Ka’b b. Mâlik, Mürare b. Rebi ve Hilâl b. Ümeyye, samimî Müslüman olmalarına rağmen meşrû bir özürleri olmaksızın Tebük seferine çıkan orduya katılmayıp Medine’de kalmışlardı.
Ka’b b. Mâlik, Akâbe Bîatı’nda bulunan üç şâirden biriydi. Savaşlarda kahramanlık duygularını harekete getiren hamasî şiirler söylerdi. Tebük seferine kadar, Bedir hâriç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hattâ Uhud günü, karışıklık anında Resûli Kibriya Efendimizi (asm) miğferi altında parlayan mübarek gözlerinden tanıyıp sahabelere haber vermiş, onlara seslenerek toparlanmasını sağlamıştı. O günkü çarpışmada 11 yara almıştı. Diğerleri de Bedir Ashabından, örnek ahlâk ve fazilet sahibi kimselerdi. Peki Tebük seferine neden katılmamışlardı?
Sefer meyvelerin olgunlaştığı ve ağaç gölgelerinin altında serinlenme arzusunun şiddetlendiği bir zamanda düzenlenmişti. Resûlullah’la (asm) beraber bütün Müslümanlar savaşa hazırlandılar. Ordu, Medine’den ayrılıp gittikten sonra, bunlar hazırlık yapamadı. Bu durumları Müslümanlar gidinceye ve savaş bitinceye kadar böyle devam etti. Hiçbiri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak, ihmalkâr davranmışlar ve ordudan geri kalmışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep olacaktı.
Resuli Kibriya (asm) bir seferden dönünce âdeti gereği ilk önce mescide gidip orada iki rekât namaz kılar, sonra da halk ile sohbet ederdi. Bu sefer de böyle yaptı. Resûli Ekrem (asm) Efendimiz, henüz mescidi saadetlerinde iken bu üç sahabî af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar. Özürlerini yeminle desteklediler. Ka’b b. Malik, Resûlullah’a (asm) selâm verince, acı bir tebessümle karşılaştı. Sonra “Gel bakalım” buyurdu. “Seni harpten alıkoyan sebep neydi? Sen (Akâbe’de) bîat etmiş değil miydin?” buyurdu. Ka’b söylenenleri tasdik etti. Sonra hiçbir mazereti olmadığını, aksine hiçbir zaman bu sefere çıkıldığı andaki kadar kuvvetli ve varlıklı olmadığını söyledi. Resûli Ekrem Efendimiz (asm), “İşte, bu, doğruyu söyledi. Kalk, git; Allah, senin hakkında bir hüküm verinceye kadar bekle.” buyurdu. Diğer iki sahabî de, Hz. Ka’b gibi konuştular. Peygamber Efendimiz (asm), onlara da, gidip, Allah’ın haklarında indireceği hükme kadar beklemelerini söyledi. (Buhari, Sahih, 3: 87)
Resûli Ekrem (asm), Allah’ın kendisine vahiyle bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişiyle görüşüp konuşmalarını da yasakladı. Bu yasak üzerine, artık, herkes onlardan kaçıyordu. Görüşmek istedikleri kimseler, hattâ akrabaları bile kendileriyle görüşmek, konuşmak istemiyor, selâmlarını bile almıyorlardı. Artık yeryüzü, bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı.
Ka’b b. Mâlik, hazin ve sıkıntılı durumunu bir türlü unutamıyordu. Dünya, artık tanıdıkları o dünya değildi sanki... Bu durumları tam elli gün devam etti. İki arkadaşı, kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı; Ka’b ise, onlardan daha genç ve güçlü olduğundan dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda, çarşılarda dolaşıyordu. Fakat bir tek kişi bile onunla konuşmuyordu. Resûlullah’ın (asm) yakınında namaz kılmasına rağmen ondan yüz çeviriyordu.
İşte bu üç sahabî, böylesine acı ve ibretli bir imtihana tâbi tutulmuşlardı. Hiç kimsenin kendisiyle görüşmek istemediğini gören Ka’b b. Malik, bir gün amcasının oğlu Ebû Katade’nin yanına gitti, selâm verdi. Ebû Katâde onun selâmını almadı. Hz. Resûlullah’ın (asm) selâmını almadığı kimsenin selâmını Ebû Katade nasıl alabilirdi? Ashabı Kiram’ın, Hz. Resûlullah’a (asm) olan muhabbet ve sadâkatlerinin açık bir göstergesi olmuştu bu olay. Ka’b b. Mâlik (ra), selâmını almayan Ebû Katade’ye üç defa “Allah’ı ve Resulunü ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi?” diye sordu. Ebû Katade tek kelime cevap vermedi. Üçüncü sefer soruşunda sadece, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diye cevap verince Ka’b, gözlerinden yaşlar akarak oradan uzaklaştı. (Buhari, Sahih, 3:88; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:458)
Allah’ın Resûlü (asm) ve Müslümanların uyguladıkları boykot devam ederken Gassan Hükümdarı Cebele’den bir mektup geldi. Mektupta “Sahibin (Hz. Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş. Allah, seni hakaret görecek ve hakkın zâyî olacak bir mevkide (tahkir ve tezlil için) yaratmamıştır. Orada durma, bize gel. Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz.” (Buhari, Sahih, 3:88) sözleri yer alıyordu. Ka’b, mektubu okuyunca, kendi kendine, “Bu da bir başka imtihandır” dedi ve mektubu hemen yırtıp yakarak Hz. Resûlullah’a (asm) olan sadâkatini bir kere daha ortaya koydu. Ka’b (ra) ve arkadaşlarının tutuldukları imtihan, çilelerinin 40. günü bittikten sonra daha da şiddetlendi. Resûli Ekrem Efendimiz (asm), onlara “Bundan böyle hanımlarına da asla yaklaşmayacaklar” haberini gönderdi. Bu emri alan Hz. Ka’b (ra), hanımına, bu hususta Allah’ın hükmü gelinceye kadar, gidip babasının evinde oturmasını söyledi. Gerçekten, Ka’b b. Mâlik (ra) ile diğer iki sahabî Mürare b. Rebi ve Hilâl b. Ümeyye, çok çetin ve ağır imtihanlara tâbi tutuluyorlardı. Onların bu imtihanlarla Allah’a ve Resûlüne (asm) karşı olan sadâkatlerinin derecesi ölçülüyordu. Görüldüğü gibi, onlar da kendilerine yakışan sadâkati göstermekte asla tereddüt etmiyorlardı.
Hilâl b. Ümeyye, kendi hizmetini göremeyecek kadar yaşlıydı. Kendisine bu emir tebliğ edilince, hanımı, çıkıp, Hz. Resûlullah’ın (asm) huzuruna geldi. Kocasının içinde bulunduğu zor şartları anlattı ve yardım için izin istedi. Resûli Ekrem Efendimiz (asm), kendine yaklaştırmamak şartıyla, hizmet etmesine izin verdi. (Buhari, Sahih, 3:88)
Nihayet, çilenin 50. gününde Cenâbı Hak, Resûlüne (asm) onlar hakkındaki hükmünü göndererek şöyle buyurdu: “Allah, Peygamberini savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü affettiği gibi, içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken, o güçlük anında, Peygambere tâbi olan Muhacirlerle Ensar’ı da tövbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu tövbelerini kabul etti. Çünkü o, onlara karşı raûfdur, rahîmdir. Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki, dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir. Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve dürüst insanlarla beraber olun.” (Tevbe Sûresi, 117119)
Resûli Ekrem (asm) Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenâbı Hakk’ın, malûm üç kişinin tevbelerini kabul buyurduğunu, ashabına bildirdi. Bunun üzerine, kısa zamanda müjde onlara ulaştı. Ka’b b. Mâlik evinde düşünceler içinde kıvranırken Hz. Zübeyr yetişip müjdeyi verince, birden secdeye kapandı. Artık, üzerindeki bütün sıkıntılar gitmişti. O küçücük evi sanki bir dünya gibi genişlemişti. Sevincinden üzerindeki elbisesini çıkarıp Hz. Zübeyr’e giydirdi. Tevbesinin kabul olunduğunu duyan Hilâl b. Ümeyye de, derhâl secdeye kapandı. Uzun süre başını secdeden kaldırmadı. Müjdeyi veren sahabî, sevincinden can verdiğini sanmıştı. Hilal b. Ümeyye üzüntüsünden o kadar zayıflamıştı ki, Resûli Ekrem’in (asm) huzuruna yürüyerek gidemeyecek duruma düşmüş, merkebe binmek zorunda kalmıştı.
Ka’b b. Mâlik, tevbesinin kabul olunduğunu bir kere de Resûli Ekrem (asm) Efendimizden öğrenmek istiyordu. Bunun için Mescidi Nebevî’nin yolunu tuttu. Her gören ona, “Allah, tevbeni kabul etti; müjdeler olsun sana ey Ka’b...” diyordu. Ka’b, mescide vardı; selâm verip, Hz. Resûlullah’ın (asm) huzurunda diz çöktü. Resûli Ekrem (asm) Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Ka’b’ın selâmını tatlı bir tebessümle birlikte aldıktan sonra:
“Müjde, ey Ka’b! Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mes’ududur” diye buyurdu.
Ka’b b. Mâlik, “Yâ Resûlallah! Bu müjde senden mi, yoksa Allah’tan mı?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “doğrudan doğruya Allah katından” diye buyurdu. (Buhari, Sahih, 3: 89)
Manevî sıkıntıdan kurtulan Ka’b, son derece memnun ve mesrurdu. Tevbesi kabul olunduğu için Allah ve Resulü (asm) yolunda sadaka olarak malını dağıtmak istiyordu. Peygamber Efendimiz (asm), “Malının bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır.” (Buhari, Sahih, 3: 89, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:459) buyurdu.
Ka’b doğru sözlü olmasının mükâfatını görmüştü. Sağ kaldığı sürece yalan bir şey söylemeyi aklından bile geçirmedi.
AHMET ÖZDEMİR
[email protected]