Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Güçlü iman, başarı kaynağı



Bir derginin, “Funk’un babası, soul icracılarının hası, ‘blues’un kralı 70’lik dede” diye tanıttığı James Brown, “51 yıllık müzik hayatınızı nasıl değerlendirirsiniz?” sorusunu şöyle cevaplandırmış:

“Müziğimdeki başarının temeli, Allah’a olan güçlü inancımdır.” (Tempo, 6 Temmuz 2006)

Doğrudur: Her başarının altında ‘inanç’ yatar.

*

Her şeyin ‘normal’i iyidir

İskoçya’nın Glasgow Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, normal doğumla dünyaya gelen bebeklerin sezaryenle doğanlara oranla hastalıklara karşı daha dayanıklı olduğunu ortaya çıkarmış. Bunun sebebi ise, normal doğum sırasında bebeğin bağışıklık sistemini güçlendiren, “Bifidobacteria” isimli bir bakteriyi almasıymış. Araştırmayı yürüten Prof. Christine Edwards, “Sezaryenle doğan bebeklerin sindirim sistemlerinde bakteri olmadığı için, bağışıklık sistemi gelişmeye başlayamıyor” diye konuşmuş. (Sabah, 8 Temmuz 2006)

Anne adayları, ‘fıtrat’ı dinleyelim!

*

Allah nazarlardan saklasın

4 yaşında bir kızımız, okuduğu şiirlerle—haklı olarak—ilgi odağı oldu. Kolay değil, büyüklerin bile kolay ezberleyemediği İstiklâl Marşını ve başka bazı şiirleri protokol önünde ezbere okuyor.

Bazı uzmanlar, 4 yaşındaki Suğra’nın ailesini, ‘şöhret’ noktasında ikaz ediyor. Uzmanlar, bu ikazlarında haklılar. Her halde ailesi de bunları kulak ardı etmez.

Başka noktalara da dikkat etmek lâzım. Gazete sayfalarına akseden fotoğraflara bakınca—kimse yanlış anlamasın—kızımızın kıyafetini şahsen doğru seçilmiş bir kıyafet olarak görmedim. “Bu çağda bu kafa” diyenler de olabilir, ama ‘Allah nazarlardan saklasın, maşaallah’ dediğimiz kızımız için ailesine yine de hatırlatmamızı yapalım: Daha uygun kıyafetler seçilmesi isabetli olur.

*

Dünyadan sayılar

* Çin Ekonomik Bakanlığı, ağaçları korumak amacıyla yürürlüğe giren yasayla kullanılıp atılan yemek çubuklarından yüzde beş vergi almaya başlamış.

* Yılda 45 milyar çift yemek çubuğu üretmek için 25 milyon olgunlaşmış kavak ve kayın ağacı kesiliyor.

* 2005 yılında havayollarında bütün dünyada 30 milyon çanta kaybolmuş. Kendi alanında bir rekor olan bu kayıplardan 250 bini bulunamadı.

* Geçtiğimiz yıl havayolları şirketleri kayıp bagajları sahiplerine ulaştırmak için 2.5 milyar dolar harcadı. Bu rakam, 2004’de 1.6 milyar dolardı.

* Ciddî bir kuraklık yaşayan Somali’de şu an 2.1 milyon kişinin acil yemek ve su yardımına ihtiyacı var. (Vs dergisi, Haziran 2006, sayı: 18)

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Doğrulardan taviz vermeyelim



Her türlü ahlâksızlığı irtikap edecek şekilde hareket etmenin normal karşılandığı bir zamanda, insanlığın içine düşmüş olduğu durumdan dolayı içimiz kan ağlıyor. Doğruların garipsendiği, yanlışların zamanın gereği olarak kabul edildiği bir zamanda, insan olmanın erdemini yaşamak isteyenlerin işi oldukça zor bir duruma gelmiştir. İşte böyle bir zamanda insanlığın değerlerini ayakta tutmak oldukça önemli bir vazife durumundadır.

Sefih bir hayat içinde olanların hayasızlığın en alçağını yaşadığı bir zamanda, içi kan ağlayan insanların da buna mukabil olabildiğince ahlâkî kural ve kaideler içinde yaşaması gerekmez mi? “Her şey zıddıyla bilinir” hakikatı gereğince, ahlâksızlıktan kaynaklanan hayat tarzları, ahlâkın insan için gerekliliğini kabul eden insanlar için bir kamçı olmalı ve insanî değerlerden taviz vermeyecek bir yaşantı biçimiyle onların karşısında dik durabilmelidirler.

Birileri daha fazla açılmak ve saçılmak için elinden geleni yapıyorsa, bizler de bu denî tercihler karşısında olabildiğince örtünme kurallarına uymalıyız. Birileri insanın bütün uzuvlarını belli edecek bir giyim tarzıyla utanma duygusundan yoksun bir şekilde karşımıza çıkıyorsa, bizler de inancımızın gereği olarak uzuvlarımızı belli etmeyecek genişlikte elbiselerle onların karşısına çıkmalıyız.

Birileri ibadet etmemeyi, kuralsız yaşamayı zamanın gereği olarak görüyorsa, bizler de hiç çekinmeden ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan en güzel bir şekilde İlâhî kurallara uymalı, ibadetlerimizi ifa etmeliyiz. Birileri inancımızı hor görüyorsa, bizler inancımızın kurallarını vazgeçilmez olarak topluma gösterebilmeliyiz.

Birileri sefahet merkezlerini kendilerine toplanma merkezi olarak kabul etmişse, bizler de Ezan-ı Muhammedî’nin sesine kulağımızı kabartıp toplanma merkezlerimiz olan camilerimize, sohbet mekânlarımıza koşmalıyız. Birileri müskiratlarla aklını başından alarak hayattan zevk alma yoluna gidiyorsa, bizler de Allah’ın bizler için helâl kıldığı nimetlerle ihtiyaçlarımızı giderip ayık ve uyanık bir kafa ile Rabbimize şükür etmekten geri kalmamalıyız..

Birileri insanları, renkleri ve ırkları ile değerlendirip kendileri dışındaki insanları “diğerleri” olarak görüyorsa, bizler de bütün insanların Hz. Âdem’in (a.s.) çocukları olduğu gerçeğinden hareket ederek, insanları “insan” oldukları için sevmeli ve ancak Allah’a olan yakınlıklarıyla değer kazanabileceklerini haykırmalıyız.

Birileri toplumdaki insanların içine kin ve haset duygularını yayıyorsa, bizler de dinimizden kaynaklanan kardeşlik ve barış duygularını yaşamakla çevremize örnek olabilmeliyiz. Birileri dünyasını menfaat üzerine kurmuşsa, bizler başkalarını da düşünerek hodgâmlığın hayatımızdaki saltanatını yıkmaya çalışmalıyız.

Birileri saygıyı unutmuş ve yaşlı ebeveyniyle bir arada olmaktan utanma seviyesine inmişse, bizler büyüklerimize saygıda kusur etmemeli, gerekirse yaşlılarımızı sırtımızda bile taşımaktan çekinmemeliyiz. Birileri sevgiyi hep dünyevî şeylerde aramayı hayat tarzı olarak kabul etmişse, bizler de sevgilerimizi İlâhî atmosfer içinde hemcinslerimizle ve hatta bütün mahlûkatla paylaşmasını bilmeliyiz.

İnsanlığımızın ve inancımızın doğrularını başımızı dik olarak topluma gösterelim. Hayvanî kurallar çerçevesinde yaşamayı kendilerine prensip olarak kabul edenlerin değersiz bakışlarından çekinerek en ufak bir sapma içine girmeyelim.

Unutmayalım ki bizler samimiyetle inancımıza sahip çıktığımız ölçüde değerli olabiliriz. Dünyevî herhangi bir endişe taşımadan inancımızın güzelliklerini hayatımıza geçirdiğimiz ölçüde aydınlık arayan insanlara gerçeklerin yolunu gösterebiliriz.

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Zaman altına girmek



Yeni cevaplar için yeni sorularla başlayalım. Nelerin değiştiğine dair bir listeniz var mı? Bu listede, sizi ve hedeflerinizi öncelikle ilgilendiren konular nelerdir? Sizce, yaşanan değişiklikler neden oldu? Sizden, toplumdan, sistemden veya küresel güçlerden kaynaklanan etkileri ayrı ayrı tahlil ediyor muzunuz?

Meselâ yeni sonuçları, nasıl dikkate alıyorsunuz? Müsbet yorumunu ve size düşen sorumluluklar ile atılması gereken adımları nasıl belirliyorsunuz? Sadece “Hayır” mı diyorsunuz? Ya da yapamayacağınıza kendinizi ve başkasını inandırmaya mı çalışıyorsunuz?

Belki de yapılmaması gerekenler var. Ya da size göre değil. Peki, bir başkasının yapmasını nasıl düşünüyorsunuz? Evde, sabahleyin birisinin alış veriş yapması gerekir. Ya siz, ya da bir başkası. Bunun dışındaki yorumlar çok anlamlı mı?

“Yeni hal” listeniz hazır mı? Bediüzzaman’ın yeni durumu ifade eden bu hükmüne göre yeni hal; bir defalık veya bir asırlık ani değişim olmadığına göre, süreklilik içinde yaşanan bir doğru değil mi? Uzayan, iç içe, karmaşık, bazen sade, bazen de anlaşılması güç yeni yorumları ile bizzat bizi etkileyen sonuçları üzerine ne kadar ortak akıl geliştirebiliyoruz? Problemlerimizle yüzleşip, çözüm konusunda farklı tekliflere ne kadar açığız?

Niyet ve yaklaşımı sorgulamadan, müzakere kültürü içinde, kariyer tercihinden iş tercihine, hedeflerimizi planlamaktan, geleceğimize ait heyecanları paylaşmaya ve yeni sonuçlara kilitlenmeye kadar nasıl bir yenilenme/tekâmül/inkişaf hattında ilerliyoruz?

Fay hattımızın korkuları ile sağlam zeminin güvenilirliği arasında tercih yapma ve kendimizi aşma noktasında cesaretimizi ne kadar kullanıyoruz?

Şuurlu cesaretin ortak akılla yakalayacağı toplu faydalar, kısmî ve sınırlı muhayyilemizin kendine dönük vehimlerini aştığında, fütuhatımızla kendimizi fetheder ve açılırız. Ferahlarız. “Oh” diyecek memnuniyeti, zorlu bir geçişten sonra hak ederiz.

Bitmeyen isteklerimiz, sınırsız arzularımız, farklı olma fıtrîliğimiz ve muvaffakiyet talebimiz; yenilenme eğiliminin ve “tebdil-i mekân” kadar, “tebdil-i vaziyet” ferahlığına ve heyecanına duyulan hasretin sessiz adıdır.

Yenilenmenin önemli fonksiyonlarından biri de zamanı doğru kullanmaktır. “Zaman altına girme” ifadesini risâlede okuduğumda çarpılmıştım. Zaman, bir süreç ve işleyişi ifade eder. Bir akışı ve limiti tanımlar. Yani süreyi, diğer adıyla sınırlılığı belirtir.

Zamanın altına giren, zamanı yaşar ve doğru anlar. Yaşadıkları ile hareket eden, daha gerçekçi olur ve yaşanan sürecin verileri, gözlemleri, bulguları ve bilimi ile birlikte müşahede âlemini açık tuttuğunda sağlıklı neticelere varır.

Bir mevzuda konuşabilmenin, iş yapmanın, yeni bir şey söylemenin ve yeni yorum katabilmenin rahatlığı, zaman altına girmekle mümkündür. Yenilenme, sürecin içinde sorumluluk alarak, görerek ve bizzat yaşayarak fark etmekten geçer.

Zaman altına girmek, elini taşın altına koymaktır. Gemide, beraberce tayfa sorumluluğudur. Yaptığınızda bilir, bildiğinizde konuşursunuz.

Zaman altına girildiğinde, bireylikten çıkıp model olma durumu söz konusu olur. Modellenen bir yapı, insanın zaman altına girmesine bağlı. Bu işleyiş ve gayret sürekliliği, yeni bir faaliyet ve muvaffakiyetin temsilini ortaya koyar. “Ferd-i âhar”, son modeliyle teceddüdün tekâmülü içinde kendini daha iyi hisseder.

Modelleme çerçevesi, Risâle-i Nur’un temel ölçüleri ile yapılandığında, her olayın, vaziyetin, sonucun modellenecek yönü ortaya çıkar. Değerler kümesi ile sonrasına taşınacak ve nümune-i misâl olacak örnekleme biçimi, düşünmenin yoğun kalitesi ve ortak amacın ortak hedefi gerçekleşir.

Sistemlerin yenilenen hücreleri, insan nevinin iftiharı olduğu gibi, geleceklerinin de müjdecisidirler.

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Lübnan Zirvesi



Başbakan Erdoğan, tatiline bir günlüğüne ara vererek Ankara’ya döndü. BM’nin ateşkes kararının yürürlüğe girmesinden 2 saat sonra, Ankara’da Lübnan konusunun ele alındığı bir güvenlik zirvesi toplandı.

1 saat 40 dakika süren toplantıda, Lübnan’da görev üstlenecek olan Barış Gücüne Türk askeri gönderilmesi konusu ele alındı.

Toplantıdan sonra yapılan yazılı açıklamada, Lübnan konusunda BM’nin yeni bir karar alması gerektiği dile getirilirken, kullanılan dil, Ankara’nın gelişmeleri bir süre izleyip sislerin aydınlanmasını beklediği yönündeydi.

Çünkü, Türkiye’de dahil olmak üzere, tüm dünyada bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağı konusunda kuşkular var. Yüzlerce kez ateşkesler ilan edilip, ateşkeslerin ihlal edildiği bir coğrafyadan ve BM’nin sayısız kararını kabul etmemiş olan bir İsrail’den söz ediyoruz.

Ancak Dışişleri Bakanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın daha önceki ifadelerinden de hükümetin Lübnan’a asker gönderme konusunda istekli olduğunu anlıyoruz. Hatta Lübnan Başbakanı Fuat Sinyora’nın, Başbakan Erdoğan’la görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada, Lübnan’a asker gönderecek olan ülkeleri sayarken Türkiye’den söz etmesi, bu konuda iktidarın angaje olduğunu gösteriyor.

Her gün yeni belâları davet eden bir coğrafyanın, adaleti olmayan bir savaşın ve kanlı parmaklarıyla “Yeni Ortadoğu”yu şekillendirenlerin meydana getirdiği vahşetin tam ortasında, bıçak sırtı bir durumdayız.

İslâm coğrafyasına yönelik planlarını aldatma üzerine kurmuş, her defasında sonu yeni bir vahşete çıkan projelerine bizi alet etmeye çalışan bir müttefikimiz var: ABD...

Şimdi, bizi Lübnan batağına çekecek olan yeni bir yalan halkası ile karşı karşıyayız. Başbakan Erdoğan’ın dünya lideri olma hevesine rağmen, ABD ve İsrail’in her defasında aldatan tarafta olması, Türkiye’nin ihtiyatlı hareket etmesine neden oluyor. Öyle de olmalı. Çünkü büyük bir belâ ile karşı karşıyayız.

BM kararı netleşmeli. Ancak BM’nin de, ABD’nin bir oyuncağı olmaktan öte anlam ifade etmediği unutulmamalı. Bununla birlikte, BM kararına sığınmak yerine, Lübnan’a asker gönderilmesi konusu Meclise getirilmeli. Zirvede de bu yönde bir eğilim olduğu konuşuluyor. Ve süreç beklenmeli. Zaten orada geçici bir güç var. Asıl sorun oraya biran önce bir gücün gönderilmesi değil, İsrail’in BM kararını tanıyıp tanımadığının ortaya çıkması.

Başbakan Erdoğan’ın dünya lideri olma arzusuna kapılsaydık, Türk askeri bugün Irak batağında olacaktı. Şimdi daha beter bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü İsrail ve ABD’ye güven yok. Peki, Türkiye bu bölgede iki ülkeye rağmen bir politika oluşturabilir mi? Mümkün değil.

Ortadoğu konusunda dünyanın saygın isimlerden ve yayın organlarından birkaç satır yansıtmak istiyorum.

Independent Gazetesine göre,”Asıl savaş şimdi başlıyor.” BM kararlarının çokuluslu güç konusunda belirsiz ifadeler içerdiğine dikkat çeken Robert Fisk, “Olayın tüm tarafları için trajik ve ölümcül bir Lübnan savaşı asıl şimdi başlıyor” diyor. Haklı ve isabetli olarak İsrail’in çatışmalara devam edeceğine dikkat çeken Guardian ise, “kazananı olmayan savaş” demeyi uygun görüyor bölgede yaşananlara.

Savaşı başlatan kim sorusuna, “İsrail” cevabını veriyor Guardian tereddütsüz olarak, ancak başlatılan tarafın bitirme konusunda istekli olmadığının da altını çiziyor. 1100 Lübnanlı sivilin hayatını yitirdiği, çoğu çocuk yüzlerce masum Filistinli’nin öldüğü kirli bir savaş bu.

Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlükler getirecek deyip, işgal, iç savaş ve katliamdan başka bir şey getirmeyen Büyük Ortadoğu Projesi’nden, Bayan Rice’nin ifade ettiği gibi, “Yeni Ortadoğu” sürecine geçmiş bulunuyoruz. Bu sürecin düğmesine İsrail askerlerinin kaçırılmasıyla birlikte basıldı. Amaç, elbette ki 2 askeri kurtarmak değildi. Bu yüzden Filistin ve Lübnan işgal edilmedi.

Vietnam Savaşı’ndaki My Lai katliamını ve Irak’taki Ebu Gureyb cezaevindeki tecavüz skandalını ortaya çıkaran gazeteci Seymour Hersh, Lübnan işgalinin İran operasyonunun bir provası olduğunu belirterek, İsrail müdahalesi kararının yaz aylarının başında ABD’de aldığını belirtiyor, güvenilir kaynaklarına dayanarak.

Hersh, “Bu bilgiyi veren ABD’li danışman şöyle konuştu” diyor: “İsrailliler bize, savaşta bir taşla birkaç kuş vurulacağını söylediler. Karşı çıkmamız için bir neden yoktu. Hizbullah avlanacak, füzeler, tüneller ve bunkerler havadan bombalanacaktı. İran için demo (prova) olabilirdi.”

Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında yapılan Lübnan Zirvesi’den çıkan, sürecin bir süre daha takip edilmesi görüşü, soğukkanlı bir şekilde korunabilmeli. Genelkurmay Başkanlığı bağlamında “kodumu oturtma” tartışmasının yapıldığı bir dönemde, ABD’nin gazına gelip yapacağımız tez canlı bir hareket, bizi kondumu oturtulan bir pozisyona düşürebilir...

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sıkışma



BM Genel Sekreteri Annan “Lübnan krizi Filistin’i unutturmasın” ikazında bulundu. Ama bu uyarı da işe yaramış görünmüyor. Dahası, Lübnan’la ilgili diplomatik çabaların başarı şansı belirsizliğini koruyor.

İsrail Lübnan’a saldırılarını ateşkese rağmen sürdürürken, Filistin’i ihmal etmeyip, aklına estikçe orayı da vurmaktan geri kalmıyor.

Filistin’i hedef alan saldırıların yoğunlaştığı Temmuz’un ilk günlerinde Erdoğan Bush’u aradığında ondan “Sizin hem İsrail, hem de Filistin üzerinde büyük nüfuzunuz var. Bu etkinizi kullanın” şeklinde bir tavsiye almıştı.

Bu görüşmeden iki hafta sonra Başbakan, “Biz Ortadoğu’ya barış ve demokrasi getirsin diye BOP’ta yer almıştık. Ama gelişmeler onu göstermiyor. Öyleyse bize düşen, bu durumu gözden geçirmektir” diyerek, “BOPtan ayrılma resti” gibi algılanan hayli dikkat çekici bir çıkış yaptı.

Ancak görebildiğimiz kadarıyla bu çıkış bilhassa Amerika ve İsrail cenahında pek kaale alınmadı.

Öyle ki, bir hafta sonra gerçekleşen ikinci telefon görüşmesinde Bush Erdoğan’ı “Güçlü bir liderlik sergiliyorsunuz” diye övmeye devam etti. (İki sene önce Türkiye’ye Yemen’le birlikte BOP'ta “eşbaşkanlık” görevinin verildiği G-8 zirvesinde de ABD Başkanı AKP liderini “Büyük adamsın” diye methederek sırtını sıvazlamamış mıydı?)

Sonraki günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, bu telefon görüşmeleri için, “ABD’nin Türkiye’yi çok ciddîye aldığının göstergesidir” değerlendirmesini yaptı.

Oysa Erdoğan yaz başında İran’dan dönerken Beyaz Saray’a ilettiği “âcil randevu” talebine haftalarca cevap alamamıştı. Başbakanın son beyanlarından anlaşıldığına göre, Bush Eylül’e randevu vermiş. Nihayet!

Hal böyle iken, iki telefon görüşmesinin bile Erdoğan’ı “istenen çizgi”ye çekmek için yeterli olduğu gözleniyor. Başbakanın Filistin ve Lübnan’daki bebek ve sivil katliamları için İsrail ve ABD’yi eleştirmekten kaçınması, çıktığı CNN ekranında soruları “Şu anda suçlu arama durumunda değiliz” gibi yuvarlak beyanlarla geçiştirmesi ve dahası yeni ABD taleplerine olumlu mesajlar vermesi, bunu gayet açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Başbakanın, “BOP’a rest” gibi anlaşılan çıkışından sadece iki hafta sonra “ABD Türkiye’yi Lübnan’da oluşturulacak istikrar gücünde sorumluluk almaya davet etti. Mevcut duruma bakarsak elbette bu görevi yerine getirmemiz gerektiğini hissediyoruz” demesinin başkaca bir anlam ve mesajı olabilir mi?

Oysa böyle bir gücün İsrail ve ABD’den başka kimsenin işine yaramayacağını, mevcut İsrail politikalarına karşı çıkan Yahudi siyasetçiler dahi söylüyor ve Türkiye’yi bu konuda uyarıyorlar. (Bkz. Yeni Asya, 10.8.06)

Buna karşılık, İsrail’i eleştiren AKP’lileri Erdoğan’a şikâyet eden Yahudi örgütü Anti-Defamation League, evvelce “cesaret ödülü” verdiği Başbakandan, “Türk halkına İsrail’in savunma hakkını kullandığını, Hizbullah’ın terör örgütü olduğunu anlatmak için elinizden geleni yapın” talebinde bulunuyor.

Erdoğan bu talebe ne cevap verecek?

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şereflerini neye borçlulardı?



Küfrün karanlıklarında kalmış, dehşetini bütün iliklerine kadar hissetmiş; hayatın tatsız, tuzsuz yaşanmaz hâle geldiğini fark etmiş, imanın aydınlığına kavuştuğunda her şeyin anlamını, değerini, önemini kavramış; gerçek huzurun, lezzetin mutluluğun ne olduğunu kavramış bir insan için elbet her şey İslâmdır. Bütün güzellikler onun sayesinde filiz verir, yeşerir, çiçek açar, meyve verir.

İnsan fıtratına uygun olan bu dini Allah’ın insanlık için seçmiş olması da bundan. İslâm hakikatlarıyla yeniden doğan, dirilen Hz. Ömer şöyle derdi: “Biz zillet içinde bir kavimdik. Allah bizi İslâmla şereflendirdi. Bunun dışında da bir şeref aramayız.”

Mugire bin Şube’nin, Kisra Zülhacibeyn’e söyledikleri de ilginç. İslâmdan önce leş yiyen bir topluluk olduklarını, herkesin kendilerini küçümsediklerini belirttikten sonra Allah’ın içlerinden en asil aileden, en doğru sözlü birini peygamber gönderdiğine, herşeyi onun sayesinde bulduklarına dikkat çekmişti.

Hz. Cafer’in Habeş kralına söyledikleri de bu açıdan önemli. Hz. Cafer, hükümdara, Allah’ın, aslını neslini yakînen bildikleri içlerinden birini peygamber olarak gönderdiğini, iyiliği, doğruluğu, vefakârlığı, emanete riâyeti emrettiğini belirtmişti. Her şeyi onun sayesinde kazanmışlardı. İslâmın kazandırdığı güzellikleri bir bir anlatmıştı.

Demek küfrün, dalâletin zulmeti içinde kalan kişi, İslâmın aydınlığına kavuştuğunda sayısız nimet karşısında memnuniyetini dile getirmekte, şükretmekten başka birşey yapmıyor.

İslâmsız, imansız hayat, hayat değildi onların dünyasında. Her şeylerini, bütün fazilet ve güzelliklerini İslâmla bulan insanların en büyük hedefleri Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktı. Herşey bu istikamette olduğu ölçüde kıymet ve anlam kazanırdı. Onlar için en büyük şeref de buydu.

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman şartlarına iman, aklî olarak da zorunlu



Bir ölçme, değerlendirme vasıtası olan akıl; yapısı, işleyişi ve fonksiyonu itibariyle kendisini ve hayatı, “Beni, bu âlemi kim var etti; niçin var etti; maksadı nedir; ben neciyim, nereden geliyorum ve nereye gidiyorum, sonum ne olacaktır, ölüm ötesi hayat var mı; varsa nasıldır?” gibi sorularla sorgular, merak eder, araştırır. Şuurlu bir şekilde olmasa da derinden derine zihninde yankılanır. Her organ, duyu ve duygunun bir vazifesi olduğu gibi, aklın da asıl görevi; Yaratanını bulmaktır. Bunu da belgelere dayanarak yapar. Ki, aklın gereği delil üzerine gitmek olduğundan, Allah’a imân konusunda şöyle bir yol izler:

Basit bir harfin kâtibi; bir masanın ustası; bir resmin ressamı; bir fiilin faili varsa; şu muhteşem kâinatın da bir ustası, sanatkârı, yaratanı olmalı.

Bakterilerden yıldızlara, galaksilere kadar hiçbir şey, boşuna, hikmetsiz, gayesiz, amaçsız yaratılmadığına göre; aklın verilmesinin de bir ana gayesi vardır. O da, Yaratıcısını bulmaktır. Akıl ancak tahkikî, gerçek imân ile tatmin olur; hakiki gücüne ulaşır. Akıl, hem İlâhî, kudsî, maddî-manevî hazineleri açan pırlanta gibi bir anahtardır. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplayıp belâ eden bir eziyet âleti olur.1 Aklını kullanmayarak, isim ve sıfatları sonsuz bir Yaratıcıya inanmayan; tabiatı, sebepleri “rab” bilecek veya atomlar adedince ilâh kabul etmek zorunda kalacaktır. Çünkü, hiçbir şuûr sahibi, kâinatın parçaları kadar şâhitleri bulunan yüce Yaratıcıyı inkâr edemez.

Öte yandan, meleklere, peygamberlere, kitaplara, İlâhî program kadere ve âhirete, yâni diriltilip sonsuz hayata mazhar edilmeye imân etmek aklî bir zorunluluktur. Çünkü, çok ince, hassas, girift, komplike bir planın, düzenin geçerli olduğu kâinatın bir Yaratıcısı olmalıdır. Aksi halde düzen devam etmez.

Bu küçücük dünyamızı sayısız çeşitli canlı-cansız varlıkla şenlendiren; uzaklardaki bir nebulanın da içinde yer aldığı muhteşem kâinatı boş bırakmaz; seyirci, mütâlâacı, dellâl, ilâncı, gözlemci, temsilci, haberci, koruyucu, ilham edici olarak melek ve ruhanilerle doldurur. Öyle ise melekler vardır. İnsanoğlunu dünyaya gönderen Zât; bunun hikmetini, gayesini, amacını bildirmek için öğretmen, bir elçi ve onun eline bir katalog vermesi son derece lüzumludur. Öyle ise, peygamberler ve semavî kitaplar gerçektir. Kâinatta israf yok. Dolayısıyla en muhteşem varlık israf edilmeyecektir.

Öyle ise, sonsuzluk yurdu Ahiret vardır.

200’e yakın tesbit edilen atomaltı parçalardan, hücre, uzuv, unsur ve kâinatın tüm cephelerine kadar görünen düzen, ölçü, denge, âhenk, uygunluk, hikmet göstermektedir ki; olmuş ve olacak her şeyin yazılıp-çizildiği, arşivlendiği plan ve program olan kader vardır. Dolayısıyla, Allah’a ve sâir imân esaslarına inanmak hayatın, varoluşun ve aklın yegâne gerçeğidir.

Dipnot:

1. Şuâlar, s. 20.

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hüve nüktesi üzerine-2



Ödemiş’ten okuyucumuz: “Sizden ricam, Risâle-i Nur’da yazılan Hüve Nüktesini açıklamanızı istirham ediyorum.”

Bir nokta kadar beyaz kâğıda iki üç nokta konulsa karışacaktır! Bir adam birden çok vazifeyi aynı anda yapsa şaşıracaktır! Bir küçük canlıya birden çok yük yüklenirse altında ezilecektir! Bir dil ile aynı anda birden çok lisanda veya birden çok insanla konuşmaya imkân yoktur. Bir kulak ile aynı anda birden çok dilde konuşan adamı duymaya ve anlamaya güç yetmez.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu örnekleri sıraladıktan sonra hava sayfası ile ilgili müşahedelerini zikretmeye devam eder. Görür ki, hava unsurunun her bir parçası, hatta her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler ve kelimeler konmuştur! Binlerce, hatta milyonlarca ses ve görüntü, tonuyla, tiz veya pes özellikleriyle, rengiyle ve bütün ayrıntılarıyla trilyonlarca hava zerresinin her birinin içinde, birbirine karışmaksızın ve bozulmaksızın mevcuttur; bozulmaksızın her an girip çıkmakta ve nakledilmektedir. Her bir hava zerresi hadsiz telefonlardan, cep telefonlarından, telsiz cihazlarından, sayısız radyo ve televizyon istasyonlarından yayımlanan sayısız ses ve görüntüyü, aynı anda, aynı tonda ve aynı özellikleriyle hiç bozmadan ve hiç deforme etmeden yanındaki hava zerresine.. O kendi yanındaki hava zerresine.. vs. Böylece tüm dünyanın hava kuşağında bulunan sonsuz sayıdaki hava zerreleri, sonsuz sayıda ses ve görüntüyü aynı özellikleriyle birlikte eksiksiz nakletmekte, alıp vermektedir. Her bir hava zerresi hem alıcı, hem verici, hem ahize, hem nâkile, hem dil, hem kulak görevini eksiksiz yürütmektedir. Asla bir intizamsızlığa, düzensizliğe ve karışıklığa meydan vermemektedir.

Üstelik her bir hava zerresi, bu ses ve görüntü naklinin yanında ayrı ayrı çok vazifeyi de birlikte yapmaktadır. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, gök gürültüleri gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar hava zerrelerinin bu parmak ısırtan dengesini ve düzenini bozmamaktadır. Hiçbir zaman bir iş, diğer bir işe mâni olmamaktadır.

Hava zerreleri ses ve görüntü naklinin yanında, aynı anda elektrik, elektro manyetik dalgalar, ses ve ışık dalgaları, uzaydaki itme ve çekme güçleri, gama, kızıl ötesi, mor ötesi ve X ışınları gibi tüm ince ve hissedilmeyen ışınları, renkleri, kuvvetleri, güçleri hiç şaşırmadan, karıştırmadan, bozmadan, deforme etmeden, dağıtmadan ve eksiksizce nakletmekte, alıp vermektedir.

Hava zerreleri bu vazifeleri gördüğü aynı zamanda, bitkilerin döllenme ihtiyaçlarını ve hayvanlarla insanların teneffüs etme ihtiyaçlarını da karşılamaktadır. Hayvanlara ve insanlara bol ve temiz oksijen barındırmakla hayat kaynağı olmaktadır.

Böyle ince, erişilmez, vazgeçilmez, hassas, duyarlı ve hayatî vazifeler üstlenmiş olan ve her bir vazifesini eksiksiz ve mükemmelce yürütmekte olan hava sayfası Allah’ın emir ve iradesinin bir Arş’ı olduğunu kör gözlere de göstermektedir. Çünkü bu işlerde kör kuvvetin, sağır tabiatın, serseri tesadüfün, karışık ve hedefsiz sebeplerin, aciz, cansız ve cahil maddelerin hiçbir cihetle eli ve müdahalesi olamaz.

Her bir hava zerresinde sonsuz bir ilim, hadsiz bir hikmet, sınırsız bir irade, nihayetsiz bir kudret ve kuvvet bulunduğunu ileri sürmek hiçbir şeytanın bile haddi değildir. Bu ihtimal zerreler adedince batıl ve imkânsızdır. Öyleyse hava sayfası apaçık bir delil ile, kader ve kudret kaleminin değişken bir sayfası, levh-i mahfuzun değişken âlemde yazar-bozar bir tahtası hükmündedir.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri müşahedesine devam ederek hava sayfasından âlem-i misâle girer ve burada görür ki, âlem-i misal, yani misal âlemi, yani görüntüler âlemi, yani dünyanın tüm yaşanan olaylarının içine aktığı ve geçmiş zamanlarda yaşanan tüm olayların içinde bulunduğu büyük arşiv âlemi, hadsiz fotoğraflar deposu hükmündedir ve her bir fotoğraf hadsiz dünya olaylarını aynı zamanda ve hiç karıştırmadan içinde muhafaza etmektedir. Âlem-i misâl bu niteliğiyle binler dünya kadar büyük ve geniş bir uhrevî sinema; fâni yaşayışların ve geçici dünya hallerinin ve tavırlarının her vaziyetini ve her ayrıntısını, hayatlarının meyvelerini ve neticelerini, yok olmayacak, silinmeyecek, bozulmayacak ve deforme olmayacak şekilde saklayan, Cennetteki mutlu insanların ve bahtiyar dostların gözlerine dünya maceralarını ve eski hatıralarını silinmeyen ve bozulmayan levhalarda göstermek için hazırlanmakta olan pek büyük bir fotoğraf makinesi hüviyetindedir. Çekilen her resim ve tutulan her kayıt, âlem-i misâlin içine akmaktadır. Her an her halimizin, her nefesimizin resmi alınmakta ve kaydı tutulmaktadır.1

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 147, 148

15.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kuraklık ve harp belâsı



Türkiye, son yılların en sıcak ve en kurak mevsimini yaşıyor. Bazı bölgelerde nehirlerin kurumaya, göllerin de çölleşmeye başladığına dair haberler geliyor.

Bu fevkalâde düşündürücü halin, fizikî sebepleri yanında mutlaka bir de kaderî hikmet ciheti vardır.

Komşu ve kardeş ülkelerde durmak bilmeyen ve her an Türkiye'ye sıçrama tehlikesi arz eden bir de harp belâsı vardır ki, bütün bunları durup düşünmeden edemiyorsunuz: İçerde ve dışarda neler oluyor? Bütün bu olup bitenler ne mânâya geliyor?

İsabetli yorumlar

Risâle-i Nur'daki muhtelif mektuplardan, bahislerden anlıyoruz ki, bu Kur'ânî eserlerin Türkiye'mizin her tarafında okunuyor olması, tahkikî imanın yerleşmesine sebep olduğu gibi, aynı zamanda bir nevi sadaka hükmüne geçerek, ülkemizin savaş gibi umumî belâlardan kurtulmasına da bir vesiledir.

Bundan dolayıdır ki, Risâle-i Nur'un Anadolu'da kökleştiği 1930'lu-40'lı yıllardan bu yana, dünyada ve hatta komşu topraklarda mükerrer defa vuku bulan savaşlar, Anadolu topraklarına sıçrama istidadı bulamadı.

Meselâ, II. Dünya Savaşı (1939–45) esnasında, Alman Orduları Bulgaristan'ı da işgal ederek Trakya hududuna geldiği ve bu bölgede seferberlik ilan edildiği halde, Türkiye yine mahfuz kaldı. Türk hükümeti 1945'te savaşa girmeye karar verdiğinde ise, aniden hiç hesapta olmayan bir gelişme vuku buldu; Uzak Doğu'da peşpeşe atom bombaları patladı ve savaşa son vermek mecburiyetinde kalındı.

Öte yandan Türkiye, İran'da, Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de, Mısır'da defalarca yaşanan savaş belâsına da bulaşmadı, daima mahfuz kaldı. Son yıllarda, bir defasında tam bulaşacakken, 1 Mart tezkeresi sürpriziyle, dış merkezli hesaplar yine altüst oldu ve Türkiye savaşa girmemiş oldu.

Son altmış-yetmiş yıldır yaşanan bu realiteyi, Üstad Bediüzzaman'ın vaktiyle şu şekilde yorumladığını görmekteyiz:

"Sadaka belâyı def ettiği gibi, Risâle-i Nur Anadolu’dan âfât-ı semaviye ve arziyenin def ve ref’ine vesiledir.

"Evet, Risâle-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü, zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekseri musibet-i âmmeyi celb ettiği gibi, imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risâle-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 163.)

Aynı hakikate bir başka eserinde de temas eden Üstad Bediüzzaman, Ve'l–Asr Sûresinden çıkardığı işarî mânâ ile, yine aynı tarz bir izahatta bulunuyor. Şöyle ki:

"Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en büyük hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve âmâl-i saliha olduğu gibi...

"Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi, (İlle'l–lezîne âmenu/"İman edenler müstesna") kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risâle-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder."

Kastamonu Lâhikası sayfa 158'de yer alan bu müstesnâ yorumla içiçe olarak, ayrıca dahilde çekilen açlık, darlık, kıtlık, kuraklık ve özellikle "kaht û galâ" şeklinde özetlenen sıkıntı ve musibetlere de değinen Bediüzzaman Hazretleri, bu dahilî sıkıntının sebebini şu iki cümlede özetliyor:

1) Ve'l–Asr Sûresindeki "lefî husrin" âyetinin mânâsı, o hasâretin de sebeb-i yegânesi, küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi.

2) Fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr (tefecilik/karaborsaclık) etmeleridir.

Savaş yok, kurarlık var

Türkiye'nin Lübnan'a bir miktar asker göndermesi ihtimali, haliyle beraberinde savaşa girme ihtimalini de doğuruyor.

Bu noktada müsterih olmak lâzım. Çünkü, Türkiye'nin her tarafında Risâle-i Nur okunuyor. Okunan eserler, tahkiki iman dersleri veriyor. Okuyan ve dinleyenler, sefahete gidenlerin, şükürsüzlükte boğulanların aksine, iman ve hidayet dairesine giriyor, takvâ sahibi olup salih ameller işliyor.

Ne yazık ki, aynı durumun Lübnan, Filistin ve hatta Irak için de geçerli olduğunu söyleyemiyoruz. Sadaka hükmüne geçen Risâle-i Nur'dan haberdar olmayan, dolayısıyla okumayan o diyardaki insanların kendilerine göre bir İslâmî hayat tarzları var. O hayat tarzı ise, zalimleri durdurmaya, zulümlerini bertaraf etmeye yetmiyor.

Türkiye'de ise, yukarıda ifade edildiği gibi, Anadolu bir harp meydanına dönüşmüyor; ancak, işlenen fısk ve sefahet, yaşanan küfür ve dalâlet sebebiyle, zaman zaman kıtlık, kuraklık ve bereketsizlik gibi sıkıntılara düçâr olunuyor.

Cenâb-ı Hak, bizleri daha beter durumlardan muhafaza buyursun.

Günün Tarihi

Trablusgarp Fatihi: Turgut Reis

14 Ağustos 1551: Barbaros Hayreddin Paşadan sonra en büyük Osmanlı denizcisi olarak bilinen Turgut Reis, kumandası altındaki kuvvetlerin yardımıyla Trablusgarb'ı (Libya) fethederek teslim aldı.

Kısa biyografisi:

Turgut Reis, 1485 senesinde Menteşe (Muğla) Sancağının bir köyünde doğdu. Veli isminde bir çiftçinin oğludur. Gençliğinden itibaren askerlik mesleğine bir merakı vardı.

Bu sebeple, Menteşe kıyılarından levent toplayan Hızır Reisin (Barbaros'un) kurmayları tarafından seçilerek, Cezayir leventleri arasına alındı.

Zamanla pek çok savaşta gösterdiği cesaret ve silâh kullanmadaki ustalığıyla dikkati çekti; nihayet Barbaros’un da takdirini kazandı ve bilâhare reis oldu.

Barbaros'un hizmetine girdikten sonra, Preveze deniz savaşına katıldı. Orada yedek donanmayı kumanda etti.

Dalmaçya kıyılarındaki bazı kaleleri geri aldı. 1540'da Korsika'da bulunduğu sırada, Cenovalılara esir düştü ve üç yıl kadar süreyle bir gemide forsa olarak kaldı. 1543'de Cenova'yı kuşatan Barbaros tarafından kurtarıldı.

Napoli körfezindeki İspanyol gemilerini batırdı. Cerbe adasını kendisine üs yaptı. İspanyollar daha sonra Cerbe adasını kuşattılarsa da Turgut Reis'i ele geçiremediler.

Turgut Reis, bundan sonra Fas limanlarına üslendi. 1551'de İstanbul'a çağrıldı ve kendisine Karlı ili sancakbeyliği verildi. Trablusgarb'ın fethi ile görevlendirilen Turgut Reis, burayı da fazla zorlanmadan aldı.

1554 yılında Trablusgarb Beylerbeyliğine getirildi. Cerbe Savaşı'na katıldı. Malta kuşatması sırasında kaleden atılan bir mermi ile şehid oldu (1565) ve Trablusgarb'daki türbesine defnedildi.

Taziye ve geçmiş olsun

Aziz hemşehrim, değerli arkadaşım Van İl Millî Eğitim Müdürü Yahya Yıldız'ın müessif bir kaza geçirdiğini, Batman yakınlarında meydana gelen trafik kazasında ağabeyi Bahattin Beyin vefat ettiğini, eşi Berrin Hanımın da yaralandığını teessürle duymuş bulunmaktayım. Kederli Yıldız ailesine geçmiş olsun der, taziyetlerimi sunarım. M.L.S.

15.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004