Geçtiğimiz günlerde vefat eden ve vasiyeti üzerine önce namazı kılınıp sonra cenazesi yakılan Fransız düşünür Roger Garaudy’nin bu çelişkili vedası, Müslüman olduktan sonra sergileyegeldiği diğer çelişkilerin tuhaf bir devamı ve uzantısı niteliğindeydi.
Ve biz bu çelişkilerin epeyce bir kısmını, bir kitabının Türkçeye çevrilip yayınlanması vesilesiyle yaptığı Türkiye ziyareti sonrasında Köprü dergisinin Ocak-1984 sayısına kapak olan “Garaudy muamması” yazısında değerlendirmiştik.
Kısa bir özetini sunacak olursak:
Dış dünyadan İslâm saflarına girenlerin sayısı artarken, yeni Müslümanların, eski mâlûmatlarıyla birlikte geldikleri gerçeği unutulmamalı. Küçük ihmaller, Müslümanların zihninde İslâma yabancı fikirlerin yer etmesine yol açabilir.
Bu, uzun yıllar Fransız Komünist Partisinin teorisyenliğini yaptıktan sonra İslâma girdiğini açıklayan felsefeci Prof. Garaudy için de geçerli.
Partideyken Marksizmle Hıristiyanlık arasında diyalog kurmaya çalışması, döneklikle suçlanıp ihraç edilmesine sebep oldu. Müslüman olunca aynı diyaloğu İslâmla da kurmaya çalıştı.
Türkiye’de yaptığı açıklamalarda Marx ve Lenin’e hayranlığını gizlemedi; Marx’ı Yahudiliğin insanlığa kazandırdığı değerler arasında zikretti.
“İslâmiyetin olduğu kadar, Hıristiyanlık ve Marksizmin de militanıyım” ifadesini kullandı.
Kur’ân’da her halk ve zaman için geçerli bir hukuk sisteminin bulunabileceği fikrini, İslâmın istikbali için öldürücü bir yorum olarak niteledi.
Mezheplerle uğraşmayı zaman kaybı saydı ve yeni içtihadlar yapılması çağrısında bulundu.
Tesettür bahsinde, kıyafet konusunun çok önemli olmadığını, günümüz Müslümanlarının önündeki en mühim meselelerin büyüme ve kültür modelleriyle ilgili hususlar olduğunu söyledi.
İslâm dünyasından refesans gösterdiği örnekler, kendi sosyalist görüşleriyle çakışan Nâsır, Kaddafi, Bumedyen gibi diktatörler ve Benî Sadr, Bin Bella gibi—aktif şekilde destek verdikleri devrimler tarafından dışlanan—kişiler oldu.
İslâm kültür ve medeniyetini Araplarla sınırlayıp, Osmanlıyı bu medeniyetten ayrı tutarken, tam tersine Arap kültürünün 500 sene “Türk müstemlekeciliği” altında yaşadığını iddia etti.
Dahası, çok hassas itikadî konularda bile, “Bizden olmayan bizim kitaplarımızı okumasın” diyen İbni Arabî başta olmak üzere, bazı isimlerden riskli iktibaslar yaptı ve onlara dayanarak imanî ölçülere uymayan yorumlarda bulundu.
Köprü’deki yazıda bunları ve mümasil tesbitleri sıraladıktan sonra konuyu şöyle bağlamışız:
“Garaudy’nin, ne yapmak istediğini anlamak pek mümkün olmayan bir kimse olduğunu görüyoruz. Garaudy, doğruların arasına bir o kadar da yanlış fikirler karıştırmaktan geri durmuyor. Bariz vasfı da burada kendisini gösteriyor. Bu bakımdan, onu ele alırken ayrı bir ihtiyat ve dikkat gerekiyor. Müslümanlar, dinlerini Garaudy’den öğrenmeye muhtaç değiller. Ama kendi meselelerine sahip çıkma hususunda ihmalkâr davrandıkları müddetçe, onları yeni Garaudy’lerin elinde görmeye devam edecekler...”
Bu değerlendirmelerin üzerinden 28 yıl geçti.
Garaudy’nin vefat anına kadar, bu tesbit ve eleştirilerde vurgulanan hususlarda herhangi bir tashih yaptığına dair bir bilgiye sahip değiliz.
Tam tersine, “Cenazemi yakın” vasiyeti, İslâm inanç, kültür ve gelenekleriyle örtüşmeyen yaklaşımlarını devam ettirdiğinin en son işareti.
Ömrünün büyük kısmını Marksist ve sosyalist olarak geçirmiş bir ecnebinin İslâmı seçtikten sonra “dört dörtlük” bir Müslüman olmasını beklemek belki doğru değil. Özellikle “teferruat” sayılabilecek konularda sergilediği farklılıklar da bir yere kadar “normal” karşılanabilir.
Ama Garaudy’ninkiler bu çerçeveyi aşıyor.
Tabiî, hasenat-seyyiat dengesi açısından nihaî hükmü İlâhî adalet verecek. Bize düşen, Allah’ın ona da rahmetiyle muamele etmesini dilemek.