıklar, küskünlükler sırf Allah rızası için, sırf Resûlullah aşkı için son bulsun.

Haklı haksız aramadan, barışmanın ve barış içinde yaşamanın, hayatımızda sürekli uygulamamız gereken bir sünnet-i seniyye olduğunu ne bu gün, ne yarın, ne de hiçbir zaman unutmayalım.

Bugün öfkemizi yutalım; onurumuzu, gururumuzu düşünmeyelim; haklılığımızı aramayalım. Allah rızası için!... Kucaklaşalım bugün.

Hastalarımıza gidelim, kalbimizin en sıcak ilgisini götürelim onlara, Şâfî-i Hakîkî’den şifâ dileyelim.

Fakirleri, yoksulları, kimsesizleri, öksüzleri, yetimleri unutmayalım bugün. Onların da sevilmeye, sevindirilmeye, şefkate lâyık bir kalbi, bir gönlü bulunduğunu; bu imtihan dünyasında onlara kucak açtığımız derecede, en muhtaç olduğumuz bir gün, Allah’ın şefkat ve merhametinin de bizimle beraber olacağını unutmayalım.

Teşrik tekbirlerini bayram süresince—bayramın dördüncü günü ikindi namazı da dahil olmak üzere—her farz namazın ardından getireceğiz. Teşrik tekbirlerini getirirken, büyük olan Allah’ın nezdinde hepimizin eşit olduğunu; aramızdaki izâfî farklılıkların geçici ve imtihana dönük bulunduğunu; bugün bizden aşağıda bulunanların yerinde pekâlâ bizim de bulunabileceğimizi; binâenaleyh Allah katında üstünlük vasfının ancak “takvâ” ile sağlanabileceğini; başka türlü bir üstünlüğün söz konusu olmadığını; takvânın da insanlara tevazû ile yaklaşmaktan başladığını aklımızın köşesinden çıkarmayalım.

Bu mübârek günlerde, Müslümanların üzerinde yoğunlaşan fitnelerin, fesatların ve kirli kan kokulu oyunların bozulması ve bertaraf edilmesi için Allah’a duâ edelim. Duâdan başka sarılacak gücümüz var mı?

Mübarek bayramın âlem-i İslâm’ın huzuru, sükûnu, her türlü fitnelerden uzak kalışı ve insanlığın barışı için hayırlara vesîle olmasını niyaz edelim bugün.

Bayramınızı tebrik ederim.

Dipnotlar:

1- R. Sâlihîn, 308, 314.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Kesilecek çok kurbanlarımız var


A+ | A-

Kurban, Hakîki Sevgili olan Cenâb-ı Hakk’a yakın olmak, O’na yakın durmak demektir. Bu vuslatın sevinci ile de bayram etmektir.

Gerçi O bize bizden daha yakındır ama, biz O’na çok uzak bulunmaktayız. Çünkü aramızda çok büyük engeller, çok muzır mâniler var. Kalbimizde ve dünyamızda o kadar çok mecâzî sevgililer var ki, bunları birer birer terk etmeden Hakîki Sevgili’ye ulaşmak mümkün değildir. Çok büyük fedakârlıklar sonucu bu vuslata vâsıl olmak mümkündür. Bu ise biz âciz kullar için hiç de kolay değildir.

Rabbimiz bu zaafiyetimizi bildiği için kurban kesmemizi emretmiştir. Kurban kesmekle, sahip olduğumuz nimetlerden ve dünyevî sevgilerden bir kısmını kendi yolunda fedâ etmemizi istemiştir. Dünya malı insana câzip gelir. İnsan, nefsini sevdiği gibi, nefsin hoşuna giden malı, mülkü, serveti ve şöhreti de sever. Bu sevgiler ve sevgililer ise, Hakikî Sevgili’ye giden yol üzerinde birer engel teşkil eder. İşte kurban, bunlardan vazgeçerek vuslat yolundaki engelleri kaldırmak, O’na vasıl olmaktır.

Sadece bir hayvanı boğazlamakla bütün engelleri ortadan kaldırmış olmuyoruz. Kurban belki de en çok sevdiğimiz bir varlığımızı feda etmek, ondan vazgeçebilmektir. Hazreti İbrahim Aleyhisselâm biricik oğlu, ciğerpâresi olan İsmail Aleyhisselâm’ı kurban etmek üzere bıçağın altına yatırmıştır. En çok sevdiği evlâdını feda etmeyi göze almıştır. Biz ise, bir hayvanı kurban ederken, en iyisini, en alımlısını ve en değerlisini kesebiliyor muyuz? Yoksa nerede zayıfı, çelimsizi, sevimsizi varsa, onu mu kurban ediyoruz?

Kurbanlığın en iyisini ve en irisini aldık ve kestik diyelim. Acaba bununla Rabbimize ne kadar yaklaşabildik? Bir hayvanı kesmekle, aramızdaki bütün engeller kalktı mı? Kalbimizdeki kin ve adaveti, haset ve husûmeti, gönlümüzdeki mecâzî mahbupları kesip atmadıysak, dünya sevgisini, mal mülk hırsını, şan ve şöhret tutkusunu, bencillik duygusunu terk etmediysek, O Sevgili’ye nasıl yakın olacağız? Demek ki bir hayvan boğazlamakla iş bitmiyor. Dünyaya ait diğer sevgilerden fedakârlık etmek, öteki engelleri de aşmak, Mahbub-u Hakikiye ulaşmak gerekiyor.

Kurban, içimizdeki kötülükleri terk etmek, onları ihlâs bıçağı ile kesip atabilmektir.

Elini haramdan, dilini gıybetten, kalbini kin ve nefretten arındırmaktır.

Kurban, husûmet duygusunu muhabbet bıçağı ile, zulüm duygusunu adalet kılıcıyla, gaflet duygusunu gayret satırıyla, fesat duygusunu fazilet neşteriyle, tûl-i emel duygusunu ecel düşüncesiyle, enâniyet duygusunu mahviyet makasıyla kesip atmaktır.

Kurban, dâvâsı yolunda hevâsını, fedâ edebilmektir.

Hallâc-ı Mansur, Allah yolunda kurban edilirken, şeytan karşısına çıkar. “Ben ene dedim, lânete maruz kaldım, sen ene dedin, rahmete nâil oldun. Bunun sırrı nedir?” der. Hallâc-ı Mansur da şu cevabı verir: “Sen ene dedin, kendini ortaya koydun, ben ene dedim, kendimi ortadan kovdum”.

Kurban, sadece malını servetini mecazi sevgisini ve sevgilisini değil, kendisini de feda edebilmek, Hallâc-ı Mansur gibi kellesini ortaya koyabilmek, enesini ortadan kovabilmektir.

Kurban kesmek istediği halde, kurbanlık alacak imkânı olmayanların üzülmesine hiç gerek yoktur. İnsan iç âlemini şöyle bir yoklasa, kesebileceği bir çok kurbanlık bulacaktır. Hiç kimse kurbansız kalmayacaktır.

Rabbim kesilen kurbanlar vesilesiyle bizleri de kurbiyetine nâil eylesin diyor, Bayramınızı en kalbî hislerimle tebrik ediyorum.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Kardeşlik ve bayram


A+ | A-

Uhuvvet-i hakîkî ile gönül ummanlarında birçok cihetle bayram tecellî eder. Saygının ve sevginin olmadığı yerlerde, istenilen mânâda bayram olmaz. Çoklarının ismi bayramdır. Bayram mübarektir, bayram müstesnâ bir gündür. Bayramlar hem dinî, hem de millîdir. Biri Allah’ımızın lütf-u İlâhîsidir, sırlar ve hikmetlerle doludur. Diğeri ise, millet ve devletlerin çok gelişmelere dayalı bayramlarıdır. Son 5 yıl içinde aile içi şiddetten 1.400 civarında kız ve kadının öldürülmesi veya intihar etmesi gerçek bayramın olmadığındandır. Eğer bayramlar gönül ve kalpleri yumuşatmıyor ise, gönüllere giden yollar tıkanmıştır, bu tıkanıklığı açmak lâzımdır.

Gönüllerde ve eğitimin bütün birimlerinde, Hz. İbrahim Peygamber’in (as) Hz. İsmail’i (as) kurban niyeti ve sonrasında gökten gönderilen koç hadisesi, kıyamete kadar değerlendirecek. Kurban Bayramının mânâ-i hakikisini mutlaka bilmek ve öğretmek, ayrıca kurbanın sosyal hayata bakan müstesna kardeşlik sırlarını, Allah’a koşmanın ve inanmanın lezzetini herkese hissettirmek elzemdir. Şükürler olsun, âlemimizde bu mânâ da vardır, fakat 4 gün değil 365 gün ikame etmenin yollarını bulmak lâzımdır.

Bayram gününde doğan nice civanlar vardır. Hatta Dünya Sağlık Örgütü’nün tesbitine göre yedi milyarlık büyük dünya ailesinde günde 400 bin çocuk doğmakta ve yılda 56 milyon civarında insan vefat etmektedir. Böyle bir tabloda kavgaların önlenmesi ve fakir ile zenginin kaynaşması, büyükler ile küçüklerin değer birimlerinin artması için mutlaka bizleri yaratan Rabbimizin âyetlerine kulak vermek ve icrâ-i faaliyete sokmak lâzımdır. O zaman dünyanın ve İslâm dünyasının rengi istenilen şekle gelecektir.

Küçük aileden büyük dünya ailesine ve en küçük İslâm devletinden 57’nci İslâm devletine kadar Hucurat Sûresi 10. âyet mutlaka hâkim olması lâzımdır. Yani meâlen “Bütün mü’minler kardeştir”. Sorarım, acaba bu kardeşliğin neresindeyiz? Kubbeli binalardaki taşların birbirlerine destek vermeleri ve boyun eğmeleri, bizlere ders değil midir? Bu taşları ne ile geçeceğiz ve geçmeliyiz? Türkiye’ye ve İslâm dünyasına bakıyorum ve her zaman dediğim gibi bir bayram sabahında tekrar zikrediyorum; acaba âyetler mi bize küsüp gitti, yoksa bizler mi âyetlerden uzaklaştık?

524 cezaevi dolu. Dağlara çıkanlar ayrı bir facia. Futbol müsabakalarında küfürler, yumruklar ve katliâm bağrışmaları... Ve bizleri temsil eden TBMM’de ağızlara alınmayacak küfürlerin kravatlı zevâtın ağzından çıkması ve yumrukları sallamaları... Ülkemizin doğusunda durmayan kan ve baştan başa Irak, Filistin, Pakistan ve emsâli İslâm ülkelerindeki elem verici vakıalar ve görüntüler vs... bayramda olmayacak ve kabul edilemez hâl ve hareketlerdir. Bunda eğitimciler ve siyasîler mes’uldürler.

Bu âyeti yaşayan aile, millet ve devlet, bahtiyar olup payidar olacaktır. Tarihimiz bunun örnekleriyle baştan başa doludur. İstikbalde aynı minval üzre hâkim olacaktır. Bu âyeti kendilerine rehber yapan diyâr-ı gurbetteki kardeşlerimiz, o diyarları bir İslâm ülkesi haline getirmişlerdir. Bayramın sabahında Rusya’nın, Almanya’nın, ABD’nin, İngiltere’nin, Japonya’nın ve bütün dünya ülkelerinin camilerinden caddelerine taşan milyonlarca Müslümanın tekbir sadalarına kulak verelim ve duâlar edelim.

Bu mezkûr âyetin ışığında, geçtiğimiz hafta, bahtiyar Kırşehirli kardeşlerimin himmetiyle Kırşehir’de hem Yeni Asya Kültür Merkezinde, hem de Ahi TV’de konuşmalarda bulundum. İsimlerini tek tek yazamadığım o aziz can dostlarına binler teşekkürler. Hz. Bediüzzaman’ın 1905 yıllarından günümüze uzattığı “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır” tesbitindeki mânâyı açmaya çalıştım. İki milyara ulaşan ve gittikçe artan İslâm dünyasının sosyal hayatta ayakta durmasını sağlayan duvarlardan birisi, Kur’ân’ın sosyal hayata bakan çok âyetlerinden bir âyeti bu âyettir. Bugün 5 milyonu bulan ve Kâ’be’de tek bir ses altında tavaf eden hacılardan da ders alınmalıdır. Kurban Bayramımız mübarek olsun.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bayramın tadını kaçırmayın!


A+ | A-

Söze mübarek Kurban Bayramını tebrik ederek, İslâm âlemine ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederek başlayalım. Bilindiği üzere bayram günleri kırgınlık ve kızgınlığın sona ermesi gereken, kardeşlik, dostluk ve barışmanın yaşanması gereken günlerdir. İnandığımız değerler bize bunu hatırlatıyor.

Hadisenin fıkhî yönüyle ilgili izahları ‘hoca’larımıza bırakıp, bayram arefesinde alınan iki ayrı karardan bahsetmek gerekecek.

Kararlardan biri, sırf “Deprem İlâhî ikâzdır” dediği için 2 yıl 1 gün hapis cezasına mahkûm edilen gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’la ilgili olarak mahkemenin verdiği yeni karardır. Haberin ayrıntılarını gazetemizde okumuşsunuzdur. Daha önce mahkûm edilen ve toplam 276 gün cezaevinde yatan Kutlular’a aradan yıllar geçtikten sonra ‘beraat’ kararı veriliyor. Tamam, beraat kararı verilmesi gerekiyordu; ama bu karar mahkûmiyetten önce verilmeli değil miydi? Önce mahkûm et, haksız yere cezaevine at, sonra da ‘beraat’ kararı ver! İyi de bu ‘normal’ bir durum mudur?

Tâ baştan karar beraat olmalıydı. Ama ne yazık ki “28 Şubat Süreci” bu konuda da etkili oldu ve haksız yere mahkûmiyet kararı çıktı. Gerek mahkeme ve gerekse sonrasının macerası çok uzun. Konu AİHM’e de gitti ve ilk beraat kararı da zaten oradan geldi. Şimdi de Türkiye’deki mahkeme beraat kararı verdi. Hayırlı olsun, ama geç kalan adaletin adalet olmadığı her halde tartışılmaz... Bari bundan sonra benzer hatalar yapılmasa...

Bayram arefesinde şaşırtıcı bir karar da Danıştay’dan geldi. Hükûmet, meslek liselerinin önündeki yasağı sona erdirmek için ‘katsayı adaletsizliğini’ ortadan kaldıran bir düzenleme yapmıştı. Konu her zaman olduğu gibi yargıya gitti ve yargı bu düzenlemeyi geçersiz saydı. Olan, başta imam hatip lisesi mezunları olmak üzere bütün meslek lisesi mezun ve öğrencilerine oldu. “Önümüzdeki engel kalktı, haksızlık sona erdi” diye düşünürlerken ümitler yine soldu. Bu kararın tam da bayram öncesi alınmasının özel bir sebebi var mı acaba? Maksat, meslek liselerinin bayramına ‘tuz’ katmak mı?

Kararın hukukî ayrıntıları elbette tartışılacak. Hatta hükûmetin bu konuda samimî olmadığı, temel meseleleri halletmeden ‘katsayı’yı kaldırmak istediği gibi tesbitler yapılabilir. Bu tesbitleri yabana atmamak lâzım, ama her ne olursa olsun ‘katsayı’ uygulaması sona ermelidir ve erecektir de. Çünkü bu uygulama kesin olarak yanlıştır. Nasıl ki “Deprem İlâhî ikâzdır” diyenler hakkında önce mahkûmiyet kararı verenler, aradan yıllar geçtikten sonra aynı konuda ‘beraat’ kararı veriyorlar; aynı şekilde bugün meslek liselerinin önünü kapamak için katsayı kararına ‘evet’ diyenler son tahlilde bu kararlarını da değiştirmeye mahkûmdurlar.

Bütün bu şartlar göz önünde olduğu halde hâlâ 12 Eylül ihtilâline dokunmayan, bunu değiştirmek için ‘Tek Parti’ ile uzlaşma ve anlaşma zemini arayan hükûmete şaşmak lâzım. Elbette işlerinin kolay olmadığını biliyoruz, ama madem hükûmettirler; hükûmet olduklarını göstersinler. Ya da Nasreddin Hoca gibi, lütfen minberden aşağıya insinler...

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“İlâhî ikaz”, beraat, kurban ve bayram…


A+ | A-

Türkiye’nin dinden tecrid ideolojik resmî rejimi, antidemokratik haliyle seksen küsur yıldır millete bedel ödetiyor.

27 Mayıs kanlı ihtilâli, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat postmodern darbesi, yalnız millet irâdesinin temsilcisi Meclislerin kapısına kilit vurmakla, meşru hükûmetleri silâh zoruyla alaşağı etmekle, siyasî partileri kapatmakla kalmadı; inanç ve ifâde özgürlüğünü, temel hak ve hürriyetleri kurban etti…

Darbelerle, ara rejimlerle, cuntalarla, andıçlarla, demokrasi şehidlerini, hakkı, hukuku, kurban verdirdi.

Daha ilk Meclis’te, “Bu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek” diye ikaz eden ve Cumhuriyetin demokrasi ve milletin değerlerini oluşturan dinden ve mânevî mayadan mahrum bırakılmamasını öğütleyen Bediüzzaman’ın tavsiyelerinin dinlenilmemesi sonucu, inkârcılık ejderhası imanın erkânına ilişti.

İstiklâl Mahkemelerinde yüzbinlerce mâsum vatan evlâdı yargılandı, idam edildi. “İhtilâlinin olgunlaşması” için binlerce gencin “sağ-sol” ideolojik kavgalarla, anarşiyle can vermesine seyirci kalındı. Ve çeyrek asrı aşkındır süregelen kavmiyetçi terör dâvâsı yüzünden bu ülkenin kırk bin insanı kurban edildi. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “din yerine milliyeti ikâme eden” demokrasi zâfiyeti içindeki zihniyet ve sistemle, “hayat-ı içtimâiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirle”, millet zehirlendi. “Ecnebinin politikasına âlet” olundu…

HAK VE HUKUK KURBANI…

Kısacası, hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına zemin hazırlandı. Milletin fakr-û hali nazara alınmadı; âsâyiş temini ve “terörle mücadele” uğruna iki düzine GAP’ı inşa ettirecek dörtyüz milyar dolar para harcandı. Hapse atan, fişleyen, mağdur eden darbeler ve demokrasiden bîbehre ara rejimler, hak ve hürriyetleri katletti…

Eski Peygamberlerin kavimlerinin başına gelen felâketlere ve İlâhî ikazlara dair yüzlerce Kur’ân âyetine, Peygamberimizin hadislerine dayanarak deprem gibi umumî bir musîbete yine Kur’ân’ın açık tefsiri ve hadisin diliyle “İlâhî ikaz” denildiği ve yazıldığı için, başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere, on yazarı yargılandı…

1999’da resmî rakamlara göre 15 bin, gerçekte 50-60 bin insanın ölümüne sebebiyet veren, şehirleri, kasabaları yerle bir eden Marmara-Gölcük ve Düzce depremlerinin ardından, sırf depremin mânevî boyutunu dinî esaslara göre izâh edenlere açılan dâvâların çoğu ceza aldı.

Deprem sonrası Kur’ân tefsirini, Ankara Kocatepe Camiinde okutulan “Bediüzzaman Mevlidi”nde gazetecilerin soruları üzerine açıklayan Kutlular Ağabey’e iki yıl bir gün ceza verildi.

Türkiye, 28 Şubatı, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği müktesebatını, demokrasinin standartlarını yükseltmeyi, hukukun üstünlüğünü, yargı reformunu, düşünce ve ifâde hürriyetini tartışırken, 276 gün hapis cezasını çekti.

Verilen cezanın bitmesine günler kala, yine bir Kurban Bayramı öncesi haksız mahkûmiyetten dönüldü ve tahliye edildi. Lâkin demokrasi dışı zihniyet, hakkı ve hukuku kurban etmeyi sürdürdü.

Onca haksız muamele, mahkûmiyet ve mağduriyetten sonra, 1999’da başlayan yargılama, on yıl sonra ancak 2009’da beraatla sonuçlandı. Ne var ki yine de AB ile müzâkere sürecinde Ankara’nın kırk yıldır taahhüd ettiği “ulusal program”la, “ilerleme raporları”yla, söz verdiği “katılım ortaklığı belgesi”yle, mahkemelerin kanaatiyle değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla…

KURBAN BAYRAMI HEDİYESİ…

Zira AİHM, depreme dinî esaslar ve târifler istikametinde “İlâhî ikaz” denilmesini, önce DGM’lerin, ardından yerine geçen ağır ceza mahkemelerinin, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gibi garip yakıştırmalarla güya AB müktesebatına ulaşmak için değiştirilen “yeni ceza yasası”na göre de “suç” saymasının aksine, ‘’ifade özgürlüğü hakkının ihlâl edildiği’’ne hükmetti.

Bunu üzerine dokuz yıldır cezada direten mahkeme, “yargılanmanın yenilenmesi ve kararının yeni Türk Ceza Kanunu’na uyarlanması başvurusu” üzerine, Anayasanın 90. maddesindeki, TBMM’nin onayladığı “milletler arası anlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı” kaydına göre, yapılan duruşmada beraat kararını vermek durumunda kaldı…

İlginç olan, hükûmetin tavrı idi. 28 Şubat postmodern darbesinin siyasî aktörü Anasol-D’nin tam bir ifâde özgürlüğü katli olan “İlahî ikaz dâvâları”na ilgisizliği mâlumdu. Ancak “28 Şubat süreci”nin tepkisiyle yedi yıldır iktidarda olan AKP hükûmetinin, tıpkı “Leyla Şahin davası”nda dinî bir vecîbe olan “başörtüsünü laikliğe aykırı, siyasî simge ve gerginlik sebebi” sayması gibi, AİHM’e gönderdiği “savunma”da depreme “İlâhî ikaz” denilmesini “suç” sayılıp yargılanmasını ve ceza almasını açıkça “savunması”ydı…

Bayram öncesi beraat, din ve demokrasi dışı laikliğe kurban edilen hak ve hürriyetlere bir Kurban hediyesi oldu. Hakkın hatırını her hatırdan üstün tutup hiçbir hatıra fedâ etmeyen; dâvânın izzet ve şerefini önceleyen, haksızlığa, zulme, musîbetlere karşı sabır ve sebâta son bir örnek oldu…

Kurban Bayramınız mübârek olsun…

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Memurlardan “uyarı eylemi”!


A+ | A-

Kurban Bayramının ilk gününü idrak ediyoruz. Bugün herkeste bir heyecan ve telâş var. Kurbanlarımızı kesip ihtiyaç sahiplerini sevindirecek, önce aile fertlerimizle bayramlaşıp, sonrasında da büyüklerimizi ziyaret edeceğiz. Bu vesileyle öncelikle bayramınızı tebrik eder, Cenâb-ı Hak’tan hayırlar getirmesini dileriz.

* * *

Bayram öncesi yaşanan siyasetteki sert tartışmaların nerelere vardığı görüldü. Hem hükümetin, hem de muhalefet partisi liderlerinin birbirleri hakkındaki seviyesi düşük konuşmalar milleti gerdi. İş, İzmir’de parti otobüslerinin taşlanmasına, sonrasında da tehditvâri konuşmalara kadar vardı.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Libya ziyaretine giderken yaptığı konuşma, parlamentoda grubu bulunan partilerin genel başkanlarının cevap vermesine yol açtı. CHP Dersim, MHP Kürt açılımı, DTP ise Erdoğan’ın İzmir mitingleri hakkındaki sözlerine cevaplar verdi. Ama ne cevaplar… Yine yatıştırıcı değil, ortamı daha da geren konuşmalar yapıldı.

Bayramın ilk günü bu tartışmalara girip de sinirlerinizi germeyelim. Bugün asıl konumuz bayrama iki gün kala memurların yaptıkları iş bırakma eylemi olacak. Başbakan Libya’ya giderken memurları eylem öncesinde ikaz edip, “Yasal olmayan bir hak her halde olamaz. Yapılacak olan iş de yasal bir iş değildir. O zaman da tabiî neticesine katlanırlar. Biz her şeyi masada konuşarak, görüşerek halletmek durumundayız. Masada konuşulan, görüşülen neyse biz de hükümet olarak bu adımları atarız” demişti.

2010 Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı TBMM Plân ve Bütçe Komisyonunda kabul edildi. Bayramdan sonra genel kurulda kanun görüşülmeye başlanacak. Kabul edilen tasarıda, 2010 yılı bütçe giderleri 286 milyar 981 milyon lira, bütçe gelirleri 236 milyar 794 milyon lira, bütçe açığı da 50 milyar 187 milyon lira olarak yer aldı. 58,8 milyar lira faiz ödenecek olan bütçede, 6,6 milyar lira faiz dışı fazla öngörüldü.

Bütçe tasarısına göre, yeni yılda kamuya açıktan atama yoluyla 32 bin yeni memur alınacak. Bu milyonları aşan işsizleri biraz olsun sevindirirken, şu anda memur olanlar ise şimdiden yapılan zamlarla ellerinden uçup giden yüzde 2.5+2.5’luk zammı protesto ediyorlar.

Erdoğan’ın ve bazı yetkililerin ikazlarına memurlar itibar etmediler. On binlerce memur bayramdan iki gün önce bir günlüğüne iş bıraktı. Hastaneler aciller dışında sağlık çalışanları çalışmadı, öğretmenler okullara gitmedi, devlet dairesinde çalışan memurlar işlerinin başında değildi. Bundan dolayı birçok aksamalar oldu. Bu duruma sinirlenen vatandaş bu eylemin bayram öncesine getirilmesine şikâyetlerini dile getirdi.

Gözaltılar yaşandı. Dersleri boş geçen öğrenciler, okullarının bahçelerinde zaman geçirdiler. Hızlı treni hareket ettirmek isteyen makinist arkadaşlarına kırmızı kart gösterdiler, hızlı treni yumrukladılar. Sağlık çalışanları Başbakan için domuz gribinden yola çıkarak ’grev aşısı’ hazırladı. “Başbakan’ın, domuz gribi aşısından kaçabileceğini, ancak grev aşısından kaçamayacağı”nı söylediler.

Peki memur ne istiyor? Öncelikle yapılan zamma itiraz ediyorlar. Sonrasında da grevli ve toplu sözleşmeli bir kanunun çıkarılmasını istiyorlar.

Memur konfederasyonları yer yıl hükümetle yaptıkları görüşmelerde, “Grevli, toplu sözleşme hakkı” istiyorlar. Görüşmelerde hükümet karşısında yetkili konfederasyon olan Memur-Sen önümüzdeki sene bu talepleri gerçekleşmezse masaya oturmayacağını şimdiden açıkladı. Bu kanun değişmediği için iş bırakma eylemine katılan birçok memur “ceza ve soruşturmalar”la karşı karşıya kalacağı da muhakkak.

En fazla üyeye sahip olan memur konfederasyonu olan fakat iş bırakma eylemine destek vermeyen Memur-Sen, daha önce Meclis önünde eylem yapmış, ilgili bakanlarla görüşmelerde bulunmuştu. Eylem öncesi yaptıkları açıklamada da isteklerini şöyle sıralamıştı: “Demokratik yeni bir anayasa yapılmalı. Türkiye her alanda demokratikleşme adımlarını tamamlamalı. Kamu görevlilerine, temel hakları olan toplu sözleşme ve grev hakkı verilmeli. 2010 enflasyon hedefi yüzde 5,3 iken, yüzde 2,5+2,5 olarak yapılan zam değiştirilerek yüzde 4+4 şeklinde gerçekleştirilmeli. 2010 yılı için hedeflenen yüzde 3,5 büyümeden pay verilmeli. Kamudaki tüm sözleşmeli personel kadroya geçirilmeli...”

* * *

Bu taleplere bakıldığında bütün memur sendikaları aşağı-yukarı aynı şeyleri istiyor, ama eylemlerin yöntemi konusunda fikir birliğine varamıyorlar.

Bütün bu tartışmaların yaşanmaması için anayasa ve yasalarda yapılacak değişiklikle, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi memurlara toplu sözleşme ve grev hakkı verilmesi gerekiyor. Verilmezse de böyle karışıklık devam edip gidecek. Ağustos ayında hükümetle yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmıyor. Çünkü, âdeta bir tiyatro oynanıyor. Memurlar isteklerini sıralıyor, ama her zaman hükümetin dediği oluyor. Memur hakkını alamadığı içinde eylem yapmak zorunda kalıyor. Sonuçta da böyle istenmeyen hadiseler gerçekleşebiliyor.

Bu meselede de olduğu gibi, sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasanın yapılmasının ne kadar elzem olduğu ortaya çıkıyor. Anayasa ve yasalar yasaklardan arındırmak gerekiyor. Ama önce kararlılık ve irade gerekiyor.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

İttihad-ı İslâm ve BOP


A+ | A-

Resimler ve isimler bizi hep yanıltageldiler... Mânâları okumamızı ve mahiyetleri tanımamızı engellediler. 11 Eylül’den çok önceleri, bazı Batılı enstitülerce hazırlanmış, dinsizlik cereyanlarının malî kaynaklarınca oluşturulmuş, Wolfowitz ile Soros gibi pratisyenlerin deşifresiyle dünya kamuoyuna da duyrulmuş bir projeyi; devletlerin ve özel sektörlerin müşahhas resmî projelerine benzetenler yanıldılar. Dünya barışı karşıtlarınca bütün ayaklarıyla önceden hazırlanmış bir çalışmanın Condoleezza Rice’ın kucağına oturtulması, hadisenin sıradanlaştığı zamanlara rastlar. Başta Rice olmak üzere Wolfowitz ve Soros gibi 11 Eylül ihtilâliyle dünyayı ve Amerika’yı felâkete sürükleyen “dinsiz pratisyenlerin” Avrupa ve Amerika’daki saldırgan dinsizlik enstitülerinde teorisyen olarak çalıştıklarına şahit oluyoruz. Dinsizlik ve ahlâksızlık projelerinin mutfaklarında yetişmiş bu ekibin başarılarının sırrı, söz konusu enstitülerce militan gibi yetiştirilmelerindeydi.

BOP devam ediyor mu?

Önemli olan isim değil, icraattı. 11 Eylül sonrasında medyada neşredilen BOP haritaları, yeşil kuşaklar ve dillendirilen çalışmalar; biraz da Samuel Huntington’un “doğu-batı çatışması” teorisini destekledi. Fakat Hıristiyan Amerika ve Avrupa’ya destek vermeye başlayan İslâm coğrafyasını ateşe vermek, oralarda kalıcı çatışmalar hazırlamak ve İslâm ülkeleri halkları arasında husûmeti tahrik edici fitneler oluşturmak, “zındıka enstitülerinin” öteden beri üzerinde çalıştıkları projelerdi. Projenin “ahmak adam” Bush vasıtasıyla resmîleştirilmesi, İtalya, Türkiye ve Yemen’in dahil ettirilmesi, projenin başarısı için bir arzu idi, fakat tutmadı. Hıristiyanlığın bayraktarı Roma’nın, İslâm coğrafyasının öncüsü Türkiye’nin ve Arap yarımadasının gelecekteki en istikrarlı ülkesi Yemen’in “dinsizlerce” buraya dahil edilmiş olması, elbette ki tesadüfî değildi. Semavî dinleri, temsilcilerinin eliyle mağlûp etme niyeti vardı. Bildiğiniz gibi olmadı. Ama resmîyette gerçekleşememiş veya akamete uğramış gibi görünen projenin devam edip etmediğini, söz konusu coğrafyalardaki icraatlardan anlamamız daha sağlıklı olur.

Projenin en aktif ayaklarını hatırlıyorsunuzdur. Kadınlara hürriyet, okul müfredatlarının modernleştirilmesi, Arap ve Hint dünyasındaki medreselerin kapatılması, Batı felsefesine aykırı mânâ, resim, yazı ve simgelerin, ilkokuldan üniversiteye kadar ders kitaplarından temizlenmesi, genel anlamda hürriyetin kaosu netice verecek şekilde cemiyette pratize edilmesi, başta eşcinsellik olmak üzere her türlü fuhuş ve ahlâksızlığın normalleştirilmesi gibi detaylarına girmeden kısaca sıralayabileceğimiz hususlar, projenin en önemli unsurlarıydı.

Yukarıda arz ettiğimiz hususları nazarda tutarak Afrika’nın Müslüman ülkelerinde, bilhassa Fas, Nijerya ve Sudan gibi ülkelerde olup-bitenleri araştıralım. Sonra Yemen ve Körfez ülkelerine, oradan da medreseleri, bombalarla masum çocukların üzerine yıkılmış Pakistan ve Afganistan’a gidelim. Ayrıca okul müfredatlarında “yenilikçilik ve modernize” üniteleri altında yapılan derin çalışmaları tetkik edelim. Türkiye Başbakanı ve Cumhurbaşkanının eşlerinin “kadını hayata açma” projeleriyle İslâm ülkelerine yönelik çalışmalarına da bakalım. Bu arada, söz konusu proje kapsamına giren çoğu çalışmaları finanse eden Açık Toplum Enstitüsünün faaliyetlerini de aynı çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Her ne kadar bu dev proje İslâm dünyasına karşı hazırlanmış olsa da, insanî değerler veya Hıristiyanlığı esas alan toplumlar da söz konusu projelerin hedefleri arasında yer alıyor.

BOP’un hedefi İslâm birliğini engellemek...

Bediüzzaman Hazretleri, Medresetüzzehra’nın çekirdek olacağı İslâm Birliğinin Hıristiyanlık dünyasına barış getireceğini devrin idarecilerine yazdığı mektupta haber veriyor. Hıristiyanlık dünyasının şiddetle muhtaç olduğu barışın da dünya barışını netice vereceğini aynı mektupta belirtiyor.

Diğer bir mektubunda ise, Avrupa’nın önde gelen devletlerinin menfaatlerinin bundan böyle “İslâm birliği”nde olduğunu söylüyor. Geleceklerinin bir yönüyle İslâm birliğinde olduklarını gören İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerin ister istemez bir an önce Ortadoğu’ya barışın gelmesini istemeleri mantıkî olduğuna göre, BOP’un Hıristiyan dünyasına da karşı bir proje olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hadiseye bu adeseden baktığımızda, Avrupa’daki sefahat, dinsizlik ve kargaşaya destek veren BOP, Açık Toplum Enstitüsü, neocon ve neoliberal gibi mânâların “semavî dinlere” karşı müşahhaslaştıklarını da ifade edebiliriz.

BOP’un mahiyetini anlayamamak, saldırgan dinsiz Avrupa ile İsevî ve insanî Avrupa arasındaki dehşetli çatışmaları bilmemeye de bağlıdır.

Avrupa’nın dinsiz zalimleri ikincil olarak “Yeşil Kuşağa” saldırıyorlar. Müslümanların Hıristiyan Avrupa’ya yardımlarını engellemeye de dönüktür BOP. Genlerine müdahale edilmiş bir İslâm dünyası ittihadını sağlayamayacak ve birlik olup medenî Avrupa’ya yardım edemeyecektir.

BOP’un mahiyetini öğrenemeden uzatılmış elma şekerinin kaybolmasına hayıflananları cehalet illetiyle baş başa bırakmak zorundayız. Derin fitne ve çatışmalara hazırlatılan Irak’ta, turuncu devrimcilerin mengenesinde inleyen Ukrayna, Kırgız, Gürcü ve Balkan halklarına, hâlâ bombalanan medreselere ve kadını kullanarak “İnsaniyeti imha planlarına” dikkatlice bakanlar, BOP’un devam edip etmediğini rahatlıkla görebilirler.

Duâmız o ki, İslâm birliğinin biricik kongresinin yapıldığı şu günlerde, Müslümanların basiretleri iyice açılır ve deccaliyetin şu küresel tahrip projelerinin mahiyetini insanlık tam mânâsıyla anlar. Aktörlerin, dekorların, sahnelerin, renk ve sloganların mütemadi değişimi İnşaallah Müslümanları aldatmayacaktır. Ahirzaman dinsizliğine Müsülümanlar Kur’ân ile cevap vereceklerdir.

27.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Kurban Bayramınız mübarek olsun


A+ | A-

Hacc-ı ekber mânâsından bizlerin de hissedar olabilmemiz niyazıyla Kurban Bayramınız mübarek olsun diyor, tekrar buluşmak dileğiyle yazılara kısa bir ara veriyoruz. K.G.

Not: Danıştay’ın katsayı kararıyla ilgili olarak, fırsat bulabilirseniz, YÖK’ün katsayıyı kaldırması üzerine yazdığımız ve 24 Temmuz’da çıkan “Katsayı zulmü bitti mi?” başlıklı yazımızı tekrar okumanızı tavsiye ediyoruz. Bugün ortaya çıkan durum, dört ay önceki o yazıda dile getirdiğimiz endişeleri maalesef doğruluyor. Ve, “ustaca” bir zamanlama ile, tam da bayram öncesi açıklanan karar, yargı vesayetinin daha da derinleşip koyulaştığı bir ülkede, köklü bir anayasa ve sistem reformu yapılmadığı müddetçe mağduriyetlere son verilemeyeceği ve kronik sorunların çözülemeyeceği gerçeğini bir defa daha teyid ediyor...

27.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl