03 Ağustos 2014, Pazar
Siyah, hayatımızdaki başlıca renklerden birisidir. Ama diğer renkleri yuttuğu için bazıları onu renk diye saymazlar bile.
Ona rağmen siyah, hayatımızda önemli bir yer tutar. Bir renk tercihinde bulunmamız için elimize ana renklerin bulunduğu renk kartelâsı verilse ve yedi renkten birisi olan siyah bulunmasa noksanlığını hemen fark ederiz. Bu renkleri bazı mevsimlerde bir arada toplandıklarını gördüğümüz de ise; Allah’u Ekber, der çığlıklar atarız. Meslek erbabı şimdi, yüzlerce hatta binlerce diyebileceğimiz renk tonu olan kartelâlar taşıyor. Çünkü günümüz tüketicilerinin sayılamayacak kadar farklı tonlarda zevkleri, tercihleri var. Renklerin tamamı kendilerine âşık olan gözler için yaratılmıştır. “Gözler ise ruhumuzun bu dünyayı seyrettiği vücudumuzdaki pencereleridir.”
Efendimiz (asm) cihada çıktığında siyah rengi “alem,” bayrak taşıtırmış. Osmanlı’da ilmiye sınıfını temsil eden müderrislerin (bugünkü profesörlerin) cübbesi beyaz olduğu halde, şeriat hukukunu temsil eden “kadı”ların giydiği cübbenin rengi siyahtır. İmamların, hâkimlerin cübbelerinin siyah oluşu da bu anlamı ifade eden bir semboldür. Her şeyimizi çoğalttığımız gibi, kelimelere bile çoklukla, şaşırtan anlamlar yükledik. Türkçemizdeki siyah sözcüğüne bir kelime daha ilâve ederek, biraz daha siyahlaştırmış, “kara” demişiz. Hatta zaman zaman “kapkara, zifiri karanlık” gibi ifadelerini de kullanmışız.
Siyahı iyice karartmakla yetinmeyip bir anlam daha yüklemişiz. “Karayazı,” “kara vicdanlı gibi…” Daha da ileri giderek bembeyaz karlarla kaplanmış tabiata bile bühtan etmiş, “karakış” diyerek işitene; pes doğrusu, dedirtmişiz. İnsanoğlunun iç dünyası kararınca nasıl da karalama kampanyasına başlıyor. Hatta hemcinsi olan insanları bile ince bir ayarla, ustaca; telmihler, teşbihler, kinayeler kullanarak kendisini anlatmaya alet edebiliyor.
Daha düne kadar kara kömür kıymetli bir madendi. (Aslında ne yalan söyleyeyim kömüre maden denildiğini öğrendiğim küçük yaşlarda bir türlü mantığım kabul etmemişti. Daha sonraları zar-zor, kerhen aklıma sığıştırdım. Hani maden denilince aklımıza kıymetli taşlar gelir ya…) Evlerimizi ısıtarak bizlere doyulmaz, tadılmaz, sıcacık mutlu hayatlar veriyordu. Kara kömürle ısınan mekânlarda ne de güzel hayatlar yaşamıştık. Hatta hâlâ da yaşamıyor muyuz? Bu güzel hayatlar kömür ocaklarına felâketlerin geldiği güne kadar sürmüştü. İşte tam da o gün kara kömürün ocakları kararttığı, karalar giydirdiği, kara kurdelâlar taktırdığı kara yazıları açığa çıkarttığı gün odamızdaki kara kömürün sıcaklığı da gitti. Üçyüzbir güzel insan; baba, kardeş, oğul, amca, dayı, dede, ağabey bu yalan dünyadan hakikî ve ebedî kalacakları dünyalarına bizden önce gittiler. Onlar aileleriyle bir daha hiç sofraya oturamayacaklar, sohbet edemeyecekler, gezip-tozamayacaklar, kahvaltı yapamayacaklar. Ancak zaman zaman rüyalarında görüşebilecekler. Demek bu dünyanın bir rüyadan başka gerçekliliği yokmuş. Efendimizin; “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” Sözü ne kadar da gerçekmiş. Artık o güzel insanlar hatıralarda yaşayacak dost ve yakınlarının rüyalarını süsleyecekler.
Ölüm karşısında bizleri teselli edecek tek desteğimiz ikinci bir dünyamızın var oluşudur. Bunu bize Fatiha Sûresinde; “maliki yevmiddîn -din gününün sahibi” ifadesiyle Allah bildiriyor. “Din günü-ahiret günü” tabiri orijinal ve yalnız Kur’ân-ı Kerîm’e ait bir tabirdir. Bütün kütüphaneleri tarasanız, hiçbir kitapta bu tabire raslayamayız. Allah kendi iradesiyle nasıl bu dünyayı yaratmışsa, biz insanlara ahiret âlemini de o lütfetmiştir. Ölümleri, oluş şekillerini, sebeplerini enine boyuna tartışabiliriz, tartışabilirsiniz, ancak Mü’min olarak “kaderi” tartışamayız. Onun içerisinde insanın iradesiyle talep ettiği kısım, başkalarının iradesiyle müdahil olduğu kısımlar olduğu gibi, Allah’ın iradesiyle olan kısımları da vardır. İşte bunların tamamına “kader” diyoruz. Ancak insanları mağdur edenlerden hesap sorulmasının yanında, hiçbir insanın; kaderinin Allah’ın iradesiyle olan kısmından dolayı zararlı çıkmayacağı da kesindir. Kaza geçirenlere Allah’ın hükmî şehitlik makamı vermesi bu mükâfatlardan sadece birisi... Hiç, Allah bir kulunun kaderini kötü yazar da, aciz, zayıf, kendisine muhtaç bir kuluna karşı mahcup duruma düşer mi? Her kulun kaderi, Cenneti kazandıracak programda yazılmıştır. Ancak kul iradesiyle tercihini yapar. Bu güzel kaderini nefsine uyarak, berbat bir şekilde sonlandırabilir. Allah da kulun tercihine göre hükmeder. Bu durumda bile kul iyi niyetli idiyse Efendimizin (asm) şefaat etme yetkisi devreye girebilir ve kulun yine kurtulma ihtimali vardır. O halde asla “kötü kader, kara kader” diye bir şey yoktur. Bunlar cehalet göstergesi sözcüklerdir. Kaza ve belâlar karşısında mü’min kimsenin tavrı; “kadere evet, ihmale, tedbirsizliğe cinayete, cehalete hayır” olmalıdır. Zalimler elbette cezalarını görmeliler, görecekler de.. Ama bu durumda kader asla suçlanamaz. Bunun yararı da yoktur. “Kadere itiraz eden başını örse vurur, kaderi tenkit etmek kırık kolla yumruk atmaya benzer.” Belâ ve musîbetler ne kadar büyük olursa olsun mü’min bir kul, kendisini bekleyen güzelliklere şüphesiz inanmalı, O’na olan imanını asla sarsmamalı, gölgelendirmemeli. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlikle) imtihan ederiz. (Ey Peygamber) sabredenleri müjdele” (Bakara Sûresi, 155)
Sahi, şu dünyanın felâketleri karşısında, ikinci bir dünyamız olmasaydı biz ne yapardık?
Şükür ki ceza var, şükür ki mükâfat var,
Şükür ki Allah bize en büyük yâr…
Belâlar sel olsa yükselse âhım,
Deryaları doldursa da günâhım,
Çare kulda değil sende Allahım.
MUHSİN DURAN
Okunma Sayısı: 1660
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.