19 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

Hakikate olan ihtiyaç ve Batılı insanın manevî beklentileri


A+ | A-

Her insanın fıtratı, yani yaratılışı, mizâcı, gerçek mânâdaki temel ihtiyaç ve arzuları, her yerde her an hemen hemen aynı çizgide birleşiyor. Çok fazla farklılık arz etmiyor. Dünyaya gelip insanca yaşamayı isteyen, arzulayan her insan hak diyor ve istiyor, adalet diyor ve istiyor, vicdan diyor ve istiyor, insaf diyor ve istiyor, doğruluk diyor ve istiyor, sıdk diyor ve istiyor, merhamet, şefkat diyor ve istiyor. Kısacası gerçek mânâda huzur, saadet ve insana lâyık bir şerefle yaşmak istiyor. Çünkü her insana Yaratan tarafından verilmiş olan sayısız cihazlar, binlerce duygular, birçok çeşitli hisler, bunca mizaçlar ancak onu Yaratana tâbi olup ona intisap etmekle ancak tatmin olur, teskin olur, mecrâında yürür.

Geçen haftaki yazımda bahsettiğim gibi iki haftadan beri Almanya ve Avusturya’nın çeşitli şehirlerinde yerli ve yabancı çeşitli gruptan insanlarla birlikteliğimiz ve temaslarımız oldu. Çok değerli camiâmızın mümtaz hizmet elemanlarıyla gece gündüz mütemadiyen İman ve Kur’ân dâvâsının meselelerine mesai harcayıp elimizden geldiği kadar yardımcı olmaya çalıştık. Bir defa daha anladık ki, bu kudsî dâvânın gönül erlerine düşen daha çok iş ve hizmet var, bizleri bekliyor. Bana göre, bu konuda hiçbir bahane üretme lüksümüz ve şansımız da maalesef yok.

Çünkü bu gezilerimiz esnasında şunu bir defa daha çok net olarak müşahede ettik ki, insanlar ve insanlık “akıl, ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân”ın doğru mesajlarının kendisine ulaşmasını arıyor ve bekliyor. Bir başka deyişle, insanlık “insaniyet-i kübrâ” (en büyük insanlık) olan İslâmiyetin o engin ve kucaklayıcı sıcaklığını ve rahmet şemsiyesini bekliyor.

“İstikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek” olan tek ve alternatifsiz gerçeğin İslâmiyet’in gösterdiği hakikatlerden oluşacağını, hakikî Hıristiyanlığın da Kur’ân’a tâbi olup ittifak etmeye mecbur olacağının hakikatini açıkça ve net bir şekilde hissedebiliyoruz.

Bütün mükemmelliklerin üstadı, bir buçuk milyar nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen, hakikî bir medeniyetle, müsbet ve doğru fenlerle cihazlanmış olan İslâmiyet’in hükümlerini hiçbir kuvvetin kıramayacağı hakikatinin daha yüksek sesle ve ikna edici bir tarzla tebliğ edilmesine şiddetle ihtiyaç var.

İnsanlığın beklediği doğrudan doğruya Kur’ân’dan çıkan İslâmiyetin kuvvetinin ve onun medeniyetinin güzelliklerinin galip gelerek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceği, bunun neticesinde bütün dünyada genel bir barışın temin edileceği bekleyişi son safhada.

Vahşetin, zulmün, düşmanlığın, taassubun, engizisyon felsefesinin tam ve hakikî panzehiri; insanlığın vazgeçilmezleri olan adaletin, itidalin, meşruiyetin, doğruluğun, medeniyetin tesis edicisi ve “medenîlere hitap ve tebligâtın zorlama ile değil ikna ile” olduğu hükmünü getiren İslâmiyetin sevgi, kardeşlik ve mükemmellik olduğu gerçeğini fiili ve ahlâkî olarak göstermekledir.

Tahrif edilmiş Hıristiyanlığın insanlığa artık hiçbir şey getirmediği, sönmeye başladığı ve ancak sâfîleşerek İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edeceği gerçeği gün gibi aşikâr olmuştur.

Onun için inananlara düşen en büyük sorumluluklardan birisi de, “Mevcûdiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme; dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun” tesbitine uymaktır.

Saadet güneşinin parıltıları dünya üzerinde ağırlığını her geçen gün daha da hissettiriyor. “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak” haykırışı Avrupa semalarında dalgalanıyor.

İki dünya saadetinin kaynağı olan İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini göstermenin; hem diğer dinlerin mensupları nezdinde; hem dinde lâkayt ve kayıtsız olanlar nezdinde güzel örnek teşkil ettiğine şahit olduk.

Avusturya ziyaretimiz esnasında; Alp Dağlarındaki muhteşem manzaraları seyirden dönerken, yol üzerinde küçük bir yerleşim merkezinde ikindi namazını kılmak için uğradığımız diyanete bağlı cami çayhanesinde kısa sohbet esnasında “imanî hakikatlerden” küçük bir demet sunmamız ve oradaki küçük cemaatin fertlerine, burada yetişen gençlerine, kendi çocuklarına çok iyi sahip çıkmaları için yaptığımız kısa tavsiyeler karşısında: “Bunları bu şekilde bize anlatanlar yok. Keşke herkes sizin gibi böyle anlatsa!” diyen has Anadolu insanının arayış ve bekleyişlerini anlamaya ve bir şeyler yapılması lâzım geldiğine kanaat getirdik. Almanya’da bir ilde, dershanemizin üzerinde kiracı olan bir vatandaşımızla sohbetimiz esnasında, kafasında bulunan birçok felsefî ve karmakarışık sorularını, Müslümanların yaşantısından dolayı zorluklarla karşılaştığını itiraf etmesi... Bütün bunları bilen oradaki Nur Cemaati mensuplarının kendisine olan saygı ve kendisini dışlamaması karşısındaki takdirkâr duyguları: “Bunlar benim bu kadar dine ters olan yaşantıma rağmen hiçbir zaman beni dışlamadılar ve katlandılar. Ben bunların yerinde olsam bu şekildeki bir insanı burada muhafaza etmezdim” itirafı ve uzun zamandan beri kafasını kemiren bir çok soruya; Risâle-i Nurlardan okuyarak verdiğimiz cevaplar... Sosyal hayat ve “insaniyet-i kübra olan İslâmiyet” hakkındaki yorum ve sohbetimizden sonra, kendi itirafıyla şahsında dine uygun olmayan hallerinden pişmanlık duymasına rağmen o kötü alışkanlıkları bırakamaması; ama bir arayış içinde olduğunu itiraf etmesi... Okunan konuların ve verilen misallerin orijinalliği ve ikna edici deliller karşısındaki hakperestliği ve yakın ilgisi bize oldukça tesirli mesajlar verdi.

Yine aynı şehirde bir dostumuzun kısa süreli dâveti üzerine gittiğimiz evinde, bitişik komşusunu da dâvet ettiğini ve tesettürlü olamayan bu komşu bayanın kısa konuşmalarımızdan sonra samimî olarak bana hitaben: “Nejat Abi, ben Risâle-i Nur’dan kopmak istemiyorum. Tatillerde Türkiye’de bu konuda bana yardım edecek dostlarınız varsa bana yardım edin!” ifadesi karşısında biraz şaşırdığımı, ama insanlığa karşı çok ciddî sorumluluğumuzun olduğu gerçeğini bütün çıplaklığıyla bir defa daha ortaya koyduğunu hissettim.

Münih’e yakın bir yerde yapılan; Güney Almanya ve Avusturya bölgesini içine alan bölgedeki elli civarında Nur hizmetkârının katıldığı üç günlük “Risâle Okuma Ve Eğitim Programı” da Elhamdülillâh dolu dolu geçti. Başta tevhid, nübüvvet, haşir olmak üzere hizmet esasları, meslek ve meşreb konuları dâhil birçok konu ve problem tam bir demokratik hava içerisinde müzakere edilip değerlendirildi. Katılanlar son derece memnun olduklarını ifade ederek ve kısa zaman sonra “Aile Programında” buluşmak üzere ayrıldılar. Burada bulunan bütün ağabey ve kardeşlerin kendilerini, eşlerini, özellikle de çocuklarını her türlü manevî tahribattan korumak için yaptıkları bu güzel faaliyetlerin plân ve programlı olarak yıllardan beri devam ettiğini ve edeceğini görmek ümitlerimizi tazelendirdi. Katılan ve emeği geçenleri tebrik ediyor, bu gibi hizmetlerinin gelişerek ve genişleyerek devam etmesi duasında bulunuyoruz.

Yeni bir müjdeli haberle yazımıza noktayı koyalım İnşaallah: Başta Avrupa olmak üzere Yeni Asya sevdasına gönül vermiş dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun Yeni Asya okuyucuları olan bahtiyar insanların samimiyet ve gayretleriyle bütün dünyaya yayın yapan “Yeni Asya International” gazetesi kısa bir zaman önce artık ek olarak “Almanca özel sayfalarıyla” yayına girmiş bulunuyor. Bu çok önemli bir hadise, çünkü dünya çapındaki fesat şebekeleri ve zındıka komiteleri “Bahtiyar Alman Milletinin” üstünden dinsizlik oyunları oynamaya çalışıyor. İnşaallah, “Yeni Asya International” bu gibi tuzakları bozacak karşı yayınlarıyla bu kirli plânları deşifre etmesi bakımından çok önem arz ediyor. Bu dalda hizmeti ve emeği geçenleri tebrik ediyoruz. Başta İngilizce lisanı olmak üzere diğer dillerde de gazetemizin yayın yapmasını ümit ediyor ve bu alanda başta Avustralya ve ABD’deki dostlarımızdan sorumluluğu olanlardan yeni çalışmalar ve katkılar bekliyoruz. Yepyeni ve ümit dolu hizmet ve faaliyetlerde birlikte olmak dilek ve temennisiyle.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

İskenderun, Antakya, İstanbul


A+ | A-

Mart ayı bir çok cihetle mânevî ve fikrî hareketlerin harmanıdır. Bu itibarla geçtiğimiz haftayı, gecesiyle gündüzüyle dolu geçirdik. Geçtiğimiz hafta her beldenin kendine göre özellik arz eden hizmetlerle dolup taştı. Dâvet olunduğumuz beldelerden ilk durak yerimiz İskenderun idi. Fakat Adana’daki kadim dostlarımı ziyaret ve onların manevî derslerine, duâlarına iştirak ederek ve yeni hizmet birimlerini görerek İskenderun’a intikal ettik. İskenderun eskiye nazaran çok mesafeler almış. Arkadaşların samimî uhuvvetleri, muhabbetleri ve arkadaşlıkları sayesinde yep yeni ve geniş bir vakıf binalarına kavuşmuşlar.

“Bediüzzaman’da kardeşlik ve eğitim” başlıklı seminerimize alâka büyüktü. Çevreden gelen kardeşlerimizle ve üniversiteli başta Barbaros gibi gençler bana ayrı bir ışık vermiştir. ”Bazen bir, bine bedeldir” ifadesi sosyal hayatta da görülmektedir. İskenderun çok kültürlü ve bir çok dinin bulunduğu aziz Türkiye’mizin ayrı bir güzel köşesi. Böyle yerlerde hayatın ve birliğin devamı İslâmın emrettiği kardeşliğin varlığı ile olabilir ve istenilen eğitimin hayata geçmesiyle devam eder. Bu mânâ içinde herkesin anlayacağı bir dille çeşitli misâllerle bu iki mevzu üzerinde durduk. Emeği geçen Av. Erol Beylere ve bize bu imkânı tanıyan bütün can dostlarıma binler teşekkürler...

İkinci durak yerimiz, daima gönlümüzde yer yapan Antakya idi. Ahmed Feyzi ve Kâmil kardeşimizin kaptanlığında vasıl olduğumuz bu tarihi şehirde her anımız dolu geçti. Burası da tarihî yönden İskenderun’dan daha çok faaliyeti olan bir yer. Habib-i Neccar Hazretlerinin kabrini ziyaret ettikten sonra, Ortodoks Kilisesi eski genel başkanı Jozef Naseh Beyin babasının ölümü dolayısıyla eğitimci Recep Bayraktar Beyle ziyaret ettik. Orada da ifade ettik “Ezan, çan, hazan.” Bu üç ses duyulur ve işlenir bu aziz mekânda.

Böyle bir yerde de Hz. Bediüzzaman’dan “Açılımda kardeşlik ve eğitim üzerine” resitaller sunduk. Dar daire, orta daire ve geniş dairede uhuvvet-i İslâmiye ve selâmet-i âmme dediğimiz dünya barışı üzerinde Antakyalıların çok görkemli hâle gelen vakıf binalarında hitap ettik. Eski ve yeni can dostlarıyla kaynaştık, gecenin geç saatleri ve sabahın imsak vakitlerinde birlikte olduk. Yakup Beylere, Haydar Beylere, Çaksenlere, Hasan Hocalara ve hasseten beni mazinin derin ve hazin sahifelerine götüren hanım ablalarımıza binler tebrikler...

Bu güzel hizmetlerin akabinde, çok gönül sultanlarının mekânı İslâmı bol olan İstanbul’a Risale-i Nur Enstitüsü’nün dâvetlisi olarak intikal ettik. Enstitü binasındaki dakikalı ve saniyeli konferansımızın konusu “Risâle-i Nur’da kardeşlik”ti. Kısmı-ı a’zâmı İstanbul Üniversitesi’nde okuyan kardeşlerimiz ile üniversiteye hazırlanan gençlere, yol şartlarının yorgunluğuna rağmen, yılların birikimi içinde gençlerin şevkine ne lâzımsa, aynı mânâlar içinde takdim etmeye çalıştık. Yüzlerindeki tebessümler, karşılıklı diyaloglar ve espriler onların hoşnut kaldıklarının emareleriydi.

Bu gençler gönül ve fikir âlemimde çok ufuklar açmıştır. Ayrıca kendilerine kendilerini anlatmaya, gerçek kardeşliğin ve Ashab-ı Kiramın (r.anhüm) vârislik intikalindeki sırları açmaya çalıştım. Onlar bu cihetle salonlara sığamazlar ve sığmayacaklarını gösterecekler. Musikîleriyle gönlümüzde ma’kes bulan bu gençleri ve başta Celaleddin Ç., İsmail K., Münir A., Hasan K. ve Yunus Emre Beyleri tebrik ediyorum.

Bizim burada olmamız dolayısıyla düğünlerine dâvet eden Mehtap ve Bilal kardeşlerimizin Dilruba’daki düğünlerine katıldık. 40 yıllık arkadaşımız Abdurrahman ve Abdil Beylerin ricalarıyla da “Hz. Peygamber ve Aile“ başlıklı öz ve kısa bir hitabede bulunduk. Evet her şey o zât-ı nurâniye bağlı.

“Levlâke Yâ Muhammed”.

Sana binler selâm ey Allah’ın Rasülü (asm)...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Nikâhta denklik üzerine


A+ | A-

Malatya’dan Osman Yıldırım: “İslâm’da evlilikte küfüv denilen eşlerin denk olması meselesini açıklar mısınız? Denk olmak ne demektir? Hangi noktalarda denk olmalıdır?”

Evlilikte denk olmak, evlenecek kız ve erkeğin soy ve sopta, boy ve bosta, yaş ve başta, mal ve mülkte, hür olup olmamakta, servet ve meslekte, din ve inanç anlayışında, huy ve ahlâkta mümkün mertebe birbirine yakın değerler taşıması demektir. Bunlardan en önemlileri dinde ve dindârlıkta denkliktir. Sırayla görelim:

1- Dinde denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dinde birbirine denk olması Allah’ın emridir, yani farzdır. Her ikisi de Müslüman veya kadın en azından ehl-i kitap olmalıdır. Müslüman bir erkeğin müşrik bir kadın alması haram olduğu gibi, Müslüman bir kadını müşrik bir erkekle evlendirmek de haramdır.

İlgili âyetler şöyledir:

* “İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile putperest bir kişiden, inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile Cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar.”1

* “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir.”2

* “Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir.”3

* “Ey îman edenler!.. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” 4

2- Dindârlıkta denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dindarlıkta, dîni yaşama arzusunda, âhirete hazırlanma kaygısında, güzel huyda, güzel ahlâkta, edep ve terbiyede, iffet ve nâmûsta, dürüstlük ve doğrulukta, haramlara karşı hassasiyette ve helâlleri tercih etme duyarlılığında, hizmet anlayışında ve usûlünde ve Allah korkusunda birbirine denk olması sünnettir.

İlgili hadisleri buraya alalım. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm buyurmuştur ki: “Dünya metâının en üstünü ve en fazîletlisi sâlih ve dindâr kadındır.”5 “Mü’min’in, Allah korkusundan sonra yararlanacağı en hayırlı şey, sâlihâ bir kadındır.”6

* “Kadınlar ile dört tür hasleti için evleniliyor: 1-Malı, 2- Soyu, 3- Güzelliği, 4- Dindârlığı. Ey Mü’min! Sen bunlardan dindâr olanını seç! Yoksa fakîrliğe düşersin!”7

* “Kadınları sırf güzellikleri için nikâhlamayınız! Çünkü onların güzelliği onları böbürlenmek ve kibirlenmek gibi tehlikelere sürükleyebilir. Kadınları sırf malları için nikâhlamayınız! Çünkü mal üstünlüğü onları azdırabilir ve isyana sevk edebilir. Lâkin kadınları dindârlıkları için nikâhlayınız! Şüphesiz burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindâr bir câriye dindar olmayan hür ve güzel kadından daha efdaldir.” 8

Bu hadislerin tefsirini yapan Üstad Bedîüzzaman, nikâhı, insanın en fazla ihtiyâcını tatmin eden kalbe mukabil bir kalp ile sevgilerini, aşklarını ve şevklerini karşılıklı yaşayabilecekleri, lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederde birbirine yardımcı olabilecekleri önemli bir saadet kurumuna atılan adım olarak tanımlar.9

Üstad Hazretlerine göre bu saadet kurumunda kadın ve erkek dindarlıkta, güzel ahlâkta ve Allah korkusunda birbirine denk olmalıdırlar. Ebedî hayatta eşini kaybetmemek için, eşinin dindârlığını örnek alan ve eşini dindârlığı ve güzel ahlâkı için seven erkek dünya-âhiret elemsiz mutluluğu yakalamış demektir. Kocasının dindârlığına bakıp, ebedî hayatta kocasını kaybetmemek için Allah korkusuna ve takvâya giren kadın da bahtiyardır, ebedî mutluluğa ulaşmış demektir.

Yoksa sâlihâ kadınını ebedî kaybettirecek sefâhette ve kötü davranışlarda bulunan erkek kendisine yazık etmiş olur. Kadın da, Allah korkusunu yaşamaya çalışan kocasının izinden gitmemesi dolayısıyla, o ebedî arkadaşını kaybederse kendisine yazık eder. Kadın ve erkek ise birbirinin fısklarını, günahlarını ve kötü davranışlarını taklit ediyorlar ve böylece birbirini ateşe atıyorlarsa, sevgilerine, aşklarına ve mutluluklarına binlerce defa yazık etmiş olurlar.10

Eşinin maddî ve fizikî güzelliğinden ziyâde, huy ve ahlâk güzelliğine, şefkatin madeni ve Rahmetin hediyesi oluşuna sevgisini bağlayan bir erkeğin, eşinden aynı derecede sevgi ve hürmet göreceğini bildiren Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu karşılıklı hürmet ve muhabbetin her iki taraf yaşlandıkça ve çirkinleştikçe artacağını, böylece dünya hayatının da bir mutluluk yumağına döneceğini, yoksa yalnızca sûret güzelliğine bağlanan bir sevginin çok geçmeden bozulacağını ve yerini geçimsizliklere bırakacağını haber verir.11

Üstad Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle, eşini latîf şefkatine, güzel hasletine, güzel huyuna ve güzel ahlâkına dayalı olarak sevmenin ve böylece eşini günahlara girmekten korumanın âhiretteki neticesi ise, Rahîm-i Mutlak tarafından ebedî Cennette hûrilerden daha güzel, daha alımlı ve daha câzibedâr bir fizikî ve rûhî güzellikle eşinin kendisine ebedî bir eş, lâtîf bir dost, güzel bir arkadaş ve sâdık bir sevgili olarak verilmesidir.12

Çocuklarımızın böyle büyük mükâfâtlara ermelerini temin için, evliliklerinde dinde ve dindarlıkta mutlaka denklik aramalı, sâir unsurları çok fazla abartmaya değmez görmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 221. 2- Nûr Sûresi: 3. 3- Mâide Sûresi: 5. 4- Mümtehine Sûresi: 10. 5- İbn-i Mâce, Nikâh, 1856. 6- İbn-i Mâce, Nikâh, 1857. 7- İbn-i Mâce, Nikâh, 1858. 8- İbn-i Mâce, Nikâh, 1859. 9- İşârâtü’l-İ’câz, s. 196. 10- Lem’alar, s. 257. 11- Sözler, s. 587. 12- Sözler, s. 591.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Köpekbalıklarıyla çekirgeler denizden ve karadan AB’yi kuşattılar


A+ | A-

Köpekbalığı sınır tanımaz. Ne zaman nereden saldıracağını kurbanları tahmin edemezler. Onu açık ve büyük denizlerde zannedenler, plaj kumsallarında avlarını yakaladıklarını gördüklerinde, kendi cehaletlerine gülerler. Komünikasyon ve teknolojik gelişmenin tetiklediği globalleşmeyi herkesten önce, menfaatlerini toplumun zararında arayan finans çevreleri kavradılar ve daha sonra ellerindeki kapitalizm gücüyle, millî devletlerin koruma sistemlerini ihtilâl, rüşvet veya aydın oyunlarıyla tahrip ettiler. Meselâ bizde 28 Şubat sürecinde Kemal Derviş bu önemli vazifeyi deruhte etmişti. Köpekbalıklarını taklit eden spekülatör ve finans çevreleri bilhassa denizaşırı ülkeleri vurmak için Hedgefond’s dedikleri “köpekbalıkları fonlarını” kurmuşlardı. Ani saldırılarla zayıf ülkeleri ve ekonomileri parçalayan bu fonların, idareci ve ortaklarını Amerika ve AB ülkelerinden seçmeme gayretleri, aynı zamanda onların ard niyetlerini de ortaya koyuyor.

Çekirgeleri ilk olarak Alman politikacılarından duymuştuk. Yukardaki fonların da yardımıyla başta Almanya olmak üzere birçok ülkeye karadan hücum eden saldırgan kapital sahipleri, işler haldeki fabrika ve işletmeleri satın alıyor, içini boşaltıyor ve posasını arkası sıra bırakarak bir başka coğrafyaya uçuyorlar. Almanya’daki fabrikalar ve büyük işyerleri bir bir kapandığında, Almanlar bu yatırımların eski Doğu bloku ülkelerine gittiklerini düşünüyorlardı. Sonraki zamanlar, çekirge sürüsünün Batı Avrupa’yı talan ettiğini ve bir başka ülkeye de doğru dürüst yatırım yapamadığını gösteriyordu. Zira başta eski Doğu Almanya olmak üzere Polonya, Çek, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkeler hâlâ yoksulluk, kaos ve geleneksel sıkıntılarıyla boğuşuyorlardı.

Amerika’da 11 Eylül’le birlikte varlıklarını hissettiren ve global tesirlerini tahriplerle gösteren neocon, neoliberal ve diğer müttefiklerinin finans kaynakları olan köpekbalıklarıyla çekirge sürüsü, son zamanlarda saklanma ihtiyacı da hissetmiyorlar. Artık Uzakdoğu ülkeleri, Rusya ve İngiliz sterlini yerine doğrudan “euro”ya yöneliyorlar ve dolar karşısında AB para birimini çökerteceklerini gazetelerde açıkça ifade ediyorlar. Wall Street Journal, Hedgefond’s Globe Finans Servisi Şefi Hans Nufschmid, meslektaşlarına “Avlanmanın en güzel zamanı şimdi. Tam çokça para kazanma mevsimi!” diyerek onları istişarî toplantılara gazete ilânlarıyla dâvet ediyor. Aynı zamanda hedefi de gösteriyor. Pirleri George Soros’un 1992’de sterline yaptığı meşhur saldırıyı örnek alıyorlar. Sterlini mark ve frank karşılığında satarak Britanya Merkez Bankasını devalüasyona mecbur eden Soros, bir milyar doları geçkin kazanç sağlamıştı. Sterline yapılan operasyonun euroya karşı da başladığını, rakamları dikkatlice takip edenler bilirler. 1 euronun 1.51 dolar olduğu geçen Aralık ayında başlayan taarruzla, euro 1.36’ya kadar geriledi. Akdeniz kıyılı ülkelerin köpek balıkları saldırısı altında olduğunu, Papandreu açıkça ifade etti.

Küresel soyguncuların son zamanlarda saldırı öncesi toplantılarını açıkça ilân etmeleri belki de küresel şeffaflığın getirdiği bir mecburiyet. 8 Şubat günü Manhattan’da bir araya gelen mezkûr fon sahipleri, AB para birimine karşı ittifak anlaşması imzaladılar. Soros’un önceki ortaklarından Jim Roger, spekülatör Marc Faber ve Vince Stanzione yatırımcıları ile Soros’un firmalarının temsilcilerinin AB’ye yapacakları taarruzları birlikte takip edeceğiz.

Bazı güzel ve doğru mânâların, iyilik ve adaletten önce şer ve zulümde kullanılmaları sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Birçok deccal yamağının kendilerini “mesih” ilân etmelerine o kadar benziyor ki bu hal. Şeffaflık kelime olarak müsbet mânâlar çağrıştırır. Fakat şu mevzumuzun çerçevesinde finans fonlarıyla küresel soygun ve sömürgelere kalkışanların “global şeffaflık” istemeleri, elbette ki müsbet bir kelimeye menfi mânâlar yükletiyor. Ülkelerin millî ekonomik sınırlarını kaldırarak, korunma sistemlerini felç ederek ve fıtrî zenginliklerinin haritalarını da şeffafça yayınlayarak, en kuvvetli görünen köpek balıklarına ve çekirge sürülerine insanlığın kaynaklarını yem olarak sunmanın ne dehşetli bir felâket olduğunu hepimiz biliyoruz.

AB şeffaflık ve adalet istiyor

Mesihin küresel barış projesi olarak tanıdığımız AB’nin adaletli paylaşım için şeffaflığı istediği bir vakıa. İsviçre’yi bunun için mâlî olarak netleşmeye mecbur ediyor. İngiltere gibi tarihi sömürge, soygun ve hak ihlâliyle dolu ülkeler, şeffaflıktan kaçtıkları için euroya dahil olmuyorlar. İsveç bu projeye destek yolunda Dışişleri Bakanı Anna Maria Lind’i kaybetmişti. Euro için yapılacak referandum öncesinde kurbanını vermişti İsveç. Euronun kuvvet bulması, AB’nin küresel barıştaki elini kuvvetlendirecekti. Hatırlarsanız, o günlerde birçok ülke ekonomisi euroyu kullanmaya başlamıştı.

Çekirgeler ve köpekbalıklarına AB ülkelerinin hükümetlerindeki bazı neocon ve neoliberal politikacıların içerden yardım ettikleri açık bir olay. Fakat bütün bunlara rağmen denizlerden köpekbalıklarının, karadan çekirgelerin AB’yi rahatsız etmeleri, AB’nin bu küresel soygunculara karşı global tedbirler almasını ve dünyanın diğer zayıf devletlerini uyarmasını netice verecektir diye ümit ediyoruz. Teknolojinin gelişmesi, haberleşmedeki mu'cizevî inkişaf ve insanî değerlerin Doğu ve Batı medeniyetlerince ortak payda olarak kabullenilmeye başlanması; insanlığı bu küresel afetlerden koruyacaktır İnşaallah.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Bediüzzaman manevî varlığıyla sizleri Bursa’ya bekliyor


A+ | A-

Osmanlı İmparatorluğunun ilk gözağrısı ve temel taşı Bursa. Maneviyat ve devletle alâkalı bütün ilkler hemen hemen Bursa’da yaşanmıştır. Devletin kurucuları ve manen devam ettiricileri Bursa’dadır. Bursa herşeyiyle her zaman Osmanlı olmuştur. İmparatorluğun her yerinden insanların bulunduğu Osmanlı halkınının buluştuğu ve yaşadığı bir önemli merkezdir.

Devletin uç sınırlarında cihad yapan, İ’la-yı Kelimatullah için canlarını veren şehidlerin, gazilerin, akıncı beylerinin, paşaların ve vezirlerin, sultanların diyarıdır SALTANATLI BURSA...

Maneviyat erlerinin, gönül sultanlarının, pirlerin, velilerin, alperenlerin diyarıdır MANEVİYATLI BURSA...

Boşuna dememiş Evliya Çelebi “Ruhaniyatlı şehirdir” diye... Altında ve üstünde Allah’ın sevgili mübarek kullarının gezindiği yaşadığı MUAZZEZ ŞEHİR BURSA...

Mekke—Harem-i Şerif, Medine—Mescid-i Nebevi, Kudüs—Mescid-i Aksa, Şam-ı Şerif—Emeviye Camii ve Bursa—Ulu Camii; tasavvuf silsilesi ve kudsîliği derecatı mütalâalarında MAKAMATLI ŞEHİR BURSA...

Abdal Murad’ın, Baba Sultan’ın, Duğlu Baba’nın, Musa Baba’nın, Sinan Dede’nin, Emir Sultan Şemseddin Buhari’nin, Eskici Mehmed Dedenin, Üftade Hazretlerinin, İsmail Hakkı Hazretlerinin velhasıl yetmiş bin evliya ve arifinin ilmuledün ve irfanda GÖZDESİ SEÇİLMİŞ ŞEHRİ BURSA...

Tarihin ayinelerinde seçilmiş, cengâver, hamiyetli, hayırsever, dindar, teba-i sadık, misafirsever Bursalılar ve İmparatorluğun dörtbir köşesinden kopup gelen halkın toplandığı MUALLA ŞEHİR BURSA...

Dinî vecibelerini yerine getirmekte çok hassas olan ve bu uğurda geçmiş zamanlarda birçok gailenin ehl-i imanın aleyhinde olarak başlatıldığı, bu güzide şehrimiz bağrını geçen sene olduğu gibi bu sene de büyük İslâm âlimi Risâle-i Nur Külliyatının müellifi, iman ve inançta asrımızın en aksiyoner mürşidi BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ için okutulacak mevlid-i şerife iştirak edecek olan bütün Müslümanlara açmış misafirlerini bekliyor...

Mevlidler, icra edilen dinî merasimler yanında Müslümanlar için bir sılay-ı rahim, müfritane irtibat, dost ve ahbabı kısa süreli de olsa görmek ve hasret gidermek formatını almış bütün Türkiye’de. Elbette bu faal-i hayra iştirak etmek, omuz vurmak, desteklemek, feyiz verip feyiz almak gerektir İnşaallah...

Bursa’nın hamiyetli Yeni Asya Derneği mensuplarının sizleri ağırlamak için hazırladıkları sürprizleri ve yaptıkları hazırlıkları yazmamıza gerek yok! Nasıl olsa teşrif ettiğinizde aracı olmadan, rehbersiz olarak bu güzelliklere İnşaallah muhatap olup bizzat yaşayacaksınız.

Evet, müfritane irtibatın mübarek kahramanları! Üstad Bediüzzaman manevî varlığıyla sizleri Bursa’daki bu faaliyete müşfikâne bekliyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Tahta oy sandığı tarihe karışıyor da…


A+ | A-

Ankara’da bir taraftan, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Doğan grubuna ait iki gazeteye verdiği beyanatlar “yargıya müdahale” olarak değerlendirilip tartışılırken, diğer taraftan da anayasada yapılacak kısmî değişiklikler konuşuluyor. Diğer yandan da AKP Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek’in TBMM Başkanlığı’na sunduğu yasa teklifinden sonra seçim kanunu da konuşulmaya başlandı.

Normal şartlarda Temmuz 2011’de yapılması gereken, ancak siyasî gelişmeler göz önüne alındığında öne de çekilebilecek genel seçim öncesi hazırlıklarını yoğunlaştırmaya başlayan AKP, referandum süresini indiren yasanın ardından seçim kanunlarını da gündemine aldı.

“Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Milletvekili Seçimi Kanunu”nda değişiklik öngörülen yasa teklifinde, artık boyalı sandık yerine, şeffaf seçim sandıklarının kurulması öngörülüyor. Değişiklik teklifindeki birkaç maddeyi şöyle sıralayabiliriz. Seçim sürecinde anket açıklanabilecek. İkinci kez sayım imkânı getiriliyor. Zarf sayısı, oy kullanan seçmen sayısından fazla çıkarsa, önce geçersiz zarflar düşülecek. Tehdit edene hapis cezası geliyor. Pusulaya parti liderinin adı yazılacak. Seçim büroları yasal hale geliyor. Propaganda saati artıyor. Partilerin amblemleri kendi renkleri ile pusulaya basılacak. Pusulada lider isimleri bulunacak, ancak adaylar olmayacak.

Teklifte dikkat çeken bir konu hükümetin ortaya koyduğu demokratik açılımda ön plânda tutulan “başka dillerde propaganda”nın teklifte yer almaması. Teklifin Meclis’e sunulması sonrasında bu konunun haber olması üzerine teklifin Meclis komisyonlarında yapılacak görüşmelerde gerçekleşeceği söyleniyor.

«««

Seçim kanununda yapılacak bu değişiklikler konuşulurken siyasî partiler kanunundaki demokratik olmayan maddelerin değiştirilmesi yönünde bir çalışma göze çarpmıyor. Oysa, bu çalışmanın da seçim kanunu ile birlikte görüşülmesi gerekiyor.

Yıllardır tartışılan ancak bir türlü yapılamayan bu değişikliklerin millî iradenin tam ve hakkıyla Meclis’te temsil edilebilmesi için yapılması gerekenler gözden kaçırılıyor. Bunun sebeplerinin başında da liderlerin milletvekilleri üzerinde tam hâkimiyetinin olmasından dolayı, bunu kaybetmemek için bu değişikliğe sıcak bakmamaları geliyor.

Hep söylenegelir ve doğrudur da, bu seçim kanunu ile tam olarak ismini koymak gerekirse “liderler sultası” oluşturuluyor. Lider kimin, hangi ilden, kaçıncı sırada milletvekili adayı olacağını belirliyor. Bir kişinin milletvekili adayı olup olmayacağı liderin iki dudağı arasında. Böyle olunca da o kişi milletvekili seçildiğinde liderinin sözünden çıkamıyor. Yani bir bakıma milletin değil, liderinin vekili oluyor. Bu durum da demokrasi ile bağdaşmıyor.

Elbette parti disiplini olacak, ancak milletvekili kendisine ters gelen bir kanunda dahi lidere veya genel merkeze ters düşmemek adına istemeye istemeye de olsa liderinin veya parti yöneticilerinin istekleri doğrultusunda oyunu kullanmak durumunda kalıyor. Kabul etmezse de ya partiden atılıyor, ya da başka yöntemlerle susturuluyor. Bu yüzden de parti içi demokrasi bir tarafa bırakılıyor.

Türkiye’nin mutlaka bu açmazdan kurtulması gerekiyor. Öncelikle parti içi demokrasi getirilmelidir. Ta il, ilçe üyelerinden, delegeler seçimlerine kadar ön seçim yapılmalıdır. Bunun için de geçmişte olduğu gibi tercih sistemi ve büyükşehirlerde daraltılmış bölge sisteminin getirilmesi en başta yapılması gereken değişiklikler.

Büyükşehirlerde bu sistem uygulanmazsa; meselâ İstanbul’da 84 milletvekilinin halkın tanıması mümkün olmuyor. Tercih sistemi de millet kendi vekilini kendisi seçeceği için gereklidir. Millet kime oy verdiğini bilmeli ki, ondan hesap sorabilsin. Liderler iktidara gelmeleri durumunda ekonomi, eğitim, sağlık gibi ihtisas isteyen konularda bazı kimseleri Meclis’e taşımak isteyebilirler. Bunun için de genel başkana belirli bir kontenjan ayrılması da tabiîdir.

«««

Sözün özü şu: Milletin iradesinin sandığa tam olarak yansıması için, milletin “benim milletvekilim” diyebilmesi için siyasî partiler kanununun da bu aşamada mutlaka değişmesi ve demokratik hale getirilmesinin zarureti vardır. Demokrasinin güçlenmesi için kesinlikle liderler sultasına son verilmelidir. Bunun için de seçimlerde adayları belirleme yetkisi genel merkez ya da genel başkandan alınmalı, bunun için yasal düzenleme yapılmalıdır.

Demokrasiyi daha ileriye götürmek için de bu kanunların değişmesi gereklidir. Çünkü, demokrasinin asıl unsuru olan siyasî partiler demokratikleşemezse ülkenin demokrasisinin gelişmesini beklemek de mümkün olmaz. Bunun içinde ta beldeden başlayarak, ilçe, il ve büyükşehirlerde partilerin her kademesinde seçimlerin demokratik yollarla yapılması lâzımdır.

Demokrasi, halkı kendi seçtiği temsilcileri ile kendi kendini yönetmesi olarak tanımlanır. Öyleyse bunun kuralları da uygulanmalıdır.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Katsayı, 45. madde değişmeden olmaz…


A+ | A-

YÖK Genel Kurulu yeni katsayıyı “alan içi 0.15, alan dışı 0.12” olarak öncekinden bir puan daha açarak belirledi. Yeni oranın oluşturulmasında yargı kararı zorunluluğu ile sistemin bütünlüğünü koruma kaygısının bir arada değerlendirildiği açıklandı.

YÖK açıklamasında, “Daha önce 10 puan olarak hesaplanan farkın 15 puana çıkaracağı” belirtildi. Açık açık “Sonuçta alan dışı tercihlerde aynı soruları cevaplayan üniversite adaylarının yerleştirme puanlarında 3 ila 15 puanlık bir fark değil, asıl öğrenci kitlesinin yoğunlaştığı aralıkta üniversiteye yerleştirme puanında aşılması oldukça zor—8 ila 15 puanlık—çok ciddî bir farklılık doğuracağı” savunması yapıldı.

Sınavda bir puanlık farkın bile binlerce öğrencinin sıralamasını değiştirdiği nazara alındığında sözkonusu “yeni katsayı”nın da haksızlıklara sebebiyet vereceği anlaşılmakta.

Ve bu durum, baştan beri YÖK’ün boş yere uğraştığının ve katsayı mağduriyetini gideremediğinin itirafı olmakta…

Bilindiği gibi, önceki yönetmelik değişikliklerinin Danıştay’ca yürütmenin durdurulması üzerine YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, “b, c, d ve e’ye kadar plânları olduğunu” ileri sürmüş; “Bunu baştan biliyorduk, her şeye hazırlandık” diye konuşmuş; katsayının mutlaka kaldırılacağını söylemişti.

KAT KAT KATSAYIYA DEVAM!

Çözüm olarak bir ara “iman hatiplerin kapatılması” ya da “genel lise yapılması” görüşlerini ortaya atan YÖK Başkanı, “katsayı kararı”nın iki kez peşpeşe iptali üzerine meseleyi önceki günkü YÖK Genel Kuruluna bırakmıştı.

Gelinen noktada YÖK, imam hatipleri kapatmadı, “düz lise” yapmadı; ama başta imam hatipler olmak üzere bir milyon altıyüz bin meslek lisesi öğrencisini önündeki 28 Şubat’tan kalma katsayı engelini da kaldıramadı.

Tekrar başa dönülmekte. YÖK’ün onca iddiaya karşılık katsayı haksızlığını gideremediği görülmekte. Yükseköğretim Kanunu “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” hükmünü getiren Ek-17 maddesine rağmen yasadışı dayatılan başörtüsü yasağını aşamayan YÖK’ün onca iddiaya karşılık haksızlığı giderecek yeni bir “katsayı formülü”nü geliştiremediği de ortaya çıkmakta.

Böylece daha önce açıklanan yurtdışında okuyan Türk öğrencilerin üniversiteye sınavsız giriş hakkından geri adım atan YÖK’ün, aylardır mütemadiyen “çözüm bulacağız” diye umut pompalamasına karşı, katsayı konusu yine sürüncemede kalmakta.

“Danıştay bu sefer 14’e 15 gibi bir oyla reddetti. Zannediyorum, bir dahaki sefere ikna olacaklar. Böyle bir sorun kalmayacak” diyen YÖK Başkanı’nın “mutlaka çözüleceği” vaadlerine rağmen geçen süreçte “katsayı düğümü”nün çözülmediği ve “alternatif plânı”nın bulunmadığı görülmekte.

Görünen o ki sınav hayhuyunda Danıştay yürürlüğü yeniden durdurmazsa bile, son “düzenleme” de derde deva olamamakta. “Gerekirse hukukun etrafını dolanırız” diyen Özcan ve YÖK’ün yönetmelikleriyle katsayıya yeni bir çözüm bulunamamakta. Kat kat katsayı haksızlığıyla sınav öncesi belirsizlik devam etmekte…

“DÜĞÜM”ÜN ÇÖZÜLMESİ İÇİN…

Gerçek şu ki “düğüm”ün çözülmesi için 12 Eylül darbesi döneminden kalma mevzuatta bulunan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu 45. maddesi “a” fıkrasındaki “Bir mesleğe yönelik programlar uygulayan liselerin mezunları, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenecek aynı alanda bir yükseköğretim kurumuna girerken, başarı notları ayrıca tesbit edilecek bir katsayı ile çarpılmak suretiyle değerlendirilerek giriş sınavı puanlarına eklenir” ibâresi kaldıkça katsayıya kalıcı bir çözüm bulunamayacak. Evvela bunun kaldırılması gerekiyor.

YÖK, AKP hükûmetinin yedi yıl önce kurulduğu günde deklâre ettiği, “Âcil Eylem Plânı”ndaki “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturacağı ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde sür'atle her türlü yasal düzenlemelerin yapılacağı” taahhüdünü hatırlatmalı.

Akıbetsiz “yönetmelikler”le uğraşacağına, “Meslek liselerine acımasız üvey evlât muamelesi çok yanlış, ben imam hatip mezunuyum diye mi böyle davranıyorsunuz?” çıkışında bulunan Başbakan’dan ve siyasî iktidardan katsayı takozunun bir an evvel yasal düzenlemeyle kaldırılmasını istemeli.

Katsayı bariyerinin aşılması için YÖK, Millî Eğitim’den ve Meclis’ten mevzubahis 45. maddenin âcilen tâdilini talep etmeli.

Bu olmadığı sürece, YÖK’ün yönetmelikleri işe yaramayacak. Sözkonusu madde ile meslekî ve teknik liselere “katsayı” konulacak. Haksızlıklarla mağduriyetler sürecek…

Katsayıda kalıcı çözüm bu…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Namaza çağrı


A+ | A-

Çağımız insanının mümkün olan her fırsatta namaz kılmaya teşvik edilmesi gerektiği açıktır. Çünkü, dünya işlerinin çokluğu insanlara kulluğu, ibadeti ve bilhassa namazı unutturmuş durumda. Oysa, Hadis-i Şerif’teki ifadeyle “Namaz dinin direği”dir.

Namazı geniş kitlelere anlatmak için bir araya gelen “gönüllüler,” çalışmalarını “Namaz Platformu” adı altında sürdürüyorlar. 2006 yılında kurulan platform, şimdiye kadar 500’e yakın seminer, panel ya da toplantı düzenlemiş. Takdire şayan bu çalışmalar umulanın üzerinde ilgi ve alâka görmüş olacak ki, platform sözcülerinin ifadesiyle ‘namazı sevdirme çalışmaları’ bazı Müslüman ülkelerin de ilgisini çekmiş.

Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğu Müslümandır, ama yılların ihmali sebebiyle beş vakit namaz kılanların nisbeti aynı oranda değildir. Ülkemize dışarıdan bakanların Türkiye’de, namaz kılma noktasında bir sıkıntı çekildiğini düşünmesi mümkün değil. Fakat bu konuda da ciddî sıkıntılar var. Elbette kimse kimseye açıkça ‘namaz kılma’ demiyor, ama namaz kılma imkânları zaman zaman sınırlandırılıyor. Meselâ, yolculuk esnasında namaz kılmak isteyenler “kaza yaparsın” fetvasıyla karşılaşıyor. Aynı şekilde milyonlarca öğrenci de vaktinde namaz kılamama ile karşı karşıya. Çünkü ‘din dersi’nin mecburî olduğu okullarımızın büyük çoğunluğunda çocuklarımızın namaz kılabilecekleri bir mescid yok!

Bir veli olarak, okullarda çocuklarımızın namaz kılabileceği mescidler istiyoruz. Belki de “Namaz Platformu” bu konuyu da gündemine almalı ve ihtiyaç duyulan okullarda mescid açılması için imza kampanyası da başlatılmalıdır.

Hiç kimse bu meseleleri önemsiz görme lüksüne sahip değildir. “Türkiye’de binlerce cami var, kimin namaz kılmasına karışılıyor” demekle mesele halledilmiş olmaz.

Tekrarlamakta fayda var: Birisi ‘namaz kılmak istiyorum’ diyorsa, bu talep karşılanmalıdır. Okulda, yolculukta, işte, alış verişte velhasıl hayatın her safhasında bu talep dikkate alınmalı ve gereği yapılmalıdır.

En çok sıkıntı çekilen konulardan biri de yolculuk esnasında namaz kılma konusudur. Belli hatlar dışında yolcu taşıyan otobüs firmalarının şoförlerine, “Mümkünse namaz kılmak için mola verebilir misiniz?” denildiğinde “Bu da nereden çıktı?” der gibi bakıyor ve hemen “Kaza edersin, şimdi duramayız” diye fetva da veriyor.

Elbette bu yanlış kanaatleri değiştirmek, otobüs firmaları ve şoförlerini ikna için yoğun gayret sarf etmek gerek. Bu konuların kanunla, yönetmelikle halledilmesi kolay değil. Bunun yerine kamuoyu oluşturarak, ‘müşteri memnuniyeti’ kriterlerini hatırlatarak çalışmak lâzım. Ama mutlaka namaza gerekli ehemmiyetin verilmesini sağlamalıyız.

Namazı geniş kitlelere anlatmak ve kılınmasını temin için Risâle-i Nur’dan da geniş ölçüde istifade edebiliriz. Başta “4. Söz” olmak üzere Risâle-i Nur eserlerindeki pek çok Söz ve Mektup, namazın ehemmiyetini anlatıyor. Her gündeki 24 saat ömrümüzün 1 saatini, “dinin direği” olan namaza ayırmamız gerektiği hususunda nefislerimizi kolayca ikna edebiliriz.

İnsanları namaza çağıran ‘Namaz Gönüllüleri’ne milyonlarca teşekkür ederiz...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Yüz bin Ermeni nerede?


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın ‘yüzbin kaçak Ermeni’nin ülkelerine gönderilebileceği’ yönündeki açıklamaları olumsuz tepkilere yol açtı. Sayının çok abartılı olduğu, bu insanları göndermenin sorunu azdıracağı, yıllardır bu ülkede yaşayan kaçak Ermenilerin gönderilmesinin onların hayatını çok olumsuz etkileyeceği söylendi.

Öncelikle ülkemizdeki kaçak Ermenilerin sayısının resmen tesbit edilemiyor olmasını anlamak mümkün değil. Ülkeye giriş kayıtlarını da ikamet teskeresi kayıtlarını da Emniyet Genel Müdürlüğü tuttuğuna göre; vize veya ikamet süresi bittiği halde ülkemizde kalmış bulunanların sayısını—eğer sınırdan kaçak girişler olmuyorsa—tam olarak bilmek mümkün olmalı. Bu yüzden 13 binden 100 bine kadar uzanan bir sayı yelpazesinden söz edilmesi devlet ciddiyetiyle bağdaşmıyor.

İkinci husus; hukuken bakıldığında; bir ülkenin kendi topraklarında yasadışı olarak bulunan yabancıları sınır dışı etmesi yetkiden de öte, bir görev niteliğindedir. 5683 sayılı Kanunun 19. maddesinde bu yetki İçişleri Bakanlığı’na verilmektedir. Peki, yıllardır süren bu soruna şimdiye kadar çözüm bulmayan hükümetin, şimdi uluslar arası arenada tamamen siyasî hamle olarak görülen böyle bir adımı şimdi atacağını söylemesi ne yarar sağlayacaktır?

Yıllar önce Iğdır’da binlerce Ermeni’nin her türlü işte çalıştığını gözlemlemiştik. Osmanlı’nın ‘Teb’a-yı Sadıka’ olarak nitelediği Ermenilerin, Türk geleneklerine kolaylıkla uyum sağladığını da bu kişilerle çalışanlardan dinlemiştik. Aynı husus Başbakanın açıklamalarından sonra basında çıkan röportajlardan da anlaşılmakta, hatta bazı vatandaşlarımız, ‘eğer hükümet onları sınır dışı etmeye kalkarsa, evlerimizde saklarız vermeyiz’ demektedir.

Ayrıca Türkiye’de kaçak yaşayanlar yalnızca Ermeniler değildir. Eski Osmanlı toprakları olan bütün ülkelerden yüz binlerce kaçak göçmen var bu ülkede. Irak, İran, Eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Afrika ülkelerinden gelen yüz binlerce insan bu ülkede ekmek parası derdinde. Balkanlar ve Rusya’dan başka amaçlarla gelenleri saymıyoruz bile.

Bu durumda yalnızca Ermenilere yönelik böyle bir adımın atılacağının duyurulması, Ermeni meselesinde son zamanlarda Türkiye aleyhine oluşan havayı dağıtmaya asla katkıda bulunmayacak, hatta aksi yönde etki yapacaktır. Böyle bir hamle karşısında Erivan yönetiminin Diasporaya ‘aman dur yapmayın’ diyeceğini, diyebileceğini sanmak yanılgıdan ibarettir.

Hükümetin, Ermeni açılımının çıkmaza girdiğini, hatta belli çevreleri sözde soykırımının dünyaca kabulü yolunda daha fazla gayret göstermeye sevk ettiğini görmesi, bunun sebeplerini araştırıp ona göre politika geliştirmesi daha makul olacaktır.

Bizce sorununun çözümü yolu yine barıştan geçmektedir. Barış için atılan protokol adımını, ABD ve Rusya’yı da devreye sokarak, yeniden işler hale getirmek ve iki ülke arasındaki sınırın açılmasını sağlamak yararlı olacaktır. Bundan en çok kendilerinin yarar göreceğini Ermenistan yönetimi de bilmektedir. Ancak Diasporaya muhtaç ve bağımlı halde oldukları için, dünyadaki gelişmelere müdahil olamamaktadırlar. Bu ülkenin hamisi konumundaki Rusya ise, sorunu ülkemize karşı koz olarak kullanma eğiliminde olduğundan, Türkiye’nin ellerini bağlayan Yukarı Karabağ sorununun çözümünü kolaylaştırıcı adımları atmamaktadır.

Bu durumda Türkiye’deki kaçak Ermenileri gönderebileceğimizi ilân etmek, çok da yararlı bir blöf olmamıştır. Umarız hükümet bu konuda daha makul ve akılcı politikalar üretmeyi tercih eder.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçim barajı


A+ | A-

AKP seçim yasasında değişiklikler öngören kanun tasarısını Meclis Başkanlığına sundu. İçinde, epeyce madde var.

Şimdiye kadar bütün parti liderlerini gereksiz yere mahkemeye düşüren “güneş battıktan sonra seçim konuşması yapma yasağı”nın kalkması.

Sandıkların, içi görünecek şekilde şeffaf olması ve oyların iki, hattâ gerekirse üç defa sayılması.

Ev, işyeri ve araçlara parti afiş, poster ve bayraklarının asılabilmesi. (Asılamıyor muydu ki?)

Siyasî partilere internet ve cep telefonu yoluyla da propaganda yapma imkânının getirilmesi.

Oy zarflarının büyütülmesi.

Oy kullanmak için kimlik no şartının kalkması.

Ve daha birçok düzenleme. Bunların epeyce bir kısmı, yaşanan tecrübelerin ışığında, pratikteki sıkıntıları çözmeye yönelik teklifler. Sanırız, tartışmaya dahi ihtiyaç kalmadan kabul edilir.

Oy pusulalarına liderlerin adının da yazılmasına ilişkin değişiklik ise, çağın ve toplumun gidiş istikametiyle çelişen bir anlayışı yansıtıyor.

Bediüzzaman’ın yüz yıl önce belirttiği gibi, çağımız şahısların değil, şahs-ı manevînin; kişilerin değil, fikir ve programların öne çıktığı bir çağ.

Ayrıca, yıllardır konuşulduğu halde Meclisteki siyasî aktörlerin bir türlü yanaşmadıkları çok önemli ve temel bir değişiklik de bu pakette yok.

Yüzde 10’luk seçim barajının indirilmesi.

Bu baraj da 12 Eylül’ün sayısız marifetlerinden biri olarak otuz seneye yakındır devam ediyor.

Uluslararası boyuttaki küresel ve bölgesel siyaset ve toplum mühendisliği projeleri çerçevesinde kitlelerin medya ve anketlerle yönlendirildiği seçimlerle oluşan Meclise girebilenler de, barajın aşağı çekilmesine ısrarla karşı çıkıyorlar.

Barajın meselâ yüzde 7 veya 5’e düşürülmesi halinde, oy pastasından alacakları dilimin küçüleceğinden endişe ettikleri için bunu yapıyorlar.

Ama gerekçe olarak bunu değil, “siyasî istikrar”ı gösteriyorlar. Adaletsizlik üzerine kurulan bir “istikrar”ın sağlıklı ve kalıcı olamayacağı gerçeğini ise gözardı ediyorlar. Dahası, bugün savundukları barajın er veya geç kendilerini de vurabileceği ihtimalini hiç akıllarına getirmiyorlar.

Oysa 1999 seçimiyle Meclise girmiş partilerin tümünün, 2002 seçiminde—hattâ bazıları yüzde 1-2’lere düşerek—baraja takıldığı unutulmamalı.

Ve halk dilindeki o çok ibretli deyişle, siyasette de “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.”

Siyasette istikrar elbette önemli. Ancak temsilde adalet de “olmazsa olmaz” bir zorunluluk.

Mevcut parlamento için, onu oluşturan seçimdeki oy dağılımından hareketle, “Toplumun yüzde 85’ini temsil ediyor” değerlendirmesi sık sık yapılıyor. Ama yaklaşık üç yıl sonra gelinen noktada seçmen eğilimlerinin aynı şekilde devam edip etmediği bir yana; yüzde 15’in dışarıda olmasını kabullenip savunabilmek mümkün mü?

Yüzde 10 barajının, partileri, BDP-DTP’liler örneğinde olduğu gibi, bağımsız adaylarla girdiği Mecliste parti grubu oluşturma veya seçim ittifakı gibi dolaylı ve zorlamalı yollara yönelterek delinmesi de meselenin bir diğer önemli boyutu.

Ne yazık ki, ihtilâl ürünü yüzde 10 barajdaki ısrardan hâlâ vazgeçilmezken, kısmen telâfi edici bir alternatif olarak zaman zaman telâffuz edilen barajsız “Türkiye milletvekilliği” düzenlemesi de gündeme getirilmiyor. Ve mini anayasa paketinde yer alabileceği söylendiği halde, son haberlere göre, orada da böyle bir madde yok.

Neden? Başbakan mı istemiyor? Eğer öyle ise, yine 12 Eylül ürünü partiler kanununun demokratikleştirilmesini ve lider sultası yerine parti içi demokrasinin ikamesini öngören değişikliklerin de bir an önce gündeme getirilip hayata geçirilmesi gereği, bir kez daha gözler önüne seriliyor.

Zaten seçim ve partiler kanunları birbirleriyle iç içe. Demokratikleşme adına birine el atılınca, kaçınılmaz şekilde diğeri de gündeme geliyor...

* Aytaç Durak’ın MHP’den zoraki istifası, geçen yıl onu aday gösteren bu partiyi kurtarır mı? Ve Durak önceki dönem de AKP’de değil miydi?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl