Sağ baştaki içli, mütevekkil, tok gönüllü, belki beş yüz yaşında, belki bin, bana telefonda “kuzuum” diye seslenen, elinde büyüdüklerimden Nimet Ame’m… Ayaktaki Mürüvvet Ame… O da şu “çakma/çıkma” pandemide gitti. (Ki ler gitmedi ki…) Biz “ame” deriz babanın kız kardeşlerine. “Hala” yani… Anneminkilere de hala…
Nimet Ame de dünyayı 2025’in üç Mayıs’ında bitirdi. Haftalarca damla yudum sudan başka pek de bir şey yemek yok. Arınıp (temizlenip hafiflenip) gitmek istedi zâhir! Asra değecek yaşına rağmen doktorlar hemen bir şey bulamamış ki… İlk gittiğinde eve bile göndermiş. İştahım yok, diyormuş. İnsanın dünyaya ihtiyacı kalmaması; kanatlarını takmaya, menzilini görmeye başlaması mı oluyordu! Kuzuma, “ana gıı!” diyormuş arada. (Babam da son günlerinde, “Anasa, ana!” diye o şefkatin kucağını arıyormuş. Hani: “Ana başa tac imiş./Her derde ilâç imiş. /Bir evlat pîr olsa da…/Anaya muhtaç imiş.” de olduğu gibi…)
Beni niye -bölüm o değil ama- deli hastanesine götürdünüz diye bir gece evi ayaklandırmış.
Ezberinde mâniler vardı. Kendisi de yanık yanık mâniler düzerdi. Genç yaşta ölenlere, fakirlikten, hastalıktan âciz, perişan düşenlere, eşinden cüdalara, gurbete gitmişlere… Bazen de yapığının ucuyla gözyaşlarını silerek… Ve dalıp giderdi bazen ötelere…
Genç yaşta eşinden ay(ı)rılmış falan filan işte! Arada öyle ah çekerdi ki… “anlatılır” ve ağlanır.
Bu yaz babamın vefatıyla memlekette idim. Salça kaynatıyorlardı. “İlaan”ın (büyük bakır leğen) altına çalı çilpi de atmıştım. Sonra o salçadan bir büyükçe kavanoz getirmişti; oflaya poflaya, bastonuna dayana dayana… Aliii diye uzun seslenişlerin kulaklarımda ameee!
Tavuklarının yumurtasından, ektiği domates, biberlerinden de getirirdi arada. Kete, katmer, bazlama, yağlama, güveç yapsa da yesem diye içimden geçirirdim elbet. Eli lezzetliydi. Ne katarsa bilmem kaç yıllık siyah toprak tenceresine; ne bileyim. O soğuk kış dönüşünde elini öpüp ayrılmak için uğradığımızdaki o patlıcan güveç, yoğurtlu yağlama… O neydi öyle! Sofrasında olmamızdan öyle keyifliydi ki… Hele o turşusunu ne siz sorun ne ben deyim..
Bir seferinde para gönderdim; almamış. O ne demek diyordu. Ben bir şey verecek olsam hemen -azıcık ama o nasılsa “bitmeyen”- paralarına el atardı; zor durdururdum.
Bitmeyecek sandığım o günler; bitti. Bitince rüyalaşan, acılaşan, adı konulamayan “günler…”
Doksanlık çınar Cennete d/evrilmiş diye ümidim var. Bana mutlaka bir yer hazırlar; bilirim.
O zor yürüyen hâliyle ne ikramlara girişirdi. Yorulmaz mıydı?
O her yaz renk ahenk şiir gibi çiçekliğine hayran kalırdık.
Her sene adlarını yeniden sorardım çiçeklerinin. Şu gelinbaşı, şu sardunya, şu sarmaşık, şu, şu, şu sayardı.
Çok soru sorardım. Bebekliğimden, çocukluğumdan ta ölümüne yakın… Git, kadıyoran, derdi. Daha “olmadık” sorularım için de… sen gerçekten okudun mu derdi.
Bu nasıl üniversite bitirmiş diye de hayretini bakışlarından gizleyemezdi.
Ârife idi. Gel gör(me) ki… fukara, gariban, yalnız hayatlar… Acıların, Anadolu’nun kavurduğu, pişirdiği, taşırdığı yüzler, bakışlar, yorgunluklar… Otur sen de ağla. Bi’ çığlık at. Varsa maharetin sazının tellerine vur da dağılsın şu ufunet ya da yeniden çağırsın o eski zamanları.
Rabbim rahmetine al; bu gün yüzü görmemiş yüzü. Günahlarını sevaba çevir bu beni pışı pışı büyüten kadının.
Nur içinde yat ameciğim!
Fakat şu var ki o çiçekler öksüz kalacak. Onlarla nasıl da dertleşirdin! “Verene kurban olurum.” diye sanatla, sanatkârla baş başa kaldıkların gözlerimin önünde.
Henüz bıraktığın boşluğun farkında olmayan yeğenin Ali Hakkoymaz/Kadıyoran…