Dünyanın kardeşlik manifestosuna/beyanatına/bildirisine/duyurusuna/ilanatına ihtiyacı var.
Ve bu bütün ülkelerin girişine asılmalı. Hele bize de hepten ki… Bir türlü dikiş tutmayan meşveret, şûra, muhabbet yaralarımıza…
İnsanlığı alt üst eden istibdatın diretkenliğine bir merhem bulamadık mı; bulduk da asırlarca kökleşmiş o hastalık kansere mi dönüştü; çok düğümlü bir soru, manzara, kalın bir perde; simsiyahından…
Bu bildiriyi Yunus taa ötelerden postalamış:
“Gelin tanış olalım.
İşi kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim;
Dünya kimseye kalmaz.” diyerek demir asâ demir çarık Anadolu’yu gezer ve muhabbet eker. Sevdiğini illâ ki der; demezse o dert onu boğar.
Hayatı şiire; şiiri hayata serpeler. Alttan alır. Bilir; yük ağır; hep beraber kaldıralım, der. Şiirin yumuşaklığını seçer. Yüzlerce yıl ötesindeki bu tebessüme bugün de ihtiyaç var. Hem de çok.
Mevlâna, ne olursan ol diyerek… “Gel Çatısı/Çadırı” kurmuş.
Kızım sana diyorum; gelinim sen anla hikâyeleri/teşbihleri ile tereyağından kıl çeker gibi cehaletin, aymazlığın, kavgaların, karanlığın ortasına o beyazlığı ile misafir olur. Ya Vedût çeke çeke…
Ve Said Nursî’nin kıyamete kadar kurduğunu düşündüğüm “Nur Fânusu…”
“Nur’un dairesi geniştir.” sözüne böyle bakmak da ne var?
Dağıtarak değil; toplayarak gitmek… Ve esmanın bin bir türlü yansıması olduğunu yani anlayışların, nakışların çokluğunu kabullenmek.
Yoksa?
Kır çiçeklerinin sitemine razı olmak.
Daha yeni uzun yoldan gelirken bunların öteki öteki renklerine, desenlerine hayranlığımın çığlığını içimde zor hapsettim. Yoksa dünya âlem peşime takılırdı. Yaşasın farklılıkların usandırmaz, utandırmaz, hürriyetli yüzü!
İnsanlığın irili ufaklı istibdata sığmayacağını ölmeden bilmekte fayda var. Bu yüzden çiçeklerin hürriyetine koşuşum. Rüzgâr gibi, su gibi setince girsene her yere; ışık gibi gözlerin, gönüllerin içine… Kaldır şu duvarları!
İnsanî köprüler çarçabuk kurulamıyor. Kurulanların da ömrü çok uzun sürmüyor.
Kitabı, hayatı, kendimizi, aynaları okumak zor, anlamak zor, yaşamak zor mu zor.
Vasat denilen yaşamanın ta kendisi denilen teraziyi, ölçüyü, kıvamı tutturmak ömrün ileri yaşlarında göz kırpmaya başladığında dizlerimizden derman kesilmeye, dişlerimiz eksilmeye, düşlerimiz dökülmeye başlıyor.
İfrat, tefrit, vasat…
İfrat ve tefrit çok hoşumuza gidiyor. Gidiyor da hayatın o ince noktaları kabul etmiyor kâh çok sıkı kâh çok gevşek çarkları.
Aşırı ciddîyiz. Birbirimize bir şeyler kabul ettirmenin peşindeyiz.
Niye ki?
Ben senden üstünüm meselesi…
Ne olacaksın bana tepeden bakınca; seni fânî, seni âciz, seni ihtiyaçları bitmeyen seni...
Sen de ölümlüsün ben de… Farkın ne?
Bu böyle olmaz. Birbirimizi üze yora, yaralaya bir yere varamayız. Varamadık zaten.
Yollar yapınca daha sık görüşeceğimizi sandık; hayırmış!
Yolların çokluğu, uzunluğu; evlerin genişliği, cüzdanlarımızın şişkinliği bir işe yaramadı.
Kocaman üniversitelerden de bir şey çıkmadı ki dünya bu yaralı fotoğrafların sahibi…
Savaşlar bitmedi. Ağlayan çok; gülen azsa orada medeniyet yok.
Dünyaya kin duymaya, nefret etmeye gelmedik.
İşimiz muhabbet...
Arada suç işleyenler yok mu; var.
Eee hâkimler, savcılar, kanunlar var. Kuvveti haklı çıkarmanın huysuzlukları; yolda gördüklerimiz.
Edebiyat derslerine matematikçi girmediği gibi; vaziyetten vazife çıkarmayalım.
Yani yaşamak bir sanat ve o da okumak istiyor, kültür istiyor.
Yüzlerce üniversitemiz var ama cahiliye devrinde gibiyiz.
Hak, hukuk, adalet, hürriyet, eşitlik şu ân bütün dünyada ağır yaralı ve bir çok yerde ölü...
İnsan olma güzelliğini (biz olsun) yansıtabilirsek; kimmiş bunlar deyu merak ederler çıkar belki de bir değişikliğin önünü açabiliriz.
Şu bahar günlerinde kuşların, kelebeklerin kardeşliği, yaprakların o masumluğu, kedilerin bir dilim peynire koşuşu bize sükûnet adına, insanlık adına çok şey söylemiyor mu?!