Horoz seslerini yok niyetine bahçelerden kovmuştuk.
Sonra ağaçları, kuşları, kelebekleri…
Bu tevhit delillerini okumaz olmuştuk artık.
Hey be! Yeni, yepyeni dünyalara açılıyorduk.
Havalı havaalanları, baş döndüren hızda ve yükseklikte patır patır şeddadî beton yığınları…
Yeşilin adı yok!
Şimdi başımızı sokacak “kümes” arıyoruz. Çadır, çaput, kabut…
Hiç değilse bahçeli “gecekondularda” oturuyorduk.
Ocağımız, mangalımız, tandırımız, fırınımız vardı.
“Hayat” dediğimiz o ilk girişte gökyüzü, yıldızlar, ay… vardı. Ay, ay, ay… yaşamak vardı, ha!
Cıvıl cıvıl bir fukaralık vardı ama yaşıyorduk.
Mis gibi pekmezlerimiz kaynardı.
O ne koku, ne tat, ne şenlikti ve geceler boyu…
Kocaman simsiyah bakır leğenleri görmedin ki sen!
Nerden bileceksin o masal günlerini! Anlatsam da anlamazsın.
Sen geceleri sekide uyurken yıldızlara bakarak masallar dinlemedin ki…
O sırlı gecelerin ekşili, acılı, tatlılı kokusu, uykusu… gittti gider.
Sonra boyalı, cilalı, kanser katkılı konserve salçalar, patlıcanlar, biberler…
İnsan bu kadar “hovarda” olabilir mi!
Olduk ve daha da gittik.
Sonra buralara geldik.
Şimdi terk ettiğimiz evlere “Kabe” gibi yüz sürmeye koşuyoruz.
Evden kaçalı çok oldu.
Virane oldu oralar.
Çoğu yandı yakıldı, yıkıldı, kül, toz duman oldu.
Halimiz yaman oldu. Böyle korkulu günler yaşadın mı hiç?
Dutlar, asmalar, çubuklar, ağaçlar hınç alasıya söküldü.
Yüreğim çok kanadı.
Ne sessiz hıçkırıklara gömüldüm!
Bütün kuş cenazelerini yüreğime gömdüm.
Ağaçlarla, kuşlarla, kelebeklerle pekala arkadaş olabilirdik.
Ki kalbini buruşturup atanlar kuşlarla konuşmayı nerden bilsindi!