Kararlıydım. Bu kez kelimelerin esaretinden kurtulacak ve sadece söylenmesi gerekenleri dile getirecektim.
Nasıl mı? Jest ve mimiklerimi kullanarak. En çok da… Susarak.
“Lâf biliyorsan konuş ibret alsınlar / Lâf bilmiyorsan sus insan sansınlar.”
Ne güzel söylemiş Hz. Mevlânâ. Oysa bizler, sırf konuşmak için konuşuyoruz. ‘Lâf olsun torba dolsun’ derler ya, o misâl. Ağzımıza geleni, tartmadan, yararlı mı zararlı mı diye düşünmeden… Rastgele. Her şeyden bahsediyoruz. Meselâ yolda gördüğümüz bir insana, onu hiç tanımadığımız halde, bir çırpıda hayatımızı özetleyiveriyoruz. Sonra da böbürlene böbürlene, hayatım roman olur, diyoruz müstehzi bir gülüşün eşliğinde.
Eşim işten geldiğinde sessizliğimi fark etti. Hayretle beni izliyordu. Her zaman çok konuştuğumu söyler, bana takılır dururdu. Şimdi bu suskunluğumu neye yorumlayacağını düşünüyor olmalıydı. İçinden şöyle geçiriyordur: ‘Eyvah, yine bir kusur işledik. Ama ne?’ Dakikalarca düşünecek: ‘Acaba bugün evlilik yıl dönümümüz mü, yoksa onun doğum günü mü? Belki de başka bir şey için söz verdim. Yine unuttum yahu!’ Sonra acele adımlarla antredeki hatırlatma panosuna bakacak, ardından rahat bir nefes alacak. Çünkü düşündüklerinin hiçbiri değil. Salonda üç kere volta attı, mutfağa yanıma geldi. Buzdolabını açtı, sürahiyi aldı. Öte yandan çaktırmadan yüzüme bakıyor. Ahh nasıl da tanıyorum ben bu adamı… İşte antreye gidiyor. Su içecektin hani? Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Şimdi sıkıntısını boşaltan bir nefes bırakacak evin odalarına. Ve bıraktı. Yanıma geliyor. Merakından ha çatladı ha çatlayacak. Dayanamayıp soruyor:
“Niçin suskunsun?”
Onun için hazırladığım kâğıdı gösterdim, seslice okuyor:
“Ben Rahman için oruç adadım; bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de. Meryem sûresi, 26”
Rahatlıyor.
“Bana da deseydin keşke beraber tutardık.”
‘Sen nasıl tutacaksın, bütün gün işyerinde insanlarla muhatap oluyorsun’ diyecektim ki, kendimi tuttum. Zor tuttum ama. Karşılıklı gülüştük, ben sessizce, o kahkaha atarak.
Salata malzemelerini eline tutuşturdum. Sair zamanlarda o salatayı yapar, ben de yemeği hazırlarken günümüzün muhasebesini yapar, havadisler verirdik birbirimize. Lâkin bu sefer o anlattı, ben dinlemekle yetindim. Anlattığı konunun ciddiyetine göre kaş göz işaretleriyle onu dinlediğimi gösteriyordum. Oh be! Ne kadar rahat bir hayat. Lâf anlatacağım diye uzun cümleler kurmuyor, gereksiz açıklamalarda bulunmuyorum. Sabretmeyi öğreniyorum. İlginç olan, dilimin ucuna gelen pek çok cümlenin aslında ne kadar da lüzumsuz olduğu. Konuşurken değil, susarken fark ediyorum bunu.
“Canım sıkılıyor, konuş artık.”
Mızmız bir çocuk gibi söyleniyor. Saçlarını karıştırdım müşfik bir edayla. Kafamı salladım olmaz dercesine. Dudaklarını büktü. Bazen otuz yaşında bir adamla değil de bir çocuk ile evli olduğumu düşünüyorum. Fakat kararlıyım; bu deli çocuk ne yaparsa yapsın bugün tek kelime dünya kelamı etmeyeceğim. Etmeyeceğim işte…
SALİHA FERŞADOĞLU