07 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Allah’ın dilemesi ve kulların iradesi


A+ | A-

Geçen hafta kaderin hikmet, adalet ve rahmetle beraber yürüdüğü üzerinde durmuştuk. İnsan hikmet, adalet ve rahmeti her an göremeyebilir, idrak edemeyebilir. Dünyada bir çok mesele var ki, kavrayamadığımız halde şöyle ya da böyle varlığına inanırız. Cenâb-ı Hakk’ın kader konusuyla ilgili olarak da, adaletini, hikmetini, rahmetini anlayamadığımız durumlarda inkâr değil, iman etmenin manevî hayatın sağlığı açısından doğru olduğu kanaatini taşımak gerekecektir.

Kâinatta en aciz ve en basit hayat tabakasında olan mahlûkat bile adaletten, hikmetten ve rahmetten noksan değilse, en eşref mahlûk olan insanın her şeyi elbette hikmet ve rahmet ipleriyle örülü olacaktır. Bu bakış açısıyla kaderin her şeyi en uygun, en güzel, en adaletli bir tarzda takdir ettiğini düşünmek, bir çok itikadî problemleri çözecektir. İnsana düşen, anlayabildiği kadarına şükretmek, daha çok anlayabilmek, melekût boyutunu çözebilmek, sırlara kavuşabilmek için Allah’a duâ etmek, ilim talep etmek ve kendisini aşan mevzularda Allah’a itimat etmektir.

Talebelerle yaptığımız 26. Söz’deki ibareyi anlamaya yönelik mütalâalara başladığımız zaman, yaklaşık 10-15 dakika zihinleri mânen hazırlamak için hayatın içinden sohbetler yapıyorduk. Önceki haftalarda da belirttiğimiz gibi bazı temel taşlar sağlam oturmazsa, üzerine binâ edilecekler sağlıklı olmayabilir. Bu açıdan bu haftaki ibareyi anlama mütalâalarımızın hazırlık sohbetini meşiet-i İlâhiyeyi anlamaya dönük, hayatın içinde karşılaştığımız, bizi gerek olumlu gerek olumsuz olarak şaşırtan hallerin nasıl hikmet dolu olduğuna ayırdık.

Herşeyden önce şunu da belirtmek gerekir ki, kader ile ilgili mevzuları konuştuğumuz kimselerin niyetleri, bu konuyu anlamaya veya daha da karıştırmaya sebep olabilir. Yani kader meselesiyle ilgili soruları itiraz kastıyla değil, merak etme ve öğrenme arzusuyla bir araya gelenlerle konuşmak ve mütalâa etmek gerekecektir. Bu, kulluğun bir gereğidir. İlim tahsil etme anlamında olan bu mütalâalar, farz ibadet mânâsına da gelmektedir.

Kader ile ilgili olarak, öncelikle zihinlere şu meseleyi yerleştirmek gerekecektir. İnsanla ilgili olan kader, ikiye ayrılır. Diğer mahlûklarda cüz’î irade olmadığı için cebrî bir kaderleri söz konusudur. Vazifeli bir memur gibi işlerler. Fakat insan ihtiyar sahibi olduğu için kendi tercihleriyle ve kudretiyle oluşan bir kaderi daha vardır. İnsanın kendi iradesi ve gücü dışında meydana gelen hadise ve hallere ait, diğer mahlûkat gibi ikinci bir kaderi de vardır. Bediüzzaman, birincisini nazarî, ikincisini bedihî kader olarak isimlendirmiştir. Bu ayırım yapılmadığı takdirde insanlar irâdî tercihleriyle yaptığı halleri de sorumluluktan ve mes’uliyetten kurtulmak maksadıyla, irâdî seçimlerinden oluşan kaderi dikkate almadan “Allah yazmış biz yaşıyoruz” düşüncesine kapılabilir. Yani “Allah ezelde her şeyi takdir etmiş, demek ki benim günah işlememi de takdir etmiş ve ben bu yüzden günah işliyorum” diyebilir. Veya “İyi bir kul olmamı takdir etseydi, ben de iyilerden olurdum” diye, nefsî ve şeytânî olan bu düşünce ile kendisini mes’uliyetten azad edip, felâkete atabilirdi.

Oysa nazarî kaderin oluşmasına insanların kendi irâdî tercihleri sebep olmaktadır. İnsan nasıl işleyecekse, Allah ezelî ilmiyle öyle bilip, takdir edip, yazmıştır. Yoksa Allah’ın ilmî planda her şeyi bilmesi, bizim ihtiyarımızı bağlayıcı değildir.

Cenâb-ı Hak yarattığı kulların dünya ve ahiret saadeti için takip etmeleri gereken yolları tayin etmiş ve bunun için kitaplar, peygamberler göndermiş ve hatta bunlardan haberdar olmasa bile insanın bâtınına akıl ve vicdan mekanizmasını yerleştirmiştir. İnsanın kendi mukadderâtına kendisinin sebep olduğunu ifade etmiştir.

Cenâb-ı Hak dünya ve ahiret saadetinin sebeplerini, nimetlere kavuşmanın yollarını, bir takım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şartlara bağlamıştır. Yani bir nimete kavuşmak için sebeplere müracaat etmeden elde etmeyi arzu etmek, İlâhî kanunlara zıt hareket anlamına gelmektedir. Allah’tan bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Meyve için ağaca, çocuk için evliliğe, rızık için çalışmaya ihtiyaç vardır. Cenneti istemenin yolu da, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktır. Ağaç dikmeksizin meyve istemek, ibadet etmeksizin ebedî saadeti beklemek hem âdetullah kanunlarına zıttır, hem takdire karşı gelmektir. Cezası da nimetten mahrumiyettir.

Kader mevzuu ile ilgili kafa karıştıran hususlardan birisi de; kâinattaki evrensel kuralların, aynı deneyimlerin aynı sonucu vermesi gibi durumların meşiet-i İlâhiyeyi gözden kaçırmaya, netice odaklı yaşantıya, bununla beraber hırsların, ihtirasların ve depresyonların olduğu hayatlara sebep olmasıydı.

Talebelerin sorduğu sorular ve içinden çıkamadığı meselelerin özünü bu oluşturuyordu. Zirâ evrensel kaideler içinde insan bulunduğu zaman, istisnalar sergileyebiliyordu. Çünkü cüz’î iradenin gereği buydu.

Daha çok başarı ve kader bağlantısı üzerinde sorular ve cevaplardan oluşan okuma programımızda talebeler şu nokta üzerinde duruyorlardı: Başarının şartları yerine getirilirse, netice kaçınılmazdı. Bu düşünce âdet-i İlâhiye açısından doğru olsa da, determinist bir anlayışı içinde barındırıp, meşiet-i İlâhiyenin göz ardı edilmesini sonuç veriyordu. Bu düşünce itikadî sapmalara, itirazlara ve isyanlara sebep oluyordu.

Cenâb-ı Hak, zaman zaman bu determinist yaklaşımdaki itikadî kaymaları rahmetiyle değiştiriyor ve biz kulları şaşırtarak imtihan ediyordu. Yani her zaman bu sebep bu sonucu doğurmuyordu. Bundan maksat da; Cenâb-ı Hakk’ın meşieti olmaksızın âciz kulların hiçbir şey yapamayacağı; kısaca, Allah’ın, kullarına haddini hatırlatmasıydı.

Kâinatta elbette âdet-i İlâhiye hâkimdir. Cenâb-ı Hak, genelde sebepler ve sonuçlarla ilgili kanunlarını değiştirmez. Fakat insan söz konusu olduğu zaman bu kanunlarını zaman zaman değiştirdiği görülür. Bu değişikliklerin en azam mertebeleri ise, peygamber mu’cizeleridir. Meşiet-i İlâhiyenin apaçık görüldüğü bu zamanlarda olağanüstü haller zuhura gelir. Kesen bıçak kesmez olur, yakan ateş yakmaz olur, parmaklarından bir çeşme gibi sular akar. Aslında bu haller, Cenâb-ı Hakk’ın resûlünü rahmetiyle tasdik ettiği anlar olmakla beraber, azamet-i İlâhiyesini, meşîetini en yüksek derecede gösterdiği anlardır. Ama bahtsızlar ve talihsizler apaçık bu halleri gördükleri halde inkârlarından vazgeçmezler, hadlerinden tecavüz ederler.

Hâsılı, bu noktadan yola çıkarak, biz aciz kullar da şöyle hikmetli bir bakış açısı geliştirebiliriz: Hayatımızdaki bazı olumsuzluklar, aksilikler, beklentilerimizin boşa çıkması gibi hadiseler, musîbetler—dinî olmamak şartıyla,—rahmet-i İlâhiyenin meşietinin apaçık devreye girdiği, bize kulluğumuzu hatırlattığı, duâya ve sığınmaya dâvet ettiği, aczimizi ve fakrımızı hissettirip enaniyet dâvâlarından bizi kurtardığı durumlar olarak algılayıp, sabır içinde şükretmemiz gereken haller diye düşünebiliriz. Bu sağlıklı ve hikmetli bakış, günahlarımıza kefâret olabildiği gibi, bizi istikamete sokan ve manevî derecemizi arttıran bir kazanım hâline getirilebilir.

07.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Irklar ve renkler nasıl meydana geldi?


A+ | A-

Gürcan Bey: “1- İnsanlığın babası olarak bir Âdem mi var, yoksa Âdemler mi söz konusu? Hazret-i Âdem’den (as) sonra başka bir soydan da insan yaratıldı mı? Zenci ırkları nereden geliyor? 2- Hazret-i Âdem’in çocukları nasıl evlendiler? Kardeş değiller miydi?”

1- Kur’ân insanlığın atası olarak Hazret-i Âdem’in (as) yaratıldığını bildirir. Hazret-i Âdem’in (as) renginin beyaz mı, sarı mı, siyah mı olduğu konusunda ise Kur’ân’da herhangi bir ayrıntıya rastlamayız. Kur’ân ana ilke olarak “insanlık” kavramı üzerinde durur ve insanın yeryüzünde halife olarak var edildiğini bildirir.1 Kur’ân’ın açıkça bildirmediği bu konu, gücü yettiği oranda ilimlerin konusudur.

Bilindiği gibi, kalıtsal özellikler ve farklılıklar, nesiller arasında DNA molekülleri ile aktarılmaktadır. Nasıl bir genetik yapı içinde insanoğlu beyaz ırka, sarı ırka ve siyah ırka ayrıldı? DNA içinde nasıl bir şifrelemedir ki, insanların renk bakımından farklı karakterlere ayrılmasına sebep oldu? Bu ve buna benzer sorular, doğrudan dinin alanına değil; Biyoloji ve Antropoloji gibi insanın genetik yapısını inceleyen bilim dallarının alanına girer.

Esas olan şudur: Beyaz da, siyah da, sarı da, kızıl derili de insandır. Aralarında zekâ seviyesi, kişilik yapısı, temel karakterler ve insanî duygular açısından “renkten” başka hiçbir farklılık yoktur. Ancak temel duygu ve karakterlerde farklı olmayan insan, hususî özelliklerde ve özel karakterlerde alabildiğine farklı yaratılmıştır. Zaten Antropoloji ilminin verilerine göre de insan türü, çok tipli ve çok ırklı bir varlıktır. İnsan türünün farklı ırklardan, tiplerden ve kavimlerden oluşu bunu gösterir. İnsanoğlunun kromozomlarının kromonema ipliklerinde dizili olan kromatin tanelerinde bulunan genlerden bir tanesinin farklı şifre almasıyla, yani “bir tek gen” farkıyla insanların ırklara, tiplere ve cinslere ayrılmasını günümüzde insan bilimleri izah edebiliyor.

Kur’ân bu ırk, renk, kavim ve millet farklılığının hikmetini şöyle bildirir: “Ey İnsanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”2

Kur’ân tebliğinde ırkları ayırmamış, hepsini bir muhatap kabul etmiştir. Olumsuz mânâda ırk anlayışını bin dört yüz yıl önce temelinden yıkan Allah Resûlü (asm) vedâ hutbesinde: “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Arab’ın Arap olmayana takvâdan başka üstünlüğü yoktur” buyurmak sûretiyle zihinlerde de bir inkılâp meydana getirmiş, beyaz olsun, sarı olsun, siyah olsun, kırmızı olsun bütün insan ırklarını “îmân” etmesi şartıyla kardeş îlan etmiştir.

Demek, Allah beyazdan siyah yarattığı gibi, siyahtan da beyaz yaratmıştır.

2- Fıtrat da, şerîat da, yaratılış da, hüküm de Cenâb-ı Hakk’a aittir. O dilerse hükmünü ve şerîatını değiştirir, dilerse fıtratları ve yaratılışları değiştirir. Hüküm ve irâde O'nundur. Biz buna îmân ediyoruz.

Cenâb-ı Allah nasıl ilk insanın harcını bizzat kudret eliyle yoğurdu ve yarattıysa, ikinci ve üçüncü sıradaki insanları da ‘sebepler perdesi’nde yine kudretiyle yaratmıştır.

Cenâb-ı Hak kardeşlerin evlenmesini haram kılmış ve bu haramlığı insanın fıtratına yerleştirmiştir. Bu gün hak dine inansın inanmasın, kardeş evliliği dünyada hiçbir toplumda yoktur. Fakat insanlığın yeni çoğalmaya başladığı o günde, Cenâb-ı Hak o insanların fıtratlarıyla da örtüştürdüğü farklı bir şeriatı pekâlâ uygulayabilir. Fıtratlarımız, kalplerimiz, nefislerimiz ve hayatlarımız Cenâb-ı Allah’ın elinde değil mi? Kalplerimize günde sayısız defa nazar buyurmuyor mu? Nefislerimizi her an elinde bulundurmuyor mu?

Hazret-i Âdem’in (as) ilk çocuklarının nasıl çoğaldıklarıyla ilgili Kur’ân’da açık bir beyan yok. Ancak bir takım rivâyetler-–ne derece güvenilir, tartışılır—sıralanabilir. Ama ne gerek var? Binlerce yıl sonra Hazret-i Îsâ’yı (as) Hazret-i Meryem’in (r.anhâ) rahminde babasız yaratarak bir örnek gösteren Cenâb-ı Allah, Hazret-i Âdem’in (as) kızlarının rahminde babasız çocuklar yaratmaya kadir değil mi? Elbette kadirdir. Zaten bu durumda bile, ilk karından sonra bu çocuklar birbirleriyle en yakın teyze veya akraba çocukları oluyorlar ki, böylece birbirleriyle evlenebilmeleri bizim şeriatımızla da mümkün oluyor.

Bununla beraber Cenâb-ı Allah onlara farklı bir şeriatla da muâmele buyurabilir. Meselâ—yaygın olan şekliyle—yalnız ikiz doğanları kardeş kılar, ikiz doğmayanları birbirleriyle kardeş kılmaz ve böylece evlenmelerine imkân vermiş olur. Binaenaleyh, Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/30, 2- Hucurât Sûresi, 49/13

07.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

YAŞ’ın ardından… (1)


A+ | A-

Ağrı’da, Şırnak’ta ve Cudi Dağında çatışma, Diyarbakır’da iki polis noktasına saldırı, Ergani’de bomba yüklü aracın yakalanması, Van Çaldıran’da emniyet ve adliyeye saldırı; beş ilde çatışma ve yine şehidler, yine asker-sivil yaralılar…

Özetle Yüksek Askerî Şûrâ toplantıları devam ederken, Türkiye terörle boğuşuyor. Ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Her şey gayet normal” dediği esnada, “YAŞ düğümü”nün çözülmediği ortaya çıkıyor.

Her ne kadar medyada, “Hükûmet dediğini yaptı; asker diretti, Erdoğan çizdi” manşetleri atılsa da, beş gün süren ve hâlen Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanın atanmasının yapılmayıp ertelendiği YAŞ toplantılarında , “krizin aşılmadığı” aksine daha çok derinleştiği anlaşılıyor.

Ve yarım kalan YAŞ’tan sonra yeniden meydanlara inen Başbakan Erdoğan, halka karşı imâlı ifâdelerle demokrasiye yönelik darbelerle mücadele ettiği havasını veriyor. Bu “sonucu” da politik söyleminde istimal ediyor…

12 Eylül’de oylanacak anayasa değişiklikleri üzerinden kendisini merhum Menderes’le, partisini 27 Mayıs ihtilâline mâruz kalan Demokrat Parti ile kıyaslıyor; siyasî avantaj sağlamaya yönelik konuşuyor…

“TARTIŞMALI İSİMLER”İN TERFİSİ…

Demokratik sivil yönetimlerde hükûmetlerin, siyasî irâdenin tensip ettiği isimlerle çalışması, tabiîdir. Elbette teâmüllerle yasaların birlikte işlenmesi gerekir. Ve elbette teâmül paravanında millî irâdenin temsilcisi Meclis’in mânevî şahsiyetinin uhdesinde olan ve hükûmete karşı sorumlu olması gereken askerî erkin, komuta kademesinin belirlenmesi, sivil otoritenin emrinde ve sorumluluğunda olacak.

Ancak günlerce süren YAŞ sırasında ismi ifade verecekler arasında geçen bir komutanın ismine odaklanıp, “hükümetin dediğini yaptığı” propagandasıyla diğer atamaları bunun gölgesinde bıraktırma taktiği güdüldüğü görülüyor.

Hukukçuların, “henüz suçlanmamış bir meselede daha sanık olmamış bir kişinin hak mağduriyetine uğratılması” mülâhazalarıyla, her YAŞ öncesinde bu tür “çağrılar”la “yol olacağı” ve atamaların altüst edilmesi, dedikodu ve ihbar mekânizmasının işletilip psikolojik baskıyla istenmeyen isimlerin engelleneceği endişeleri bir yana…

Durumun sadece bir “isim”le kalmadığı ve aslında ileri sürülen ve “demokratlık” propagandasına malzeme edilen diğer atamalarda açıkça ortaya çıkıyor…

Çarpıklık şurada; YAŞ’ta Balyoz iddiasında adı geçen general ve amirallerin terfileri şimdiye kadar işleyen teâmüllere göre zaten sözkonusu değildi. Buna bağlı olarak “Balyoz dâvâsı”nda ismi geçen 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın tam da şûra sırasında savcılıkla ifâdeye çağrılması üzerine Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmasına hükûmetin karşı çıktığı belirtilirken, yine “Balyoz dâvâsı” kapsamında hakkında yakalama kararı bulunan on bir subaydan bazı “tartışmalı isimler”in terfisi yapılmakta!

Örneğin, YAŞ’ta düğüme neden olan ve ataması yapılmayan Iğsız’ın yerine 1. Ordu Komutanlığına, 28 Şubat sürecinde Sincan’da tankları yürütüp “demokrasiye balans ayarı verme” olayında adını kamuoyuna duyuran, 28 Şubat’ın simgesi haline gelen ve medyada adı “Sincan’da tankları yürüten komutan” olarak geçen, Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı (EDOK) Orgeneral Erdal Ceylanoğlu atanmakta…

Kısacası, iktidar partisi yandaşı medyada ileri sürdüğü gibi YAŞ’ta sivil siyasetin otoritesi değil, bir tek isim üzerinden meydana getirilen “kriz”le bir siyasî mizansen meydana getirilmekte. “Komutanların toplu istifası” söylentileri, “restler” ve “emekliliğe ayrılmalar” karambollü referandum sürecinde Başbakan’ın ve hükûmetin “askerlere söz geçirdiği” propagandasına âlet edilmekte…

Ve bu hal, “demokratlık” ve “demokratik direnç” olarak lanse edilmekte!

07.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Darbe aslî, demokrasi tâlî...


A+ | A-

Anayasa Mahkemesi, şekil üzerinden esasa girerek üç rötuşla onay verdiği anayasa paketiyle ilgili kararının gerekçesini açıkladı. Esasa neden ve nasıl girdiğini de.

4’e karşı 7 üyenin görüşünü yansıtan bu gerekçe, Sabih Kanadoğlu gibilerce seslendirilen son derece problemli bir yaklaşımı ele veriyor.

Şöyle diyorlar: “Tâlî kurucu iktidar, aslî kurucu iktidarın vermediği yetkileri kullanamaz...”

“Tâlî kurucu iktidar” dedikleri. bugün işbaşında olan TBMM. “Aslî kurucu iktidar” ise, 12 Eylül cuntası ve onun yeni bir anayasa hazırlamak üzere görevlendirdiği Danışma Meclisi...

Milletin seçtiği Meclis tâlî, darbeciler aslî...

İşte, 12 Eylül’den 30 yıl sonra, 2010 Türkiye’ sinin Anayasa Mahkemesinde hakim zihniyet.

Demokrasi ortamında milletin reyleriyle seçilmiş Meclislere de “kurucu”luk payesini lütfediyor, ama bu kuruculuğun hiyerarşideki yeri “tâlî” olma konumu, aslî kuruculuk darbecilerde.

Ve bu ayrımın kendisini gösterdiği en kritik alan, “değiştirilemez maddeler”de ortaya çıkıyor.

Savunduğu zihniyetin gereği olarak, şekil üzerinden esasa girmekte beis görmeyen çoğunluk görüşüne göre, “Değiştirilmesi teklif edilemeyecek bir anayasa kuralına yönelik değişiklik teklifi, yasama organının yetkisi dahilinde bulunmadığından, hukukî bir geçerlilik kazanamaz...”

Aynı görüş, değişmez maddeleri “dolaylı da olsa değiştiren veya içeriklerini boşaltıp anlamsız hale getiren değişiklikler iptal edilir” diyor.

Hatırlanacağı gibi, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakma iddiasıyla yapılan iki maddelik anayasa değişikliğini de bu mantık ve yorumla iptal etmişti AYM. Yeni kararı ile bu içtihadını daha da tahkim edip pekiştirmiş oluyor.

Fark, başörtüsü kararı 2’ye 9 oyla alınırken bu kararda oy dağılımının 4’e 7 olarak değişmesi ve ayrıca, esasa girildiği halde, kritik iki maddenin iptali yerine kısmî rötuşlarla iktifa edilmesinde.

Ve HSYK’daki değişiklik için, iddiaların aksine, “Yürütmenin kurul üzerindeki etkisi büyük ölçüde azaltılıyor” gibi bir yorum yapılmasında.

Bu farkları, AYM’de olumlu yönde bir değişimin işareti olarak yorumlamak mümkün mü?

Şu aşamada kesin birşey söylemek zor. Çünkü son paketle ilgili kararda referans yine değişmez maddeler olmakla beraber, başörtüsü düzenlemesinde olduğu gibi “laikliğe aykırılık” iddiası söz konusu değil. Eğer öyle birşey olsaydı oy dağılımı yine böyle olur muydu ve kısmî rötuşlarla yetinilip değişikliklere yine vize verilir miydi?

AYM’nin son kararını Milliyet, “Dolaylı olarak, darbe ya da devrim gibi bir süreç yaşanmadıkça, mahkemenin değişiklikleri anayasanın değiştirilemez maddelerine uygunluk yönünden denetleyeceği vurgulandı” yorumuyla haberleştirdi.

Burada geçen “Darbe ya da devrim gibi bir süreç yaşanmadıkça...” ifadesi, Kanadoğlu’nun “Yeni bir anayasayı ancak Kurucu Meclis yapabilir” iddiasını hatırlatıyor ve onunla örtüşüyor.

Bu kafa yapısına göre, yeni bir anayasa yapma hak ve yetkisi sadece darbecilerin tekelinde. Ve milletin seçtiği Meclisler asla anayasa yapamaz!

12 Eylül’den önceki “aslî kurucu iktidar” 27 Mayıs darbecilerinin uhdesindeydi ve 1961 anayasasını onlar hazırlayıp yürürlüğe koydular.

27 Mayıs anayasasını, bürokratik vesayeti koruyup kollayan temel yapısıyla muhafaza edip, yeni dayanaklarla pekiştirerek sürdüren 1982 anayasasını ise 12 Eylül darbecileri ikame ettiler.

Değiştirilemez maddeleri de değiştirerek.

27 Mayıs anayasasında değişmez ve değişmesi teklif edilemez madde, TC’nin bir cumhuriyet olduğu ile sınırlı idi; 12 Eylülcüler bunu resmî ideolojiyi de kapsayacak şekilde genişlettiler.

Yarım asırdır, “iki aslî kurucu iktidar”ın dayattığı, arada gelip giden “tâlî kurucu iktidar”ların ise “aslî’ler tarafından belirlenen ana çerçeveye dokunamadıkları bir cenderede yaşıyoruz.

Demokratik Meclisi “aslî kurucu iktidar” olma konumuna ne zaman ve nasıl yükselteceğiz?

07.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.