12 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

İnci ile Sedef'in aşkı


A+ | A-

"Benim görevim ne zaman bitecek?” diye sordu. Sorusuna cevap alamadı. Belki de bu sorunun cevabını kendisi bulmalıydı.

“Sıkılıyorum ama bu dar yerde…” dedi. “Bu karanlık bir gün bitecek mi?” Yine cevap yoktu, yine sustu. Cevabı kendisi bulmalıydı. Ama sorular kendini aşıyordu.

“Ne olur bir şey söyle!” dedi.

“Bu soruna cevap vermemem gerekir. Konuşmak mı, susmak mı? Hangisi daha iyi, onu düşünüyordum. Şimdi ne desem seni tatmin etmeyecek.”

“Öyleyse sorular niçin?” dedi.

“Sorular yaşamak içindir.”

“Cevapsız sorular olur mu?”

“Öyle düşünme, sorular cevaplardan önce yaşanır.” Dipten bir dalga kımıldadı.

“Ne oluyoruz?” dedi.

“Bilmem.”

Belki de cevap buydu.

“Gözler karanlığa alışınca, karanlık da ona aydınlık olur. Herkes kendi hayatını kendi içinde yaşar.”

“Ama biz beraber yaşıyoruz” dedi.

“Onun için cevap vermekten korkuyorum. Yaşa da gör diye zamana bırakıyorum.”

“Ama…” dedi.

“Ne olur üsteleme. Her ayrılanın ardından benden bir parça kopup gitti. Kalbimdi giden, beni de beraberinde götürdü. Yıllar yılı her içime giren, bu soruyu sordu. Kimse benimle beraber burada kalmayı düşünmedi. Karanlığın yurdunda beraber olmayı düşünmedi hiç. Işığı gören çekti gitti. Gitmekle kalsa iyi, benden de bir şeyler götürdü. Beni de götürdü.

Bir çatlak belirir ve ışık içeri geçiverir. Her şeyde bir çatlak vardır ve ışığın girdiği yer de orasıdır. Ne olur biliyor musun sonunda? Önce içimdeki yanar, sonra ben ve sonra devamlı ben yanarım. O yandığını unutur. Çıkıp gitmiştir içimden artık. Işığı gördü ya, geriye dönüp hatırlamaz bile beni.”

“Onun için mi zorlanıyorsun bizi içeri almakta?”

“Evet, evet” dedi. “Sizde olan, bende yok. Onun için.”

“Ama biz senin içinde oluyoruz ne oluyorsak,” dedi.

“Görünüşte öyle. Ama sizi görünce beni hatırlayan yok” dedi. “Oysa kiminle berabersen ve kiminle gezersen onunla anılırsın değil mi?”

“Sanki içimizden birinin âhını almış gibi konuşuyorsun. Öyle mi?”

“Bilmem, olabilir, hiç düşünmemiştim bunu.”

Dipten bir dalga daha geldi, bu defa çok güçlüydü.

“Ne oluyor? Ne oluyor?” dedi.

“Her şeyin bir vakti var. Belki bir adım, belki de çok çok ötelere doğru bir yolculuk bu.”

“Beraber miyiz yine?” dedi.

“Evet, evet, içimdesin şimdilik…”

“Senin kalbin var mı?”

“Bu soruyu sen cevapla istersen” dedi.

“Zor ama…”

“Zor soruyu sormak, senin görevin. Kolay cevabını da vermek benim görevim mi yani?”

“Ne olur ama ne olur. Senin kalbin var mı?”

“Bak sana bir öykü anlatayım. Bir zaman yalnız başına gezen bir tilki varmış. Bir akşam, ıssız bir sahilde, bir taşın kenarına oturmuş. Issız sahilde denize bakan bir tilki... Bir başka tilki de sahile yakın bir çam ağacının arkasına gizlenmiş. Tilki avazı çıktığı kadar bağırmış, söyleniyormuş:

‘Karadayım ama denizdeki bir dalga kadar şansım yok. Balıklar kadar bir şansım yok. Herkesin uyuyacağı, başını koyacağı bir yeri var. Benim hiçbir yerim yok. Benim derdimi bilen yok. Ah, derdimi bilen biri olsaydı da ona açabilseydim içimi. İçime girseydi de içimde yaşasaydı. Dışarıda kalmasa, dolaşmasa, üşümeseydi hiç kış günü. Güneşte kavrulmasaydı yaz günü.’

Ağacın arkasına saklanan tilki bu sözleri duyunca dayanamamış daha fazla. Kuyruğunu kuyruğuna değdirmiş erkek tilkinin, patisini patisine. ‘Gel’ demiş, ‘senin kalbin kaç kişilik bilmem, ama benim kalbim ikimize yeter…’ Ormanın kuytu köşelerinde sadece tilkiler arasında değil, maymunlar, yılanlar, kuşlar, çakallar arasında da anlatılırmış bu iki sevgili tilkinin hikâyesi.”

“Niye anlattın şimdi bu öyküyü?” dedi.

“Senin kalbin var mı diye sormuştun ya” dedi. “Benim kalbim sensin. Ama vakit yaklaştı, birazdan vedalaşacağız, ayrılacağız.”

“Ben senin kalbinsem, birazdan çıkıp gideceksem, nasıl kalbin olurum ki senin?”

“Boş ver, uzun hikâye… Kendi başına yaşayamayan, iki kişiyle hiç yaşayamaz.”

“Ama ben senin kalbinsem ve birazdan çıkıp gideceksem sen yine yaşayacak mısın?”

“Yıldızlar gündüz görünmez olur, gece tekrar parlar,” dedi. “Yarılmayan hiçbir şey yok. Sular da yarılır, gönüller de yarılır.”

Bir dalga daha vurdu bu sefer. Soruların cevabı son dalgadaydı.

“Evet, artık veda vakti geldi,” dedi. Kapımız çalındı, kalbimiz uğurlanacaktı.

“Unutma,” dedi “Beni taşıyacaksın, beni temsil edeceksin. Her ne kadar sen kendi adınla anılacaksan da içimde geçirdiğin karanlık günlerin aydınlık günler olduğunu unutma. Dışarıdaki aydınlığın içinde yaşadığın karanlığın bir zerresine değişme onu.”

“Benden sonra yaşayacak mısın?” diye sordu yine.

“Bilmem, Allah bilir.”

“Dilerim kalbine mukabil bir kalp bulunur” dedi.

“İnşallah… Bugüne kadar hep öyle oldu” dedi.

Ve yavaş yavaş kapısı açıldı, yükseldi, biraz daha yükseldi. Bir kenarda sahibini bekliyordu.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Nimetullah AKAY

İş bölümü her alanda lâzım


A+ | A-

Muhakemât okumaları - 7

İlim ilme kuvvet verir. Şüpheli yaklaşımlar, kafa karıştırıcı değerlendirmelerin ilme bir faydası bulunmamakta, aksine çok zararı bulunmaktadır. Belli kabiliyetlerde ilerleyebilen zihinlere fazladan yükler yükleyerek ve zorlamalarda bulunarak yormamak gerekir. Meselâ, Matematik ilminde ilerlemiş biri, Tıp gibi bir bilimde cahil olabilir.

Fıkıh ilmi üzerinde mütehassıs olmayan biri, Fıkhın usûlünde müçtehit olsa bile, fıkıh âlimlerinin ittifak ettikleri bir meselede sözleri geçerli olmayabilir. Her insan belli bir alanda ihtisas sahibi olmalı ve o meselede onun sözü geçerli olmalıdır.

Tarih gösteriyor ki, bir şahıs birçok ilimde mütehassıs ve meleke sahibi olamaz. Ancak zekâda dahi olanlar dört-beş ilimde söz sahibi olabilmişlerdir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. ‘Ben bütün ilimleri öğreneceğim’ diyen bir insan, hiçbir ilimde ilerleme kaydetmez. Her şeyde olduğu gibi, “Taksimü’l-a’mal” (iş bölümü) hükmü ilimde de geçerlidir.

Bir ilimde mütehassıs olan, artık o ilmin rengiyle boyanmakta, kurallarıyla bir nevî şekillenmekte ve biçimlenmektedir. Bu kişi her meseleye kendi ilmî ihtisası açısından bakmaya başlar. Diğer malûmatlar onun için asıl olmaz, tamamlayıcı bilgiler olur. Eğer böyle bir kişi her konuda ahkâm kesmeye kalkışırsa, bir işe yaramayan, kafası karışık bir kişi durumuna düşer, kendisine faydası olmadığı gibi başkalarına da zarar verir.

Asıl olan bir ilim dalını esas tutup, sair malûmatlarını ikinci plana atmaktır. Geçerli bir kaide şudur ki, bir kitapta birçok ilim yer alırsa, içindeki mevzular birbirlerinin anlaşılmasını zorlaştırırlar. Bir kitap hangi ilim dalı için yazılmışsa, o konu ile ilgili bilgilere odaklanmalıdır.

İlimler birbirine destek vermeli, birbiriyle kucaklaşmalı ve birbirine cevap vermelidirler. Düzensiz bir bilgi yumağı, belli bir ilimde ifade edilmek istenen mânâların ortaya çıkmasını imkânsız hale getirir. Bu vaziyet tefsirlerde ortaya çıkarsa, karışık malûmatlar zihinleri karıştıracak, âyetlerin gerçek mânâsından zihinleri uzaklaştıracak, İslâm hakikatlerinin aleyhinde olanlara da tenkit imkânı verebilecektir.

Nasıl ki, bir evin ihtiyaçları sadece bir yerden karşılanamaz, her bir ihtiyaç, ehlinden temin edilir. Aynen bunun gibi, huzur verici ve refah sağlayıcı bir ilerleme elde etmek için bu kuralı bütün işlerimizde kullanmalı, işi ehline vermeliyiz. Bütün insanların ihtiyacına cevap verecek bir Kur’ân tefsiri bu mantıkla hazırlanmalı, konusuna göre her ilim erbabından istifade edilmelidir.

Sanii Zülcelal olan Allah’ın bu âlemde cari kıldığı iş bölümü kaidesinden meydana gelen mükemmelleşme ve ilerleme kanunu gereğince, “Allah’ın rızasına ve emirlerine uygun hareket etmek” farz iken, ne yazık ki buna göre hareket edilmemiştir. Bu sebeple de, insan hayatına maddî-manevî huzur verecek gelişmeler yeterince sağlanamamıştır.

Allah’ın hikmet kanunlarının yardımıyla bize verilen kabiliyetler iş bölümünü gerektirmektedir. Bu durum, yani iş bölümü, ilim ve san'atın gelişmesi için, Allah’ın bize bir manevî emri olduğu halde, bunu lâyıkıyla kullanmamışız. Allah’ın hikmet kanunlarına aykırı hareket ettiğimiz için, kabiliyetlerimizden kaynaklanan kuvvet ve şevk, yalancı bir hırsla ve riyanın başı olan ‘üstün görünme’ arzusu ile yok olma derecesinde zayıflamıştır.

Elbette Allah’ın emirlerine uygun hareket etmeyip isyan eden cehennemî bir hayat hak eder. Biz de bu yaratılış kanunlarına uygun hareket etmediğimizden cahillik cehennemiyle azap çektik. Bu azaptan bizi kurtaracak olan, “İş bölümü” kanunu ile amel etmektir. Zira bizden önceki büyüklerimiz iş bölümünü hayatlarına geçirmekle ilimlerin cennetinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Hasılı, İslâm dini hakikatleri iyi bir şekilde gözden geçirilirse görülecektir ki, içinde şüphe verici, kafaları karıştırıcı bir durum bulunmamaktadır. İslâma yanlışlıkla mal edilmek istenen şüpheli meselelerin tamamı cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra hakikatlere karışmış ve insanların İslâm nurundan yeterince istifade etmesine engel teşkil etmişlerdir.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İnşaat mühendislerine bir proje teklifi


A+ | A-

İnşaat mühendislerine bir proje teklifi sunuyoruz: Acaba, lavabo ve banyo sularını depolayıp kullanmak ve milyonlarca metreküp su israfını önlemek mümkün değil mi?

İsraf, saçıp-savurmak, ihtiyaç olmadığı halde rastgele harcama yapmak demektir. Dikkat edilirse yaradılışta ve kâinatta zerre miskal israf ve abesiyete yer yoktur. Kâinatta israf yok, muhteşem iktisat ve dönüşüm var. Meselâ, yere düşen artıklar bakteriler tarafından imha edilip temizlenir ve azot olarak toprağa gıda olarak verilir.

Teneffüs ettiğimiz hava, bedenimize girince kanı temizlemek ve sair pek çok işi yaparken; karbondioksit (zehirligaz haline gelen) aynı hava dışarı çıkarken de konuşmamızı sağlıyor. Orada da israf edilmiyor; ağaçlar gıda olarak alıyor.

Keza, sular da aynı iktisat, dönüşüm kanununa tabi. Bundan ders çıkararak acaba, öyle bir sistem geliştirip lavabo ve banyo sularını tuvalet temizliğinde kullanacak şekilde dönüştüremez miyiz?

Eğer kendimiz için yapamazsak, alt katta oturan için yapabiliriz… Mutfak lavabosundan çıkan suları bahçelere akıtıp, saksıdaki çiçeklere verebiliriz. Tabiî ki, sabunlu ve bulaşıklı suları değil. Ancak, sebze ve meyveleri yıkadıktan sonra artan suları pekala bu işlerde kullanabiliriz.

İnşaat ve makine mühendisleri her halde böyle projeler geliştirebilirler. Bu, sularımızın da bereketlenmesine sebep olacaktır. Zira, iktisat farz, israf haram. Farzı işleyen ve haramlardan kaçınan berekete kavuşturulur.

***

Evet, kâinattaki işleyiş ve nizama uymamız nisbetinde rahat ederiz. Aksi halde, diğer varlıklara ters, hattâ aşağı düştüğü gibi, dünya hayatı noktasında da cezasını peşin olarak çekeriz. Bugünkü medeniyet anlayışı insanlığı, iktisat ve kanaat esasını bozarak israf, hırs ve tamaa teşvik ediyor. Oysa israf sefâhetin, sefâhet de sefâletin kapısını açar.

İsrafın mânevî tahribatı da büyüktür. İsraf ni’meti hafife almak demektir. Allah’ın muntazam bir üretim fabrikası olan kâinat, durmadan çalışıp mu’cizevârî, olağanüstü üretim yaparken, israf bunun değerini idrâk etmemek, o çarkların aksine hareket ve şükürsüzlük etmek demektir.

Şeriat, israftan men eder. Çünkü israf, ferdi de, âileyi de, toplumu da batırır. Kanaat ve iktisadın zirvesinden insanlığa seslenen yüce Peygamberimiz (a.s.m.) maksatsız ve faydasız harcamalar için, “Her israf edilen haramdır“ (Keşf’ül-Hafâ, 2:125) buyurur ve şu ölümsüz iktisat dersini verir:

“Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız, suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayınız” tavsiyesi de Resûlullahın (a.s.m.).

Bu öğüt, sadece suyun zayi olmasını engellemek için değildir şüphesiz. Böylece insan eğitilmekte, iktisat ve kanaate alıştırılmaktadır.

İslâmın reddettiği israf sadece yeme, içme ve maddî şeylerde değildir. Konuşmaktan gezmeye, eğlenmekten diğer fiil ve hareketlere kadar, hayatın bütün safhalarını içine alır.

Hastane, hapishane, meyhane ve mezaristanların, gençlerle dolup taşmasında, bugünkü Batı medeniyetinin müsrif anlayışının payının büyüklüğü apaçık görülmüyor mu?

12.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Tecvit, Hz. Cebrail'in okuyuş biçimidir


A+ | A-

İstanbul’dan bayan okuyucumuz: “Tecvidin önemi nedir? Tecvit vahiyden midir? Kur’ân-ı Kerimin tecvitli okuyuşu ile tecvitsiz okuyuşu arasında anlam farkı var mıdır? Meselâ dört elif miktarı uzatılması gereken yerlerde uzatılmadığında anlam bozulur mu?”

Tecvid, Kur’ân’ı okurken harflerin hakkını vermek, harfleri mahreç ve aslına uygun olarak okumak demektir. Tecvit kuralları, Hazret-i Cebrail’in (as) Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı nazil buyurduğu –tabir caizse- şivedir. Yani Cebrail (as) Kur’ân’ı âyet âyet indirirken nasıl okumuşsa, harflerin boğazdan çıkış biçimlerini nasıl göstermişse, harfleri hangi gırtlak, hançere, boğaz ve ağız sesi ile okumuşsa, Peygamber Efendimiz’e (asm) Kur’ân’ı vahy ederken nasıl kıraat etmişse, bütün bu okuyuş ve kıraat biçimleri Tecvid kuralları olarak tesbit edilmiş ve bir araya toplanmıştır. Yani “Tecvit” adı altında öğretilen okuyuş kuralları Hazret-i Cebrail’den (as) Peygamber Efendimiz’e (asm) intikal eden en güzel okuyuş biçimlerinden ve kurallarından başka bir şey değildir.

Başka bir ifadeyle, tecvit vahiydendir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; “Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar” 1 olmak tecvitli okuyuşlarla mümkündür.

Kur’ân’ın tecvit kuralları ile nazil olduğunu yine Kur’ân’dan öğreniyoruz: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık. O’nu tertil üzere indirdik.” 2 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı tecvit üzere okumayı şöyle emreder: “Kur’ân’ı açık açık, tâne tâne, tertil ile oku.” 3

Âyetlerde geçen tertilin ne olduğu sorulduğunda Hazret-i Ali (ra) şöyle cevap vermiştir: “Tertil, harflerin tecvidini, sıfatlarını, okuyuş biçimlerini, mahreç özelliklerini ve vakıfları bilerek okumak demektir.”

Kur’ân’ı okurken anlam bozulmasına sebep olmayacak kadar tecvit bilmek ve uygulamak her Müslüman için vaciptir. Hazret-i Enes (ra) diyor ki: “Hazret-i Peygamber’in (asm) Kur’ân okuyuşu medli (uzatılacak yerlerde uzatmalı) ve tertil üzere idi (tecvitli bir okuyuştu). Besmeleyi, Bismillâh’ı, Er-Rahmân’ı, Er-Rahîm’i med ederek (uzatarak) okurdu.” 4

Her tecvit kuralı hüküm olarak aynı şiddette değildir. Sünnet olan kurallar vardır, vacip olan kurallar vardır. Tecvit ilminde iki türlü vacip vardır:

1- Yapılmadığında anlam bozulmasına sebep olan, harflerin öz yapılarını değiştirmemek için uyulması zorunlu olan vacip. Meselâ, Fatiha Sûresinde ve birçok sûrede geçen “EL-RAHMAN” kelimesini, yazıldığı biçimde okumak kelimenin öz yapısına uygun düşmez. Bu kelimeyi “ER-RAHMAN” biçiminde okumak, yani L harfini okuyuştan kaldırmak vaciptir. Hatta kıraat âlimleri L harfiyle okumanın namazı bozacağını söylemişlerdir. “EL-RAHÎM” için de aynı hüküm söz konusudur. Yani harf-i tarif dediğimiz “Elif-Lam”lı isimlerden bir kısmında Elif-Lam okunuyor, bir kısmında okunmuyor. Bunu bilmek, öğrenmek ve uygulamak vaciptir ki, bu Tecvit ilminin konusudur.

2- Yapılmadığında anlam bozulmasına sebep olmayan, fakat Kur’ân’ın okuyuş biçimini güzelleştiren vacip. Meselâ Kur’ân’ı (Tecvit literatürüne göre) ihfa, idğam ve izhar ile okumak vaciptir. Medd-i Muttasıl, yani tek kelime içindeki medleri en az 3 en çok 5 elif miktarı uzatarak okumak vaciptir. (Medd-i Munfasıl denilen iki kelime arasında yapılan medler ise caizdir.) Keza Medd-i Lazım denilen okuyuş biçimi vaciptir. (Medd-i Lin caizdir.) Medli okunan kelimelerde hiç med yapılmazsa kelime tahrif olur, yani kelime kökten bozulur. Kelime kökten bozulunca, anlam da zarar görür. Fakat med yapılmak şartıyla, uzunluğu kestirilemezse kelime kökten bozulmaz. Yani dört elif miktarı uzatılması vacip olan bir kelimeyi hiç uzatmadan okursak kelimeyi tahrif etmiş oluruz. Fakat yanlışlıkla 2 elif miktarı uzatarak okumakla kelimeyi kökten bozmuş olmayız. Dolayısıyla bu durumda anlamı da bozulmaz.

Ancak Allah hiç kimseye güç yetiremediği bir teklif yüklememiştir. Kişi, gerek dilindeki bir konuşma özründen dolayı, gerekse kendisine öğretecek bir kimse veya imkân bulamadığından dolayı tecvidi öğrenememişse Allah katında mazurdur, mesul değildir. Öğrenebildiği kadar öğrenerek, öğrenebildiklerini uygulaması kişiye yeterlidir.

Fakat elinde öğrenme ve uygulama imkânı olduğu halde sırf ihmalkârlıktan dolayı öğrenmeyen veya öğrenip unutan, ya da bildiği halde Kur’ân’ı tecvit üzere okumayanlar mesuldür.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 390.

2- Furkan Sûresi, 25/32.

3- Müzemmil Sûresi, 73/4.

4- Buhari, 6/112.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette "12 Temmuz" çatlağı


A+ | A-

Çok partili sisteme geçiş dönemi olan 1945–50 yıllarına ait siyasî gelişmeleri, genellikle yine o günlerin siyasî aktörlerinin hatıralarından okuyup öğrenmekteyiz.

O dönem için gazetelerin tam serbest olduğundan, gazeteci, yazar ve araştırmacıların hür ve serbest şekilde çalışabildiğinden söz etmek mümkün değil. (Gazeteler, hükümetin rızası dışında yayın yapamaz durumdaydı. Çoğu, resmî gazete ağzıyla konuşurdu.)

Halkın ekseriyeti de, olup bitenlerin ne mânâya geldiğini, kimin ne yapmak istediğini henüz tam olarak bilmiyor, bilemiyor.

Geriye, kala kala bir tek hatıra notları kalıyor.

Onların da çoğu güvenilir değil, ne yazık ki...

Zira, bilhassa 1945–50 yıllarında yaşanan gelişmelere dair İsmet Paşanın söyledikleriyle Celal Bayar'ın anlattıkları birbirini tutmuyor.

Aynı şekilde, DP kurucularından Fuad Köprülü'nün, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'ın, Başbakanlardan Recep Peker'in, 1948'de Millet Partisi tarafına geçen emekli General Sadık Aldoğan, Hikmet Bayur'un aynı mesele hakkında yazıp anlattıkları, çoğu yerde birbiriyle örtüşmüyor. Hatta, yer yer tamamen ters düşüyor.

İşte, üzerinde bu derece tersleşmelerin, zıtlaşmaların, hatta sürtüşme, kavgaların ve dahi bölünmelerin yaşandığı meselelerden biri, meşhûr "12 Temmuz Beyannâmesi"nin sebep ve tetiklemiş olduğu gelişmelerdir.

Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, iktidardaki CHP ile tek muhalefet partisi olan DP arasında giderek tırmanan gerilimi güyâ dindirmek maksadıyla, bu partilerin liderleri ile ileri gelen aktörlerini sık sık Çankaya Köşkü'ne dâvet ederek çeşitli konulara ilişkin yatıştırıcı görüşmelerde bulunur.

Yapılan bir dizi görüşmeden sonra, İsmet Paşa, 11 Temmuz 1947'de bir beyannâme metni hazırlatır. Bu metin, günlük gazetelerde 12 Temmuz'da yayınlandığı için, ismi "12 Temmuz Beyannâmesi" şeklinde kayıtlara geçer.

İsmet Paşa, bu beyannâmede, özetle kendisi halen CHP Genel Başkanı sıfatını taşımasına rağmen, cumhurbaşkanı olarak, bütün siyasî partilere eşit mesafede duracağını, taraf tutmayacağını, haksızlığa daima karşı geleceğini, bundan da kimsenin bir şüphesinin olmaması gerektiğini söyler.

Beyannâme, kendi partisi içinde de lokal bir rahatsızlığa yol açmakla beraber, asıl büyük darbeyi muhalefetteki Demokrat Parti yedi.

Tam bir sene önce yapılan genel seçimlerde 60'ın üzerinde milletvekili çıkaran DP, ne yazık ki, söz konusu beyannâme yüzünden şiddetli sancılar çekmeye başladı ve kısa bir süre sonra, parti adeta ortadan çatlayarak ikiye bölündü.

DP'den ayrılanlar, Fevzi Paşa'nın da teşvikleriyle, Prof. Hikmet Bayur'un başkanlığında kurulan Millet Partisine geçti. Bir grup da, ayrıca Müstakil Demokratlar Partisini kurdu. 1950'den önce, bu parti de MP'ye katıldı. MP, Meclis'de grup kurdu ve temel siyasetini CHP'den çok DP'ye çatmak üzerine bina etmeye başladı.

Demokrat Parti'de "12 Temmuz Beyannâmesi"ni bahane ederek ayrılanların söyledikleri şuydu: "Partimiz, CHP karşısında pasif kalıyor. Daha sert, daha şiddetli bir muhalefet yapılması lâzım. Demek ki, İsmet Paşa Celal Bayar'ı görüşmeler sonucunda iyice yumuşattı. Bu da, muvazaa demektir, danışıklı muhalefet yapmak demektir. Böyle pasifçe hareket etmekle, muhalefet yapılmaz. Bu sebeple, bu partiden ayrılmak ve daha sert politikalar izleyecek iktidar adayı bir parti kurmak gerekir."

Ayrılan grup aynen öyle yaptı. 1948'de yaklaşık 30 milletvekilini transfer ederek Millet Partisini kurdu.

İşte, Demokrat Parti bünyesinde o gün meydana gelen derin çatlak, bir daha hiç kapanmadan tâ bugünlere kadar devam edip geldi.

İsmet Paşa, tarafsızlık görüntüsü altında yapmış olduğu bir siyasî manevra ile, maksadına ulaşmaya çalışıyordu. Esasında, karşısındaki muhalefeti bölmek istiyordu. Aralarına bu yüzden ihtilâf soktu ve muhaliflerini birbirine düşürdü.

Ne var ki, bu maksadına o dönem itibariyle nail olamadı İsmet Paşa.

Zira, DP'li milletvekillerinin yarısı MP'ye geçtikleri halde, hatta, Kudret gazetesi başta olmak üzere, dinî tandanslı bütün gazete ve dergileri yanlarına çekmelerine rağmen, 1950 ve daha sonraki seçimlerde, yine de ciddî bir varlık gösteremediler.

Öyle ki, dindarlar ile milliyetçilerin koalisyonu olan bu Millet Partisi geleneği, tâ 1970'lere kadar da Demokratları bölme şansına sahip olamadılar.

Yine aynı İsmet Paşanın, aynı mânâdaki manevrasının bu kez başarıya ulaşması sayesinde, Demokratlar, 1973 seçimlerinde bölünmekten kurtulamadılar.

Onlar bölününce de, İsmet'in partisi, hür seçimler tarihinde ilk kez olmak üzere, iktidara en yakın parti oldu ve Demokratları bölen parti ile koalisyon yaparak iktidara gelmeyi nihayet başarmış oldu.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Anne babaya itaat


A+ | A-

Toplumdaki yozlaşmanın bedelini her kesimden, her yaştan insanlar ödese de en ağır bedelini her halde beli bükülmüş yaşlılarımız ödüyor. Dinî değerlerin aşınması sonucunda zuhur eden sıkıntı ve huzursuzlukların faturasını da en çok yaşlılarımız çekiyor. Menşe-i ahzan, mahzen-i elem olan ihtiyarlığın ağır yükünü çekmekte zorlanan ihtiyarlarımızın takatsız kalan kalbine ve ruhuna gençlerin ilgisizliği de eklenince bu ağır yük artık çekilmez oluyor. İlgisizlikten öteye gençlerimizin özel sıkıntı ve problemleri de mecalsiz yaşlı anne-babanın sırtına yüklenince gerisini siz düşünün. Ömürlerinin artık kışını yaşayan; hastalıklara düçar olan, şefkat ve merhamete muhtaç durumdaki bu pir-i fanilerin yardımına kimler koşacak, dertlerine kimler çare bulacak?

Yaşlı anne ve babaların dert ve üzüntülerini paylaşan, onlara şefkat kanatlarını geren, hayırlı evlât olma liyakatini kazanan evlâtları tebrik ve tenzih ettikten sonra, bilerek veya bilmeyerek yaşlı anne-babayı rencide eden gençlerimizden bizzat şahit olduğum veya işittiğim örneklerden bir kaçını nazarlarınıza sunmak istiyorum.

Babasıyla kavgalı olan yaşını başını bulmuş, hem de dindar sayılacak bir gence; “Nihayetinde o senin babandır... Bazı yanlışları olsa da onu kırmamalısın” gibi iyi niyetli telkinlerime; “Ne babası... Öyle baba mı olur? Asıl ben ona babalık yaptım” dediğini işittim.

Yine bu defa annesiyle kavgalı olan bir başka gence annenin evlât üzerinde haklarından bahisle, eğer bir anne evlâdından razı olmasa o evlâdın ahirette işi zordur nasihatlarına karşılık; “Asıl ben annemden razı olmasam ahirette onun kurtuluşu zor...” diyerek kesip atıyordu.

Bir başka genç: “Anne-babam da bana karşı vazifelerini yerine getirmediler... Benim üzerimde bir hakları yok ki onlara hizmet edeyim...” dediğini duymuştum.

Bu meyanda hiçbir haklı tarafı bulunmayan bahanelerle aylarca, senelerce ebeveynleriyle alâkasını kesen nice insanları biliyorum. Yaptıkları bu yanlışlara kılıf hazırlamak da işin daha da acıklı tarafı. “Efendim, çocuğuna gerekli sevgi şefkati göstermeyen, evlâdının istek ve arzularını yerine getirmeyen annesine hak yoktur” gibi hiçbir dayanağı bulunmayan, uydurma gerekçelerle yaptıkları hata ve kusurları savunmak da bu işin bir başka acı tarafı. Anne-babaya hürmeti Kur’ân emir ve tavsiye ediyor. Hele de hiçbir ön şarta bağlı olmaksızın, anne-babanın gayr-ı meşrû isteklerinin dışındaki bütün istek ve arzuları yerine getirmek evlât üzerine farz-ı ayndır. Bunları yerine getirmemek büyük günahların en büyüklerindendir.

Şu âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bakalım isterseniz: “Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin, ana ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan bir veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın “öf” bile deme; onları azarlama, onlara güzel söz söyle”. “Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki “Ey Rabbim nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur” (İsra: 23-24)

“Rabbin rızası, babanın rızasındadır; Rabbin gazabı, babanın gazabındadır” ve “Allah’a itaat etmek, anne ve babaya itaat etmektir. Anne ve babaya isyan eden Allah’a isyan etmiş olur.” (Hadis-i Şerif)

Evet âyet-i Kerimeler, Hadis-i Şerifler böyle diyor.

Elbette anne-babaların da bazı hataları, kusurları olabilir. Evlâtlarına karşı vazifelerini eksiksiz yerine getiremeyebilirler. Fakat bu sebepler evlâdın anne-babaya karşı itaatsizliğini, isyanını haklı kılmaz.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

İnternetteki ses kaydı


A+ | A-

Şimdi hapiste olan bir amiralin internetteki ses kaydını dinledim. Duyduklarımdan ötürü çok, ama çok üzüldüm zira kendisi ile aynı gemide iki yıl görev yapmış, iyi kötü birçok hatıralarım olmuştu. Ama hiçbirisinde bu denli hakaretlere varacak derecede söz sarf ettiğini duymamıştım.

Mübarek gün ve geceler ile alay ediyor, kurban kesimine karşı çıkıyordu. Ayrıca “Türkiye’yi terk edin gidin, kendinizi kurtarın. Çünkü Türkiye Araplaşıyor, İslâmlaşıyor, çok feci ülke oluyor. Her metre karesine bir cami düşecek ve ezandan uyuyamayacaksınız. Gidin kendinizi kurtarın” diyordu.

Yıllarca beraber çalıştığımız için ses ve mimiklerinden bu sözleri söyleyenin kendisi olduğunu, sahte olmadığını gayet açık bir şekilde fark etmiştim.

Demek ki bizim gemiden ayrıldıktan sonra ahlâkı değişmiş. Zira o yıllarda aklı başında, gayet mantıklı konuşurdu. O tarihlerde yüzbaşı rütbesinde bölüm amiri görevindeydi ve dindar insanlarla böyle konuşmuyordu. En azından benim namaz kılan ve içki içmeyen birisi olduğumu bildiği halde en küçük bir olumsuz sözünü dahi işitmemiştim. Hatta bir tatbikat esnasında yaşadığım aşağıda anlatacağım olayı okursanız tam tersi bir kanaat sahibi dahi olabilirsiniz.

Mersin’e gitmiştik ve liman ziyareti yapıyorduk. Beni ve gemideki birkaç subayı ağabeyinin işyerine götürmüştü. İşyerinin girişinde büyükçe bir resim dikkati çekiyordu. Resim, göçmen kuşların bulunduğu bir manzara resmiydi. Resim deyip geçmeyin kuşlar havada öyle bir çizgi üstünde duruyorlardı ki “Allah” lâfzını gösterecek bir görüntü sunuyorlardı.

Gemi subayları olarak bu resmin fotomontaj olup olmadığını sorduk. Cevap olarak şunları söyledi. “Benim babam dindar bir insandı. Bu resmi de kendisi çekmişti. Resim üzerinde en ufak bir değişiklik yapmamıştır, tamamen orijinaldir. Bu resim ve üzerindeki şekilden kendisinin ne derece inançlı birisi olduğunu anlayabilirsiniz” demişti.

Daha sonra kardeşi ile birlikte bize ikramda bulundu. Benim alkol kullanmadığımı bildiği için meyve suyu ikram ettiler. Daha sonra gemiye döndük.

Bizim gemiden sonra ikinci komutan olarak bir başka gemiye tayin oldu. Fakat görevine başlar başlamaz akademi eğitimi için gemiden ayrılmıştı. Yarım yılı aşkın bir süre kursta olduğu için görevini vekâleten çok değerli bir ağabeyim yerine getiriyordu.

Bu noktadan sonraki değerlendirmeler bu çok kıymetli büyüğüme aittir.

“Silâh subayı olarak 2. Komutanlığa vekâlet ediyordum ve çok önemli tatbikatların yapıldığı bir döneme girmiştik. Aynı zamanda atışlar yapılıyordu. Gemimizin ismi tatbikatlarda gösterilen başarılardan ve atış birinciliklerinden dolayı daima ön plana çıkmıştı. Cumhurbaşkanı dâhil olmak üzere birçok devlet büyüğünden çeşitli ödüller almıştık. Daha sonra denetlemeler başlamış hepsinden alnımızın akı ile başarılı bir şekilde çıkmıştık”

Sonunda bu amiral kurstan dönüyor ve 2. Komutanlık görevini bu değerli büyüğümden teslim alıyor. Ne yazık ki emri altındaki herkese “takdirname” verildiği halde silâh subayına bu küçücük iltifatı dahi çok görüyorlar.

Silâh subayı olan bu komutan, kendisine yapılan bu haksızlığa aldırış bile etmiyor. ”Ben görevimi başarılı bir şekilde yaptım ya bu bana yeter. Komutanlar isterse hak ettiğim ödülleri vermesin benim vicdanen müsterih olmam daha önemlidir” diyor.

Aradan çok kısa bir süre geçince sicil dönemi başlıyor ve sicil notları veriliyor. İkmal subayı, silâh subayına “bu gemide en düşük sicil notunu sen ve ben aldık” deyince silâh subayı bu sefer dayanamıyor ve 2. Komutana bunun doğru olup olmadığını sormak gereğini düşünüyor. Aldığı cevap ise bir hayli üzücüdür. Zira halen hapiste olan bu amiral o gün, içki içmediği ve namaz kıldığı için bu şekilde davrandığını itiraf ediyor.

Silâh subayı bu haksızlığı büyük bir soğukkanlılıkla karşılıyor. “Cenâbı Allah’ın rızası bana yeter” diyerek görevine devam ediyor.

Aradan birkaç yıl geçince 28 Şubat döneminde benim gibi Askerî Şûrâ kararı ile re’sen emekli ediliyor. Yani ordudan atılıyor. Ve ticaret gemilerinde çalışmaya başlıyor.

Mesleğini çok titiz bir şekilde icra eden bu büyüğüm kaptanlık yaparken deniz ortasında kalan iki amatör balıkçıyı kurtarıyor ve bu başarısından dolayı basın kuruluşlarının gözdesi oluyor.

Halen bir denizcilik firmasında kaptan olarak çalışan bu ağabeyim çevresi tarafından çok sevilen ve takdir edilen birisi olarak hayatına devam ediyor. Fakat ona haksızlık yapan ve dinimize karşı söylediği sözler ile gündeme bir daha düşen o amirale ne demeli?

Yargı süreci devam ettiği için işlediği suçlar hakkında bir şey söyleyemiyorum. Lâkin internette dolaşan sözleri hiç de unutulup göz ardı edilecek sözler değil. Bu dünyada dahi kendisini mesul edecek sözler.

Rabbimden başta bu amiralimiz olmak üzere bütün askerlerimizin aklını başına getirmesini diler, iman nimetini nasip etmesini niyaz ederim.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

İmanı olmayan insanlar pozitif olabilir mi?


A+ | A-

Hayatın olumlu, müsbet, güzel, iyi neticeli ve pozitif olabilmesi için bir takım şartların olduğu aşikârdır. Pozitiflik denen şey, öylesine, çaba olmaksızın, bir gayret olmaksızın, riskler taşımaksızın ortaya çıkan bir durum değildir. Yani mutlu olmanın da, pozitif olmanın da bir bedeli vardır.

Pozitiflik, gerçek anlamda hayatın içinden doğup gelen, zaman zaman kazanmakta, zaman zaman da kaybetmekte gizli olan bir sürpriz halidir. Yaşananlara bakış doğru ise, kazanmak da, kaybetmek de içinde pozitif enerji baloncukları taşıyabilir. Ama bakışı bozuk olanın, elindeki muhteşem imkânlar, nimetler, makamlar, mevkiler ‘taciz’ edici birer unsur haline geliyor.

Hazret-i Peygamberin ‘Hüzün yılı’ ilân ettiği zaman diliminde, başına gelenler normal şartlarda taşınabilir haller değildir. Ama O’nun ve diğer peygamberlerin başına gelenler, insanların karşılaşabileceği nihaî neticeler olduğu için; O, Allah’ın yardımıyla kaldırmış. Zaten Allah’ın yardımı, rızası bir kimsenin yanında ise, daha başka bir güce ihtiyaç kalmayacaktır. O yıl Hazret-i Peygamberin hayat arkadaşı, can yoldaşı, eşi Hazret-i Hatice Annemiz vefat etmiş. Yine aynı yıl, amcası Ebu Talip vefat etmiş. Sonrasında Taif’den dönerken, çocuklar taşlamışlar ve ayaklarından mübarek kanları akmış. Böyle bir durumda insan, taşınması güç bir imtihan hali içerisindedir.

Hazret-i Peygamberin böyle bir vasatta yaptığı şey ise, evine döner dönmez, her şeyi görüp, bilen en güçlü sığınağa yönelerek, seccadesini sermiş ve Allah’a duada bulunmuştur. Bu, sıkıntılar arttığında yapılması gerekene tam kaynağından güzel bir örnektir. Sıkıntısı artan ehl-i imanın, sığınması artar.

İşte bu durum en güzel bir pozitifleme örneğidir. Birkaç kişi ile sohbet ediyoruz. Bir genç, bize katılıp, konuşulan konu ile ilgili hemen söz hakkı alarak, “Peki imanı olmayan insan ne olacak? İmanı olmayanlarda pozitiflik yok mudur?” dedi.

‘İmanı olmayanın hakikî anlamda pozitif olması düşünülemez.’ tesbitini çok rahat kullanabiliyorum. Çünkü akıl insanda, ‘Necisin, nereden gelip, nereye gidiyorsun?’ gibi sorulara makul cevaplar arayan bir güçtür. Bu sorulara makul cevaplar veren de sadece dinlerdir. Felsefenin böyle sorulara verecek bir cevabı yoktur. Onun için de o güç, insanı rahatsız etmektedir.

İnsandaki akıl, geçmişin hüzünlerini, geleceğin kaygılarını hazır zamana taşır. Geçmişe, geleceğe ve hazır zamana dair sorularına makul cevaplar bulamayan insan için akıl, bir azap aleti haline gelir. İnsanın bu sorularına en güzel ve mantıklı cevaplar veren ancak dinlerdir.

Bir genç, “Hocam, ben yazın İstanbul Beyoğlu’nda bir otelde, resepsiyon görevlisi olarak çalıştım. İmansız insanlar ve Avrupa’dan gelenler hiç sizin anlattığınız gibi değil. Adamlar, sabahleyin kahvaltısını yapıyor, yürüyüşünü yapıyor, eğleniyor, yiyor, içiyor, her türlü gezilecek mekânları geziyor, alacaklarını alıyor ve hiçbir isteğini ötelemeden bir pozitif hayat sürüyor. Siz nasıl bu hayatlara negatif diyeceksiniz. Adamlar bir aylığına geliyor ve güzel bir hayat yaşıyorlar.”

Evet, soru oldukça yerinde. Çünkü dışarıdan bakıldığında görüntü budur. Oysa ortada bir şey var ki, Avrupa’dan gelenler çok da vicdanlarını teskin etmişler, akıl yoluyla gelen necisin, nereden gelip, nereye gidiyorsun kabil sorularına, makul ve mantıklı cevaplar vermişler, sonrasında da bu bir aylık görüntüyü hayat boyu yaşıyorlar değildir.

Yani, İlâhî dinlerin dışında insanın, âlemin mahiyetiyle ilgili sorulara hiçbir düşünce, mantıklı ve makul cevap veremez. Veriyor diyenin, ‘Veren’i mutlaka dinî kaynaklardan bir şekilde beslenmiştir. Aksini tarih yazmamış.

İkincisi ise, Avrupa’dan gelen bu bir aylık görüntüler tamamen bir sinema filmi gibi, özel çalışılmış bir görüntüden ibarettir. Yani, biz onların on bir ay boyunca nasıl bir, bir aylık tatil için hazırlandıklarını bilmiyoruz. Öyle ki on bir ay boyunca çok zor ve ağır iş ortamlarında kazandıkları paraları, bir ayda kullanıyorlar. Bu bir aylık yaşantı da, onlar için adeta dünyanın cenneti diyebileceğimiz görüntüleri içeriyor. Ama bizim turist olarak gördüğümüz ise, sadece çalışılmış filmin, makaslanmış, montajlanmış ve artık izlenebilir dediğimiz özel kısmını oluşturuyor. Oysa kamera arkası hiç de öyle pozitif falan değil. Bir de inançsız insanın halet-i ruhiyesi, sahipsizlik, anlamsızlık, yetimanelik içerdiğinden korkular, endişeler, mücadele, çarpışma, haklı değil, kuvvetli olma gibi negatif unsurlarla doludur.

Bütün bunlara rağmen yine de pozitif olanlar ise, tahrif edilmiş de olsa, özünde bir takım doğruluklar taşıyan dinlerden beslenenlerdir. Ya da insanın kendisine verilen akılla, hakikati, doğruyu, selâmeti bulmak, insan olmanın bir gereği olarak fıtrata ulaşmaktır.

Tabiî bir de bunlar, Avrupa insanları çok okuduklarından, ortak akıl sonucu ortaya çıkmış olan, ‘Dünyayı nasıl mutlu kılarız? arayışının ürünleridir. Bu ürünlerin de içinde dinî motifler, dinî beslenmeler yok diyemeyiz.

Netice itibariyle, pozitiflik başlı başına bir program işletimidir. O program doğru işletilmediği takdirde, arzu edilen neticeyi almak mümkün olmayacaktır. O program da haliyle, insanı yaratıp dünyaya gönderen ve kendi gizli hazinelerini anlamaya ve idrake muhatap kılan Yaratıcı Cenâb-ı Hak'kın çizdiği ve uygulayıcı olarak da Hazret-i Peygamberde gösterdiği bir hayat biçimidir.

Negatiflik, fıtrat programının bozulmasıdır. Zaten inançsızlık da, programın işletimini bilmemektir. Nitekim bilmeyen, anlamsızlıkla değerlendirecektir. Anlamsızlık da her şeyin hikmetini okuyamamaktır. Böyle bir halette insanın, kendince varolmasının, âlemin içinde olup bitenlerin hiçbir anlam değeri yoktur.

Hasılı iman yoksa, kapkaranlık bir dünyada boğuşmak hayatın kaçınılmazı olacaktır.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hata mümkün, ısrar yanlış


A+ | A-

Müzmin dertlerimizin başında yer alan terör konusunda herkes bir ‘reçete’ sunuyor. Ama bu reçetelerin ne kadarının derdimize derman olabildiği tartışmalı.

Polis Akademisi Uluslararası Terörizm Merkezi’nde (UTSAM), yeni bir çalışma yaparak terörün sebep ve çareleri üzerinde durmuş. Çalışmada, terör örgütüne katılımların sebebi olarak, bölgede çalışan devlet görevlilerinin hataları gösterilmiş. (Cihan, 11 Temmuz 2010)

Merak ediyoruz, UTSAM’ın çalışmasının başka noktalarına itiraz edenler olsa bile, bu tesbite itiraz edenler çıkabilir mi? Hadiseye hangi cepheden bakılırsa bakılsın, terörün başlaması, kök salması ve ‘belâ’ haline gelmesinde devlet görevlilerinin büyük ‘hata’sı vardır. Ancak, bu hatayı sadece “bölgede çalışan”larla sınırlı tutmak bizi doğru neticeye ulaştırmaz. Elbette en büyük pay onlara aittir, ama bölgede görev yapanlar, oraya kendi tercihleriyle değil, “merkez”den, tayinle gittiğine göre kabahatin büyüğü de “merkez”deki yöneticilerde aranmalıdır.

Raporda, eğitim düzeyindeki düşüklük, sosyo-ekonomik olumsuzluklar ve uzun yıllardır süren devlet ile vatandaş arasındaki güven problemleri, bölgede Kürt milliyetçiliğini yükselten temel sebepler olarak sıralanmış. Hakkâri’de çalışan bir doktor, ‘tablo’yu şöyle özetlemiş: “Devlete kızgınlık, eskiden yapılmış yanlışlar, köy boşaltmalar, boşaltma esnasında askerin gelip tehdit etmesi, aşağılaması, babayı çocuklarının yanında aşağılama, kişilerde büyük bir nefret ve öfkeye neden olmuştur.”

Aynı araştırmaya göre halk, devlet baskısı ile örgüt baskısı arasında sıkışmış durumda. Elbette bu tesbitler ilk defa yapılan tesbitler değil. Değişik tarihlerde, birbirinden farklı siyasî kanaatlere sahip olan kişi ve kuruluşlar da benzer tesbit ve teklifleri gündeme taşımışlardır. Çünkü hakikat bu, bazıları hatırlatılmasını istemese de gerçekler böyle.

Bu tablolar, konu ile ilgili olarak hazırlanan ‘film’lerde de canlandırılmış durumda. “Güneşi Gördüm”de de bu sahneler yok muydu? “Bunlar film icabı yapılan şeyler, gerçekte böyle şeyler olmadı” diyen anlayış; işlerin düzelmesine en büyük engel.

O halde ne yapmalı? İlk adım olarak “hata” yapıldığı, kabul edilecek. Sonra da bu ‘hata’ların tekrarlanması kesin bir tavırla engellenecek. Bölgede görev yapan ve ‘devlet’i temsil eden kişiler kılı kırk yaracak, her hareketlerine dikkat edecek. Yaraları kaşımak ve kanatmak için değil, ‘tedavi’ için orada olduğunu bilecek. Böyle bilmeyen ve davranmayanlara orada vazife verilmeyecek. Israr edenlere “büyük şehirlerde düşük maaşla geçinme cezası” niyetiyle -meselâ- İstanbul’a sürgün edilecek!

“Hayır, biz hiç yanlış yapmadık. Bizim memurumuz yanlış yapmaz, işini bilir. Orada yaşayanlar doğuştan kabahatlidir” diyerek bir yere varılamayacağı bari bu araştırmadan sonra anlaşılsa. Anlaşılsa da, başarısız olanlar “Seni o bölgeye sürdürürüm” diye tehdit edilmese.

İnsanoğlu ‘hata’ yapar, ama hatada ısrar insanlığa yakışmaz. Yanlışta ısrarı bir yana bırakalım ve samimiyetle ‘doğru çözüm’ noktasında buluşalım...

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Daha ne olsun...


A+ | A-

İİlk çeyrekte

Yüzde 11,65 büyüyünce...

Sevinçten havalara uçtuk.

Zira...

Tarihimizin en yüksek büyüme hızlarından birine ulaşılmıştı.

Bu çift haneli oranla...

G-20 ülkeleri arasında yüzde 11,9 büyüyen Çin’in ardından 2’nci, 31 üyeli OECD ülkeleri sıralamasında birinci, dünya genelinde 5’inci olduk.

Daha ne olsun...

Diyemiyoruz.

Tamam, tek başına ele alındığında ve diğer ülkelerle mukayese edildiğinde bir toparlanma, bir iyileşme söz konusu.

Ama bir de madalyonun öyle pek de parlak olmayan öteki yüzü olmasa...

Bunu da okuyucularımızla paylaşmamız objektif gazeteciliğin gereği.

Önce hesaba bir göz atalım.

2009 yılının ilk çeyreğinde millî gelir 1998 sabit fiyatlarıyla...

20 milyar 912 milyon TL...

2010 yılının ilk çeyreğinde ise...

23 milyar 350 milyon TL olarak belirlenmiş.

İkisi arasındaki farkı, 2009 gelirine bölersek...

Yüzde 11,65 büyüme hızını buluruz.

Ve mutlu oluruz.

Peki...

2008 yılının ilk çeyreğinde millî gelirimiz ne kadardı?

24 milyar 445 milyon TL.

Aradan iki yıl geçmiş...

2010 yılında...

23 milyar 350 milyon TL’yi bulmuş.

Büyümüş müyüz, yoksa küçülmüş müyüz?

Alt tarafı bir çıkarma işlemi.

Şöyle ya da böyle yorumlanamaz.

Cevabı nettir, lamı cimi yoktur.

Millî gelirimiz 1 milyar 95 milyon TL azalmıştır.

O kadar.

Bir mukayeseyi de 2009 son çeyreği ile yapalım.

Binde bir büyümüşüz!

Yani bir arpa boyu yol bile alınmamış.

Öyleyse övünülen bu 11,65’li büyüme nasıl gerçekleşmiş.

Çünkü...

Ekonomi 2009 ilk çeyreğinde yüzde 14,5 gibi rekor düzeyde küçülmüş.

Kriz “teğet” değil, yıkıp geçmiş.

Böylesine hasarlı bir dönemi kıyaslamada esas alırsanız...

Yanıltıcı yüksek büyüme rakamlarını elde edersiniz.

Buna “baz etkisi” adını takmışlar.

Ayrıca bir hususun da altını çizmeliyiz.

Büyüme iç talep kaynaklı.

Dış talebin, yani ihracatın payı neredeyse sıfır.

Demek ki çarkları döndüren ülke insanının harcamaları.

Harcadıkça ekonomi büyüyor.

Ne var ki bu harcamaların önemli bir kısmı ithal mallarına kayıyor.

Kaçınılmaz sonuç:

Yerli üretim baltalanıyor, cari açık artıyor.

Tuhaf bir paradoks.

Biz büyüdükçe (!) yabancıların ekonomileri düzeliyor, işsizleri aş buluyor.

İnsanımız da “Bu nasıl büyüme” diyor, aklı karışıyor.

Ha...

Bize de faydası var.

Haksızlık etmeyelim.

Düşük kur dolayısıyla ucuz ithalat iç piyasada mal bolluğuna yol açtığından enflasyonu dizginliyor.

Hatta...

İhracatımızın azalması da bu bakımdan olumlu!

Mallarımız bize kalıyor.

Ne iyi.

Enflasyona bir darbe de bu yolla vuruyoruz.

Nitekim enflasyon cephesinden müjdeli haberler geliyor.

Haziran ayında tüketici fiyatları yüzde 0,56 gerilemiş.

Yıllık enflasyon yüzde 8,37 oldu.

Enflasyon hesabında yüzde 27,60 ağırlığa sahip gıda ve alkolsüz içecek fiyatlarının mevsimsel sebeplerle eksi 2,52’ye inmesi ve dış pazar sıkıntısı da TÜFE’nin aşağıya çekilmesinde etkili rol oynamış.

Yetmez.

Daha da inmeli.

ABD ve Euro bölgesinde enflasyon yüzde 2-3’lerde seyretmekte.

Enflasyon düştü diye sevinenler ve her vesilede Batı’yı örnek gösterenler bu rakamları da akıllarının bir köşesinde tutsunlar, geçmişe takılıp mazeret üretmesinler.

Uzatmayalım...

Bir soru ile bağlayalım.

Üzerinde sürekli konuşulan, yorumlanan, tartışılan büyüme ve enflasyon rakamları...

Vatandaş için ne ifade ediyor?

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Meclis devreye girmeli…


A+ | A-

Ankara’da “Anayasa değişiklikleri” ekseninde yoğun siyasî tartışmalar yaşanıyor. Haftalarca süren “görüşme ve randevu” politik polemiklerinin ardından, en son Başbakan Erdoğan’ın siyasî partilerin liderlerine mektup yazıp bu hafta içinde görüşeceğinin açıklanması üzerine, gözler bu buluşmaya çevrildi.

“MHP ve BDP ile görüşmeyeceği” bildirilen Erdoğan’ın parti başkanlarıyla yapacağı görüşmede, her ne kadar görüşme üst başlığı “terör ve terörle mücadele yöntemi” olarak bildirilse de, birçok iç ve dış konunun gündeme geleceği konuşuluyor. Bunların başında şüphesiz referandum geliyor…Gerçek şu ki her ne kadar başta Anamuhalefet olmak üzere Meclis’teki partiler peşinen “hayır” oyu vereceklerini ve boykot edeceklerini söyleseler de, siyasî partilerin hiçbiri noksan da kalsa hak ve özgürlükleri bir nebze olsun düzenleyen “Anayasa değişikliği paketi”ne temelde karşı değil. Gelinen noktada, -Mahkemenin Meclis’in yasama yetkisini gasbı ve esastan metne girmesi tartışmaları bir yana- özellikle Anayasa Mahkemesi’nin itiraz konusu iki maddedeki “kısmî iptal”le talepleri doğrultusunda yaptığı değişikliklerle muhalefeti kısmen memnun ettiği de biliniyor. Karşılıklı siyasî atışmalara rağmen, iki maddenin dışındaki bütün maddeleri kabul eden iktidar ve muhalefetin, biraz gayretle Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hakkındaki bu iki maddede de bir uzlaşmaya varacağı bir gerçek…

DEMOKRATİK DEĞERLERE HALKOYU!

Bu bakımdan, 25 maddede mutâbakata varılan “paket”in tartışmalı iki maddesinde AB’nin öteden beri bildirdiği “yürütmenin yargıya müdahâlesini engellemek adına Adalet Bakanı ve Müsteşarının Kurulda bulunmaması” gibi bazı rötuşlerle “paket” referanduma gerek kalmadan Meclis’ten “ortak bir tasarı” olarak 367’yi aşan oyla Meclis’ten geçirebilir.

100 trilyonu aşan harcamayla âdeta bir seçim gibi başta terörle mücadele olmak üzere diğer hayatî konulara sarfedilecek Türkiye’nin siyasî enerjisini hebâ etmeden demokratik envantere eklenebilir. Esasen demokratik bir ülkede insan hakları ve hürriyetlerinin “laiklik ilkesi”ne ya da “hukuk devleti”ne aykırı addedilmesi, hak ve özgürlüklerin referanduma götürülmesi, abesle iştigaldir. Demokrasinin vazgeçilmez şartı olan demokratik hürriyetçi değerlerin oya sunulması, başlı başına bir garâbettir…

Müslümanların inançlarını yaşama ve yayma hakkına karşılık İsviçre’de sırf ifsad komitelerinin tahrikiyle İslâmî sembollere düşmanlıktan kaynaklanan “minâre yasağı”nın veya “yapımının” referanduma sunulmasının büyük eleştiriler alması, buna açık bir misal.

Kaldı ki referandum, demokratik hakların edinilmesi için yapılmaz; sâde, basit, çok fazla ayrıntıları ihtiva etmeyen, anlaşılır ve iki seçenekten oluşan hususlar hakkında halkoyuna gidilir. Doğrusu, üzerinden 28 yıl geçtiği halde Türkiye’nin hâlâ darbe anayasasıyla yönetilmesi en büyük ayıbı. Bu açıdan referandumun neyi getirdiği ve Türkiye’nin demokratikleşmesine ne ölçüde sağlayacağı tartışmalarının bir tarafa bırakılıp, “demokratikleşme ve özgürlüklerde ne elde edilse kârdır” anlayışıyla herkesin katkıda bulunması gerekiyor.

UZLAŞMA VE AKL-I SELİM

Anlaşılan o ki AKP, referandumu seçmen nezdinde siyasî rant aracı olarak istimalle, politik dille seçim provasına çevirme stratejisi muhalefeti tahrik ediyor.

Buna karşı iktidarın icraatlarını, ekonomik kriz ve hayat pahalılığından terörle mücadeledeki başarısızlığa, memur, işçi, emekli, esnaf, köylü-çiftçi gibi geniş kesimlere yönelik propagandayla hükûmete güvenoyuna dönüştürme peşinde. Böylece, hak ve özgürlüklere dair “paket”, siyasî kapışmayla kamplaşma ve kutuplaşma aracı haline getiriliyor.

Oysa “paket”in yasallaşmasının kavurucu yaz mevsiminde, mübârek Ramazan ayına rastlayan dönemde bir yığın maddî-mânevî masraflı referandumla yapılmasına gerek yok. Bu açıdan, “Anayasa Mahkemesi temel maddeleri iptal etmemiş, bir bakıma yasama organının irâdesine itibar etmiştir. Sonuçta Meclis’in metin ortadan kalktığına göre tartışılması gereken bu yeni metnin referanduma konu olup olmayacağıdır” diyen Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un, “Yeni metnin referanduma sunulması için yeni bir anayasa kararı daha gereklidir” tesbiti, kayda değer. “Türkiye’nin sırtına yüklenen referandumun zor bir süreç” olduğunu, “bu süreçte çıkacak tartışmaların, propagandaların ve gerginliklerin terörle mücadeleye engel olacağına” dikkat çeken DP Genel Başkanı’nın, hükümete Mahkemenin kararıyla yetinip “referandumdan vazgeçmesi” önerisi, bu açıdan oldukça önemli… Hukukçular Yüksek Seçim Kurulu’nun kararının gerektiğinden bahsediyorlar. Gelinen noktada, en mâkulü referandum yerine Meclis’in devreye girmesi. Başbakan’ın parti başkanlarıyla görüşmesinde bu hususta hâlâ uzlaşmaya varılabilir.

Siyaset, siyasî hesaplar ve oy devşirme uğruna inadına mübârezeyi bırakıp, akl-ı selime itibar etmelidir. Demokrasinin kazanımı için…

12.07.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Gazeteniz sizinle olsun


A+ | A-

Daha önce de hatırlatmıştık: Turistik gezi ya da sıla-i rahim amaçlı yer değiştirmeler genellikle gazete tirajlarına olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler etkilenir.

Yaz kayıplarını önleyerek bu olumsuz etkilenmeyi asgarîye indirmek için harekete geçen Abone ve Dağıtım Servisimiz, tatil münasebeti ile yer değiştirmek durumunda kalan okuyucularımızın gittikleri yerlere gazetelerini ulaştırma hazırlığı yaptı.

Buna göre, okuyucularımız gittikleri yerin adresini Abone ve Dağıtım Servisine bir telefonla bildirmeleri halinde gazetelerine birkaç gün içinde ulaşmaları mümkün olacak. Servis yetkilileri, bu hizmetin Yay-Sat dağıtım şirketi kanalıyla gazete giden yerlere verilebileceğini kaydedip, gazete istenecek yerin bayi kod numarasının önceden öğrenilmesinin gerektiğini belirtiyorlar.

Bu açıdan tatile gidecek abonelerimize bir çağrımız olacak: Lütfen adres değişikliğinizi bize bildiriniz. Bizler sizlere elimizden geldiğince ulaşmak ve beraberliğimizi kesintisiz sürdürmek istiyoruz..

«««

Yeni bir köşe: Aile çay saati

Fıkıh Günlüğü yazarımız Süleyman Kösmene, birkaç haftadır Pazar günleri Aile Çay Saati adlı yeni bir köşeyle karşınızda oluyor. Bu köşe, adından da anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman’ın tabiriyle “Cennetten bir köşe” olan aile içi konuları ele alıyor.

Çoktandır, cemiyetin temelini teşkil eden ailenin tahribine yönelik çabaların artmasıyla birlikte; bir sığınak, bir tahassüngâh, bir kale olan ailenin temelleri sarsılıyor. İmanların zaafa uğratılmasıyla paralel olarak yaygınlaşan problemler aile içi şiddeti tırmandırıyor, boşanmalar artıyor, cinnete varan olaylar yaşanıyor. Ekonomik temelli arayışlar, magazinel yaklaşımlar veya psikolojik danışmanlık merkezlerinin tavsiyeleri kalıcı çözümler getiremiyor.

Kösmene bu köşesinde, çağımız insanının “aile kurumu” kaynaklı yaşadığı bunalımlara iman esaslı, Risale-i Nur eksenli çarelere dikkat çekerek, aileyi Cennetten bir köşe, sarsılmaz bir sığınak yapmanın formüllerini sunuyor. Bunu yaparken de magazine kaçmıyor, işi sulandırmıyor.

Sorularınızı beklediğimizi belirterek, yazarımızın hususî sorulara hususî cevaplar vereceğini de ifade edelim.

«««

Ramazan için geri sayım

Bugün, Üç Ayların ilki olan Receb-i Şerifin son günü. Yarın Şaban-ı Şerif başlıyor.

Receb ayında, mübarek gecelerden ikisi olan Regaib ve Mi’rac kandillerini idrak ettik. Önümüzde, 26 Temmuz Pazartesi’yi 27 Temmuz Salı’ya bağlayan Berat Gecesi var.

Ondan iki hafta sonra da, 11 Ağustos Çarşamba günü Ramazan-ı Şerifi idrak etmiş olacağız inşaallah.

Cenab-ı Hak hepimize sağlık ve afiyet içinde o günlere erişmeyi nasip eylesin.

Evvelce de defaatle yazdığımız üzere, Ramazan’ın yaklaşıyor olması, aynı zamanda bu ayda gerçekleştireceğimiz cep boy Kur’ân ve beraberindeki Mu’cizat-ı Kur’âniye hamlemiz için de geri sayımın başladığı anlamına geliyor.

Yine önceden duyurduğumuz gibi, cep boy Kur’ân-ı Kerim, Mu’cizat-ı Kur’âniye ve Cuma günleri vereceğimiz diğer küçük kitaplar, bölgelere 15 Temmuz’dan itibaren, mevcut abone sayısı miktarında gönderilecek. Hediyeler Ramazan öncesi okuyucularımızın elinde olmuş olacak. Hediye kitapların dağıtılmasında yeni abonelere öncelik verilecek.

Ramazan’da vereceğimiz Kur’ân ve tefsiri eksenli çalışmaların, genelde gaflet mevsimi olarak geçen yazdaki rehaveti hizmetle dağıtma ve aşma noktasında da güzel neticeler vereceğine inanıyor ve işin bu cihetinin de önemle nazarda tutulması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu düşüncelerle hepinize başarılar diliyor, müjdeli haberlerinizi bekliyoruz.

12.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.