04 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Minareler daha da yükselecek


A+ | A-

Avrupa ile aramıza yine ‘kara kedi’ girdi. Avrupa Birliği üyesi olmamakla birlikte, kamuoyunda öyleymiş gibi bilinen İsviçre, aldığı vahim bir kararla hem kendi ayağına hem de AB’nin ayağına kurşun sıktı!

Hepinizin bildiği gibi İsviçre bir referandum yaptı ve çoğunluk ‘minare’ler aleyhinde oy kullandı. Yeni bir düzenleme ile bu karar değiştirilmezse, İsviçre’de camilere minare yapılamayacak. Bu vesileyle öğrendik ki İsviçre’de toplam 200 cami varmış ve bu camilerin sadece 2’sinde minare bulunuyormuş. Tabiî minare bulunmaması biraz da çıkarılan ‘engel’lere bağlıymış. Bu güne kadar kanunen bir engel yokmuş, ama belediye aldığı kararlarla bunu fiilen yasaklıyor, minare yapılması taleplerine izin vermiyormuş. Minare yapılması talepleri artınca, güya bu işi kökten halletmek için konuyu referanduma götürmüşler ve neticede ‘minareye yasak’ kararı çıkmış. Çıkmış, ama daha ilk günden gelen tepkiler, nasıl bir hata yaptıklarını da onlara anlatmış. Şimdi, alınan bu yanlış karardan nasıl dönüleceğini hesaplıyorlar...

İsviçre’nin aldığı bu kararı ve neticelerini çok farklı şekillerde değerlendirmek mümkün. Kanaatimce camilerde minare olması önemli olmakla birlikte, olmaması da çok fazla bir eksiklik sayılmaz. Diyelim ki İsviçre, camilerde minare yapılmasına müsaade etmedi, ne olacak? Bu karar oradaki insanların ‘fıtrat dini İslâm’a dahil olmasını engelleyebilecek mi? Tam aksine bu kararla insanların dikkati İslâma çekilecek ve çıkan tartışmadan son tahlilde İslâm ve Müslümanlar kârlı çıkacaktır İnşallah.

Bakınız, uzun dönemde bu kararı alanlar ve aldıranlar böyle bir işe kalkıştıkları için çok pişman olacaklar. Kimse bu sözleri bir tehdit olarak yorumlamasın. Şu anlamda pişman olacaklar: Dünkü gazetelerde yer aldığı gibi Müslüman olmayan ama insaflı olan İsviçreliler bir araya gelmiş ve “Hepimiz Müslümanız” diye hem minareyi hem de İslâmı savunan yürüyüşler yapmış. (Vatan, 3.12.2009) Muhtemelen bu yürüyüşler sadece İsviçre ile sınırlı kalmayacak ve başta Avrupa olmak üzere bütün dünyayı saracak. Vatikan bile İsviçre’de yapılan bu referandumu ve çıkan neticeyi kınamadı mı? Öyle ise bu birlik, uzun dönemde bu yasağı da sona erdirir ve ‘inançsızlık’ karşısında insaf ehlini tek safta toplayabilir...

Hem bu hadiseler ilk defa yaşanmıyor ki! İslâm dinini terörle eş göstermeyi amaçlayan 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule’ saldırısı, çirkin karikatür hadisesi, ‘Fitne’ filmi ve benzeri planları hatırlayın... Bu hadiselerden sonra insanlar daha fazla İslâma koşmadılar mı? O halde İsviçre’nin aldığı ‘minare yasak’ kararından sonra da İslâm İnşallah daha fazla parlayacak ve ona teslim olanların sayısı artacak...

Türkiye’deki tartışmalara da bakmakta fayda var. Gerek başbakan ve gerekse diğer siyasîlerin gösterdiği tepkiyi çok da anlamlı bulmuyorum. Elbette böyle kararlara tepki gösterilmeli, ama bu tepki dile getirilirken daha itidallli, daha yapıcı ve ikna edici olunması gerek. Kızarak, köpürerek bir yere varmak mümkün değil.

Hem; başörtüsünün ‘kamusal alanda’ yasak olduğu bir ülkenin başbakanı ‘minare’yi yasakladı diye başka bir ülkeye kızsa inandırıcı olabilir mi? İsviçre çıkıp dese ki, “Sen kendi ülkende ‘farz’ olan başörtüsünü yasakladıysan, biz de ‘farz olmayan’ minareyi ülkemizde yasaklarız”, ne cevap verilecek? Hele hele başörtüsü yasağı için bin dereden su getiren ana muhalefet partisinin ‘minare’yi savunması, hiç de inandırıcı gelmiyor. Minare yasağına karşı çıkmak, başörtüsü yasağını savunarak yapılmaz.

İsviçre’yi yönetenler, çalmaya kalktıkları ‘minare’nin altında kalmamak istiyorlarsa hiç vakit kaybetmeden attıkları bu yanlış adımdan vazgeçmelidirler. Her hal ve şartta bu tartışma İslâmın sesinin daha gür çıkmasıyla neticelenecek İnşallah. Hamdolsun, şükrolsun...

04.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Katsayı ve referandum


A+ | A-

Danıştay’ın katsayı kararı ile girdiğimiz Kurban Bayramından, İsviçre’deki minare referandumu ile çıktık. Araya bayram girmesine rağmen katsayı tepkileri devam ederken, yeni ve sıcak bir gelişme olarak İsviçre’deki minare yasağına yönelik tepkiler de sürüyor.

Katsayı tepkileri, işin tabiatı gereği içeriyle sınırlı kalırken, minare yasağına tepkiler ise Avrupa merkezli olarak küresel boyutlarda gelişiyor.

Gerçi katsayı konusunun, yargıya bakan cihetiyle, özellikle son dönemdeki gelişmeleri yorumlarken yargı reformunun âciliyetine giderek daha güçlü vurgularla dikkat çeken AB’nin gündeminde yer bulması her halde sürpriz olmaz.

Ama şu aşamada katsayı bir “iç mesele” durumunda. Ve Danıştay kararının tam bayram öncesi açıklanmasından mı, yoksa daha başka sebeplerin de etkisiyle mi, bilemiyoruz; ama tepki göstermesi beklenenlerin dahi bazılarının anlaşılmaz bir tavırla suskun kaldığı bir “iç mesele.”

KOBİDER, evvelce “Meslek lisesi memleket meselesi” kampanyaları açmış olan Koç Grubunu ve irtibatlı olduğu TÜSİAD çevrelerini Danıştay kararına karşı sessiz kalmakla eleştiriyor.

Peki, onlardan da evvel MÜSİAD ve ASKON gibi, hem iş dünyasının gereklerini iyi bilmek durumunda olup, hem de bu konudaki duyarlılıkları öncelikle seslendirmesi beklenenlerin suskunluğu ne anlama geliyor? Sebep bayram rehaveti mi, yoksa işin içinde başka şeyler de var mı?

Gelelim YÖK ve hükümete. YÖK itiraz hakkını kullandı. Ama bu itirazdan olumlu sonuç çıkacağına kendisi dahil, ihtimal veren kimse yok.

Yine YÖK’e atfen telâffuz edilen virgüllü formüllerle, katsayı farklılığını kâğıt üzerinde devam ettirirken,, aradaki farkı bindelik küsuratlara indirme tarzı çözümlerin ise, şimdiden “arkadan dolanma, hülle” damgası yediklerini de dikkate alırsak, sonuç vermeleri zor görünüyor.

Aynı şey, hükümet ve AKP adına seslendirilen “YÖK kanununda değişiklik yapma” şıkkı için de geçerli. Zira orada da, yapılan değişiklikliğin Anayasa Mahkemesine götürülme ihtimali söz konusu. Ve bilhassa kapatma dâvâsından sonra AKP bir kez daha AYM’lik olmaktan çekiniyor.

Unutmayalım ki, o dâvâdan sonra Türkiye daha da koyulaşan bir yargı vesayetine hapsedildi.

Bunun pratikteki sonucu, görünüşte AKP iktidarının, ama gerçekte, özellikle kritik konularda yargının yönettiği bir ülkede yaşıyor olmamız.

Anayasayı yenileyip demokratik hale getirmeden bu durumu değiştirmek mümkün olmadığı gibi, bu iktidar ve Meclis yapısıyla böyle bir anayasa reformunu gerçekleştirmenin imkânsızlığı da her geçen gün daha net görülüp anlaşılıyor.

Bu bağlamda, AKP iktidarının, gerek Başbakanından, gerekse bakanlarından sâdır olan çıkışlarla tepki vermeye devam ettiği İsviçre’deki minare yasağına bakarsak. Tepkiler bir yana, bu olaydan da çıkarmamız gereken bazı dersler var.

Onlardan birini hükümet üyeleri de ifade ediyor; “Temel hak ve hürriyetler referandum konusu olmaz, halkoylamasına sunulmaz” diyerek.

Ama yine AKP’lilerin zaman zaman referandumdan söz ettiklerini, nitekim son olarak Bülent Arınç’ın, yakın zaman önce, hâlâ yapamadıkları ve bu gidişle hiç yapamayıp bir başka bahara daha erteleyecekleri anayasa değişikliklerini halkoyuna sunmaktan bahis açtığını biliyoruz.

Söz gelişi, başörtüsü yasağını kaldıracak bir anayasal düzenlemenin, diğer engel ve barikatları aşıp referandum aşamasına ulaştırılabildiği takdirde, halkın büyük çoğunluğunun tasvibini alacağında şüphe yok. Ama bir temel hakkın oylanması anlamına gelecek böyle bir yolu açmak doğru olur mu? O zaman AKP’lilerin şimdi İsviçre’ye yönelttikleri eleştiri boşluğa düşmez mi?

İsviçre’deki olay, demokratik bir yöntem olduğunda kuşku bulunmayan referandumun çok sakıncalı sonuçlara da yol açabildiğini gösteriyor.

Bilhassa temel hak ve özgürlüklerin kapsama alanına giren hassas konularda yapıldığı zaman...

04.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye, demokratikleşmede “ilerlemiyor”


A+ | A-

Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel, şüphesiz AB’nin her fırsatta Ankara’ya bildirdiği tek parti diktasından ve darbelerden kalma ideolojik devlet saplantısı.

Hâlâ başta inanç ve ifâde özgürlüğü olmak üzere, temel hak ve hürriyetleri yasaklayan yasaların ve 12 Eylül ihtilâlinden kalma Anayasa’nın yürürlükte olması. AB Komisyonu, 2009 yılı “İlerleme Raporu”nda “Türkiye’deki yasaların ifade özgürlüğü için yeterli güvence sağlayamadığı ve bunun sonucunda, savcı ve yargıçların genelde kısıtlayıcı yorumları tercih ettikleri” açıkça yazılmakta.

Gerçek şu ki “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde birçok defalarca taahhüt edilmesine rağmen Ankara, düşünceyi açıklama, yayma, bilim ve san'at ile basın özgürlüğünün AB müktesebatı ve uygulamaları ışığında geliştirilmesine dair başta Anayasa olmak üzere mevzuattaki “sorunlu yasalar”ı düzeltmiş değil.

“İlerleme raporu”nda nazara verildiği gibi, darbelerin ve darbecilerin korunup kollandığı “darbe anayasası”, hak ve hürriyetleri kısıtlayan yasalar aynen duruyor… Özellikle “Atatürk’ü Koruma Kanunu” ve “Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında kanunu”na dayanılarak yargılamalar ve mahkûmiyetler devam ediyor.

TÜRKİYE, ÖZGÜRLÜKLERDE “ÖZÜRLÜ”!

Gerçek şu ki “rapor”da dikkat çekildiği gibi Ankara özgürlüklerde “özürlü.” “Türkiye’de gazeteciler, yazarlar, yayıncılar, siyasetçiler, akademisyenler soruşturulma, yargılanma, mahkûmiyet ve hapsedilme riski altında.” Sırf inancı gereği, yüzlerce Kur’ân âyeti ve Peygamberimizin (asm) hadislerinin tefsir ve mânâsıyla depreme “İlâhî ikaz” dediği için iki yıl bir gün ceza alan ve 276 gün hapis yattıktan sonra ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) haklı bulması sonucu yeniden yargılamayla beraat eden gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular başta olmak üzere, on Yeni Asya yazarının aynı konuda yazdıkları yazılardan dolayı çeşitli cezaları almaları, bunun açık örneği.

İşin ilginç yanı, Ankara inanç, ifâde ve eğitim özgürlüğünü ihlâl etmekle kalmamakta; iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine mağdurların müracaat ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini (AİHM) de şaşırtmakta. AİHM’e gönderilen “savunma”da bütün bu dinî delillere rağmen hükûmet, “İlâhî ikaz”a ceza verilmesini uygun bulunmakta.

Keza kitap (Kur’ân) ve Sünnet (Peygamberimizin buyrukları) ile “Allah’ın emri ve dinî bir vecîbe olduğu” devletin dinle ilgili işlerde yetkili anayasal kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun iki açık “fetva kararı”na mukabil, hükûmet, başörtüsünün yasaklanmasını AİHM nezdinde savunmakta. Başörtüsünün “laikliğe aykırı”, “siyasî simge” ve “gerginlik sebebi” olduğunu kabul ederek yasadışı yasağı onaylamakta.

Anayasa’nın 24. maddesindeki “kişilerin kendi isteği, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlı olarak” verilmesi gereken devletin gözetimi ve denetimi altında yapılmasını esas alınan din ve ahlâk eğitim ve öğretimi verilmemekte; dahası engellenmekte.

Yasanın din ve ahlâk eğitimi ve öğretimi görevini verdiği Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde vatandaşların çocuklarına kendi dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân'ı öğretmeleri önündeki 28 Şubat postmodern darbeden kalma “yaş yasağı” devam etmekte…

DEMOKRATİK AÇILIM,

HAYATA GEÇİRİMELİ…

Oysa Ankara, “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alam ve verme özgürlüğünü de ihtiva eder” hükmünü getiren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10. maddesi çerçevesinde anayasa ve yasaları değiştirme sözünü vermiş.

Yine AİHS Ek Protokol 2. maddesinde yer alan, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılalmaz. Devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” vaadinde bulunmuş…

Bunun içindir ki İsviçre’de minarelere referandumla yasak getirilmesinin “büyük hayal kırıklığı oluşturduğunu” ve Avrupa’ya yakışmadığını, AİHM’den döneceğini ifâde eden (AP) Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten, “Türkiye’de sivil anayasa tartışmasının gündemden kalkması”nın Türkiye’yi yarı yolda bıraktığını belirtiyor. “İlerleme raporu”nda, Ankara’nın demokrasinin standartlarını yükseltmesi, hukukun üstünlüğü, inanç, ibadet ve ifâde özgürlüğüne dair anayasal ve yasal düzenlemeleri yapmadığını nazara veriliyor. Kapsamlı demokratik bir sivil anayasa ve yargı reformunu yapması gerektiği kaydediliyor. Siyasî partiler ve seçim kanunlarının yine AB standartlarına göre yapılması öneriliyor…

Yine bunun içindir ki yargının AİHM standartlarıyla uyumlu hale getirilmesine özel önem verilerek yargı reformu stratejisi geciktirilmeden uygulanması, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun temsil gücü, objektifliği, tarafsızlığı ve şeffaflığı güvence altına alınacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiği bildiriliyor.

“Tartışmaların sonuçlandırılarak artık eyleme geçilmesi” ve başlatılan açılımlarda siyasî inisiyatifin müşahhas reformlara dönüşmesi ve hayata geçirilmesinin gereği bildiriliyor…

Doğrusu, inanç ve ifâde hakkı ve hürriyeti önündeki yasakların kalkması, gerçek bir demokratikleşme, hükûmetin bu husustaki demokratik direnç ve irâdesiyle olacaktır. Aksi halde “Kürt açılımı”nda olduğu gibi bütün “açılımlar” akıbetsiz kalacaktır…

04.12.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Minare alemdir!


A+ | A-

Avrupa’nın “doğru İslâmiyeti” ancak ters vuruşlarla öğreneceğini daha önce de belirtmiştik. Yani İslâmî esaslara veya şeaire dinsizlerce Avrupa’da yapılan hücum, ister istemez Kur’ân’ı gündeme taşıyor. On milyonlarca insan ister istemez yabancısı oldukları İslâmiyeti duymuş ve kısmen de öğrenmiş oluyorlar. Çoktandır İslâm ile ilgili “sessizliğe bürünen” Avrupa coğrafyası, minare gündemiyle yeniden İslâmiyeti ateşli ve heyecanlı tartışmalardan duyacak…

Temel bir insanî hakkı “halkoyuna” hazırlayanlar, belki de bu neticeyi düşünemediler. Veyahut Johannes Kalvin’in ülkesinden yakılacak “fitne ateşine” diğer ülkelerin de katılacağını zannetiler. “Saldırgan ateizm” adına, fakat “Hıristiyan Avrupa” maskesiyle insanlığın barışını bozanların mahiyeti, elbette ki bu olaylarla ortaya çıkacaktır. İsviçre medyasında “semavî dinlere” derin düşmanlıklarını minare karşıtlığı ile yansıtanların mahiyetlerini biz Müslümanlar, insaniyetperver Avrupalılarla İsevîlere anlatmaya devam edeceğiz. İsviçre’nin meşhur gazete ve dergilerinin arşivlerine girenler, bugünkü tezgâhın, ta on seneden beridir başladığını göreceklerdir.

HEDEF YALNIZ İSLÂMİYET MİDİR?

İsviçre’deki paralar ile dünya barışını kundaklayanların rahatını Müslümanlar bozmadı. Başta Avrupa olmak üzere dünya barışını isteyen AB ilgilileri, bizden önce İsviçre’deki bazı çevrelerin hedefi haline geldi. “Şeffaf bir Avrupa” prensibini seslendiren AB, İsviçre’nin “kara para merkezi” olmaktan çıkmasını istedi. AB ile çevrelenmiş bir İsviçre’nin başka şansı da yoktu. Asyalı zenginlerin parası bu bankalardan ayrılınca, İsviçre kendisini AB’ye zorlayan ve vize duvarlarını istemeyen Avrupalı Hıristiyanlara dolaylı vurmak istiyor. En temel hak ve hürriyetleri, belli çevrelerin kontrolündeki medya aracılığıyla oylamaya sunarak, küçük kıt'ada bir fitne ve kaos çıkarmanın peşinden koşuyor. Kendisini ablukaya almış Avusturya, İtalya ve Almanya’ya rağmen Hıristiyan değerlerle vuruşamayacağını bilen Hıristiyan ve İslâm düşmanı çevreler; doğru bilgilendirilmemiş Hıristiyanların da gözüne batan “minareyi” âlet ederek “semavî dinlere” düşmanlıklarını bu şekilde izhar etmiş oluyorlar.

İSVİÇRE HALKININ BU

TARTIŞMAYA İHTİYACI VARDI…

İsviçre’yi gezenler, buradaki toplum yapısını az çok bilirler. Farklı milletlerin, dillerin ve inançların oluşturduğu kantonlardan meydana gelen İsviçre’deki halkının İslâmiyeti doğru bildiği söylenemezdi. Din karşıtı medyanın ve Türkiye’deki “Selânikliler Hanedanı” ile birlikte hareket eden bazı çevrelerin hummalı ortak çalışması; hem Türkiye tarihini, hem İslâmiyeti ve hem de İslâm dünyasındaki “genel hayatı” gölgeleyecek kamuoylarını netice vermişti. Bu çalışmalarda dinsiz ikinci Avrupa çizgisindeki Sarkozy gibi Fransız siyasetçilerin de etkili olduklarını, iki ülke arasındaki bazı paralelliklerden öğreniyoruz. İslâmın aleyhinde bilgilendirilen kamuoyundan “minare yasağı” çıkaran İsviçre idarecileri ve medyası, bundan böyle bütün Avrupa'yı kapsayacak “İslâmî tartışmaları” engellemeyeceğine göre, İsviçreliler açılan bu yeni pencerelerden İslâmiyetle insaniyetin aynı ortak paydayı paylaştığını gözleriyle görecekler. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki azınlıklar için hürriyet isteyen “İkinci Avrupa”nın da ne kadar sahteci, iki yüzlü ve dessas olduğunu bu tartışmalarla İsevî ve medeniyetperver Avrupa öğrenmiş olacak.

MİNARE TARTIŞMASI AVRUPALI MÜSLÜMANLARA ZARAR GETİRMEZ…

Ters vuruşlarla tartışmalara sürüklenen Müslümanlardaki ilk huzursuzluk ve panik yeni değildir. Bu tür hadiselerde tartışma zamanla Müslümanların lehine cereyan edecektir. Burada önemli olan husus, ortamdan faydalanarak, gözlerini ve kulaklarını kalpleriyle birlikte açmış Avrupalılara “doğru İslâmiyeti” anlatabilmekte… Hadiselerin arka cihetinden kiliseleri, insanî sivil toplum örgütlerini, üniversite ve siyasî çevreleri haberdar edebileceğimiz nisbette, bu tartışmalar toplum barışına büyük faydalar sağlar.

Eskiden komünist ve bolşevik olarak bilinenlerin bu yeni hücumlarının, efkâr-ı ammenin onların mahiyetini öğrenmesine vesile olacağını da daima nazarda tutmak gerekiyor. Yalnız burada klâsik yanlışlara girmemek için, arşivlere girip tahlilci bir üslûpla meseleyi ele almak gerekiyor. Bir kısım medyanın altyapısını hazırladığı ve neocon kanada ait kadroların tatbike koyduğu bu tip “halkoylamarının” neticelerinden dolayı İsviçre vatandaşlarını ve hatta devletini suçlamamak lâzım. Almanya, Amerika ve İngiltere halkları kadar İsviçre halkı da bu tartışma çerçevesinde “doğru İslâmiyeti” bulmaya çalışacaktır. Asıl Hıristiyanlığın ve insaniyetin değerleriyle aynı paydada birleşen İslâmiyetin güzelliğini, barış dini olduğunu ve fıtratı seslendirdiğini İsviçreliler mutlaka öğreneceklerdir.

04.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hastalar Risâlesi’ni şimdiden ayırtalım


A+ | A-

Fatih Bey: “Kimi zaman salgın ve bulaşıcı, kimi zaman ferdi olan hastalıkları ve doğuştan gelen sakatlıkları kader açısından değerlendirir misiniz?”

Makaleme başlamadan önce hemen belirteyim ki, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Lem’alar adlı eserinde yer alan bir risâle vardır: Hastalar Risâlesi... Tek kelimeyle bir şifa risâlesi… Sade bir Türkçe ile yazılmış… Hastalıklara Kur’ân’dan ve Resulullah’tan (asm) şifa getiriyor. Bugünlerde Hastalar Risâlesini okumaya, okutmaya, insanımıza hediye etmeye ne kadar ihtiyacımız var! Gazetemiz Yeni Asya 25 Aralık’ta bu güzide risâleyi kuponsuz, çekilişsiz, herkese hediye vermeyi plânlıyor. Şimdiden yazmamın sebebi, o günün gazetesini şimdiden ayırtalım, o gün kalmayabilir. Komşularımıza, akrabalarımıza, yakınlarımıza birer risâle hediye edebilecek şekilde sayı bildirirsek, güzel bir sıla-i rahim vesilesi de olur ve iki kat sevap olur.

Gelelim sorunuza… Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp hüzne kapılmamalı, kusurlu bir biçimde dünyaya geldiğine pişmanlık göstermemeli; perde arkasındaki büyük mükâfât cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızâsını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, musîbet ve hastalıklarda insanın üç vecihle şikâyete hakkı yoktur:

1- Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbisesini san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut elbisesini o model üstünde kesiyor, biçiyor, değiştiriyor, muhtelif isimlerinin cilvelerini gösteriyor. Şâfî ismi hastalıkları istediği gibi, Rezzâk ismi de açlığı ve susuzluğu gerektiriyor. Ve hâkezâ… Mülk sahibi Allah’tır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etmeye elbette hakkı vardır.

2- Hayat musîbetlerle ve hastalıklarla arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, netice verir, mükemmele ulaşır ve hayatî vazifesini yapar. İstirahat içinde monoton, tekdüze ve hastalıksız bir hayat, mutlak hayır olan vücuttan ziyâde, mutlak şer olan yokluğa daha yakındır ve yokluğa bakar.

3- Bu dünya bir imtihan meydanı ve bir hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfât yeri değildir. Mâdem hizmet yurdudur ve ibâdet mahallidir. Hastalıklar, sakatlıklar ve musîbetler—dînî olmamak ve sabretmek şartıyla—o hizmete ve o ibâdete çok uygun düşüyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibâdet hükmüne getirdiğinden, şikâyet değil, şükretmek gerektir.

Saîd Nursî Hazretlerine göre ibâdet iki kısımdır:

1- Müsbet ibâdet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irâdemize bağlı olarak yaptığımız ve yapılması Cenâb-ı Hak tarafından emredilen ibâdetlerdir.

2- Menfî ibâdet. Bu kısım ibâdet, hastalıklar, sakatlıklar, musîbetler ve âfetler gibi insanın irâdesi dışında gelip, insana Allah’ın âciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellîlerdir. Bu yol ile musîbete uğrayan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, âciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam sığınır. Yalnız O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece hâlisâne ve mâsumâne bir ibâdet dâiresi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inâyeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibâdete riyâ girmesine imkân yoktur. Onun için hâlistir.

Musîbete uğrayan, hasta olan, sakat doğan veya sakat kalan kişi eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ öyle hastalar, özürlüler, sakatlar ve musîbetzedeler var ki, bir dakikası bir gün ibâdet hükmüne geçmektedir.

Üstad Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak hadsiz kudretini ve sonsuz rahmetini göstermek için insanı hadsiz derece âciz ve sonsuz derece fakir yaratmıştır. Hem isimlerinin hadsiz nakışlarını göstermek için insanı hadsiz elemlere ve lezzetlere mazhar kılmıştır. Nitekim insanın mâhiyetinde yüzlerce duygu ve latîfe vardır ki, her birisinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazîfesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Âdetâ büyük insan olan kâinâtta tecellî eden bütün isimlerin, küçük kâinât olan insanda da cilveleri vardır. Sıhhatte ve âfiyette olmak, lezzetleri hissetmek, güzel tatları tatmak ve mutlu olmak gibi nimetler nasıl şükür gerektirir ve şükür dedirtir, o vücut makinesini çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olursa; musîbetler, hastalıklar, özürler, sıkıntılar, dertler, elemler ve muhtelif ârızalar da o vücut makinesinin diğer çarklarını harekete getirir, heyecan verir. İnsanın mahiyetine konulmuş olan acz, zaaf ve fakr mâdenini işlettirir. Böylece insan yalnız bir dil ile değil, her bir âzânın dili ile Allah’a sığınır, duâ eder, Allah’tan ister ve Allah’a niyaz eder. Güyâ insan o ârızalar dili ile ayrı ayrı binler kalem hükmünde hareketli bir kalem olur. Hayat sayfasında misâl âlemine giden levhalarda hayatının şükürlerini, zikirlerini ve tesbihlerini durmadan yazar. Allah’ın isimlerini böylece ilân eder, Allah’ın isimlerinin manzum bir kasîdesi hükmüne girer, fıtrat ve yaratılış vazifesini tam yapar.1

Dipnot:

1- Lem’alar, s. 16-19.

04.12.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Gönül sultanımız


A+ | A-

Yine onun haftasında, yine onun sene-i devriyesindeyiz. 1ve 17 Aralık günlerinde ilk akla gelen o. 1207 yılında dünyaya gözlerini açan büyük gönüller sultanı Hazreti Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, küçük yaşlarında, birçok muârız ve münekkitlere muhatap olan babaları Sultanü’l-Ulema Bahâeddin Veled Hazretleri ve bütün ailesince, Belh şehrinden halkın gözyaşları arasında hicret ederler. Sırası ile Belh, Semerkant, Nişabur, Bağdat, Mekke, Medine, Şam, Malatya, Erzincan, Larende ve nihayet de Konya... Babaları Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled Hazretleri Konya surlarının dışında, Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın gül bahçeleri olan, şimdiki türbe ve mezarlarının bulunduğu yerde ellerini semaya açarak ”Benim ve çocuklarımın ve onların evlât ve ahfadının mezarı burada olacaktır” diye duâ ettiği Konya, bu aziz aile için son durak olur ve buraya yerleşirler..

Hz. Mevlânâ döneminde, Konya’da kilise, havra, sinagog ve camiler vardı. Hz. Mevlânâ’nın böyle bir zemin ve zamanda halkın her kesimiyle ilişkisi vardır. Kimseyi dışlamaz. Onun için, insan olarak cami imamı, kilise papazı hiç fark yok. Herkese muhatap olmaktadır. Tevazuda nakledilen rivayetlerde papazları geride bırakmış ve bıraktığı papazlar Müslüman olmuşlar. Nitekim 17 Aralık 1273’te cenazesini taşıyan tabutuna, o günün gayr-ı müslimleri el atmışlar ve mani olmak isteyenlere “Mevlânâ ekmek gibidir, biz ekmeğe muhtacız, o bize peygamberleri öğretti“ gibi feryatlarla tabutunu mezarına kadar taşımışlardır.

Aradan yüz yıllar geçmesine rağmen, onun insanları kucaklayan mesaj ve müjdeleri bütün dünya ülkelerini, saraylarını, kürsülerini, divanlarını kucakladı, dalgalar husûle geldi ve bu dalgaların nuranî akisleri UNESCO’nun duvarlarını çatlatarak arşivlerini meydana çıkardı. UNESCO, BM’nin kuruluşundan bugüne, yani 24 Ekim 1945’ten itibaren, dünya milletleri arasında çok geniş bir sahada icraat yapan ve doğruluğunu ispatlayan “Eğitim, Bilim ve Kültür” koludur. Uzun yıllardan beri takip ederim, bilhassa Yunus Emre ve Hz. Mevlânâ hakkında yaptıkları çalışmayı yakînen müşahede etmişimdir. Bu zatların yaptıkları faaliyetler hengâmında da, çok kişiler gibi bizler de mülaki olmuşuzdur.

UNESCO geçtiğimiz yıllarda Yunus Emre Hazretlerinin vefatının 700’üncü sene-i devriyesinde “Yunus Emre ve Sevgi yılı”, Hz. Mevlânâ’nın vefatının 700’üncü yılı münasebetiyle de “Hz. Mevlânâ ve sevgi yılı” ilân etmiş ve bu hususlar o tarihlerde Konya’da Uluslararası Mevlânâ sempozyumlarında ve İstanbul, İzmir illerimizde dile getirilmişti. Geçtiğimiz 2007 yılında ise, bu sefer Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yıl dönümü münasebetiyle “Mevlânâ ve Hoşgörü” yılı ilân edildi ve 193 devletin kısm-ı azamında faaliyetler ve gösteriler yapıldı ve büyük hizmetlere vesile oldu.

Hazreti Mevlânâ gibi koca bir okyanus, asırlara sığmadı. Esasında bu ve bu nev'î zatların her bir sözü okyanus misâldir. 66 yıllık bir ömre sıkıştırdığı, ilham-ı Rabbânî olarak kaleme aldığı 5 büyük eseri; Mesnevî, Divan-ı Kebir, Mektubat, Mecâlis-i Seb’a ve Fihi mâ fih, derin mânâları ve çıkış yollarını içine almaktadır.

“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol.

Sehavet ve cömertlikte akar su gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol.

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.”

Mesnevî-i Şerif’indeki bu veciz ve ölümsüz ifadeler, bugünkü iktidar ve hükûmetin içini açıklamadığı fakat efkâr-ı âmmeye takdim ettiği “açılım paketi”nin tavanı ve tabanı olması lâzımdır. Bu itibarla da hem UNESCO’yu yakalamış, hem de âlem çarşısında ve aziz vatanımızda millî birliğimizin ve bölünmez bütünlüğümüzün bekasına vesile olmuş oluruz kanaatindeyim.

Konya gibi 10 bin yıllık maziye sahip tarihî şehirde, Hz. Mevlânâ’ya komşu olmak bile büyük bir lütf-u İlâhîdir. Onun eserleriyle yaşamak ise ayrı bir ikram-ı Rabbânîdir.

04.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl