08 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Saliha FERŞADOĞLU

Gözlüklerim


A+ | A-

Kutusundan hiç çıkarmadığım gözlüklerim, boynu bükük bir halde mahzun mahzun bakıyor bana. Gözlük takmayı hiç sevmiyorum; yakıştıramıyorum kendime bir türlü. Onları takmayınca haliyle uzağı da göremiyorum. Her ne kadar düşük miyop özelliklerine sahip olsam da belli bir metreden sonra varlıklar netliğini kaybediyor, fluluk kazanıyor.

Geçenlerde fakültede gezinirken arkadaşım uzaktan el sallamış, gülümsemiş; benden karşılık göremeyince yanıma gelip öfkeyle söylenmişti:

“Ne o artık pas vermez oldun?”

Şaşırdım tabi n’oluyor, diyerek. Hemen sonra çözüverdim olayı. Mahcup bir edayla halimi anlatmaya giriştim, bir türlü takamadığım gözlüklerimden bahsettim. Neyse ki derdimi anlayan arkadaş kırgınlığını unutarak daha fazla üstelemedi.

Nadiren gözlüğümü taktığımda hayretle bakınıyorum etrafıma: Aman Allah’ım, ne çok şey kaçırıyorum! Kâinat ne kadar güzel; şu denizin mavisi, dalgaların çizgisi, yosun tutmuş kayaların fırçayla renklendirilişi, kumların rüzgârda şekillenişi olağanüstü. Çiçeklerin zarafeti, her bir yaprağın kıvrımı, muhteşem intizamı akıl almaz güzellikte. İnsanların yüzleri ne kadar net ve ne kadar da şaşırtıcı; kimi çökmüş, pörsümüş, sarkmış yüzlerini makyajla saklamaya çalışıyor, kimisinden can fışkırıyor, taze bir gençlikle adeta baharı andırıyor.

Bütün bu farkındalıklardan sonra aklıma hazin bir düşünce geldi. Evet, gözlüklerle baktığımda her şey güzel, hoş. Ancak kâinata iman gözlüğümü takıp bakmadıktan sonra her şey boş, hem de bomboş… Mânâ-i ismiyle baktığım için güzelliklerin sadece gölgesini gördüm. Oysa mânâ-i harfiyle baktığımda, beher varlıkların esma-i İlâhiyenin sayısız örneklerini sergilediğini fark ediyorum. Her bir mahlûkat kendi kendilerine olmadıklarını, sebepler dâhilinde meydana gelmediklerini asıl yaratıcı Sani-i Mutlak’ın birer şaheseri olduklarını söylüyorlar, haykırıyorlar.

Küçücük bir menekşe dahi bize sonsuz esma-i İlâhiyeden bahsediyor; Cemîl, Rahîm, Hakîm, Azîm, Rabb, Kuddüs ve daha binlercesi… Cemîl ismiyle, o menekşenin harikulâde güzellikte yaratıldığına şahit oluyoruz. Rahîm ismiyle bir çiçeğin müşfik bir edayla yaratıldığını görüyoruz. Hakîm derken, yarattığı o varlığın ne kadar dengeli, ölçülü ve muntazam olduğunu fark ediyoruz. Azîm olan Allah’ın küçücük bir varlığı dahi mükemmel bir şekilde yarattığını görüyor ve bu mükemmelliği yapan Zâtın ancak yüce bir yaratıcı olabileceği idrakine varıyoruz. Rabb ismiyle terbiye edilen varlık, planlananın dışında ne bir santim uzuyor ne de farklı bir şekle bürünüyor. Kuddüs ismiyle onun temiz ve pak yaratılışını müşahede ediyoruz.

Maddeye muhatap olan göz maneviyatta kördür. Sadece bir gözlük, insana ne ufuklar kazandırıyor. Algılayışımızda artan kat be kat kavrayışlar ile hakikatleri keşfediyoruz. Ne var ki dini inkâr eden, ateizm yahut materyalizm girdaplarında bulanan gözler, ısrarla gözlük takmak istemeyişime ne çok benziyor.

Haydi, bugünden itibaren bir değişiklik yapalım; Allah’ım hayretimi arttır, diyen Peygamberimizin (asm) duâsını hayatımıza düstur edinerek kâinatı ilk defa görüyormuş gibi merakla, sevgiyle, imanla inceleyelim. Eminim, çok hem de pek çok şey keşfedeceksiniz…

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Niye?


A+ | A-

‘Gönlümün istediğini hakkımda hayırlı eyle

Hakkımda hayırlı olana da gönlümü razı eyle....’

Bizim asrın insanının en çetin sorusudur,

Niye?

Hayırlısı olsun demekle, ama ben onu istiyorum arasında ne çok gider geliriz ...

Çıkışı olmayan yollar arasında gidip gelirken tükenir ömrümüz.

Kendimizi salıvermenin rahatlığını niye yaşayamayız.

Nerede başlar hayırlısı ve nerede biter gönlümün arzu ettiği...

Değiştirebilir miyim diye zorlamalı mıyım, yoksa sükûnetle beklemeli miyim?

Benim sınırım nerede başlar, özgürlüğüm ve hükmüm nerede biter?

Niye yaşarız o zaman bu ayrı gayrıyı.

Sanki bizim istediğimizle, O’nun istediği aynı olmazmış gibi gelir,

Niye?

Yoksa gönlümüzün istediğini,

Hakkımızda hayırlı kılacağına dair inancımızı mı yitirdik ...

Yoksa O'nun bizi sevdiğini, sevdiği için biz yokken ve anılmazken,

Adımız bile yokken bizi yarattığını mı unuttuk!

Yüreğimizde dindiremediğimiz sıkıntı, teslimiyetsizliğimden mi acaba!

Acaba O’nun bizi koruyacağına,

Bizi en fazla düşüneceğine dair inancımızı mı kaybettik!

Neden kendimizi sürekli tehlikede hisseder olduk

Neden kendimizi her şeyi planlarken bulduk

Koyamadık kendimizi güvenli sulara

Bırakamadık endişemizi ve tereddütlerimizi

Başımıza gelecek ne varsa kontrol edebiliriz sandık

Yeterince planlı ve dikkatli olursak

Başarabileceğimizi düşündük

Her şeyi ve her ayrıntıyı planlamayla geçti yıllarımız

Ancak böyle güçlü olabiliriz sandık

Ne kadar da önemsedik kendi gücümüzü

Nasıl da büyük sözler söyledik,

Nasıl da iddia ettik, her şeyin üstüne...

Azıcık bir aksaklık da hemen söylenmeye başladık

Niye ben? diye...

Niye ben bunu yaşıyorum?

Niye benim başıma geldi diye

Oysa ki acıları başkaları yaşamaz mıydı?

Başkalarının başına gelmez miydi? bütün kötü hastalıklar

Kendine verilene inanamaz insan, kabullenemez, itiraz eder ...

Haksızlığa uğradığını düşünür

Niye ben...

Niye ben diye sorar durur...

***

Bütün kâinatı ve içindekileri kendi aleyhinde gibi görür

Küçüklüğünü fark etmek öfkelendirir onu

İnanamaz, bunca şeyin kendi başına gelmesine..

Kendisinin yaşamasına...

Başkalarında seyrettiklerinin ve ahkâm kestiklerinin

Şimdi yanı başında olmasına inanamaz...

Nasıl ve ne zaman olmuştu bütün bunlar..

Nasılda sarsılmazdı elindekiler

Kaybetmekten korktukları şimdi yoktu işte...

Hepsi gitmişti birer birer...

Sahibim dediği her şey savrulup gitmişti işte..

Neden ben der, niye ben yaşıyorum bütün bunları

Yoksa planlarımda bir hata mı yaptım

Bir şeyleri gözden mi kaçırdım

Diye yoklar aklını..

Korktuğu yerlerde bulur kendini, endişelenir,

Güçsüzlüğünü fark etmek korkutur onu

Bu kadar mı yani, buraya kadar mı diye düşünür

Nice diklenişleri gelir aklına

Nice sözleri hoyratça savurmaları

Akıl vermeleri...

Ve büyüklenmeleri...

Hepsini söylerken hissettiği gururu gelir aklına,

Şimdi küçücük hissettiği kendini,

Nereye koyacağını, nerelere saklayacağını bilemez...

Bir zamanlar yüce bir dağın tepesinde gördüğü kendisi değil miydi ?

O ben miydim diye sorar kendine....

O ben miydim?

Peki şimdi niye ben?

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Gökler âleminin burçları


A+ | A-

“Yedi kat göğü tabakalar hâlinde ve âhenk içinde O yarattı. Rahman’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin. Haydi çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?” (Mülk Sûresi: 3) Kâinatı yoktan var eden Yüce Allah’ın varlık ve birliğine en parlak bir sayfa olan gökler âlemine ibretle bakmaya, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sürekli dâvetler vardır. En küçük bir karışıklığa meydan vermeden intizamla varlığı devam eden gökler âlemi, çağlar boyu insanlığın dikkatini çekmiş ve incelemeye sevk etmiştir.

Avrupa, ortaçağ karanlığında yaşıyorken, İslâm dünyası ilimde zirvelere çıkıyor ve her ilim dalında keşifler yaptığı gibi, gök biliminde de asırlar boyu okunacak eserlere imza atıyordu. Uluğ Beyin gökyüzünü incelediği rasathanesi, iz bırakan eserlerdendi. Görünen semânın haritasını çıkarmaya muvaffak olmuştu.

“And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik” ferman eden Cenâb-ı Hak, güneşe ve parlak yıldızlara yemin ettiği gibi, yıldız kümeleri olan burçlar üzerine de yemin etmek suretiyle bizi dikkatle bakmaya dâvet ediyor. Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde burçlardan bahsedilmiş ve bir sûreye (burçlar) mânâsında ‘Bürûc’ adı verilmiştir. Birinci âyeti ‘Yemin olsun burçlarla dolu gökyüzüne’ diye başlar. Burç; köşk, saray ve kalelerin yüksek geniş alanlı bölümlerine verilen isimdir. Semânın burçları ise yıldız kümeleridir. Dünyadan bakıldığı zaman rahatlıkla görülen bu takım yıldızların bulunduğu daireye burçlar mıntıkası denir. Toplam 12 burç vardır. Bunların altısı kuzey yarım küreden, diğer altısı güney yarım küreden görülür. Bu yıldız kümelerinin kendi içinde farazî hatlar çekildiği zaman ortaya bazı şekiller çıkar. Bu şekillerden dolayı onlara isimler verilmiş. Koç burcu, Boğa burcu, Başak burcu, İkizler burcu, Aslan burcu, Yengeç burcu, Terazi burcu, Akrep burcu, Yay burcu, Oğlak burcu, Kova burcu, Balık burcu. Bahsi geçen burçların insan karakteri üzerinde hiçbir tesiri yoktur. Her insanın ahlâk ve karakterini özel olarak yaratan ve veren Allah’tır. Ancak mevsimlerin ve iklimlerin, yine Allah’ın koyduğu bir kanun ile, insan fizyolojisinde kısmen etkisi vardır. Bu itibarla yıldızlara ve burçlara bakıp fal okuyanlar ve insanların geleceğiyle alâkalı hüküm vermeye kalkanlar büyük günaha giriyorlar. Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez. Sihir ve büyü yapmak, fal bakmak şeytanın işlerindendir. Yapanlar da, inananlar da ateştedirler.

Semâ yüzünü yaldızlayan, süsleyen ve güzelleştiren burçların, inancımızla alâkalı ciheti vardır. Asırlarca hakkıyla anlaşılamayan ve bu yüzden İsrâiliyattan gelme hurafelere bulaşan bir konu, nihayet Üstad Bediüzzaman Hazretleri tarafından doğru izahı yapılmış ve mü’minler rahatlamıştır. Bir vakit Sevgili Peygamberimize (asm) sorulmuş: “Dünya neyin üstünde duruyor?” “Dünya öküz ile balığın üstünde duruyor” buyurmuş. Başka bir rivayette ise, bir seferinde “Öküzün üstünde”, diğer seferinde sorulduğunda “Balığın üstünde” demiş. Çok asırlar sonra anlaşılacak bir hakikati iki kelime ile söyleyivermiş. Bu hadisi, bir kısım ulema anlamsız bulduğu için “Mevzudur, Resûlullah’ın sözü değildir” demişler. Bir kısmı da akıl dışı hurafeler uydurmuşlar. Meselâ, “Dünya dört bin bacaklı sarı bir öküzün boynuzları arasında olup, ara sıra sallandığında depremler olur” diye söyleyenler olmuş. Balıkla da ilgili hurafe şeyler söyleyip durmuşlar.

Bediüzzaman ise bu hadisi üç cihetle yorumlayıp mânâ vermiştir.

1- İnsana müekkel Kiramen Kâtibin melekleri olduğu gibi, Dünyanın karalarına müekkel meleğin adı ‘Sevr’ yani öküz, denizlerine müekkel meleğin adı ‘Hut’ yani balıktır. Allah Resûlü (asm), ‘Dünya bu iki meleğin nezaretindedir’ mânâsını kastetmiş.

2. ‘Devlet kalem ile kılıç üzerinde duruyor’ denildiği vakit, devletin altında kalem veya kılıç aranmaz. Bu mecazi bir ifadedir. Bu ifadeden, devletin memur ve asker gücüyle devam ettiği kastedilir. İşte “Dünya öküz ile balığın üzerinde duruyor” ifadesinden anlaşılabilecek bir mânâ da şudur: Karada yaşayanların geçim vasıtası ve çiftçiliğin genel sembolü öküz, deniz sahillerinde yaşayanların geçim kaynağı ise balıktır. Ne zaman öküz çift sürmezse, balık da milyon yumurtayı birden yumurtlamazsa insan hayatı biter ve Yüce Yaratıcı da Dünya’yı harap eder.

3. Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü yörünge bir ayna misâlindedir. Semâdaki burçlar onda yansır. Her ay, Dünya bir burcun gölgesi üzerinden geçer. Bir defasında Peygamberimiz’e (asm) Dünya ne üstünde olduğu sorulduğunda Boğa burcu üzerinde, diğer zaman sorulduğunda Balık burcu üzerindeymiş. Asırlar sonra gerçek izahı yapılan şu hakikatli yorumlar nerede, eskiden anlatılan o hurafe uydurmalar nerede?

Not: Geçen Kadir Gecenizi ve gelecek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ederim.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Büyük insanların nasihatleri de büyük olur


A+ | A-

Ölüm denince akla bir de vasiyet gelir. Kişiler öldükten sonra vasiyetnâmeleri açılır. Zenginlerin vasiyetnamelerinde, mallarının varisler arasında nasıl taksim edileceği anlatılır. Bunlar dar çerçevede daha çok aile fertlerini ilgilendirir. Ancak zaman zaman miras üzerinde büyük fırtınalar kopar, varisler birbirlerine girerler. Bazen miras yüzünden kanlar akar. Bunun örneklerine girmek istemiyorum.

Peygamberlerin, âlimlerin genellikle dünyalıkları (!) olmadığı için vasiyetnameleri “nasihatnâme” şeklindedir. Nasihatnameler hayatının son zamanlarında gün yüzüne çıkar. Büyük kimselerin nasihatleri (öğütleri, tavsiyeleri) de büyük olur.

Meselâ Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin ümmetine bıraktığı maddî bir miras yoktu. Ancak çok önemli ve değerli iki manevî miras bırakmıştı. Bunlar: Kitab (Kur’ân-ı Kerim) ve Sünnet’ti. Bunların kaynaşmasından ortaya çıkan üsve-i hasenedir (güzel ahlâk). On beş asır önce kâinatı aydınlatmaya başlayan bu nurlar günümüzde de tazeliğini korumaktadır. Kıyamete kadar da devam edecektir. Nitekim Peygamberimiz (asm), Veda Haccı’nda irad buyurduğu hutbesinde:

“Ben size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete düşmez, sapmazsınız. O, Allah’ın Kitabı’dır ve Resûlullah’ın sünnetidir” buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’e göre de; kitap ve sünnet, Müslümanlar için başvurulması gereken iki hidayet kaynağıdır. 1

Resûl-i Ekrem’in (asm) maddî ve manevî hayatı kâinattan süzülmüş bir hülâsa, bir özdür.

Ahlâk kitapları, Hz. Âdem’in vefatından önce oğlu Hz. Şit’e ve dolayısıyla insanlığa yaptığı tavsiyelerini beş maddede toplamışlar. İbret ve dersleri kapsayan öğütler şunlardır:

“Ey Şit! Oğullarına şunları söyle:

1. Dünyadan ayrılmayacaklarmış gibi bakmasınlar. Buradan bir gün göçüp gideceklerini düşünsünler. Zira ben de cennetten ayrılmayacakmış gibi baktım da, sonunda olan oldu bana.

2. İnsanlara söyle, hanımlarının sözünü hakikatin ta kendisi sanıp, hemen kabul etmesinler. Hemen düşünüp isabet derecesini incelesinler. Zira ben hanımımın sözünü düşünmeden kabul ettiğim için yasak ağacın meyvesinden yedim, sonunda da uzun pişmanlığa maruz kaldım.

3. Oğulların yapacakları işin sonunu düşünsünler. Eğer ben yasak ağacın meyvesinden yerken bu işin sonunu düşünseydim başıma bunlar gelmeyecekti.

4. Bir işe başlarken içinde o işe ait bir endişe ve isteksizlik olursa, tekrar bir daha düşünüp yeniden incelesinler. Şayet ben yasak ağaçtan yiyeceğim sırada içimdeki endişe ve isteksizlik üzerinde durup, kararımı yeniden gözden geçirseydim, sonunda bu pişmanlığa düşmeyecek, zelleye maruz kalmayacaktım.

5. Doğruluk ve isabet derecesini kesin olarak bilemedikleri işlerde de istişare etsinler. Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare sonucunda aldıkları karara göre hareket etsinler. Eğer ben meleklerle istişare edip, işimin sonunu onlarla müzakereden sonra karara bağlasaydım, başıma gelenlere müstehak olmayacak, musîbetlere maruz kalmayacaktım.”

Bunlar Hz. Âdem’in oğlu Şit’e (as) doğrudan, biz Âdemoğullarına ise dolayısıyla yaptığı nasihatlerdir. İlk insanla son insan arasında fıtrat değişikliği olmadığına göre, bu öğütlere bütün insanlığın ihtiyacı vardır ve devam etmektedir.

Birbirimize sık sık “Dünya fanidir” deriz. Ancak dünyada ebedî kalacakmış gibi dört elle sarılırız. Ölümün bir gün bizim de kapımızı çalacağını kulak ardı ederiz. Söylenen sözleri hakikatin kendisi kabul eder, hemen uygulamaya koyarız. Hâlbuki isabet derecesini düşünmemiz gerekirdi. Yapılacak işlerin sonu düşünülmediğinden çok defa hüsranla sona ermektedir. Bir işe başlanırken endişe ve isteksizlik varsa, tekrar düşünmekte fayda vardır. Meşhur sözdür: “Düşün, düşün, sonra tekrar düşün. Ondan sonra yap.” Yani üç kere düşün, sonra icra et.

İstişare dinimizin emirlerinden biridir. Kur’ân’da “Ve işlerde onlarla istişare et.” 2, “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” 3 buyurulmaktadır. İşin ehli olan kimselerle o konu üzerinde istişare yapılması çok güzel bir âdet olduğu için; istişare sonucunda isabet ederse iki, etmezse bir sevap olduğu kabul edilmiştir. Bu istişarenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman hayatında bu sünnete bağlı kalmış ve talebelerine de aynı hayat tarzını benimsemelerini vasiyet etmiştir. Bunun örneklerini özellikle lâhikalarda bolca görmek mümkündür.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi, 59. 2- Âl-i İmran Sûresi, 159. 3-

Şûra Sûresi, 38.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Şehr-i Ramazan’a veda


A+ | A-

Eşsiz bir ibadet ayına elveda diyoruz bugün. İçimizde bir yandan rahmet ayından ayrılmanın burukluğu, diğer yandan yarının bayram oluşunun huzur ve saadeti.

Rahmet’ten bayrama bir geçiş merdivenindeyiz bugün. Duâların geri çevrilmediği ender zamanlardan birini daha idrak ediyoruz şu dakikalarda, bayram sabahına kadar. Elimiz duâdan inmemeli, kalbimiz tazarrudan dönmemeli bugün!

Bir Rahmet ayını uğurluyoruz bugün. Ne bahtiyar bir uğurlama! Bizden memnun ayrılıyordur İnşâallah! Bizim hata ve kusurlarımızla birlikte takdim ettiğimiz ibadetleri alıp gidecek. İnfitar Sûresi’nin haber verdiği, kabirlerin içi dışına çıktığı zaman nefislerimize takdim edilmek üzere.1 İnşikak Sûresi’nin haber verdiği, yer düzeltilip içinde olanları dışarı atarak boşaltıldığı ve yerin, Rabbine boyun eğdiği zaman amel defterimizin sağımızdan verilmesine2 vesile olmak üzere Allah’ın izniyle. Gâşiye Sûresinin haber verdiği, inanmış olanların yüzlerinin pırıl, pırıl olduğu ve yaptıklarından hoşnut olduğu gün3 bizlere birer hayır vesikası olarak dönmek üzere. Fecr Sûresinin haber verdiği, öğüt almayanların öğüt almak istedikleri ve “Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım!” dedikleri gün4, hiç olmazsa bir şeyler yaptığımızın birer belgesini teşkil etmek üzere. Furkan Sûresinin haber verdiği, gökyüzünün beyaz bulutlar halinde parçalanacağı, meleklerin bölük bölük indirileceği ve zalimlerin ellerini ısırarak “Keşke Peygamberle birlikte bir yolda bulunsaydım! Vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim!” diyerek5 pişman oldukları ve yüzlerinin karardığı gün, en azından hicabımıza bir perde, Allah’ın merhametine sığınmamız ve günahlarımıza karşı Allah’ın affını intizar etmemiz için bir dayanak teşkil etmek üzere. Yasin Sûresi’nin ihbar ettiği, ağızlarımızın mühürlenip ellerimizin ve ayaklarımızın konuşturulacağı gün6 hiç olmazsa elimizin, ayağımızın ve vücudumuzun yüz akı olabilecek bir vesile olmak üzere. Zümer Sûresinin haber verdiği, Sur’a bir daha üflendiğinde insanların ayağa kalkıp bakıştıkları ve yeryüzünün Allah’ın nuruyla aydınlandığı, kitabın açıldığı, peygamberlerle şahitlerin getirildiği ve insanlara haksızlık yapılmadan aralarında adaletle hüküm verildiği gün7, bir hukuk belgesi teşkil etmek üzere. Abese Sûresinin haber verdiği, gülen, sevinen ve aydınlık yüzlerle, tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzlerin toplandığı gün,8 yüzümüzü ak eden bir vesile olmak üzere-–en azından bu umutlarla—eksiklerimizle/doğrularımızla bir ibadet mevsimini daha geride bırakıyoruz.

Hiç şüphesiz orucumuz çok şey değildi. Allah’ın nimetleri, bizim O’na temayülümüzden çok daha fazla bizi ihata etmiş, kuşatmış haldedir. Ama O, rahmetiyle azı çok sayacağını, biri bin olarak değerlendireceğini, yürüyerek gelen kulunu koşarak karşılayacağını vaad eden Erham’ür-Râhimîn olduğundan, böyle bir ibadet mevsimini hüsn-ü hatime ile kapattıktan sonra O’ndan ümit etmemiz de, bizim kulluğumuzun en sevimli yanıdır. O’ndan ümitvârız. İnşallah bu Ramazanımızı dünya-âhiret hayırlara ve hayırlı inkişaflara vesile kılmıştır diye içimiz umut dolu. Bayramı bu duygularla idrak edeceğiz. Niyazımız; bu ibadet ayında kazandığımız ahlâkî güzellikleri, inceliği, nezaketi ve ibadet hassasiyetini ömrümüz boyunca devam ettirebilmemizdir.

Allah, ehl-i imanın ibadetlerini kabul buyursun, tevfik ve hidayetlerini arttırsın; bu arefeyi, cennet-asa bir baharın arefesi olarak kabul ediyoruz; Rabbimiz, baharımızı da lütfetsin; âmin.

Dipnotlar:

1- İnfitar Sûresi, Âyet: 4-5.

2- İnşikak Sûresi, Âyet: 3-7.

3- Gâşiye Sûresi, Âyet: 8-9.

4- Fecr Sûresi, Âyet: 23-24.

5- Furkân Sûresi, Âyet: 25, 29.

6- Yâsîn Sûresi, Âyet: 65.

7- Zümer Sûresi, Âyet: 68-69.

8- Abese Sûresi, Âyet: 39-41.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Zihnî aşamalardan sonra imân-îtikatın oluşması


A+ | A-

Bilgiler, objeler, nesneler, soyut kavramlar ve düşünceler; zihnin basamakları olan hayal, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam gibi aşamalardan geçtikten sonra, en son merhale “imân-itikad” teknesinde yoğrulur, kıvamını bulur ve kesin inanca, imâna dönüşür. Burada yakîn diye tabir edilen kesin bir kanaat söz konusudur.

İtikat mertebesi kesin olarak hüküm, karar verme durumudur. Hüküm ise; yukarıda sıralanan merhalelerden geçerek mefhûmlar arasında doğru bağlar kurmaktır.

Dimağımızın yedinci işlemi; “itikat”tır. Bir mesele, zihnin ilk altı basamağı kazanında gerçek yönüyle pişer. Mesele aklen, kalben benimsenir, hissî, aklî ve tecrübî boyutları tahlil edilir, bir senteze ulaşılır. Ve özümsenip birbiriyle münasebetleri sağlam, tutarlı bir inanç olarak ortaya çıkar. Bütün donanımlarıyla tasdik ile doğrulanır ve iz’an ile bir anlayış ve seviye kazanır. Ve bu yüksek imân hâli; tabiat, huy, karakter hâline getirilebilir.

Öğrenme, öğretim, zihnin bu yedi işlem modülü kullanılarak, dış dünyadaki inançlar, kabullenmeler, veriler ve sezgiler yoluyla zihinde inşâ edilir. Sonra zihnî gerçeklik üretilir ve dünya bu gerçeklik üzerinden algılanır. İşte bu malûmatlar, kavramlar, semboller, roller ve çözüm şemaları şuuraltına yerleşir. Kişi karar verme, algılama ve düşünme melekelerini oluşturur. Artık imân, dimağın/zihnin bütün kademelerinden geçerek en üst seviyeye çıkarılarak güçlendirilmiş şuûr ile oluşmuş bir olgu haline gelir.

Yani, “hür irâdenin” (kendi kendine karar verme ve serbestçe hareket etme gücünün) kullanılmasından sonra, başta akıl, kalb, vicdân olmak üzere sâir duyu ve duygular vasıtasıyla objelerden gelen bilgi ve mesajlar; dimağdaki safhalardan süzülüp Allah’ın istediği kulun kalbine ektiği bir nûr, tahkikî bir iman, itikad olur.1

İslâmın istediği, öngördüğü, şüphe ve vesveselerden arınmış, tahkikî, kıvamını bulmuş imân budur.

***

Bahar güzelliklerinin, âlemi şenlendirdiği bir günde arkadaşı, Rabia Sultan’ı dışarı çağırır:

“Hanımefendi, dışarı çık da şu harika san'at eserlerini seyret!”

Rabia da:

“Sen içeri gir de san'atkârı seyret!” der.

Dipnot: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 46.

08.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Osman ZENGİN

Bugün Arefe değil!


A+ | A-

“Bu sıcaklarda nasıl oruç tutacağız?” dedik. “Üff, günler çok uzun!“ dedik. Ama, yine de oruç tutabildik Allah’a şükür. Peki biz tuttuk ne kaybettik, oruç tutmayanlar, hele de ona hürmet göstermeden saygısızca yiyip içenler ise ne kazandı? Öyle veya böyle geldi geçti şükür. Ve bizler, bir vazifenin yapılmasının rahatlığı, huzuru ve şuuru ile Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda alnımız ak halde bir Ramazan’ı da bitirdik elhamdülillah. Yani o ilk başlarda çektiğimiz sıkıntılar, açlıklar, susuzluklar, daha doğrusu elem geçti, gitti ve bir Ramazan da böyle bitti. Ama lezzetini bırakarak gitti. Zaten hep söylediğimiz gibi, elemi geçip lezzeti kalan işlerle muhatap eylesin bizi Rabbimiz! Yoksa, gafilcesine günah, hayvancasına yutmak fiillerini işleyenler gibi lezzeti geçip de, elemi kalıp, boynumuza günahları yüklenecek olan işlerle değil.

İki senedir yazdığımız Ramazan sayfasına bu sene yazmadık. Ehl-i kalem bir arkadaşımızın “Osman ağabey, bu sene de yazacak mısın? Hep sen yazıyorsun, bize sıra gelmiyor” sözü üzerine “Haydi bu sene yazmayayım, buyurun siz yazın” dedim ve yazmadım Ramazan sayfasına. Ama yine, ara sıra da olsa, sizlerle bu mübarek ayda da beraber olduk. Kendimizce, kendi kabiliyetimizce bir şeyler karalamaya, yazmaya çalıştık. Faydalı olabildiysek bize ne mutlu! Ama yanlış ve hata yaptıysak, kusur işledikse affola!

Ve bu ayda sadece Ramazan yazıları yazmaya niyetlendik. Çok mecbur kalmazsak, siyasî ve içtimâî yazılar yazmamaya, bu mübarek ayda kalbimizi başka şeylerle meşgul etmemeye gayret ettik. Duâ ediyorduk, “Bu Ramazan’da, her sene ortaya bir fitne çıkartanlarca bir şey çıkartılmaz da, milletçe rahat ederiz, bir de onlarla meşgul olmayız” diye. Ama işte bu mübarek ayda da, maalesef milletin başına bir referandum meselesini sardılar, Ramazan boyunca onunla uğraşıp, milleti de lüzumsuz yere meşgul ettiler. Sadece aç ve susuz kalınarak oruç tutulmayacağı, diğer âzâlara da—dil, göz v.s—oruç tutturulması gerektiği mânâsına ters gelen davranışlarda bulunarak, siyasiler birbirlerine olmadık hakaretler vs. yaptılar maalesef. Bu mevzuda tabiî bize de, 82’de şimdi karşı çıktıkları anayasaya ‘evet’ deyip geçit veren arkadaşlarca, yurdun bir çok yerinden telefon edip, soranlar oluyordu. “Ne diyeceksiniz referandumda?” diye. Niye biz kimseye sormuyoruz da, herkes bize soruyordu, bunu da anlamıyorum ya... Neyse, bu mevzuya çok da takmadık.

Yarın bayram inşâallah! Ama bugün Arefe değil! Maalesef bizim memleketimizde yanlış bilinen, duyulan dinî tabir ve deyimler vardır. Bunlardan biri de, bu Arefe meselesidir. Arefe, Arafat’a çıkılan güne verilen isimdir. O da, Kurban Bayramından bir gün öncedir. İşte bayram öncesi olduğundan, zamanla iltibas edilip, bayramlar karıştırılıp, bazılarınca Ramazan Bayramından önceki güne de Arefe denmiş. Halbuki yanlış. Hatta, Üstad Hazretlerinin “Arefe Gününde bin İhlâs-ı Şerif okunması” tavsiyesini bugün zannedenler dahi var. Halbuki o iş, Kurban Bayramından bir gün önceki gün olan Arefe Gününde yapılan bir ibadettir. Elbette ibadetin sınırı olmaz. Ama işin doğrusunu bilmekte de fayda var.

Neyse, Ramazanımız öyle veya böyle geçti, şükürler olsun. Rabbimiz yaptığımız bütün ibadetlerimizi kabul eylesin. Ve gelecek seneki Ramazan’a da, sağ-salim kavuşmayı nasib eylesin inşâallah!

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Kaldıraçlarla yerinden sökmek


A+ | A-

Atasözlerimiz arasında öyleleri var ki, duyunca "Tam da 'hakikat–i mahzâ'yı tarif ediyor" dersiniz.

İşte, o sözlerden biri de şudur:

"Taş, yerinde ağırdır."

Bu söz, şüphesiz vakıaya da uygundur.

Büyük ve ağır bir taşı yerinden oynatmak için, kaldıraçlar kullanılır.

Aksi halde, o taşı kımıldatmak, hele hele yerinden sökmek, hiç kolay değil.

* * *

Bilâ–teşbih velâ–temsil, Yeni Asya da, müessese ve camiasıyla birlikte kırk yıldır yerinde duran, yerinde ağırlığını hissettiren bir yapıya sahiptir.

Geçmişte, bu yapıyı bozmaya, yani o ağır taşı yerinden sökmeye matuf çok büyük çabalar sarf edildi.

Bu meyanda, çeşitli sıkıntılar yaşandı. Çok büyük badireler atlatıldı. İstikameti bozmamak, bünyeyi başkalaştırmamak uğrunda çok ağır bedeller ödendi.

Şükürler olsun ki, bu tavizsiz istikrar çizgisi, kırk yıldan fazla bir zamandır, aynen muhafaza edildi.

Kimse, bu camiaya boyun eğdiremedi. Hiçbir cereyan, onu kendine tâbi edemedi. Hiçbir grup, ya da klik, onun asliyetini bozamadı, onu bir başka şekle döndüremedi.

Zira, şahs–ı mâneviye istinad eden bu yapının, ayrıca kemâl–i şuurla hizmet eden çok fedâkâr bir tabanı var.

Üstelik, bu sâdık fedakârların Yeni Asya aidiyeti de çok sağlam, çok metin bir nuranî zincir mahiyetindedir.

Bu zincir, ufak tefek birtakım esintilerle, sallantılarla, çalkantılarla—biizinlah—kırılmadı, bundan sonra da inşaallah kırılmayacak.

* * *

Bu ağır ve büyük taşı bugüne kadar yerinden oynatamayanlar, zannedilmesin ki rahat duracaklar.

Rahat durmayacak ve bizimle uğraşmaya devam edeceklerdir. Bu, onların vazgeçilmez vazifesi.

Dönüp onlara "Siz neden böyle yapıyorsunuz?" diyecek halimiz yok.

Kimin ne maksatla, ne yapmak istediğinin zaten farkındayız, farkında olmalıyız.

Lâkin, kritik durum ve kabul edilemez vaziyet şudur:

Yeni Asya'nın muarızı veya muhalifi olanlar, kendi güç ve imkânlarıyla bu muazzam taşı yerinden kımıldatamayacaklarını bildikleri için, kaldıraç kullanma cihetine gidiyorlar.

Bu da yetmiyor, kaldıraca destek verecek küçük küçük kaya parçalarına ihtiyaç duyuyorlar.

Bu parçacıkları ise, yine o büyük kayanın bünyesinden kopararak maksatlarına ulaşmaya çalışıyorlar ki, bu noktada son derece dikkat ve hassasiyet taşımak gerekiyor.

Tâ ki, bu muarızların ne ellerinde kaldıraç olalım, ne de destek taşları...

* * *

Birbirimizle olan kuvvetli bağlarımızı, hiçbir siyasî ve dünyevî cereyanın koparamayacağı kanaat ve inancıyla yazımızı noktalıyoruz.

Tarihin yorumu 8 Eylül 1922

Şehitler için Ayasofya'da mevlid

Merkezi İstanbul'da bulunan Matbuat Cemiyeti, Millî Mücadelede şehit düşenler için Ayasofya Camiinde mevlid tertipledi. (8 Eylül 1922)

Evet, Ayasofya o tarihte ibadete açık bir camiydi. Hem de, "fethin sembolü" bir cami olması hasebiyle, umumu alâkadar eden mühim mevlidleri çoğu orada okutturulurdu.

Tıpkı, İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin kuruluşunda olduğu gibi. (1909)

1918 yılı sonlarından itibaren Anadolu'daki düşman işgaline karşı açılan cephenin, sürdürülen gayretin adı "Millî Mücadele" idi.

Bu isim, bilâhare "İstiklâl Harbi", son olarak da "Kurtuluş Savaşı"na dönüştürüldü.

İsmi her ne olursa olsun, o tarihte verilen mücadele mukaddesti. Vatanını, milletini, mukaddesatını seven herkes, bu mücadeleye katılıyordu. (Sonradan bu kudsî cihadın şahıslara mal edilmesi, dehşetli bir haksızlık, hatta cinayet olmuştur.)

Matbuat Cemiyeti, verilen bu kudsî mücadelede şehit olanlar için bir Mevlid–i Şerif okutmak istedi. Bunun için en uygun yer olarak da Ayasofya Camii düşünüldü.

Ancak, şuna eminiz ki: 1922 yılı Eylül'ünde Ayasofya'da şehitler için mevlid okutturanlar, bu mâbedin 12 yıl sonra (24 Kasım 1934; aynı zamanda M. Kemal'e Atatürk soyadının verildiği gün) cami olmaktan çıkartılarak müzeye dönüştürülebileceğini akıl ve hayal dahi edememişlerdir.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Kur’ân’ın koruyucusu Allah’dır!


A+ | A-

“Şüphesiz o Zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik. Onun koruyucusu da Biziz.” (Hicr 9. âyet)

Yerlerin ve göklerin Nûru olan Cenâb-ı Hakkın ezeli kelâmı Kur’ân-ı Kerim nurdur. Bediüzzaman’ın deyimiyle Kur’ân-ı Kerim sönmez bir mânevî güneştir. Ve bu mânevî güneşin nuru bütün kâinata yayılarak mevcudâtı aydınlatmıştır. Eşyaların varlığı ve mâhiyeti ancak bu nurla bakıldığı zaman bilinmektedir. Bu nur elden bırakıldığı zaman ise, varlıklar; Kur’ânî tâbirle “Nûrun ala nûr” olmaktan çıkıp “Zulumâtin fevka zulumât” karanlığına bürünmektedirler.

14 asır boyunca âlemleri aydınlatan Kur’ân-ı Kerim, yüz milyonlarca insana yol göstermiş, onların dertlerine ve buhranlarına dermân olmuştur. Ne yazık ki, bazı insanlar nefislerinin kölesi olmuşlar ve karanlık kuyuya düşmüşlerdir. İşin acı tarafı, karanlık kuyudan kurtulabilmeleri için kendilerine uzatılan sönmez meşâleyi de ellerinin tersiyle itmektedirler. Bu da yetmezmiş gibi, ondan nefret etmektedirler. Âl-i İmran Sûresi 118. âyet bu tür insanlar için “Onların öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür” der. Nefret ve öfke yüzünden kalpleri ve kulakları mühürlenmiş olan bu insanların gözlerinin önünde, inkârın ördüğü kat kat perdeler vardır ve hakikatı görememektedirler.

Amerika’nın Florida eyaletine bağlı Gainesville şehrindeki “Dove World Outreach Center” Rahibi Terry Jones, kalbi, gözü ve kulakları mühürlenmiş olanlardan olduğunu 31 Temmuz 2010 tarihinde CNN’e verdiği mülâkatta gösterdi. İslâm dinine ve Kur’ân-ı Kerime karşı olan nefretinden ölçüyü kaçırmış olan Terry Jones, 11 Eylül New York patlamalarının yıldönümünde dünya Hıristiyanlarını toplu halde Kur’ân yakmaya çağırdı.

Sunucu Rick Sanchez’in “Siz 1 milyar insanın mukaddes saydığı bir kitabı yakmaya kalkışmakla ne yapmak istiyorsunuz? Bu girişiminizle Müslümanları karşınıza almış olmuyor musunuz? Onlar da sizin mukaddes kitabınız İncil’i yakmaya kalksalar ne diyeceksiniz?” sorularına “Bizim modern Müslümanlarla bir problemimiz yok. Biz milyonlarca insanın cehenneme gitmesine sebep olan İslâma karşıyız. İslâm şiddet dinidir ve artık buna dur deme zamanı gelmiştir” dedi. Sanchez’in sorularına verdiği cevaplarla İslâm hakkında cehl-i mürekkep içinde olduğunu ispatlayan Terry Jones, “İslâm is Devil” (İslâm şeytandır) diye bir de kitap yazmış. Gainesville sokaklarına “İslâm şeytandır” diye pankartlar asarak İslâm karşıtı propaganda yapan Jones, “Uluslar arası Kur’ân yakma günü” fikrinden vazgeçmeyeceklerini söylüyor. Facebookta İslâm karşıtı propagandasını devam ettiren Jones, www.doveworld.org internet sayfasında ise Kur’ân yakmak için kendince sebepler sıralamış. Papalığın Dinlerarası Diyalog Kurulu tarafından Ramazan dolayısıyla yapılan açıklamada “Sivil otoriteler, şiddetin faillerine ve teşvikçilerine karşı, hukukun üstünlüğünü sağlayarak gerçek adaleti temin etmelidirler” deniyor. Ama bu çağrıya kulak kabartan yok.

Amerikan kanunlarına göre kâğıt yakma gibi bir olay özel bahçede olursa cezası yok. Bu eylem ancak umuma açık yerlerde yapılırsa ceza verilir. Terry Jones bir aydır nefret kusan anti-İslâm propaganda yapıyor; basit bir kâğıt değil, 1.5 milyar insanın mukaddes kitabını yakmak istiyor ve bu eylem için açıktan dâvet gönderiyor. Amerikan emniyeti ise kulaklarını tıkamış, olayın gerçekleşmesini bekliyor. Fikir özgürlüğü var diye Terry Jones gibi câhil insanların farklı din ve kültür sahibi insanlara karşı hoşgörüsüzlüğüne çanak tutuyor.

Bize gelince: Bir aydır bu haberin gelişmesini internetten takip ediyorum. Türk medyası kendini referandum olayına o kadar kaptırmış ki, provokasyon kokan bu habere ancak Ağustos ayının sonundan itibaren yer vermeye başladı. O da kısa bir haber olarak. Köşe yazarlarımız ise, fırsat bulup da köşelerinde “Kur’ân yakma” gibi korkunç bir olayı işlemediler ne yazık ki.

Aslında, Cenâb-ı Hakkın ezeli kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’in beşerin savunmasına ihtiyacı yok. O kendisine yapılan tecavüzlere en iyi cevabı veriyor. Son sözü ona bırakalım:

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.” (Tevbe Sûresi 32. âyet)

Not: Muhterem okuyucularımın Ramazan Bayramını gönülden kutlar sağlık ve âfiyet içinde olmalarını niyâz ederim.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Şükrü BULUT

Hacı Durmuş bitmez


A+ | A-

Bin metreyi aşkın yerin derinliklerindeki şehirde görmüştüm Hacı Durmuş Amcayı… Avrupa'nın tarihi boyunca üzerinde boğuştuğu Ruhr'un meşhur maden şehirlerinden birisinde… Yer üstündeki elektrik su ve diğer şebekelerin bulunduğu, tünel vari geniş yollarından katar katar vagonların yürüdüğü, havalandırma ile su tasfiyesinin dikkatle yapıldığı bu yer altı şehirlerine sıradan ‘maden ocağı’ demek Alman teknoloji ve disiplinine azıcık hakaret olur.

Avrupa'yı ve bilhassa Almanya'yı imar eden ‘gurbet zede’nin yine sıcak bir yaz mevsiminde Ramazan-ı Şerife tutunduğu günlerde yer üstünde tatlı tatlı tartışmalar oluyordu. 1500 m'deki derinliklerde kazma sallayan, destek direklerini diken ve inşaası bitmiş yolların kalıplarını söken insanlarımız 42-43 derece sıcaklıkta oruç tutulamayacağını söylüyorlardı. Salabetli ve imanı kavi bir kısmı ise oruçsuz çalışmaya fetva vermiyorlardı. Bazıları sessizce çalışmadığı günlerde bir kısmı doktordan rapor alarak evlerinde ve daha dikkatli olanları da izinlerini Ramazan-ı Şerifte almışlardı. Avrupa'da yaz mevsiminde bir musîbete dönüşmedikten sonra yerin üstü çok sıcak olmaz, iklim şartları bazen Temmuz ve Ağustoslarda size ceket ve kazak da giydirebilir. Fakat yerin altı başkaydı. Her 33 m derinliğe indikçe 1 derece sıcaklığın arttığını düşündüğünüzde, yerin üstü zemherirde olsa aşağıda en az 35 dereceyi rahatlıkla yaşıyorlar, bu yer altı dünyasının mimarları. Yaz mevsimindeki yer altı havalandırmaları kışa nispeten biraz daha zor ve masraflı oluyormuş, kömürün çıktığı oyuklarda toz duman arasında ısı 42-43’ü vurunca oruçlu oruçlu kazma sallamanın kahramanlığını Durmuş Amcayı görenler daha iyi bilirler. Yaklaşık elli madenciyi saniyenin sınırlarında sür'atlice yerin merkezine doğru çeken asansöre ilk binenlerin ürpertisini yer altı şehrindeki emniyet hemencecik gideriyor. Yer altı şehrinin çalışanlarını iş mahallerine bırakacak trenin ahenkli hareketi, çeşitli istikametlere ayrılan elektrikli lokomotifleri gördüğünüzde çoğu kez ‘ışıklandırılmış bir gece şehrinde’ olduğunuz duygusu sizi kaplar.

Bir masal gibi anlatılırken Ruhr havzasının 1500 m derinlikteki maden şehirleri, bu şehirlerde oruç tutulamayacağı tartışması vardı Ahlen şehrinde. Oruçlu olduğu bir günde maden mühendisi Halid Çelebi ile sendikada çalışan Türk görevlilerle birlikte yer altı şehrine inmiştik. Kömür tozlarını simaları renklendirdiği o şehirde insanlar hep birbirlerine benziyordu. Ancak seslerine vurulmuş mühürlerden tanıdıklarımızı ayırabiliyorduk. Bu gezimizin bizi en çok etkileyen durağı ise kömürün çıktığı veya yeni tünellerin kazıldığı oyuklardı. Harareti serinletecek havalandırmanın tesiri bu kör noktalara fazlaca ulaşmıyordu. Sıcaklığa ayrıca çıkan tozlarda eklenince dayanılması güç bir ortam oluşuyordu, bu ortamda çalışan işçileri daha çok meslek eğitimine uğramamış, işe direkt kazma kürekle başlayan insanlardı. Pek az insanın dayanabileceği bu tozlu ve sıcak ortamda (hararet 42 derecenin üstündeydi) Hacı Durmuş Amcayı oruçlu bulmuştuk, çalışanların en yaşlılarından olmasına rağmen bu ağır şartlarda Ramazanını idrak ediyordu. Almanların İslâmiyete ve Müslümanlara saygısı bu yer altı şehrinde de görülüyordu. Müslümanlar biraraya gelip iftar ve sahur nevalelerini paylaşıyorlardı. İsteyenler hazırladıkları köşelerde farz namazlarını kılıyorlardı, bu güzel geleneği de Durmuş Amcalar başlatmıştı, maden şehrinde.

Madencilerin sofrasına oturan, madencinin hangi şartlarda bu rızkı kazandığını bilse her lokmasında duâ eder kanaatindeyim. İster helâl para, ister alın teri, isterseniz Allah sevgisi dersiniz. Kömür tozlarının secdede sürmelediği alınlar ve matarasında iftar için yudumladığı sular madencinin ‘Allah’ın sevgilisi’ olduğuna şehadet eder kanaatindeyiz.

Gözleri sürmeli olarak evine gelen Durmuş Amca ve nesli yorgunluk demeden çantasını eve bırakıp camiye koşardı. Avrupa'nın en büyük sosyal hadisesini gerçekleştirmişlerdi: Türk işçisinin helâl parasıyla Avrupa'nın ilk camiini inşaa etmişlerdi. Faizin haram olduğuna gönülden öylece inanmışlardı ki koca inşaat bittiğinde kasalarında hâlâ yetmiş bin mark paraları vardı. Türkiye’nin en az yirmi otuz bölgesinden gelen bu kahramanların teşebbüsleri, birliktelikleri ve dayanışmaları hâlâ dillere destandır. Hürriyet ortamındaki hakikî meşveretle Müslüman Türk milletinin ecdadını geçebileceğini işte vefatından sonra anmaya çalıştığımız Durmuş amcalar, eserleriyle ispat etmişlerdi.

Gönülleri kadar sofraları da sehavetle misafire açık bu fedakâr ve samimî insanlara Türkiye Cumhuriyeti yerine bir AB devleti olsaydı mutlaka üstün hizmet nişanları dağıtırdı, fakat heyhat nerede… Kemalizmin felç ettiği Türkiye Cumhuriyetinin o günkü misyonları yer altı dünyasının kahramanlarını istihza ile takip ediyorlardı.

Hacı Durmuş bitmez, Anadolu'nun imanlı, cömert, fedakâr ve çilekeş insanını sembolize eden bir hayatı imanla yaşadığı melek misal simasındaki beşuşiyet o tatlı tebessüm, onu tanıyanların hafızalarında silinmeyeceği kadar canlı kalacaktır.

08.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çekin elinizi!


A+ | A-

Bilindiği üzere değişmeyen gündemlerimizden biri, başörtüsüne uygulanan kanunsuz yasaktır. Kanunsuz yasak, hiç umulmadık yer ve zamanda karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan bu yasak, geçen günlerde TRT marifetiyle gündeme geldi.

Hadise şu: TRT’de yayınlanan bir program için dâvet edilen misafir, sırf başı örtülü diye son anda programa kabul edilmemiş!

Maalesef, çoğu zaman olduğu gibi ‘suçlu’ da bulunamamış. Yönetmen ile sunucu ‘suç’u birbirine atmış. Peki, 2010 yılının son aylarına geldiğimiz günümüzde böyle bir hadise yaşanması kabul edilebilir mi? Hadi böyle bir hadise yaşandı, sorumlu olanların ortaya çıkarılması ve mağdur edilenden özür dilenmesi gerekmez mi?

Türkiye’yi idare edenler, değil ülkemizi; dünyayı ‘kurtarmaya çalışırken’ bu hadiseler yaşanıyor. Hatırlamak lâzım ki, geçmişte benzer bir hadise İstanbul’da da yaşanmış; yurt dışından dâvet edilen bir ‘uzman’ sırf başı örtülü diye İstanbul Üniversitesi’ne alınmamıştı! Aradan yıllar geçtiği halde benzer uygulamalara şahit olmak; inanın milletimizi derinden yaralıyor.

Önümüzdeki günlerde ve aylarda benzer uygulamalarla karşılaşmamız mümkün. Türkiye’yi idare edenleri şimdiden ikaz edip, bu yanlışlara imkân vermemelerini talep etmeliyiz. Yüzlerce üniversitede kayıtlar yapılacak ve muhtemelen bazı başörtülü öğrenciler okul kapılarından geri çevrilecek. Sonra da üniversiteler açılıp ‘çağdaş eğitim’ üzerine nutuklar verilecek. Öğrencileri, sırf başı örtülü diye okul kapılarından çevirerek mi ‘çağdaş eğitim seviyesi’ne ulaşacağız?

Başta özel üniversiteler olmak üzere bazı üniversitelerin başörtüsü yasağını kısmen yumuşatması meselenin halledildiği anlamına gelmez. Kanunsuz yasak, bütün üniversitelerde sona ermelidir ki mesele hallolmuş olsun. Meselâ, ilahiyat fakülteleri örneğini gösterip; “Başörtülüler üniversiteye giriyor, o halde problem kalmadı” diyebilir miyiz?

Uygulanan yasağın kanunsuz olduğuna bir delil de şudur: Bazı üniversiteler başı örtülü öğrencileri kayıt yaparken, bazıları da sadece “başı ve boynu açık fotoğraf verme” şartı koyuyormuş. Böyle keyfîlik olur mu? Milletimiz başörtüsü yasağının sona ermesini beklerken yeni ve keyfî yasaklar ihdas etmek kimin planı?

Açıkça insan hakları ihlâli olan başörtüsü yasağının devam ettiği bir ülkede “mükemmel hürriyet”ten bahsedilebilir mi?

Yasakçılara bir defa daha sesleniyoruz: Çekin elinizi başörtüsünden!

08.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.