14 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Abdullah ŞAHİN

Kâinatın çekirdek-i aslîsi ve nuru: Hz. Muhammed (asm)


A+ | A-

Atom çekirdeği etrafında rakseden elektronların manzarasından tutun da, 1000 ışık yılı uzaklıktan Samanyolu Galaksisi’nin uzay boşluğunda dönüş manzarasına kadar, kâinat kitabı muhteşem manzaralarla doludur.

Tarif edicisi olmayan ve okunmayan bir kitap, insan için çok bir mânâ ifade etmeyeceği gibi; görülmeyen manzaralar da insan ruhunda kalıcı bir etki bırakmaz.

Bütün manzumelerin Nâzımı ve bütün manzaraların Nâzırı olan Kâinat Sultanı (cc) bir hadis-i kudsîde, “Ben gizli bir hazine idim; görmek, görünmek ve bilinmek istedim; âlemi yarattım” buyurmaktadır.

Buna mümâsil olarak Yüce Yaratıcının büyüklüğünü biz, her şeyden önce O’nun yarattığı eserlere bakarak ve okuyarak öğreniyoruz. Tabiî ki bu eserler içinde en muhteşem olanı, şüphesiz ki insandır. Çünkü hadis-i kudsîde bahsedilen on sekiz bin âlemde Cenâb-ı Hakk’ın Kendi azamet ve kudretini bilfiil görüp nazar edeceği en ehemmiyetli varlık kâinat kitabı ve diğer mektubat-ı Samedaniyesi olduğu gibi, hadis-i kudside söz edilen gizli sırları keşfederek mânâlarını çözüp, hazinelerini açacak en müstesna varlık, zîşuur, zîakıl ve zîfikir olan insandır.

Demek ki bu on sekiz bin âlemde Rabbin söz ettiği bütün bu muhteşem yaratılışlar, sırlar, hazineler ve manzaralar insanla bir değer kazanıyor. Şurası bir gerçektir ki bir ağaç dikilmeden önce, o ağacın semeresi ve meyvesi düşünülür. Cenâb-ı Hak, varlık âlemini yaratmadan evvel, “Levlâke levlâk lemâ halaktü’l-eflâk” (Ey Habibim, sen olmasaydın ben bu kâinatı yaratmazdım) hitabı ve iltifatına mazhar olarak en evvel Nur-u Muhammedî’yi (asm) yaratarak tecellisine mazhar kılmıştır.

Bu cümleden olarak Kâinat Sultanı (cc), şu muhteşem kâinatı âlemlere rahmet olarak yarattığı habibi, Hz. Muhammed’in (asm) nurundan yaratmıştır. Bu nuru insanlık olarak ilk fark eden, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’dir (as). Hz. Âdem ufukta gördüğü bu göz alıcı ve muazzam nur karşısında irkilip hayret ederek Rabbine ”Ya Rabbi bu Nur nedir?” diye sorunca, Cenâb-ı Hak: ”Ey Âdem! Bu Nur seni ve bütün âlemleri nurundan yarattığım Hz. Muhammed’in nurudur” der.

Bu Nur’un sahibi ki, Mi’rac merdiveniyle Kab-ı Kavseyn mertebesinde bire bir Âlemlerin Sultanı Cenâb-ı Hak’la görüşerek, yaratılışında olduğu gibi, hayatında da hiçbir beşerin ve peygamberin nâil olamadığı en yüce makama urûc ederek, Rü’yet’e mazhar olmuştur.

Hazret-i Âdemden beri bütün peygamberlerin ve bütün asırların fitne ve belâsından Allah’a sığındığı en dehşetli zaman olan âhirzamanda, 80 küsur yıllık hayatında, Asr-ı Saadet’te dâvâ-yı Muhammedî için kızgın çöllerin kumlarında sürüklenerek eziyet ve işkencelere maruz bırakıldığı halde dâvâsından vazgeçmeyen Bilâl (ra) misâli, küfrün hadsiz zulüm, işkence ve zehirleri karşısında dimdik durarak bu asırda Peygamber vârisi olduğu hayatı ve eserleriyle teyid edilen Bediüzzaman Hazretleri, 6000 sayfalık Kur’ân Tefsirinin tamamında dâvâ-yı Muhammedi’yi ilân etmiş, hususan onun dörtte birisinde Nübüvvet dâvâsını ve Hazret-i Muhammed’i (asm), şu ana kadar yazılan hiçbir eserde görülmeyecek ulviyet ve güzellikte, senâ edilmeye lâyık en ulvî vasıflarla anlatmıştır. İsterseniz onun Kur’ân’dan lemaân ederek yazdığı “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserinden Nur-u Muhammedî’ye hep birlikte nazar edelim:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!) Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazariyle bakılırsa, Nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelî’nin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyât-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdî ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, hârikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray sâhibine, Sâniine îman etmek üzere câzibedar, hayret-efzâ dâvet ediyor.” (Mesnevî-i Nûriye, Habbe, s. 116)

Ölümsüz halk şiirlerinden birinde şair “Gülü olmayan ve bülbülü ötmeyen bahçeyi ben neyleyeyim” diyor. Kâinat Kur’ân’ının hülâsası olan Kur’ân-ı Hakim’de Yüce Yaratıcımız “Biz insanı en güzel bir şekilde, kâinata bir takvim olarak yarattık” buyurmaktadır. Buradan hareketle, “Kâinat kitabının sonsuz ve muhteşem güzelliklerini ve manzaralarını tamamlayan insan ve o kâinat bahçelerinin Bülbül-ü Zîşânı Hazret-i Muhammed’dir (asm)” diyebiliriz.Kültürümüzün baş tâcı olan Mevlid’inde Süleyman Çelebi “Gül Cemâlin Gülşen etti âlemi” sözleriyle, Gül-ü Muhammedî’yi ve onun kıymetini bir nebze ifade ederek, cihan tarihine ölümsüz bir not düşmüştür.

Hazret-i Resûl (asm), insâniyette, ahlâkta, tarif edicilik ve yol göstericilikte, fazilet ve sevap cihetinde en büyüktür. Sûretçe en güzel, sîretçe en güzel odur (asm), en büyük rehber ve en güzel aile reisi odur, en sevgili odur (asm).

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hazret-i Rasulullah’ın (asm) Cenâb-ı Hak katında taşıdığı değeri anlatmada sayfalar yetersiz, kalemler mahzundur.

İnsanlık bunca maddî terakki ve imkânlara ulaşmasına rağmen, mutsuzdur ve Hazret-i Muhammed (asm) ve onun Nuruna bugün her zamankinden daha çok muhtaçtır. Kurtuluşu için gaflet ve dalâletin karanlık vadilerinde bir ışık ve bir yol aramaktadır. Çabuk bir kıyamet kopmazsa İnşâallah beşer aradığı bu ışık ve yolu bulacak ve onunla cennet-âsâ baharlar yaşayacaktır. Bu yol Muhammed’in (asm) yolu, bu ışıksa Nur-u Muhammedî’dir (asm).

“Kutlu Doğum’”u idrak ettiğimiz şu günlerde Cenâb-ı Hak, bizleri ona hakkıyla ümmet eyleyerek, Resul’ün (asm) boyasıyla boyanmayı ve onun şefaatine nâil olmayı bize nasip kılsın.

Bir başka Muhavere’de buluşmak üzere Allah’a emanet olun.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Toparlanma süreci


A+ | A-

Sol tarafımda ve pencere kenarında oturan kırk yaşlarındaki adama hayırlı yolculuklar dileyerek tanıştık. İnşaat mühendisiydi. Çeşitli konular üzerinde bir miktar konuştuktan sonra inanç konusuna girdik. “Bu konuya hiç girmeyelim. Çünkü, ben dine inanmayan biriyim” dedi.

Altı ay önce Hatay’a giderken rastladığım inançsız birisinden sonra bu ikinci oluyordu. İçimin burkulduğunu hissettim. Böyle devam ederse âhiretini ebediyen kaybedecek bir adamla yan yana oturuyordum. Mutlaka bir şeyler anlatmalıydım. “Arkadaşım! Ben demokrat kişiliğe sahip bir insanım. Senin inançsız birisi olmana da saygı duyarım. Kimseyi inanmaya zorlamak gibi bir vazifemiz yok. Allah bile kullarını inanmaya zorlamamış. Sadece doğruyu ve yanlışı göstermiş. İnsanları da hür bırakmış. İnanıp gereğini yapan öbür âlemde mükâfatını, inanmayanlar da cezasını görür. Burası bir imtihan dünyasıdır” dedim. “Bunlar saçma sapan şeyler. Hiç Allah’ı gören olmuş mu? Hiç âhirete gidip de gelen var mı? İnsan doğar, büyür, hayatını bir şekilde yaşar ve ölür. Hepsi bu kadar” dedi. “Sen mühendissin. Hiç şu uçak bir mühendis olmadan meydana gelir mi? Yazarsız bir kitap, ustasız bir bina olur mu? Her şey görmemize bağlı değil. Akıl gözünü de kullanmak lâzım” diye konuşurken, ön koltukta oturan açık bir bayan geriye döndü ve “Sohbetinize katılabilir miyim?” dedi ve inançsız adama hitaben, Allah olmadan kâinatın olamayacağını, âhiretsiz bu dünyadaki hayatın anlamı kalmayacağını anlatmaya başladı. Sağ yanımda oturan genç bayanla biz onların tartışmasını dinlemeye başladık. Uçağın bu bölümü bir medreseye dönmüştü. Biraz sonra sustular. Yanımdaki bayanın babası iki ay önce vefat etmiş. İnançlı bir hanımdı. Bu sefer ona hitaben bazı gerçekleri anlatmaya çalıştım. Hepsini tasdik ediyordu. İzmir’e yaklaşırken ona Hastalar Risâlesi’ni, eşine de Küçük Sözler’i hediye olarak verdim. Bir de “Bediüzzaman Kimdir?” broşürünü ilâve ettim. Çok memnun oldu. Öndeki bayana da Hastalar Risâlesi’ni verdim. Memnuniyetle kabul etti. Yanımdaki adama “İstersen bir tane de size vereyim. Belki şöyle bir bakarsın” dedim. “Olur. Alayım da annem okusun” dedi. “Fark etmez. Hepimiz için faydalı bir kitap” diyerek vedalaştık. Bir saate üç kişilik hizmet sığmıştı. Bu, Allah’ın fazlından bir ikramdı.

İzmir’den gelen gönül dostlarımızla buluşup, kucaklaşarak Aydın iline doğru hareket ettik. Şehir merkezindeki Nur dershanesinin geniş salonu oldukça kalabalıktı. İki saat boyunca kudsî hakikatlerden birlikte istifade ettik. Dersten sonra kalanlarla sohbetimiz geç vakte kadar devam etti. Mütesanit bir cemaatın tesânüdüne kuvvet verecek gayretleri konuştuk.

Cumartesi günü bir takım ziyaret ve görüşmelerden sonra ulaştığımız İzmir’in hizmet merkezindeki geniş salon yetmemiş, koridor ve arka odalara kadar dolmuştu. Olması gereken herkes oradaydı. Hepimizi ilgilendiren temel prensipleri, ihlâs ve uhuvvet öncelikli düsturları paylaştık. Milletlerin ve değişik toplulukların hayatında, çeşitli sebeplerle meydana gelen fırtınalarda bir çok sarsıntı ve savrulmalar olur. Ancak, kâinatta hüsün ve güzellik hâkim, ârızalar geçici olduğundan; ortaya çıkan yeni müspet durumlar, ârızaların gitmesine ve ortalığın düzelmesine vesile olur. Böylece, her şey yerli yerine oturur, aslî ve orijinal karakterini bulur.

Epey bir zamandır Anadolu genelinde çeşitli illere yaptığımız ziyaretlerde ve bir vesile ile her ay gittiğimiz İstanbul’un çeşitli semtlerinde, ciddi bir toparlanma süreci yaşandığını bilfiil müşâhede etmiştik. İşte, Aydın ve İzmir gibi iller de bu süreci en güzel bir şekilde yaşıyordu. Özellikle, İzmirliler yeni satın aldıkları dört yüz metrekareden fazla bir arsa üzerine bir kültür merkezi ve bir ilim ve irfan yuvası inşâ etmenin heyecanını yaşıyorlardı. Onların muvaffakiyetine duâ ediyoruz. Birlik, beraberlik ve samimi tesânüt olduktan sonra, bir hizmet beldesindeki gayretli ve fedâkâr dava adamlarının yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Pazar sabahı Ankara’ya dönerken, bu sefer sağ tarafımda güler yüzlü genç bir adam oturuyordu. Gıda toptancısıymış. Amelde noksan olsa da, inançlı olan bu arkadaşla bir saat boyunca sohbet ettik. Sonunda, Küçük Sözler ile Hastalar Risâlesi’ni ona hediye ederek, İzmir’de görüşebileceği isim ve telefon verdim. Çok memnun oldu. İki güne bir çok hizmetleri ihsan eden Allah’a hamd ederek sağ salim Ankara’ya ulaştık.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Anlamak için dinlemek lâzım


A+ | A-

Aslında; gençlerle ve birbirimizle iletişim kuramamamızın sebeplerinden birisi kendimizi dinlememizi bilemememizdir. Bu durum, diyaloğu koparıyor. Bu da, fikrî, ilmî, siyasî ve ekonomik olmak üzere her türlü istikrarsızlığı doğuruyor.

Tanışma, danışma, dayanışma ve yardımlaşmak için mutlaka iletişim kurmak; iletişim kurabilmek için de öncelikle birbirimizi dinlemek gerekir.

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Durmaz, sağlıklı iletişim kurmanın unsurlarını şöyle sayar:

Dinleme, ifâde netliği, benlik ve güvendir.

Fizikî, duygusal ve entelektüel mânâ bütünlüğünü sağlayan dinlemenin 15 altın kuralı şöyle sıralanır:

n Dinlemeyi iste.

n Anlamak için dinle.

n Tepki göster.

n Konuşma.

n Konuşan insanın duygularını anla.

n Sorular sor.

n Dikkatini konuşana yönelt.

n Konuşanın yüzüne bak.

n Gülümse.

n Dikkatini dağıtan şeylerden kaçın.

n Temel noktaları kavra.

n Fikirlere tepki göster, kişilere değil.

n Kafanın içinde onunla münakaşa etme.

n Konuşanı sinirlendirme.

n Acele (peşin) hükümlerden, yargılardan kaçın.

Aslında içe bakış metoduyla da bu meseleyi kavrayabiliriz. Karşınızdakinin sizi dinlemediği ve dinlediği zaman vereceğiniz tepkiyi düşünün.

İyi bir dinleyici olabilmeniz size bağlı. Yukarıda sayılan dinleme prensiplerini bir bir uygulayın; pratiğe geçirin.

Peygamber Efendimiz de (asm), insanları öncelikle dikkatli bir şekilde dinler, ona göre çareler sunardı. Dinlemek, anlamanın ilk ve temel şartıdır.

Cahiliye döneminde yaşadığı halde putlara tapmayarak Hz. İbrahim'in dini üzere yaşamış ve vefat etmiş bahtiyarlardan olan Kuss bin Saide’nin bir konuşmasına: "Ey insanlar!.. Dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız" diye başlaması manidardır. İbret almanın şartı bellemek, bellemenin de ön şartı dinlemektir.

Gençleri anlamak ve onları kendinize, aileye ve topluma kazandırmak istiyorsanız önce dinleyin...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Avrupa'da parıldayan Nur


A+ | A-

Mart ayı boyunca, Anadolu'nun Nur'lu beldelerini dolaşıp durduk. Nisan ayının ilk on gününü ise Avrupa'da geçirdik.

Bu bir buçuk aylık süre içinde, Türkiye'de binlerce, Avrupa'da ise yüzlerce Nur Talebesiyle görüşüp muhabbetleşme fırsatını bulduk.

Almanya'da Nisan ayının ilk haftasında toplanan Avrupa çapındaki Nur Talebeleriyle hemhâl olarak, çok hoş ve bereketli vakitler geçirdik.

Yüzleri nur, içleri huzur doluydu. Hizmetteki şevk ve heyecanı, ruh hallerinden açıkça okumak mümkün.

Avrupa'ya herbiri belki ayrı bir vesile ve ayrı bir maksat için gelmişti. Fakat, Cenâb–ı Hak onları biraraya getirmiş, bir kudsî dâvâya pervâne yapmıştı.

Cidden, şevk dolu ve moral yüklü hizmet erleri bunlar. Hemen hepsini de yüzü mütebessim. Aralarında asık suratlı, karamsar tabiatlı kimseler bulunmaz ve bulundurmazlar.

Avrupa'daki Nur Talebeleri, tenkitçilikle vakit geçireni sevmezler. Ekşi ve abus suratlılardan hoşlanmazlar. Cemaatin vahdet ve ittihadına zarar verecek hal ve davranışlardan uzak dururlar. Hizmette ileri giden kardeşleriyle "şâkirâne iftihar" ederler.

Ne mutlu o fetih ruhlulara...

Ne mutlu, Avrupa kıt'asında Nur'un fütûhâtını azm û şevk û gayret ile idame ettirenlere.

İhlâslı hizmetler, sadece belirli bir yaş grubuna yönelik olarak yapılmıyor. İlköğretim yaşından ünivesiteye, işçiden, memurdan, esnaftan, emekliye varıncaya kadar, herkese ve her kesime yönelik gayretli faaliyetler sergileniyor.

Hanımların muhlisâne hizmetleri ise, ayrıca takdire şâyân olarak devam ediyor. Bu şefkat kahramanları, hummalı bir faaliyette bulunarak, hem kendilerini yetiştiriyor, hem de nesl–i âtîyi İslâm ahlâk ve terbiyesiyle yetiştirmeye gayret ediyor.

Bazıları, Avrupa'yı etkisi altına alan "sû–i ahlâk"a bakarak karamsarlığa düşebiliyor. Ancak, bu kıt'adaki Nur Talebelerinin hal ve hizmetlerini görenlerin şevki daha da artıyor, morali daha da yükseliyor. Biz de, böylesi bir yüksek moralle döndük Avrupa'dan.

Kutay'ın uydurmaları

Said Nursî'yi ana hatlarıyla müsbet mânâda ve objektif bir nazarla anlatmaya çalışan Taraf gazetesi (28 Mart–4 Nisan 2010) yazarı Ayşe Hür, bir–iki yerde Cemal Kutay'ın uydurmalarına takılıp kalmış.

Doğruyu bulmak için çaba göstermiş. Ancak, patinaj yapıp durmuş, ileri gidememiş. (Ayrıca, yazıda önemsiz birkaç hata daha var.)

Tarihçi diye lanse edilen Kürt kökenli Atatürkçü Kutay'ın, özellikle Said Nursî hakkında anlattıklarının doğru olmadığını bu köşede defaatle dile getirdik.

Ama, bu vesileyle burada bir kez daha hülâsa edelim ki:

1) Kutay'ın 1953'te Emirdağ'a gidip Said Nursî ile görüştüm demesi, tamamen asılsızdır. Yıllarca dillendirdiği bu görüşmesinin gerçek olmadığını, ömrünün son demlerinde kendisi de bir radyo programında itiraf etti.

2) Kutay'ın Said Nursî ile Teşkilât–ı Mahsusa (TM) arasında kurmuş olduğu bağlantısı, tamamiyle hayalî bir senaryodan ibarettir. Nursî'nin 1915'te Kafkas Cephesinde alenen kurmuş olduğu Milis Teşkilâtının gizli TM ile herhangi bir bağlantısı yoktur.

3) Said Nursî'nin "Cihad Fetvâsı"nı bir denizaltıyla Trablusgarb'a (Libya) götürdüğü iddiası, yine Kutay'ın bir düzmecesidir. Bediüzzaman, o tarihte Van'da Horhor Medresesinde tahsil gören 90 kadar talebenin başındadır. Bir kimseyi aynı anda hem Van'da, hem Libya'da göstermenin nasıl bir düzmece ve çarpıtma eseri olduğunu hemen herkes tahmin edebilir.

4) "Türkçe İbadet" isimli kitabında yalan ve yanlış halkalarının ne kadar uzunca bir zincir oluşturduğunu 1998'de yayımlanan "Türkçe İbadet Tartışması" isimli kitapta ortaya koyduk. Şüphesi olan varsa, bu esere müracaat etsin.

HOŞÂMEDİ

Köprü dergisinde yıllardır (müstear isimle) akademik yazılar yazan muhterem Ahmet Battal'ın Yeni Asya'da da yazmaya başlamasını büyük bir sevinç ve memnuniyetle karşıladığımı ifade etmek istiyorum.

İlim, ihlâs, gayret ve sadâkat kulvarında sebat ile temayüz etmiş bu mehabetli kalem ve kelâm sahibinin yazdıklarını, eminim Yeni Asya okuyucuları da pür dikkat ve iştiyakla takip edeceklerdir.

Muhterem arkadaşımıza hoşgeldiniz diyor, çalışmalarında hayırlı muvaffakiyetler diliyorum. MLS

Tarihin yorumu 14 Nisan 1912

En büyük gemi, ilk seferinde battı

Büyük Britanya'nın (İngiliz Devletler Topluluğu) gruru olarak gösterilen dünyanın en büyük gemisi Titanic, çıktığı ilk seferinde bir buz dağına çarparak battı. (14 Nisan 1912 gecesi)

Oysa, bu gemi için batmaz deniliyordu.

Aslında, batmaması için her türlü tedbir alınmış, bütün imkânlar adeta seferber edilmişti. Ancak, alınan tedbirlerin hiçbiri takdire mani olamadı ve nihayet batış mukadder oldu.

Titanic gemisinin yapımı üç yıl kadar (1909–12) sürdü. İnşasında 11.500 civarında insan çalıştı. 260 metrelik uzunluğa ve 28 metre genişliğe sahip geminin ağırlığı 66 bin ton civarındaydı. Yolcu kapasitesi ise, 3500'ün üzerinde olup, ilk seferinde 2201 yolcusu vardı.

New York'a doğru yol alan gemi, Kuzey Atlantik'te (Atlas Okyanusu) bir buzdağına (aysberg) çarpması sonucu, önce ikiye ayrıldı, ardından da okyanusun derin ve serin sularına gömülerek battı.

Yolcuların bir kısmı filikalar sayesinde kurtulmayı başarırken, 1517 kişi ise, filika yetersizliği ve sâir olumsuz şartlar sebebiyle boğulmaktan kurtulamadı.

Bu hadise, yaklaşık yüz yıldır dünya gündemini işgal ederek, denizcilik tarihinin unutulmazları arasındaki yerini aldı.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Nefis iyiliği ister mi?


A+ | A-

Özgür Bey: “Nefsin çeşitleri var mıdır? Enaniyet ile nefis arasında ne fark vardır? Nefsin iyiliği tavsiye etmesi söz konusu olabilir mi?”

Kur’ân’da nefis bazen aşırı ve ilkel istek sahibi mânâsında “emmâre”1; bazen kendisini yargılayan, kınayan ve günahlardan içi darlaşan bir öz varlık olarak “levvâme”2; bazen hayvanî ve şehvanî isteklerin hükmünden kurtulup ubudiyet makamında İlâhî nurla tatmin olduğu anlamında “mutmainne”3 sıfatlarıyla, yani makamlarıyla anılır. Kur’ân ayrıca nefislerin bazen ilham aldıklarını4; bazen kemâlâtta felâha erdiklerini ve kurtulduklarını5; bazen Rabb-i Rahîm’den razı olduklarını, Rabb-i Rahîm’in de kendilerinden razı bulunduğunu6 kaydeder. Ve Cenâb-ı Hak razı olduğu nefislere, “Has kullarım arasına gir! Cennetime gir!”7 buyurur. Diğer yandan nefisleri uyarır: “Onlar ki, küçük günahlar dışında büyük günahlardan ve fuhşiyâttan sakınırlar. Şüphesiz Rabb’in geniş mağfiret Sahibidir. Rabb’in sizi topraktan yarattığı sırada ve sizler annelerinizin karınlarında ceninler iken sizin hallerinizi en iyi bilendir. Öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın! Sakınanı en iyi O bilir”8 buyurur.

İslâm Büyükleri Kur’ân’ın nefis hakkında verdiği bu bilgilere dayanarak nefis için yedi mertebe keşfetmişlerdir. Bunlar kısaca şöyledir: 1- Nefs-i Emmâre (kötülükleri emredici) , 2- Nefs-i Levvâme (kendisini kınayan), 3- Nefs-i Mülhime (ilhama mazhar olan), 4- Nefs-i Mutmeinne (itminana ermiş, olgunlaşmış), 5- Nefs-i Râziye (rızâ makâmına ermiş), 6- Nefs-i Marziye (kendisinden râzı olunan), 7- Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş nefis).

Nefsin bu sıfatlarını bir merdivenin basamakları kabul ettiğimizde, nefisler için yükseliş ve iniş, ölüme kadar her zaman mümkündür. Îman, ibâdet ve taat yükselişine; isyan, tuğyan ve günahlar inişine sebep olur. Nefs-i emmârenin, levvâme, mutmainne veya daha yüksek makamlara yükselişi hâlinde bile, silâhlarını ve cihâzâtını asâba devrettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, asâb ve damarların o vazîfeyi, yani “emmâre” vazifesini ömrün sonuna kadar gördüğünü, dolayısıyla nefs-i emmâre çoktan ölmüş olsa bile eserlerinin damarlarda yaşadığını; bundan dolayı çok büyük asfiyânın ve evliyânın nefisleri “mutmainne” makâmında oldukları halde, nefs-i emmâreden şikâyet ettiklerini kaydeder.9

Gerçekte “acz” içinde yuvarlanan nefis, kendisini üstün görür, kendisiyle gururlanır, kendisini beğenir. Oysa kulluk makamı, Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında, kendi acziyetini idrak etmeyi gerektirmektedir.

İşte bu mertebede nefsin tezkiyesi ve terbiyesi, nefsi tezkiye etmemektir, yani nefsi günahlardan berî görmemektir. Yani nefsi temize çıkarmamaktır. Nefsin günahlardan arınması ve temizlenmesi için bu şarttır. Çünkü “acz” içinde olduğunu idrak eden nefis, gururlanmaz, kendisini büyük görmez; “ubudiyet” yoluna girer. Ubudiyet yolu ise onu, mahbûbiyete, yani Allah sevgisine mazhar olma makamına yükseltir.

Bedîüzzaman’a göre nefis bazen kendisini unutur. Ölümü başkasına verdiği; fenayı, zevâli ve yokluğu, kendi üzerine almadığı gibi; külfet, hizmet ve ibadet makamında, yani Allah’ın emirlerine muhatap olma makamında da, kendini unutur. Nefis, kendini Allah’ın emirlerine muhatap saymak istemez.

Fakat ücret almaya ve lezzetlerden istifade etmeye gelince öne atılmakta ve şiddetle istemektedir. Yani lezzetlerde nefis kendini unutmamaktadır. İşte, nefsin emmâre makamı budur. Nefsin bu vahim hâline, “Allah’ı unutup da, Allah’ın da nefislerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir”10 âyeti işaret etmektedir.

Nefsi bu makamda tezkiye, tathîr ve terbiye etmek, yani arındırmak, bu hâlin aksini telkin etmekle mümkündür. Yani nefsin unutkanlığı ile örtüşecek bir biçimde, lezzetlerde, tatlarda, ihtiraslarda, menfaatlerde ve ücretlerde nefsi unutmak. İbadet, hizmet, faaliyet ve ölüm gibi nefsin sevmediği hallerde ise nefsi unutmamak. Yani hizmetlerden geri durmamak, öne atılmak. Her an ölümü beklemek ve hazırlanmak.11

Enaniyet nefis ana direğine bağlı bir halkadır, yani nefsin duygularından birisidir, yani benlik duygusudur. Bu duygu nefsin diğer duyguları gibi terbiye edilmezse nefsi günaha iter, terbiye edildiği zaman ise nefsi Allah’ı tanıyan ve Allah’a itaat eden bir kul hâline getirir. Terbiye görmüş ve olgunlaşmış bir nefis elbette iyilikleri ister.

Dipnotlar:

1- Yûsuf Sûresi: 53; Şems Sûresi: 10.

2- Kıyâme Sûresi: 2; Tevbe Sûresi: 118.

3- Fecr Sûresi: 27.

4- Şems Sûresi: 8.

5- Şems Sûresi: 9.

6- Fecr Sûresi: 28.

7- Fecr Sûresi: 29,30.

8- Necm Sûresi: 32.

9- Mektûbât, s. 316.

10- Haşir Sûresi: 19.

11- Mektûbât, s. 443.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Dergilerimizi derleyelim


A+ | A-

Gazetemizin 41. şeref yılı dolayısıyla yapılan kutlamalar vesilesi ile İstanbul’a gitmiştik. Bu maksatla bir yemek verilmişti, biz de dâvetliydik. Yemek masasında sağ tarafımda, gazetemizin çeşitli birimlerinde hizmetleri geçmiş ve şimdi de dergi grubu satış sorumlumuz olan, eskiden beri de hukukumuz bulunan Faik Altun kardeşimiz oturuyordu.

Gazetemizin Genel Müdürü Recep Taşcı Bey orada yanımıza gelerek, gazetenin fiyat ayarlamasıyla alâkalı yazdığımız yazıdan dolayı tekrar tebrik ve teşekkürünü bildirdikten sonra, Faik Kardeşimiz de “Osman Ağabey, gazeteyi yazdın, Sentezhaber’i yazdın, bir de şu dergilerimizi yazsan iyi olacak” demesi üzerine ben de ona söz vererek, “İnşaallah ileride yazarız” demiştim.

Evet dergiler, dergilerimiz, bizim dergilerimiz... “Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır” idealiyle hareket eden Yeni Asya ekolü, gazete ve kitaplar vasıtasıyla bunu yaptığı gibi, eski tâbirle “mecmua”, şimdi ise “dergi” diye bilinen neşriyatla da, her sınıftan insana hitap etmek ve onlara ulaşmak üzere harekete geçmişti. Bunun için ilk defa zannedersem 1977 senesiydi, bizim gençliğimizin en güzel günlerinde “ilme, irfana, ümrana KÖPRÜ“ adı altında ilk dergimizi neşrettik. O zaman, yazı işleri müdürü olarak hasbî ve kadim dostum, kardeşim, Dr. Hüseyin Özdemir vazife almıştı. Köprü çok güzeldi, her kitabı veremediğimiz bazı insanlara onu verip, nura yaklaşmalarına vesile oluyorduk. (Tabiî o zamanlar Risâle-i Nurların açıktan okunması ve satılmasının keyfî olarak yasak olduğunu da unutmamak lâzım) Her okuyan da beğeniyordu. Bu ilk dergimiz olan Köprü, aylık olarak yayın hayatına başlamışken, şimdilerde üç aylık ve biraz da akademik özelliğe sahip olarak çıkıyor.

Daha sonra, istikbalimizin, geleceğimizin ışığı çocuklarımızı, canımız yavrularımızı aydınlatmak için, 1981 senesinde “Can Kardeş“ dergisini çıkardık. O zamanlar yazdığımız bir yazıda meâlen; “Analar-babalar! Çocuk başlıca üç yerde terbiye edilir. Aile, okul ve cemiyet. Okul ve cemiyetin eğitim ve terbiye usûllerini biliyorsunuz; geliniz ailede hep beraber, Can Kardeş dergimizle, canımız yavrularımızı terbiye edip, istikametli yetiştirelim” demiştik.

Benim büyük kızım, gazetemizin şu anda da “Mısır Mektubu” yazılarını yazan Fatma Nur, o zaman daha dünyaya gelmemişti. Ama ben, “Kızım büyüyünce okusun” diye ilk günden itibaren Can Kardeş alıp, çoğunu da ciltlettirmiştim bile. Her iki kızım da, Can Kardeş okuyarak büyüdüler Allah’a şükür. Tabiî, birçok arkadaşımızın durumu da böyleydi. Can Kardeş de, haftalık olarak yayınlanırken, şimdi ayda bir çıkıyor.

Eee, geleceğimiz olan çocuklarımız için Can Kardeş dergisini çıkarırken, onları büyütüp yetiştirecek olan annelerimiz, bacılarımız, kızlarımız için bir dergi olmayacak mıydı?

Elbette olacaktı ve bu da düşünülerek hanımlarımıza yönelik olarak, yayın hayatına 1988 senesinde başlayan “Bizim Aile”, o güzide varlıklarımız, hanımlarımızın, kızlarımızın eline ulaşmış oldu. Ve aylık olarak o da yayınına devam ediyor.

Daha 5 yaşında olan “Genç Yaklaşım” dergisi ise, isminden de anlaşılacağı gibi, gençlere yönelik bir dergi. O da aylık olarak neşriyâtını sürdürüyor.

Evet; çeşitli yaş, cinsiyet ve konumları itibariyle hemen hemen her insan grubumuza hitap eden bu dergilerimizi alıp okutmak bizim için bir görevdir değil mi?

Nuru, gülü derleyen bu güzide cemaat, elbette dergilerimizi de derleyip toplayacaktır, okuyacaktır, yaşatacaktır!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Gülerken ısırılmak


A+ | A-

Pencerenin önündeki masaya oturmuş dışarıyı izliyordum. Nisan yağmurlarının kışkırttığı toprak, haşri ispatlayan gösterisine başlamıştı. Tabiata uzun zamandır hâkim olan kahverengi yerini yeşile bırakırken, her yerde çiçekler açıyor, kuşlar baharın gelişini müjdelercesine hiç durmadan ötüşüyordu. İnançsız biri sırf tabiata bakarak, yeniden diriliş mu'cizesine şahit olup imana gelebilir, diye düşündüm.

İman, ele avuca sığmaz, kolay kolay elde edilemez. İnanmak deyince işin içine kalp, akıl, ruh giriyor. Kalbin itminan olduğu yerde ruh yükselirken, dil tasdik ediyor, akıl kabulleniyor. Daha da önemlisi Yaratıcıya olan inancımızın şekillenmesinde esrarengiz etkenler var; çoğu zaman farkına bile varamadığımız.

İçeriden gelen canhıraş bir bağırtı düşüncelerimden kopardı attı beni. Fakülte arkadaşımın evine, bebeğini görmek için ziyarete gelmiştim. Annesi uykusundan uyanan bebeğin çığlıkları arasından çıkıp geldi yanıma; elindeki servis tabağını önüme koydu, çaylarımızı doldurdu. Karşıma geçip masadaki yerini aldı.

“Bera Nur ağlıyor” dedim endişeyle…

“Bırak, ağlasın, alıştırmamaya çalışıyorum. Sonra hep kucak isteyecek.”

“Kızım sen ne biçim annesin” diye şakayla karışık çıkıştım. “Nasıl dayanıyor yüreğin?”

“Çocuk eğitiminin bir parçası bu. Sen ne anlarsın ki?”

Şaşkın gözlerle arkadaşımı incelemeye koyuldum. Yavrucağızın sesi ümitsizlikle kısılıyor, arada bir tekrar canlanıyor, evin içi adeta inliyordu. Sonra yavaş yavaş sesi kesildi. Arada minik bebeğin iç çekişleri duyuluyordu. Arkadaşımın yüzünde hiçbir merhamet, şefkat, acıma hissi olmadığı gibi açıkça belli olan bir vurdumduymazlık görülüyordu.

Başımı pencereden yana çevirdim. Bir yandan çayımı yudumluyor bir yandan anneliğin 21. yüzyılın eğitim modelleri arasında parçalanışını izliyordum. Ne zamandan beri eğitim, çocuğu güvensiz, çaresiz, kucaksız bırakmak olmuştu. Gülerken ısırılıyorduk; hümanist insanın kör kalbiyle, maddeci aklıyla eğitim adına sıraladığı lâfügüzaftı hepsi.

Psikanalitik kuramın duayenlerinden Erik Erikson’un ilginç tesbiti geldi aklıma. Kendisi dine önyargısız yaklaşımıyla tanınır. Ona göre çocuğa bakımla verilen güven, çocukta daha sonra gelişecek olan dindarlığın temel taşı pozisyonundadır. Dini inanç, ebeveynin sevgi ve koruması sayesinde çocuklarda gelişmiş olan güven üzerine bina edilmiştir. Bu yüzden anne ilgisini hisseden çocuklar ileride Yaratıcıya karşı daha bağlı, inançlı oluyorlar. Yuvalarda büyüyen çocukları hatırlayın; özgüvenleri düşük, çevresindekilere karşı itimatsızlar. Kendilerini emniyetsiz, aciz en çokta yalnız hissediyorlar. Ağladıklarında yanlarına gelmeyen, onları koyunlarına almayan bir anne, sesini duyuramayacağı bir Allah inancı aşılıyor çocuğa.

Çayımı masaya bırakıp, Bera Nur’un yanına gittim. Yanaklarında kuruyan gözyaşlarını öpe öpe kucağımda salladım onu. Özür dilerim annen için, diye fısıldadım kulağına. Özür dilerim…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Çocuğumuzu yeniden fark etmek


A+ | A-

Çocuğumuzun gözlerine, en son ne zaman baktık… Sadece onu çok sevdiğimizi düşünerek, iyi ki bize verilmiş olduğunu hissederek seyrettik mi onu?

Ona sürekli olarak ne yapması gerektiğini ya da yapmaması gereken şeyleri söylemek dışında, onunla gerçekten ne kadar vakit geçiriyoruz. Onu sevdiğimizi, ne kadar hissedebiliyor. Bazen bütün gün birlikte olduğumuzda bile, gözlerinin içine onu fark ettiğimizi ve onu seyretmekten mutluluk duyduğumuzu hissettirerek bakabiliyor muyuz?

Birlikte zaman geçirmek, aynı anda aynı mekânda olmak mıdır sadece? Biz kendi gündemimizi yaşarken, kafamızın içindekilerle boğuşurken, onun varlığının ne kadar farkında olabiliyoruz? Sadece yaramazlık yaptığı zamanlarda mı fark ediyoruz onu? Her şey yolundayken, hiçbir problem yokken, onun farkına varmakta neden zorlanıyoruz bu kadar? Yalnızca olumsuz davrandığında fark edilmek, bu tür davranışların devam etmesine yol açmaz mı? Neyi beslersen o büyümez mi? Ve seyredilen her oyun, sürekli sahnelenmez mi aslında?

Bir koşuşturmanın ve akıp giden hayatın içinde onun büyüdüğünü görebiliyor muyuz? Ne kadar zaman oldu yürümeye başlayalı, ilk cümlelerini söyleyeli kaç doğum günü geçti? O bebekken biz yetişkin miydik gerçekten? Ne kadar farkına vardık, anneliğimizin, babalığımızın… Ne kadar tadını çıkarabildik büyüme zamanlarının… O büyürken biz ne kadar öğrendik, ne kadar fark ettik hayatı… Kendimizi gördüğümüz aynalar değişti mi… Başkalarına gösteremediğimiz tepkilerimizin muhatabı, hep onlar mı oldu… O uyuduğunda, pişmanlıktan başucunda ağladığınız oldu mu? Tövbeler ettik mi defalarca, yarın farklı olacak diye… Bir daha ona kötü davranmayacağım diye… Bir daha ona hiç kızmayacağım diye, tövbeler ettik mi?

En çok sevdiğimiz, en çok incittiğimiz de onlar oluyor ne yazık ki… Sabrımızın en kolay taştığı sular hep onlara doğru akıyor…. Hiç kimseye gösteremediğimiz yüzümüzü, hep onlara saklıyoruz sanki… En özenli davranışlarımızı ellere sunarken, en hoyratlarını onlarda kullanıyoruz… Bütün maskelerimizi onlarda kaldırırken, bütün sansürlerimizi de onlara uyguluyoruz… Sürekli deneme yanılmalarla kurduğumuz terbiye anlayışımızın sonuçlarını da yine onlar yaşıyor. Kararlı duramadığımız kararlarımız ve gelip giden vicdanımız arasında dönüp duruyoruz. Ona nasıl davranacağımızı ve onu nasıl terbiye edeceğimize dair kalıplarımızı devamlı olarak değişiyoruz. Bir kerede öğrensin istiyoruz. Bir söylemeyle düzelsin diye bekliyoruz. Kaç kere tekrarladığımızın sayısıyla öfkelenip, onu anlamamakla suçluyoruz. Kendimize anlatamadığımız ve değiştiremediğimiz onca şeyi ne çabuk unutuyoruz. Sevmediğimiz bir alışkanlığımızı değiştirmemiz kaç yılımızı alıyor. Sürekli söylendiği halde ya da sıkıntısını ve olumsuz sonuçlarını hâlâ yaşamamıza rağmen, neden değiştiremiyoruz? Alışkanlıklarımızın kolaycılığından kurtulmamız bu kadar zorken, neden onların bir kerede anlamasını istiyoruz. Onların da nefsi olduğunu mu unutuyoruz acaba?

Aslında, ne çelişkili bir durumdur anne baba olmak… En çok doğruyu onda yapmak isteriz, en çok hayali onun için kurarız, ama en çok hatayı da yine onda yaşarız… En hassas olduğumuz, kimseye dokundurmadığımız, ama en çok kırdığımız da yine onlar oluyor. İnsanın en sevdiğine, istemeden bile olsa nasıl zarar verdiğinin en dramatik örneğidir, anne baba olmak…

Duygularını gösterebilmeyi, ifade etmeyi, şartsız da olsa sevebilmeyi anne baba olduktan sonra öğrenmeye çalışırsın... Karşındaki kocaman yürekli, küçük insan bunu senden gözleriyle de olsa talep eder. Vermezsen davranışlarıyla tekrar tekrar ister. Olmayınca problem çıkararak kendini ve ihtiyaçlarını göstermeye çalışır. Bazen de ifade eder, beni sev, beni fark et diye... Çığlık atmaya başlar sesini duyuramazsa eğer... Sana nasıl seveceğini de, nasıl ifade edeceğini de öğretir... Yeter ki, gözlerinin içine bakıp, onu yeniden keşfet, yeniden sev doyasıya, ifade et, dile getir duygularını...

Ertelenmemiş, zamanında muhatabına ifade edilmiş sevgi, çocukluk yaralarına bile iyi gelir...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ermeni açılımı”nda asıl plân… (1)


A+ | A-

“Nükleer Güvenlik Zirvesi” için Washington’da bulunan Başbakan Erdoğan’ın son Amerika ziyaretine “Ermenistan ile açılım” damgasını vurdu.Günler öncesinden Başbakan Erdoğan’ın Amerika’ya gitmemesinin ABD yönetimine karşı bir protesto gibi algılanmaması için zirveye üst düzey katılım sağlanması ve Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın da görevinin başında bulunması gerektiği propagandası yapıldı.

Ardından Erdoğan, Tan’ın ABD’ye döneceğini ve kendisinin de gideceğini açıkladı. Amerikan yönetiminin “soykırım tasarısı” ve “protokoller”de Türkiye’ye söz verdiği söylentisi pompalandı. Ancak Washington’un bu konuda söz verdiğine dair hiçbir ciddî haber gelmedi. Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la görüşen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Sayın Büyükelçimizin Washington’a gitmesini gerektiren sebepler”den bahsetti. “Washington olumlu bir tavır sergilemiş” diye konuştu. Büyükelçi Tan, “ABD’den tatmin olduğumuz cevabı aldık” dedi. Lâkin Clinton’un Amerikan Dışilişkiler Komitesinde kabul edilen “Ermeni soykırımı tasarısı”na dair hangi vaadlerde bulunduğuna, Beyaz Saray’ın hangi taahhüdleri verdiğine dair hiçbir bilgi verilmedi. Ne Erdoğan ne de Davutoğlu, bu hususta hiçbir izâhatta bulunmadılar.

Bu arada Başbakan Erdoğan’ın Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu’nu “özel temsilci” olarak Erivan’a ve peşinden Bakü’ye gönderdiği sırada Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan ve Dışişleri Bakanı Nalbantyan’dan ters açıklamalar gelmeye devam etti…

ERİVAN, ANKARA’YI TAKMIYOR…

Başbakan, her ne kadar ABD’de tekrarladığı gibi “Türkiye’nin uluslar arası hukuka ve ahde vefa ilkesine bağlı olarak ‘protokoller’e sadakatini gösteren bir ülke” olduğunu söylese de, Erivan işgali altındaki Dağlık Karabağ’ı görüşmeler dışı tutma tutumundan vazgeçmedi.

Aksine Sarkisyan, Türkiye ile Ermenistan’ı barıştırmaya götürecek “yol haritası”nın en önemli ögesinin Azerbaycan faktöründen uzak durmak olduğunu bir defa daha duyurdu. Alman Der Spiegel Dergisine, Ankara’nın Karabağ konusundan uzak durmasını “tavsiye” etti. Karabağ konusunun “protokoller”de olmadığını bir defa daha hatırlattı.

Dahası, tıpkı Ermenistan Anayasa Mahkemesi gibi, “Tarihçiler komisyonu objektif çalışamaz, çünkü Türkiye’de soykırım sözcüğü cezaya tabi. Türkiye soykırım suçunu kabul ederse, o zaman komisyonun anlamı olur” sözleriyle bir milim geri atmadıklarını anlattı…

Görünen o ki Erivan, hiçbir surette Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinden çıkmaya yanaşmıyor. Bir milyon Azerî kaçkının (göçmenin) yurtlarından-evlerinden sürülüp 17 yıldır perişan edildiği Karabağ işgalini görüşmeyi peşinen reddediyor. Israrla “Karabağ sürecede dahil değil” diyor. Ankara’nın, “Karabağ meselesinde ilerleme olduğu takdirde Türkiye-Ermenistan yakınlaşması ivme kazanacak” tezine karşı çıkıyor.

Sâdece Karabağ işgalinde diretmekle kalmıyor. Protokoller’in ana unsurlarının başında gelen Kars ve Moskova Anlaşması gereği karşılıklı sınırlarını tanınmasını bile takmıyor. Zira Ermenistan Anayasası’nda Türkiye toprakları “Ermenistan” olarak yazılıyor. Hâlâ okullarda öğretilen haritalarda Kars’tan Van’a kadar Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi “Büyük Ermenistan” olarak okutuluyor. “Protokoller”de zımnen ve şartlı tanıdığı bu anlaşmadan bile cayıyor. “Protokoller”i tek taraflı olarak tağyir eden ve “ortak tarih komisyonu”nu kabul etmeyip Türkiye’yi peşinen “soykırım”la suçlayan Erivan, üstelik Ankara’dan Karabağ işgali dahil, hiçbir hususun müzâkere edilmeyeceği “şartsız adımı” beklediğini bildiriyor. “Ermenistan herhangi bir diyaloğa giremez ve hiçbir şart kabul etmez, soykırım vardır” görüşünü yeniliyor…

MUSÂLÂHADA BAŞARISIZLIK…

Ve bundandır ki Washington’daki Erdoğan ile Sarkisyan’ın görüşmesinde bir belirli bir şey çıkmıyor. Davutoğlu, Türkiye–Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesinde Azerbaycan topraklarının kurtarılmasının hedeflendiğini dile getirse de, Sarkisyan, en üst düzeyde Karabağ’ı müzâkereyi kabul etmiyor. 1915 olaylarının incelenmesi için “protokoller”e konulan “ortak tarih komisyonu”nu katiyetle istemediğini iletiyor. “Türkiye soykırım suçunu kabul ederse o zaman bu komisyon kurulabilir” görüşünü tekrarlıyor.

Nihayetinde Türkiye’nin Obama’nın Ankara’ya telkiniyle başlattığı “Ermeni açılımı” bütün dünyanın gözü önünde tıkanıyor. Net bir sonuç yok. Lastik gibi her tarafa çekilebilen “protokoller”de bile mutâbakât sağlanamıyor.

Özetle AKP siyasî iktidarının âlây-ı vâlâ ile başlattığı “Ermeni açılımı”nda büyük bir fiyasko yaşanmakta. Ve Erdoğan’ın “süreç devam edecek” ifâdesine rağmen, diplomasiye havale edilen dondurulan kırılgan süreç bir defa daha tökezlemekte. “İzzet-i milliyeyi (milletin izzet ve şerefini, hakkını ve hukukunu) muhâfaza eden musâlâhada (barışta)” ve normalleşmede başarısız kalınmakta. (Münâzarât, 67-68)

Kısacası, Karabağ işgalini devre dışı bıraktırıp uzun vadeye öteleme politikasını güden Erivan, Washington’un desteğiyle Ankara’ya karşı bir plân peşinde. Kumpas, 24 Nisan’dan sonra açığa çıkacak…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Rıfat Börekçi’den Ali Bardakoğlu’na


A+ | A-

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun Atatürk’le ilgili değerlendirmelerini öteden beri eleştirdiğimiz mâlûm.

Başında bulunduğu kurumun öncelikle dikkate aldığı kriterlerin başına “Atatürk ilkeleri”ni koyan ve “Okulda Peygamberimiz, camide de Atatürk anlatılsın” gibi tuhaf denklemler ortaya koyan Bardakoğlu’nun bu yaklaşımları, göreviyle de, ülke ve toplum gerçekleriyle de örtüşmüyor.

Bardakoğlu, yakınlarda verdiği bir röportajda bu konularda yine tartışılacak sözler söylemiş.

Önce, ilginç ve çok önemli bir tesbit:

“Diyanet’in en güçsüz olduğu yer Ankara’dır. Sıradan bir bürokratik kurumdur. Hatta Diyanet İşleri Başkanı 657’ye tâbî bir memurdur.”

Bu hazin tesbitin doğruluğunda ne yazık ki şüphe yok. Ama sebep ve kaynağına ilişkin yorumlarda yollar ayrılıyor. Bardakoğlu bu durumu Atatürk sonrasındaki uygulamalara bağlıyor.

“Kuruluştan, Gazi Atatürk’ten sonra Diyanet İşleri Başkanlarını basitleştirmeyi, kurumu sıradan kurum yapmayı laikliğin gereği zannetmişler maalesef” diyen Başkan, şöyle devam ediyor:

“Atatürk cumhuriyetin hemen ardından Diyanet'i kurdu. (...) Diyanet’le Genelkurmay’ı birlikte kurdu. Atatürk’ün ayağa kalkıp hürmet ettiği iki kişi vardı. Biri rahmetli Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, diğeri de genelkurmay başkanıydı.”

Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Börekçi’yle ilgili olarak, Bardakoğlu’nun sözleriyle çelişen tarihî kayıtlar var. İşte onlardan biri:

“(M. Kemal) Şapka İnkılâbını ilân etmiş olarak Kastamonu’dan dönüyordu. (...) Görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne, fakat karşılamaya gelenler arasındaki Diyanet Reisine de şapkayı giydirmişti!” (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, c. 1, s. 129)

Bardakoğlu’nun bahsettiği “hürmet”le, Kansu’nun anlattığı anekdotun bağdaşır yanı var mı!

Başkan, sözlerinin devamında şöyle diyor:

“Şu eleştiriyi de yapalım. Bazıları elbette zaman zaman Diyanet’i devletin değişik mekanizmalarının dini kontrol altında tutma(sı)nın bir aracı olarak görmüş, kullanılmış olabilir...”

Röportajı yapan Fadime Özkan’ın “Nasıl oldu bu, Diyanet’in başına daha uyumlu birini koyarak mı?” sualine Bardakoğlu’nun cevabı şöyle:

“Bu biraz da şahıslarla, Diyanet yöneticilerinin kişilikleriyle, omurgalarıyla alâkalı ve kaim bir durumdur. Bir kişi kullanılmaya daha açık olur, buna devamlı yeşil ışık yakarsa onu farklı amaçlar için kullanabilecekler çıkabilir.” (Star, 5.4.10)

Peki, bu tesbiti yapan Bardakoğlu, kendisinin göreve geldiği günden bu yana seslendiregeldiği “Atatürk ilke ve inkılâpları” vurgulu mesajları, “camilerde Atatürk’ü anlatma” ısrarını, hutbe ve mevlidlerde Atatürk’e dua ettirme dayatmalarını nasıl bir çerçeveye oturtuyor? Bu uygulamalar ne tür bir “kişilik ve omurga”nın tezahürü?

Bunların yanı sıra, bugün başlayan Kutlu Doğum Haftasını, üç yıl önceki 27 Nisan muhtırasına kadar 20-26 Nisan günlerinde kutlanıyorken, o muhtıradaki ipe sapa gelmez “23 Nisan’ı gölgelemek için bu günlere denk getiriliyor” iddiası üzerine bir hafta geriye çeken karar da Bardakoğlu yönetiminin imzasını taşımıyor mu?

Oysa dirayetli bir Diyanet’ten beklenen tavır, “Kutlu Doğumla 23 Nisan asla çelişmez. Tam tersine, bu haftadaki etkinlikler, TBMM’nin bir Cuma günü hatimler, dualar, kurbanlarla açıldığı vâkıasıyla tamamen örtüşen ve o mânâyı tamamlayıp zenginleştiren programlardır” gibi bir açıklamayla, haftayı devam ettirmek olmalıydı.

Ama ne yazık ki, bu yapılamadı ve muhtıradaki haksız iddialara hak verir bir tavır sergilenerek Kutlu Doğum Haftası 23 Nisan’dan koparıldı.

Böylece adeta Rıfat Börekçi’nin Şapka İnkılâbına hızlı uyumunun yeni bir versiyonu sergilendi.

Bu tavır, Börekçi modelini örnek alan bir Başkana yakışabilir, ama Diyanet’e asla yakışmaz...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı- Yeni Asya Gazetesi- Bizim Radyo- Sentez Haber- Yeni Asya Neşriyat-Promosyon- Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım