15 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Arıların yaratılışındaki mu'cize


A+ | A-

Nur Risâlelerinden öğrendiğimize göre, Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesinin dört maksadı vardır: 1- Tevhid, 2- Nübüvvet, 3- Haşir, 4- Adalet ve ibadet esasları.

Tevhid hakikati, Kur’ân-ı Hakimin en başta gelen birinci esasıdır. Bütün meselelerini onun üzerine inşa etmektedir. İmanın diğer rükünleri ve İslâm’ın bütün hükümleri ona bağlıdır. Tevhid olmadan diğerleri mesnetsiz kalır. Onun için tevhid gerçeği, Furkân-ı Hakimin her tarafında açık veya dolaylı bir tarzda nazara verilmektedir.

Allah’ın varlık ve birliğinin ifâdesi olan tevhide, başta kâinat kitabı, onun tercümesi olan Kur’ân, onun tebliğ edicisi olan Hazret-i Muhammed (asm) ve insandaki vicdan olmak üzere dört büyük şahit vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Keriminde kâinattan ve kâinat içindeki varlıklardan bahsetmekte ve aklı bulunan topluluklar için, onlarda kendi varlık ve birliğini gösteren deliller bulunduğunu haber vermektedir.

O yaratılmış varlıklardan biri olan arının yaratılışında öyle mu’cize cihetler var ve vahdaniyet-i İlâhiyeye öyle şahitlik yapıyor ki, uzun bir sûreye isim olacak mertebeye yükselmiş. Sûre-i Nahl, Arı Sûresi demektir. O sûrede, muhtelif varlıkların Allah’a yaptıkları şahitlik nazara verilirken, altmış sekiz ve altmış dokuzuncu âyetlerde meâlen: “Rabbin bal arısına ilham etti. ‘Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin sana has kıldığı, şaşırmayacağın yaylım yollarına çık.’ Onların karnından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifa bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”

Karıncalar gibi cumhuriyetçi bir yapıya sahip olan arılar, kendi aralarında ilhama dayalı bir iş bölümü yaparlar. Kraliçe arı günde yaklaşık iki bin yumurta yapar. Erkek arılar onu besler, kovanın temizlik işlerine bakar ve yabancı arılardan korurlar. Dişi arılar da bal yaparlar. Yaşı birkaç günlük olan bir arı yavrusu kovandan çıkar, on kilometre çapındaki bir alanda bal yapmaya müsait çiçekleri bulur, usare denilen öz sularını emer, hiç şaşırmadan yine kendi kovanına döner. Dans ederek diğer dişi arılara geldiği çiçek tarlalarını tarif eder. Erkek arılarda bu özellik yoktur. Altıgen şeklinde yaptığı bal petekleri başlı başına mimarî bir projedir. İnsanların yaptığı sun’î peteklerin tepe açılarındaki hataları bile bulur, düzeltir ve sonra balını oraya koyar. Dar bir alanda, hiç alan zayiatı olmadan yapılabilecek bal yuvaları ancak altıgen şeklindedir. Arılar, sanki başka bir âlemde bunun eğitimini almış ve ona göre bu vazife için dünyaya gönderilmiş gibidir. O küçücük arının, minnacık başına onun ehemmiyetli vazifesinin programını koymak, ancak Allah’ın ilim ve kudretiyle olabilir. Petek gözleriyle çiçekleri tanıması ve başındaki iki antenle şaşırmadan yolunu bulması muhteşem bir mu’cizedir.

İnsanlar hakikî bir balı yapmak değil, terkibini dahi bilememektedir. O şifalı balın onun küçücük karnında pişirilmesi de ayrı bir mu’cizedir. Asr-ı Saadette birisi Hazret-i Peygambere (asm) gelir ve “Ya Resulullah! Benim karnım ağrıyor. Ne yapayım?”diye sorar. Resulullah da “ Git, bal ye.” der. Karın ağrısı geçmeyen adama üç defa aynı tavsiyeyi yapar. O kişi dördüncü sefer aynı şikâyetle geldiğinde “Senin karnın yalancı. Allah yalan söylemez.” diye îkaz eder. Gerçekten balda, insanlar için şifa vardır.

Bal üretiminde çalışan dişi arılarda zehirli bir iğne de vardır. Zor durumda kalmadan arı onu kullanmaz. Kullandığı zaman da onu geri çıkaramaz. Zira, bağırsakları parçalanır ve ölür. O küçücük vücutta insanlar için şifa vesilesi olan bal imal edilirken, onun hemen yanında, arının savunma silâhı olan zehir de üretilmekte ve bu ikisi aynı gıdalardan ve aynı vücutta üretildiği halde birbirine karıştırılmamaktadır. Bu da bir başka mu’cizedir.

Basit sebeplerin, kör tesâdüfün ve şuursuz tabiatın yapması mümkün olmayan ve hadsiz bir ilim, irâde, kudret ve dikkat isteyen bu mu’cize yaratılışın, aynı anda ve yeryüzündeki bütün arılarda aynı özelliği göstermesi, o Celâl sahibi Sanatkârın hem varlık ve birliğine en muhteşem bir delil, hem de nihayetsiz güzel olan isimlerine en parlak şahitlerdendir.

İşte, Allah hesabına kâinata ve varlıklara bakılırsa aynıyla ibadet ve ilim, Allah hesabına olmazsa dalâlet ve cehil olur. Kur’ân-ı Kerimin bu asırda en parlak bir tefsiri olan Nur Risâlelerinin bize kazandırdığı çok cihetlerden birisi de, mahlûkata mânâ-yı harfiyle ve Allah hesabına batırma alışkanlığı ve ülfeti ortadan kaldırmasıdır.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Nûr içinde yatanlar!


A+ | A-

Ders günlerinden bir gün dü.Hem tâziye, hem de dersti, beraber. Kalabalık cemaate dar geldi o an, mekân. Ama, gönül sığınca, elbet gövde de sığar. Sığdık.

Gövdemiz de sığdı, gönlümüze de sığdırdık o günü.

Bir ders okunup gitti, verilen ara bitti; ikinci ders başladı. Sükûn hâkim salonda, ses kesildi bir anda. Ali Vapurlu, Mesnevî’den bir konuyu işledi. O okudu, biz dinledik; vaktin nasıl geçtiğini bilmedik.

Hâne sahibi Adem Bey, ağabeyi Ahmet Özkan’ın mezarından bir olayı nakletti: Merhumun defnedildiği gece, mezarlıktan, önce mezar büyüklüğünde olan, daha sonra ağaç cesametine ulaşan bir ışık, bir nûr görünmüş. Çadırlarda yaşayanlar heyecana bürünmüş. O civarlara kurdukları çadırlarda konaklayan mevsimlik işçiler, gece vakti gördükleri bu ahvali, aralarında bulunan ve “hoca” namlı bilge kadına söylemişler, o kadınla birlikte o nûru izlemişler. Ertesi gün bu haber, bütün köye yayılmış. İnşaallah, Rabb-ı Rahim, Ahmet’ten hoşnut olur.

Nurcuların ölümünde olağandır böyle şey.

Hayatına nûrları rehber eden insanlar, mematında nûrlarla parlatırlar makberi. Mezarda olduğu hâlde, kendisini el’an hayatta bilen; kabrindeki meleklere “Meyve” ile ders veren mes’ut mevtler çokçadır.

Allah’ın (cc) ihsanı bu!

Ali Vapurlu vakıayı dinledi, arkasından, hafif sesle inledi! Devam etti dersine: “Kabir, âlem-i âhirete açılan bir kapıdır; arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer, o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mu? Evet, vakit yaklaştı.” 1 Bu son cümleden sonra başı, kitaptan kalktı. Gözlüğün üstünden bakan bir çift göz, karşısında bulunan gözlerimle buluştu.

Bana: “Vakit yaklaştı, Ali Rıza!” dedi. Lâtif bir lâtifeden sonra, Mesnevî-i Nuriye’deki bu bölümün, vaktiyle, merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin toprağa verilişinden sonra merhum Doktor Sadullah Nutku Ağabey tarafından iştiyakla okunduğunu ve fakat onun da bir sene sonra vefat ettiğini nakletti. Derin bir iç geçirerek:

“Şu hizmetler olmasa… insanın ölesi geliyor!” dedi. İmanlı bir kalp, sükûn bulmuş bir ruh, ölümü düğün bilmiş, zahir!

Öylesi içtenlikle söyledi ki bu sözü, dünyada yoktu, zerre kadar bir gözü. Demek, hayatını hizmetine adamış, onunla var olmuş; onunla hemhâl olmuş. Söylediği kelâmın, mefhûm-ı muvâfıkı bu. Biliyorum.Terütaze bir yaştan bugünlere bir ömür, ile’l-ebet vakfolunup bu hizmete başladı; fani oldu, dâvâsında taçlandı.

Tirmizi’de geçen bir hadiste, Efendimiz (asm): “Allah’ın rahmet eli cemaatle beraberdir” buyuruyor.

Hasenâtın bulaşması, duaların ulaşması, cemaat ruhuyla daha semeredar oluyor; şirket-i maneviye-i hayriye ile de, yerlerini buluyor. Çünkü: “Birimiz dünyada, birimiz âhirette, birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz şimâlde, birimiz cenubda olsak; biz yine beraberiz.” 2 Çünkü, mezkûr bu mânâ, paratoner hükmünde.

Ne gam!

Efendimiz (asm), Peygamberler, Üstadımız, saff-ı evvel göçenler ve ondan sonra gidenler…

Şu an berzah bayram yeri gibidir!

Nûr içinde yatanlara muîn oluruz, belki…

Dipnotlar:

1- Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, 207.

2- Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 600.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Camide müzik var


A+ | A-

Nurdan Damlalar

“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir musika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.”

Sözler, 32. Söz

Hemen, “bu da ne demek, böyle şey olur mu ?” dediğinizi duyar gibiyim. Yıllar önceki bir yazısında Metin Karabaşoğlu “Camide dans var" diye yazmıştı da yazıyı okuyana kadar, bu vurucu cümlenin altında yatan mesajı düşünüp durmuştum. Evet, aslında cami de müzik de var. Hepimiz de camide bu müziği icra ediyoruz, dinliyoruz . Nasıl mı?

Müzik derken aklımıza illa hemen enstrüman gelmemeli. İnsan sesi, müzikte en önemli temel unsurdur. Camide imam efendinin kıldırdığı farz namazdaki okuyuşu makamlıdır. Aynı şekilde okunan kamet, ezan ve namazın bitiminde okunan aşr-i şerif. Hiç dümdüz bir şekilde, bir yazı, bir şiir gibi okunan ezan, Kur’ân, kamet işitenimiz var mıdır? Olsa idi ne kadar garip gelirdi.

İşte müziğimizde, “Cami Mûsıkîsi” diye var olan ve kullanılan kavramdan kastedilen şey, ezan, salâ, salât, kıraat, münaca’t, na’t, mevlid, mi’râciye (geçen hafta yazmıştık), temcid ve ilâhilerdir.

Ezan okumanın kendine mahsus bir usûl ve erkânı vardır. Müezzinin güzel bir sesinin olması, musıkî bilgisinin bulunması öncelikle aranan şartlardandır. Bugün bir çok camide okunan ezanlar ne yazık ki dinleyende o müthiş tesiri uyandırmaktan uzak. Mikrofonu her eline alanın değil, güzel, etkileyici, hisleriyle okuyabilecek müezzin veya kişilerin okuması o kadar önemli ki. Eski İstanbul’da Hafız Sami Efendi ile Hafız Kemal’in karşılıklı ezan okumaktaki ustalıkları o dönem insanlarının hafızalarındadır. Öyle ki ezan okumak bir san'at haline gelmiştir. Genel itibarıyla sabah ezanı, sabâ, öğle ezanı hicaz, ikindi ezanı hicaz, akşam ezanı rast veya hicaz, yatsı ezanı hicaz, rast veya Bayati gibi makamlarda okunur. Salât, daha çok Cuma, Pazartesi ve kandil geceleri okunagelmiştir. Kıraat, Kur’ân-ı Kerîm’in usûl ve erkânına göre okunmasıdır. Münaca’t, Allah’a (cc) yalvarışların esas alındığı şiirlerin musıkî bilgisine sahip kimselerce okunmasıdır. Na’t, şairlerin Hazreti Peygamberi övme, şefaat dileme amacı ile yazdığı şiirlerin bestelenip okunmasıdır. Meselâ Itrî’nin Mevlânâ’nın yazdığı bir şiire yaptığı rast makamındaki na’t ayrı bir öneme sahiptir. Mevlid, Hazreti Peygamberin doğumu, peygamberliği, mi’racı, mu'cizelerini vefatını konu edinen şiirler olup özellikle Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid en çok bilinenidir. Bu mevlidleri okuyan kişilere mevlidhân denmektedir. Mi’raciye, Hazreti Peygamberin Mi'racını anlatan mesnevî tarzında yazılmış eserler olup musıkî bilgisine haiz kişilerce okunur. Temcid, kısa ve özlü sözler seçilerek yazılan, münaca’ta benzeyen Arapça şiirlere yapılan dinî özellik taşıyan bestelerdir. Allah’ın büyüklüğünü anlatan Temcidler toplu ibadetlerde icra edilir. Ramazan ayında her sahurda okunur. Son olarak ilâhî ise, Allah (cc), Hazreti Peygamber sevgisi içeren şiirlerin çeşitli makamlarda bestelendiği eserlerdir. Ramazan İlâhileri, Niyaz İlâhileri gibi şekilleri vardır.

Mübarek Ramazan ayında özellikle büyük selatîn camilerinde daha çok dinleyebileceğimiz cami musıkîsi, ibadete ayrı bir huşu, huzur ve haz katıyor. Birkaç yıl evvel değerli Halil Necipoğlu’nun imamlığını yaptığı Kılıç Ali Paşa Camiinde kıldığım Ramazan’ın son teravih namazından aldığım hazzı hâlâ hatırlarım. Ramazanda ne yapıp edip böyle tarihi ve büyük camilerde Cuma, teravih namazları kılmaya gayret etmek lâzım.

*

Taziye

Bu hafta gazetemizde Ahmet Özkan Bey’in vefatı üzerine verilen taziye ilanları vardı. Kendisini tanıyamamış olmakla birlikte gazetemizde çıkan yazılardan ne kadar hizmet ehli ve istikamet üzere bir ağabeyimiz olduğunu öğrenmiş oldum. Ben bu vesileyle, gerçekten muhabbet ve saygı duyduğum kardeşi Adem Özkan Ağabeyimize sabr-ı cemil niyaz ederken, Ahmet Ağabeyimizin mekânının cennet olmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ediyorum.

15.07.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali FERŞADOĞLU

Düğün ve merasimlerde de meşrû daire keyfe kâfi


A+ | A-

Düğün ve merasimlerde de oyun, eğlenceden uzak kalamayız. Yalnız ulvî duygulardan örülmüş, melek gibi tek boyutlu varlıklar değiliz. Akıllı-şuurlu, aynı zamanda duygu, his ve nefis sahibiyiz. Akıl, kalb ve vicdanımız hakikate muhtaç olduğu gibi; nefsî/hissî yönümüz de eğlenceye muhtaç.

Ancak, hevesat-meşrû dairede ve-beşte bir olmalı. 1 Bunu, zamanımızın beşte birisini eğlenceye ayırabiliriz, şeklinde anlayabiliriz. Aslında meşrû daire keyfe kâfi, gayr-i meşrû daireye girmeye gerek yok.

Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pek çok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil! Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay gibi bütün bitkisel suların tamamı helâl ve keyfe kâfi. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş…

İster aktif, ister pasif/izleyen olarak eğlencenin temel saiki dinlenmektir. Ne var ki, dinlenelim derken, ses, görüntü kirlilikleri ve gayr-i meşrû çizgiyi aşmak eğleneni daha da yoruyor! Ve, başta hayatı, kendimizi, çevremizi anlamayı ve anlamlandırmayı; kısaca tefekkürü öldürüyor!

Belgeler; geçmiş zamanların oyun ve eğlenceleri; kafa ve gönle de hitap ettiğini gösteriyor. Günümüzde ise nefse endekslenmiş gibidir. Üstüne resmiyet kazandırılarak eğitim ve öğretimin bir parçası yapılmış. Ve giderek kârını başkalarının zararında gören muhteris insanların kasalarını dolduran kahredici sektör haline dönüşmüş.

Spor/riyazet; formu korumak iken; “acılardan kurtulma ve lezzetlere kavuşma” vasıtası olarak algılanmış ve sapma olan hedonizmin (lezzetkolikliğin) etkisiyle herşey nefsi zevk ve lezzetin vasıtası kılınmış. Aslında eğlence tam olarak çalışma ve gerçeklerden kaçıştır! Bugünkü magazinvari eğlence anlayışı, hem çalışma, hem işten alıkoyuyor, hem yoruyor, hem de altından kalkılamayacak masraflara sokuyor!

Düğünlerde de “melekî eğlence: Sesleri ve kulakları yaratan, nağmeleriyle raksa gelen ve getiren çeşitli varlıkları halk ederek kâinatı ve bütün varlıkları hikmetli ve ahenkli sesler armonisine çevirmiştir. Öyle ise, alıcı, verici ve algılayıcıların Sahibi neyi dinlememizi istemişse ona kulak kabartmalı değil miyiz? Unutmayalım ki, “Güzel sözler O’na yükselir.” 2 Öyle ise, hiçbir misafir, ev sahibinin izninin dışında sesler çıkararak çevreyi rahatsız edemez!

Gerçek lezzet, zevk ve mutluluk nefsi değil, “melekî eğlence”dedir. Yani, nefsimizi terbiye etmek, olumlu, ulvî duygularımızı geliştirmek; olumsuzlarını mecralarına yönlendirmektir. Melekî eğlencenin püf noktasını yakalayan bir mü’min, iman nuruyla rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevîden Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intiba ettirmekle kalpleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere boğar. Fakat o kulak, küfürle tıkandığı, yani, “gayr-i meşrû, nefsanî müziğe, eğlenceye” daldığı zaman, o leziz, manevî, yüksek seslerden mahrum kalır. Ve o lezzetleri veren avazlar, matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın ayrılmasıyla ebedî yetimlik, nihayetsiz vahşet ve sonsuz gurbet hasıl olur. 3

Demek, ruhun ulvî yüce duygularını işletmek “melekî”; olumsuz, nefsanî yönü işletmek, “şeytanî eğlence”dir. Müziğin hükmüne gelince şöyle açıklanmıştır: Meşrû eğlenceden müziğe kadar insanı iyiye, güzele, ahlâkî davranışlara, ümide, aşk ve şevke götüren her ses, her nefes, her hareket serbest, hatta sevaptır; ümitsizliğe, karamsarlığa tembelliğe, sefahete, sefalete ve lüzumlu vazifelerin noksan bırakılmasına sebebiyet veren her çeşit söz ve eylem de yasak kapsamına girer.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 668. 2- Kur’ân, Fâtır, 10. 3- İşaratü’l-İ’caz, s. 71-72.

15.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Duânın abdesti


A+ | A-

Sakın, başlığa bakıp hemen "Duânın da abdesti mi olur?" diye, itirazvârî bir düşüncenin içine girmeyin.

Evet, olur. Guslün, namazın abdesti olduğu gibi, duânın da kendine göre temizlik, tahâret, yani abdest safhası vardır.

Duânın abdesti bir "mânevî temizlik" şeklinde olup, Yirmi Üçüncü Mektub'un hemen başlarında, mevzuyla alâkalı olarak serd edilen listesnin ilk maddesinde aynen şu ifade yer alıyor:

"Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli." (Mektûbat, s. 270)

Evet, sair ibadetler gibi, duâ da bir ibadettir. Ve, bu ibadete başlarken, önce tevbe–istiğfar çekerek, şöyle güzelce bir "mânevî temizlik" yapılmalı.

Aksi halde, duânın "kabule karin" olma şartlarının birincisi yerine getirilmemiş olur.

Burada, şu ayrıntıyı da belirtmekte fayda var: Abdestsiz şekilde namaz kılınmaz; zira o namaz, kabul olunmaz. Dolayısıyla, namaz için abdest almak farzdır.

Duâ meselesinde ise, durum şöyledir: Duâ, abdestsiz de yapılabilir. Lâkin, hem normal abdestli olup, hem de "tevbe–istiğfar" ile mânevî temizlik yapılması halinde, duânın hem "makbul" olma, hem de kabule karin/yakın olma şansını, imkânını ziyadeleştirmektedir.

Üstelik, duâya başlarken "mânevî temizlik" yapmanın herhangi bir zahmeti, meşakkati de bulunmamaktadır.

O halde, duâ ederken, bu temizlik neden yapılmasın, bu abdest niçin alınmasın?

Bizler günâhlara mâruz insanız, hatalarla mâlûl beşeriz. Bazen farkında olmadan da hata işleyebiliyor, yahut günâha girebiliyoruz.

Onun içindir ki, her gün, her saat, belki her an tevbe–istiğfarda bulunmaya ve "tecdid–i imân" etmeye muhtacız.

Kaldı ki, Cenâb–ı Hak da, hata yapan, günah işleyen kulunun Dergâh–ı Uluhiyetine müracaat etmesini ve samimi bir niyetle tevbe–istiğfarda bulunup Kendisinden af dilemesini istiyor.

Yani, "af" için de, öncelikle ve özellikle "tevbe" edilmesi gerekiyor. Kurtulmanın ve affa uğramanın başka bir yolu, başka bir çaresi yok.

Tevbesiz yeni duâlar ediliyor

Hakikat–i hâl, yukarıda ifade edildiği gibi olmakla beraber, günümüz bazı insanlarının, eski günahlarının üstüne yatarak, yeni birtakım duâ ve temennilerde bulunduklarına esefle şahit olmaktayız.

Eskiden, meselâ 20–30 sene evvel, deste deste duâlarla destek verdiği, hatta meddahlıkla göklere çıkardığı bir mesele hakkında, şimdi yüz seksen derece dönüşle tam tersini yapanları hayretle izlemekteyiz.

Bunlar, eskiden göklere çıkardığını, şimdi yerin dibinde göstermekle meşgul. Eskiden "ihanet–i vataniye ve milliye" şeklinde gösterdiği bir hareketi, şimdi tam zıddı mânâdaki bir mahiyette gösteriyor. Eskiden en büyük sevap olarak lanse ettiğini, şimdi en büyük günahlar listesinde tasvir ediyor.

Eskiden, methettiği şeye taraftar olmayanları anarşistlerle birlikte görüyordu; şimdi ise, bu kez dönüp zemmettiği aynı şeye taraftar olanları teröristlerle aynı safta göstermeye çalışıyor.

El–aman, bu ne yaman çelişki böyle...

Bu derece keskin dönüşler yapılırken, hani keşke tevbe–istiğfarda bulunulsaydı; keşke işlenen onca günahların affı için şöyle hulûs–i kalp ile nedâmet edilseydi; hiç olmazsa "Anarşistlerle, komünistlerle aynı saftasınız" diye yaftalayıp itham ettikleri din kardeşlerinden özür dilenseydi, en azından onlardan bir helâllik istenseydi...

Maalesef, bunların hiçbirinin yapıldığına şahit olmadık.

Hayretler içinde, şimdi birtek şeyi görmekteyiz: Eksi günahlardan dolayı tövbe–istiğfara gitmeyerek, aynı meselede şimdi tersine duâlar yapılıyor, temenniler sıralanıyor.

Üstelik, bu duâların "abdestsiz" yapılması bir yana, isnat ve ithamlar da, yine eskisinin tam tersi istikametinde gırla gidiyor.

Aman ha, namaz gibi, duâya da abdestsiz başlamamaya dikkat edelim.

Tarihin yorumu 15 Temmuz 1974

Kıbrıs'ta EOKA darbesi

Türkiye ile Yunanistan (dolayısıyla Türklerle Rumlar) arasında sık sık gerilimlerin yaşandığı Kıbrıs'ta bir askerî cunta darbe yaptı. (15 Temmuz 1974)

Darbeciler, Rum lider Makarios'u devirip yerine Nikos Sampson isimli bir örgüt liderini getirdiler.

EOKA–B isimli terör örgütü lideri Sampson'a yardım edenler ise, Yunanlı subayların yönetimindeki "Ulusal Muhafız Alayı"ndaki Rum askerler.

Bu durum gösteriyor ki, darbenin arkasında Yunanistan'daki cunta hükümetinin desteği var.

Rum ve Yunan cuntacılarının maksadı, işi oldu–bittiye getirerek, Kıbrıs'ı bütünüyle Yunanistan'a bağlamak.

Türkiye, bu gelişmelere kayıtsız kalmayacağını ve gereğini yapacağını dünyaya duyurdu.

Türkiye, 1959'da DP hükümeti sayesinde elde etmiş olduğu "Garantörlük Hakkı"nı kullanarak harekete geçti.

Uluslararası görüşmelerden olumlu bir netice çıkmayınca da, 20 Temmuz'da Kıbrıs Harekâtı'nı gerçekleştirerek, cunta idaresine son verilmesini sağladı.

Ne var ki, Türkiye, bu hadisede yalnız kaldı. Müttefiklerin yardım etmesi bir yana, onların ambargosuyla karşılaştı.

Kıbrıs'ta iki toplumlu bir idare kuruldu. Ancak, bu yeni yapı, aradan 36 sene geçmesine rağmen hiçbir ülke tarafından henüz kabul edilmiş değil.

Yani, adanın yeni statüsüyle ilgili olarak, Türkiye'nin yalnızlığı bugün de devam ediyor.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bir hamdden binler hamdler nasıl doğar


A+ | A-

Uğur Bey: “Şuâların 649. sayfasında hamd açısından insanın altı cihetinden bahsedilmektedir. Bizler hangi şeylere karşılık Elhamdülillah demeliyiz ki, hem ruhumuz tatmin olsun, hem Rabbimizin hoşnutluğunu kazanalım?”

İnsanın altı yönü vardır: Bunlar: Sağ, sol, ön, arka, alt ve üsttür. Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, bu yönlerden her birisinin insanın önemli bir cihetini temsil ettiğini beyan ederek, insanın en temel insanlık görevi olan hamd vazifesini bu temsiller penceresinden değerlendiriyor. Özetle temas edelim:

1- Sağ taraf geçmiş zamanı temsil ediyor. İnkârcı gözlüğüne göre, geçmişte yaşayan insanların kıyâmeti kopmuştur. Geçmişin insanları karanlıklı ve korkunç bir mezaristandadırlar. Bu bakış açısı insanı pek büyük bir dehşete, ümitsizliğe ve karamsarlığa atıyor.

Oysa îmân gözlüğü ile geçmişe bakıldığında, geçmiş insanların yine ölüp gittikleri görülecektir. Fakat can telefinin olmadığı anlaşılacaktır. Ölenler kesinlikle daha güzel bir âleme nakledilmişlerdir. O kabirler ve çukurlar ise, bu güzel ve nurlu âleme girmek için kazılan yer altı tünellerinden ibârettir. İşte îmân bu cihetten insana doyulmaz bir sevinç, eşsiz bir ferahlık, misilsiz bir mutluluk ve benzersiz bir huzur verdiğinden, binlerce “Elhamdülillah” dedirten bir nîmettir!

2- Sol taraf gelecek zamanı temsil ediyor. İnkârcı gözlüğüne göre gelecek zaman bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, karanlıklı, korkunç ve büyük bir kabirden başka bir şey değildir!

Fakat îmân gözlüğü ile geleceğe bakılırsa, Cenâb-ı Hakkın Hâlık, Rahman ve Rahîm isimleriyle insanlara hazırladığı çeşit çeşit lezzetli yiyecek ve içeceklerle kurulmuş bir sofra şeklinde görülecektir. İnkârcı gözlüğü ile kendisini yedirmekten kurtulamayan insan, îmân gözlüğü ile kendisine envai çeşit yiyecekler sunulacak bir kıymete yükselecektir! Böylece bu cihet de insana binlerce “Elhamdülillah” dedirtecektir!

3- Üst taraf semâvât cihetidir. İnkârcı gözlük, göklerin sonsuz fezasında raks eden milyarlarca yıldızın ve sayısız kürenin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve çok çeşitli ritimli hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete ve korkuya kapılacaktır. Çünkü bir tanesinin bile dünyaya çarpması tam bir felâket demektir! Böyle bir ihtimale karşı insanın fen ve felsefesi çaresizdir!

Oysa îmânlı bir adam, bu benzersiz manevranın ve bu zengin ritimli koşunun, büyük bir kumandanın emriyle, nezâreti, kontrolü ve koruması altında yapıldığına inanır. Gökleri süsleyen yıldızları ışıklı birer kandil gibi algılar, o dev koşulardan korku ve dehşet değil, bilâkis sevimlilik, dostluk, sevgi, merhamet ve şefkat bulur. Gökleri böylesine süslenmiş gösteren îmân nimetine karşı binlerce “Elhamdülillah” elbette az olacaktır.

4- Alt taraf yer küredir. İnkârcı gözlük yer küreyi başı boş, yularsız, güneşin etrafında serseri gibi gezen bir hayvan gibi, veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür, dehşete kapılır, telaşa düşer!

Oysa îmân ile bakan bir kimse, yer küreyi Allah’ın kumandası altında bulunan, yiyecek, içecek, giyecek ve sâir ihtiyaçlarıyla berâber hoşça vakit geçirsin diye insanı güneşin etrafında gezdiren ve güneşle birlikte fezânın derinliklerine seyahat ettiren Rahmânî bir gemi gibi görür. Îmânın verdiği bu büyük nimete karşı büyük büyük “Elhamdülillah”ları söylemeye başlar.

5- Ön taraf, insanın yolculuk yaptığı yöndür. İnkârcı gözlük bakar ki, insan olsun, hayvan olsun, bütün canlı varlıklar kafile kafile büyük bir sür’atle ölüme, ademe ve yokluğa gitmektedirler. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, üzüntüsünden çıldıracak hale gelir.

Oysa îmân ile bakan bir adam, insanların ölüm ötesine seyahatlerinin yokluk âlemine değil; göçebeler gibi bir yayladan diğer yaylaya bir intikal olduğunu bilir. Ölümün, bu fânî menzilden bâkî menzile, hizmet çiftliğinden ücret dâiresine, zahmetler memleketinden rahmetler dâiresine göç etmek olup, yokluk âlemine gitmek olmadığını kavrar ve bu yolculuktan dehşet almaz, bilâkis hoşlanır. Kendisine ölümü aydınlatan ve sevdiren, ölümü yokluk değil, varlık gösteren îmân nimetine karşı sayısız “Elhamdülillah” demesi gerektiğini anlar.

6- Arka taraf, geriden gelen varlıklar cihetidir. İnkârcı gözlük, her dünyaya yeni gelen canlının neden geldiğini, nereden gelip nereye gideceğini ve insanın dünyaya niçin geldiğini kavrayamaz, bilemez! Hayret ve tereddüt azabı içinde kalır.

Oysa îmân ile bakan bir adam, insanların kâinât sergisinde sergilenen kudretin benzersiz mu'cizelerini görmek ve incelemek için Kâinât Sultanı tarafından gönderilmiş birer mütalaacı olduklarını anlar. Her şeyin, kudret mucizesi açısından bir resmî geçit hükmünde gösterisini yaptıktan, derece ve numara aldıktan sonra yeniden kâinât Sultanının gösterdiği memlekete dönüp gideceklerini kavrar. Kendisine böyle bir zengin kavrayış ve anlayış nimeti veren îmân nimetine karşı binlerce “Elhamdülillah” der.

Bahsedilen karanlıkları dağıtıp insanı düpedüz aydınlığa çıkaran ve kurtaran îmân nimetine karşı yapılan hamd de bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamde de bir üçüncü hamd lâzımdır. Üçüncüye dördüncü bir hamd lâzım! Bu böyle zincirleme gider. Demek tek bir hamdden, sonsuz bir hamd zinciri doğmaktadır.1

Dipnot: 1- Şuâlar, s. 649-651.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sonra da güvenmemizi bekliyorlar!


A+ | A-

Dünyaca tanınan bir iş adamının, “Müşterilerimin ‘güven’ini kaybetmektense, sermayemi kaybetmeyi tercih ederim” anlamındaki sözü çok meşhurdur. Bu ve buna benzer tesbitler sadece ticarî hayat için değil, diğer sahalarda faaliyet gösterenler için de geçerlidir.

Elbette aynı değerlendirmeleri siyasetçiler için de yapabiliriz. Milletin güvenini kaybeden bir siyasetçi, amiyane tabirle “ağzıyla kuş tutsa” bir işe yarar mı? Tarih, her konuda ‘güven’ kaybedenlerin belini doğrultamadığına şahittir.

Doğrulukları kendilerinden menkul araştırmalara göre ‘en güvenilir kurum’lar listesinde ekseriyetle birinci gösterilen TSK adına yapılan açıklamalar da mihenge vurulmalı. Malûm, Türkiye gündemini uzun süre meşgul eden bir “ıslak imza” tartışması vardı. Buna göre bir ‘darbe’ planı yapılmış ve bu plan, bir albay tarafından imzalanmıştı. Genelkurmay başkanı belki de on defa, bu imzanın ‘sahte ve uydurulmuş’ olduğunu ifade eden açıklamalar yapmıştı. Onlara göre bu ‘belge’nin hukukî bir değeri yoktu ve maksat, “Milletin TSK’ya güvenini sarsmak”tan ibaretti.

Peki, bügünkü manzaraya bakalım: Düne kadar inkâr edilen ‘ıslak imzalı belge’yi askerî savcılık da ‘doğru’ kabul etmiş, fakat belgenin maksadı konusunda farklı değerlendirmeleri var. Askerî savcılığa göre belge, ‘TSK’nın itibarını zedelemeyi’ hedef almış. (Milliyet, 14 Temmuz 2010)

Aynı belge ile ilgili olarak sivil savcılık çok önceden tesbitini yapmış ve “Darbeye zemin hazırlama” olarak açıklamıştı. Ortada birinin ‘beyaz’ dediğine diğerinin ‘siyah’ dediği ciddî bir durum var. Çelişkiler sadece bununla da sınırlı değil. Askerî savcılık, Genelkurmay başkanı ile de çelişmiş. Çünkü askerî savcılık ‘belge’yi, hazırlayan albayın medyaya sızdırdığını belirtirken, Genelkurmay başkanı bu ‘sızdırma’yı polisin yaptığını söylemişti. (Agg.)

Sadece bir örnekte bile üç beş çelişki yaşanırsa millet bu kurumlara nasıl güvensin?

Bu hadisenin temelinde ‘ıslak imza’ vardı. İddiaya göre ‘suç unsuru olan belge’deki ıslak imza ‘sahte’ idi. Önüne gelen bunu ileri sürüp, darbe planlarını inkâr ettiler. Milleti bu noktada inandırmak için mahkeme saloluna ‘imza makinası’ bile götürüldü. Şimdi ise ‘ıslak imza’nın inkârından vazgeçildiği anlaşılıyor.

Topraktan çıkan ‘lav’ silâhlarına ‘boru’ diye tahfif, darbe planlarındaki ‘ıslak imza’ları inkâr, ‘pimi çekilerek askerin eline verilen el bomba’sında inkâr, inkâr, inkâr... Zaman geçtikçe bütün bu inkârların yanlış olduğu ve aksi iddiaların doğru olduğunun ortaya çıkması... Bütün bunlara rağmen milletin bu kurumlara ve onları temsil edenlere inanması, güvenmesi bekleniyor. Bunca sözlerin doğru çıkmaması güveni devam ettirebilir mi?

Yeri geldikçe tekrarlıyoruz: Herkes hata yapabilir. Önemli olan ‘hata’larda ısrar etmemek, bunlardan ders almak ve doğru ortaya çıkınca da ona dört elle sarılmaktır. Türkiye’yi idare edenlerin bunun tam aksine davranması inanın insanı çok üzüyor. Böyle yapmakla hem itibarlarını kaybediyorlar, hem de inandırıcılıklarını...

Her adımda büyük ‘lâf’ların içinin boş çıktığını gören millet, bu sözleri sarf edenlere güvenir mi?

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Türkiye gençliği


A+ | A-

İki hitabenin arasında sıkışmış bir gençliğimiz var. Birinci gençliğin vazifesi; dahilî ve harici bedhahlara rağmen, damarlarındaki asil kanda mevcut olan kudretiyle Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek. İç ve dış düşmanlar algısını benliğinin her noktasında hisseden bu gençlik, ilelebet sürecek olan bir vazifeyi yüklenmiş halde günümüz Türkiye’sinde pozisyonunu korumak için mücadelesini veriyor. Statik özelliğiyle statükoyu temsil ediyor ve değişim karşısında direniyor. İkinci gençliğimiz, “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda; dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik... "Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! " diye haykırıyor. Bu gençliğin en önemli handikapı, bu ulvî dâvâyı sürdürebilecek alt yapının siyasî emellere alet edilerek günlük politikalara kurban edilmesi. Tahkikî imana dayalı sağlam bir alt yapıdan yoksunluk ulvi söylemlerin yüzeysel kalmasına yol açıyor.

İki medeniyet arasında sıkışıp kalmış, bunalımlı bir milletin gençliği… Birinciler; tek medeniyet olarak Batı’yı kabul edenlerin ve bu yolda tarihe, mukaddesata sırtını dönenlerin eseri. Onların çağdaşlık anlayışının temelinde sabahları and içişler, 19 Mayıslarda müstehcen kıyafetlerle hoplayıp zıplamalar var. İkinciler; kökü mazide olan ati olarak ilerlemeyi şiar edinenlerin emaneti, bir çuval kömürün içine gizlenmiş elmas misali aranıp bulunmaya, korunmaya muhtaç.

Bir de üçüncüler var. Onlar, yirmi sekiz yıl boyunca kendisini haksız yere hapishanelere mahkûm edenleri, işkencelere maruz bırakanları, horlayıp dışlayanları affedecek kadar müşfik bir dâvâ adamının sadık erleridir. Onlar damarlardaki asil kandan ziyade kalplerdeki nurla ilgilenirler. Onların iç ve dış düşmanları, hadsiz a’dâsı, iman esaslarına uzanan ellerdir, sefih medeniyetin sefih prensipleridir. Onlar için surda bir gedik açmak; bir kalbe yol bulup girebilmek, o kalbe lâtife-i Rabbaniyeyi hatırlatabilmektir. Bu gençlik, en güzel yüzünü ‘birlik’ aynasında gösteriyor. Onlar için bu toprakların suyunu içmiş olmak bile birliktelik sebebidir, ortak paydadır. Kendilerini “muhabbet fedaileri” olarak adlandıran bu gönül erleri; bölünmelerin, ayrışmaların, ayrılmaların konuşulduğu; çatışmaların, dövüşmelerin arttığı, kanın durmadığı bir ortamda Türkiye’nin yegâne şansı olarak güler yüzünü göstermeye devam ediyor.

Bir ülkenin geleceğini inşa edecek nesilleri böylesine ayrıştıran anlayış hastalıklı bir zihniyetin eseridir. Ne yazık ki bu zihniyet Türkiye’nin modernleşme serüvenine de damgasını vurmuştur. Bu zihniyetin çağdaşlık vurgusunda dine ve manevî değerlere pek yer yoktur. Gericilik olarak adlandırılan mukaddesat yerle bir edilmesi gereken bir iç düşmandır. Çağ kapayıp çağ açabilecek kodlarına sahip bir gençliğin genetiğiyle oynayan bu anlayış, asırlarla ifade edilebilecek bir medeniyet birikimini çarçur ederek koca bir hazinenin içini boşaltmıştır. Şekle dayalı, davranışçı ve taklitçi kodlarla bezeli yeni medeniyet algısı yeni çatışmaların temelini atmıştır. Bugün her alanda kendini gösteren kan uyuşmazlığı sorununun temelinde bu anlayış mevcuttur. Bu uyuşmazlığın üstesinden gelecek reçeteyi bu ülke, bütün dışlamalara ve yok saymalara rağmen içinde saklamasını bilebilmiştir. Bu reçete, üçüncü gençliğin elinden düşürmediği, bir İslâm medeniyetinin de bütün ihtişamıyla yeniden dirilmesinin yollarını gösteren nurlu, kırmızı kitaplarda dercedilmiştir.

Bugün, nesl-i ati olan üçüncü tip gençlik dairesinin dışında bulunanların gençlerle ilgili genel kanısı şudur: “Gençlerimizin ahlâkı gitgide bozuluyor, uyuşturucu kullanımı artmış, cinayetler-intiharlar çoğalmış, gençler arasında sevgi saygı yok olmuş… geleceğimizi emanet edebileceğimiz donanımlı bir gençliği göremiyoruz.” Bu algıyı kökünden değiştirecek gençlik, çağdaş ve laik Türkiye’nin tatile çıkmış plaj gençliği değil; ümitvar olarak nurlu reçeteleri elinden düşürmeyen, bu sıcak yaz günlerini bir tefekkür vesilesi addederek, yeni bir medeniyetin inşası uğruna, tatilini “hızlandırılmış” okumalara feda eden gençliktir.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Referandumda “siyasî rant stratejisi”


A+ | A-

Ankara’da tam bir tecâhül-ü ârif taktiği yaşanıyor. Erdoğan’ın “terörle mücadele” siyasî partiler turu, belli ki kamuoyunda yükselen talebe karşı bir taktik; asıl gündem referandum.

Büyük iddialarla ortaya attığı “açılım”ı askıya alan iktidarın da, Meclis’teki muhalefetin de “terörle mücadele”deki politikaları ortada. Meclis’in tatile girdiği süreçte bu “zorakî görüşmeler”den bir şey çıkmayacağını herkes biliyor. Ve görünürde her ne kadar “randevu atışmaları”nı tartışsa da referandum sürecine odaklanan siyaset, sadece siyasî sonuçlarını hesaplıyor…

Seçim öncesi gidilecek referandum açık açık bir “seçim provası”na dönüştürülüyor. AKP, sekiz yıllık iktidarında “Âcil Eylem Plânı”ndan “demokratik açılım”a kadar vaad edip başaramadıklarının üzerini örtmek için yeniden bir “perdeleme stratejisi” olarak istimal ediyor.

Tıpkı “açılım”ın tıkanmasıyla terörün tırmandığı, karakol ve askerî birliklere sınırdan sızan ve sayıları yüzlerle ifâde edilen kalabalık terörist gruplarının baskınlarının yoğunlaştığı, şehidlerin arttığı sırada, gündemin İsrail’in Mavi Marmara saldırına yönelmesini fırsat bilip, diğer gündemlerin üstünün örtülmesi gibi…

Telaviv’in özür dilememesi, askerlerinin katlettiği sivillerin yakınlarına tazminata yanaşmaması ve BM komisyonunu kabul etmemesi başta olmak üzere, Ankara’nın “şartları”nın ve “beklentileri”nin hiçbirinin yerine getirilmemesi üzerine bu gündemde de çıkmaza girildi…

Ancak “beklentiler”le oyalama siyaseti devam etti. Önce “Erdoğan-Obama görüşmesi” nazara verildi. Bunda bir şey çıkmayınca, bu kez dikkatler “Netanyahu-Obama” buluşmasına çekilerek kamuoyu oyalandı…

,

PROPAGANDANIN AMACI…

Bu “beklenti”nin de fiyaskoyla sonuçlanması üzerine bu kez imdada Anayasa Mahkemesi’nin “kısmî iptal”i yetişti. Günlerce süren “esastan bozma” ve “yasama yetkisi gasbı” hararetli tartışmalarının akabinde, şimdi de Erdoğan’ın Başbakan olarak MHP ile BDP’yi “terörden nemâlanma”-“figüran olma” söylemleriyle ipli “görüşme polemiği” gölgesinde kalan siyasî parti ziyaretleri devreye girdi.

Tesbit şu ki AKP, tam bir oyalama oyununu içinde. Mahkeme’nin özüne dokunmayıp tağyir etmediği iki maddedeki “kısmî iptali”ni dahi “mağduriyet”e ya da “muzafferiyet”e çevirip bol bol istimal edecek; ve âdeta bir “erken seçim” yerine kullanacak.

50 ile gidecek Erdoğan, meydanlara Anayasa’yı değiştirmek istediklerini, lâkin kendilerine engel çıkarıldığını ve yaptırılmadığından “yakınıp” daha fazla destek isteyecek. İki dönem boyunca yapamadıklarını yeniden vaad edip üçüncü kez AKP iktidarını garantilemeye çalışacak…

Daha şimdiden “darbe anayasası 12 Eylül’de ‘evet”lerle tarihe gömülecektir” abartılı propagandasının amacı bu. Oysa Erdoğan da çok iyi biliyor ki bugüne kadar 16 kez 83 maddesi değiştirilen “darbe anayasası”, bu yetersiz “mini paket”le de tarihe gömülmeyecek.

Dahası, “darbe anayasası”nın gömülmesi bir yana, “ihtilâl konseyi” üyelerinden, atadığı Danışma Meclisi üyelerine, darbe döneminde yasama ve yürütme yetkisini kullanan “görevliler”in “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî, hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmünü getiren “geçici 15. madde” lâfzen metinden çıkarılıyor; lâkin darbecilerin yargılanması için “zamanaşımı” engelini kaldıran açık hükmün konulması, AKP grubunun karşı çıkmasıyla duruyor…

ASİMETRİK SİYASÎ MÜHENDİSLİK…

Diğer yandan AKP’nin bir nevi “uzatmaları oynayan” bu taktiğine karşı Meclis’teki muhalefetin, referandumu bir nevi hükûmete “güven oylaması”na dönüştürüp “hayır” oylarıyla iktidarı yıpratmaya yönelik bir plân güttüğü kulislerde konuşuluyor.

Bu plâna göre, okyanuslar ötesinde siyasî kredibilitesi biten ve “miâdı dolan” AKP’nin enerjisini tükettiği referandumda “evet”ler fazla çıksa da beklediği sonucu almamasıyla büyük yara alacak. Gücü zayıflayıp seçim öncesi iktidar koltuğunu terk etmek zorunda kalacak…

Görünen o ki her iki cânibin “referandum strateji”si aynı kapıya çıkıyor. Referandum sath-ı mailinde “referandum”dan çok, sonuçları üzerinden kutuplaşmayla birbirini besleyen asimetrik siyasî mühendislik projeleri yürütülüyor.

Ve bu süreçte “terörden nemâlandıkları” iddiasıyla MHP ve BDP’ye randevu isteğinde bulunmayan Erdoğan’ın DP’ye de “görüşme mektubu” göndermediği ortaya çıkıyor.

DP’nin “terörden nemâlanması” mevzubahis olmadığına göre, neden acaba? Erdoğan, AKP’nin üzerine oturduğu ve siyaseten nemâlandığı “merkez sağ” zemininin DP tarafından doldurulmasından mı rahatsız? Tökezlemesi halinde demokratik muhâfazakâr siyasette DP’nin yegâne siyasî alternatif olmasından mı çekiniliyor? Onun için mi yüzde biri bile bulmayan partilere gidildiği halde 64 yıllık köklü bir siyasî mirâsa sahip DP’li “muhatap” almaktan sakınılıyor?

Ayıp, çok ayıp…

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İsrail haklı (!) saldırılarını sürdürürken


A+ | A-

İSRAİL dünyaya rağmen Gazze inadını sürdürüyor. Gazze Konvoylarını zorla durdurmaya, dünyayı göstermelik soruşturmalarla oyalamaya da devam ediyor. Yapılan soruşturmaya göre suçlu, Türklerin bu kadar ciddî direniş göstereceğini hesaba katmayan istihbaratmış. Soruşturmayı yapan Turkel Komitesine göre, saldırı uluslar arası hukuka uygunmuş. Tek kusur doğrudan saldırı dışında hiçbir alternatif müdahale biçiminin belirlenmemiş olmasıymış.

Aslında komitenin raporu bir gerçeği teyit ediyor: İsrail başından itibaren, canlı yayın araçlarının da bulunduğunu bildiği gemiye doğrudan saldırarak, sonradan gelebilecek konvoyların önünü kesmek istedi. Zaten İHH yetkilileri de askerlerin daha helikopterden inerken ateş etmeye başladığını anlatıyor. Bir tarafta silâhsız ve yardım amaçlı insanlar, öbür tarafta tam teçhizatlı öldürücü silâhlarla saldıran askerler. Ve işin ilginç tarafı komitede Kuzey İrlandalı politikacı David Trimble ve Kanadalı yargıç Ken Watkin’in de bulunması. Aslında David Trimble’ın geçmişine baktığınızda bu sonuca çok da şaşırmamak gerek. “İsrail’in Dostları” grubunun kurucusu ve İsrail’in ateşli bir savunucusu. Öbür yandan bu iki kişinin sonuç raporunu etkileyecek oy hakkı da yok.

İşin bir başka tarafı da İsrail’in sonraki gemilere müdahale tarzı. En son Libya gemisinin yumuşak müdahalelerle durdurulmuş olması, başından itibaren hazırlanan bir senaryonun Gazze Konvoyuna saldırıda uygulandığını gösteriyor.

Peki senaryonun devamında ne var(dı)?

Uluslar arası kamuoyu sınırlı abluka yumuşatmalarıyla oyalanırken, Amerikan Başkanı Obama’ya, ne olursa olsun İsrail’den vazgeçilmeyeceğini açıkça söyletmek varmış. Hem de Doğu Kudüs’teki yeni inşaatlara son verilmemişken. İsrail doğrudan müzakere sözü verip, randevuyu ertelemeye devam ederken.

Senaryonun Türkiye ayağında ne var?

PKK’nın üstümüze salınıp, ülkenin istikrarını kanlı eylemlerle bozmaya çalışmasından, muhalefet liderinin el çabukluğu ile değiştirilip yeni kahramanlar uydurulmaya çalışılmasına kadar bir çok değişik aşamayı bu senaryo ile ilişkilendiren komplo teorileri var. Bundan sonra nelerin çıkacağını ise henüz bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir gerçek var. Dünya kamuoyu İsrail’in oyunlarını artık görmeye başladı. Amerika’ya rağmen, İsrail yalnızlaşmaya devam ediyor. İsrail durdurmayı sürdürse de, gemiler Gazze’ye doğru yola çıkmaya devam edecek. Ve zulüm ilelebet sürmeyecek.

Bir yandan demokratik açılımı baltalayıp, öbür yandan ülkemizde kardeş kavgası çıkarmaya çalışanların bu oyunlarına artık bir çok Kürt vatandaşımız da kanmıyor. Hükümetin bu konuda kararlı adımlar atmaması, baltalama çabaları karşısında durmayarak, otuz yıldır ilk kez yanan umut ışığının sönmesine göz yumması, kanlı terör örgütünün eylemlerinin en çok Kürt halkına zarar verdiği sonucunu değiştirmiyor.

Umarız yalnızlaşan İsrail ve elindeki bütün bahaneleri kaybeden terör örgütü, iyi niyetli ve barış amaçlı insanların çabaları karşısında yenilgiye uğrar ve gerek Gazze’de gerekse Türkiye’de insanlar kanlı saldırılardan kurtulup, barış ve huzur içinde yaşamaya başlar.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Paketin tahlili (2)


A+ | A-

Anayasa paketinde yer alan maddeleri teker teker değerlendirmeye bugün de devam ediyoruz.

* Madde 7: Greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan işyerinde neden oldukları maddî zarardan sendika sorumlu tutulamayacak. Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.

Sendikalar üzerindeki 12 Eylül kaynaklı baskı ve kısıtlamaları kısmen kaldıracak bir düzenleme.

* Madde 8: TBMM Başkanlığına bağlı olarak ‘Kamu Denetçiliği Kurumu’ (ombudsmanlık) oluşturulacak ve idarenin işleyişi ile ilgili şikâyetleri inceleyecek. Kamu başdenetçisi TBMM tarafından gizli oyla ve 4 yıl için seçilecek. (Detayları kanunla.)

Bu maddeyle, yıllardır bahsedildiği halde bir türlü hayata geçirilemeyen yeni bir “hak arama” müessesesi gündeme geliyor. İdarenin, yani devlet kurumlarının tasarruflarına dair şikâyetler yargıya götürülmeden bu kuruma iletilerek çözüme bağlanmaya çalışılacak. Başına âdil, ehil ve uygun bir isim getirilir, kadrosu bu niteliklere sahip kişilerden oluşturulur ve iyi çalıştırılabilirse, faydalı olabilir.

* Madde 9: Beyan ve eylemleriyle partisinin kapatılmasına sebep olan milletvekilinin vekilliğinin de düşürülmesini öngören madde iptal ediliyor.

Parti kapatmayı zorlaştıran madde Meclisteki ikinci tur oylamada düştüğü için o tarafı eksik kalan bir düzenleme. Ama öyle de olsa milletin seçtiği vekilin yargı kararıyla azledilmesi uygulamasına son verdiği için olumlu bir gelişme olarak görülmeli.

* Madde 10: (Meclis Başkanlığına) İlk seçilenlerin görev süresi iki yıl olarak belirlenirken, ikinci devre için seçilenlerin görev süresinin o yasama döneminin sonuna kadar devam etmesi öngörülüyor.

Uygulamada zaman zaman yaşanan belirsizlik ve tartışmaları bitirmeye yönelik teknik bir düzenleme.

* Madde 11: Yüksek Askerî Şûrânın terfi işlemleri ve kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç, ordudan her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılıyor ve ayrıca, yargı yetkisinin, idarî eylem ve işlemlerin “hukuka uygunluğunun denetimi” ile sınırlı olup, hiçbir surette “yerindelik denetimi” şeklinde kullanılamayacağı kuralı getiriliyor.

Yıllardır ciddî mağduriyetlere yol açan YAŞ ihraçlarına karşı yargı yolunun açılması elbette ki olumlu bir düzenleme. Keza, yargının idarî eylem ve işlemlerde hukuka uygunluk denetiminin ötesine geçip, kendisini idarenin yerine koyarak yerindelik denetimi yapmasını önlemeye matuf kural da isabetli. Ama anayasaya bu kuralı koymanın uygulamada istenen sonucu verip vermeyeceği şu aşamada soru işareti. Anayasa, AYM’nin de “kendisini yasa koyucunun yerine koyarak” hüküm ihdas etmesini yasaklıyor, ama uygulama öyle mi?

* Madde 12: “Memurların nitelik, atanma, görev, yetki, hak, yükümlülük, aylık, ödenek ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir” diyen fıkraya, “Ancak mâlî ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır” şeklinde bir cümle ilâve ediliyor.

Uygulamada, dönem dönem değişmesi muhtemel toplu sözleşme hükümleri ile kanun arasındaki uyumun nasıl sağlanacağı şimdilik belirsiz.

* Madde 13: Memurlar hakkında verilen disiplin cezası kararları için yargıya gitme yolu açılıyor.

Bu düzenleme, memurların aldığı uyarı ve kınama cezalarıyla sınırlı. Bunlara muhatap olan memurlar iptali için mahkemeye başvurabilecek.

* Madde 14: Hakim ve savcıların denetimini düzenleyen madde değiştirilerek, metin “adalet hizmetlerinin denetimi” başlığı altında sadeleştiriliyor ve Adalet Bakanlığının rolü azaltılıyor.

Burada da detayları ilgili kanuna havale edilen “teknik” bir düzenleme söz konusu ve sadece bu maddeye bakılırsa, Adalet Bakanlığının denetimdeki rolü azalmış gibi görünüyor, ama sırası gelince üzerinde duracağımız gibi, HSYK ile ilgili maddede getirilen değişiklikler aksi yönde bir kanaat oluşturabilecek nitelikte. Uzmanlarınca tahlil edilerek açıklığa kavuşturulması gereken bir konu.

Maddelere yarın da devam edelim.

15.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.