Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Muhabbet günleri



Geçen hafta Bediüzzaman Haftası çerçevesinde vatan sathında muhabbet dolu faaliyetler düzenlendi. Üstada çok yakışan ve aziz ruhunu şad ettiğine inandığım muhabbet başlığına uygun sevgi ve dostluk dolu faaliyetler dünya ve insanlık açısından nurlu ve barış dolu günlerin de müjdesiydi. Bu aşkla koşturan cemaatimizin hafta içinde koşturması ve heyecanı müsbet hareket çerçevesinde asra uygun cihadın, Bedr’in arslanları ruhuna kavuşma arzusunun izlerini taşıyordu. Bu ruhu, Başakşehir’de Faik Altun ve Mehmed Yıldız öncülüğünde, Fatih’te Nejat İzgi ve Op. Dr. Aytekin Coşkun’un özel gayretleri ve Burdur’da Sebahattin Dokumacı ve Mesut Atasever’in candan misafirperverliği ve şevkimizi artıran hizmet aşkları ile yaşadık. Her bölgede bu kişilerle birlikte ve bir seferberlik ruhu ile koşturan, Üstadın ruhaniyetini tebessüm ettiren sahabe ruhlu cemaat fertleri de bende mensup olduğum cemaate ayrı bir hayranlık, hep içlerinde kalmak için güçlü bir duâ arzusu oluşturdu. Bu muhabbet dolu insanların şevk ve arzuları hiç eksilmesin ve inşallah Habibullah’ın (asm) meclisinde devam etsin.

Varlığın aslı ve alt yapısını oluşturan temel faktör muhabbet olmalı. Kevnler, yani varlıklar ya da kâinat sonsuz bir cemalin yani her tarafı kuşatan güzelliğin şuurlara yansıtılması ise eşyanın özünü de güzellik kavramı şekillendiriyor demektir. Güzelliklerin en safı ve bütün âlemi kuşatan soyutlukta olanı ise iman olmalıdır. Bu güzelliklerin iman penceresinden yansıdığı ruhlar, tarifi imkânsız bir İlâhî neş’e, varlıkla aynı ritmi paylaşmanın muhteşem hazzını yaşarlar. Bu duyguların zirveye çıktığı anlar ise kullar ve Yaratıcı arasındaki muhabbet lisanı olan kâinatın dönüm noktası kabul edilebilecek anlar ve bayramlardır. Bu günlerde varlığın özünü teşkil eden muhabbetin ruhlardaki titreşimi daha belirginleşir ve bütün kalpler Samed’e ayineliği daha belirgin hissederek Ezelî Güneş’in kalpleri ısıtan sıcaklığına mukabil olurlar. O’nun muhabbetinden kaynaklanan sıcaklık yürekleri ısıtır. Öyle ki, o yüreklerde birer pas ve tortu şeklinde yerleşmiş kırgınlıklar, kin ve nefretler erir ve zaman zaman yanaklardan süzülen ılık gözyaşı damlalarına dönüşerek akıp giderler. Sosyal hayatta, aile ilişkilerinde ve dâvâ adamlarının omuz omuza yürüdükleri yollarda fındık kabuğunun bir köşesinde tortu şeklinde bulunan hissî yaklaşımlar bu dönüm noktalarında gerçek kimliğine bürünür ve gözü karartan, kalbi boğan konumlarından uzaklaşırlar. Bugünlerdeki kucaklaşmalarla kırgınlıkların oluşturduğu ayrı düşmüşlük duyguları, yerini dâvâ arkadaşları ve tek kalple algıladıkları kâinatın bütün zerreleri ile bütünlük ve muhabbete terk eder.

Özellikle bu günlerde büyüklüğü ile kâinatı kuşatan ve muhabbetini ruhlarda yansıtmayı irade eden Âlemlerin Rabb’ini anlamak üzere, O’nun güzelliklerini bütün âleme ilân etmek gayesi ile bir araya gelmiş toplulukların muhabbeti daha belirgin yaşaması ve O’nun sonsuz sevgisine parlak bir âyine olmayı hedeflemesi belki de böyle günlerin en önemli sonucudur. Sıcaklığının muhabbeti ile kâinatı kuşatmış olan Zat’a sosyal boyutta yansıtıcı olma konumunda olan kişi ve grupların o muhabbeti kendi içlerinde yaşamaları elzemdir. Bayramlar bu anlamdaki kırılma ve sapmaların düzeltilmesi, anlamsız kırgınlıkların ortadan kaldırılarak muhabbetin tesis edilmesi için birer milat ve dönüm noktası olarak kabul edilmeli, buna yönelik olarak en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Gaye-i hayalleri bir olan aynı kızıl elmaya yönelmiş ideallerle bir beden gibi bütünleşen ve adeta tek kalpten beslenen insanların nefis ve şeytanın ayak oyunları ile yaşadıkları dağınıklık ve ayrılmışlığı ortadan kaldırmaları ve muhabbet zemininde titreşen zerrelere kardeş olmaları şarttır. Bu günlerde tecellisi daha belirginleşen rahmetin ruhlarda hissedilebilmesinin, varlığın aslî gayesini sergileyebilmesinin en önemli şartı bu olmalıdır.

Ruhları saran sıcaklığı ile kendini daha belirgin şekilde hissettiren Rahman-ı Zülcemal’in arzusu doğrultusunda bütün zerrelerimiz muhabbetin sıcaklığı ile titreşsin. Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan nurânî topluluğun fertleri muhabbetin en katıksız ve karşılıksız şekli olan şefkati önce birbirlerine karşı hissetsinler. O muhabbetin sıcaklığını bütün İslâm âlemine ve insanlığa yansıtsınlar. Kırgınlıklar, küskünlükler ve kasveti ile ruhları boğan mü’min kardeşine ve hatta dâvâ arkadaşına düşmanlıklar yok olsun. Bir kâse-i fağfur hükmünde olan ruhlarda bayram dokunuşu ile oluşan muhabbet avazı hiç susmadan ezelî muhabbetin sonsuzluğu ile buluşsun ve ebeden devam etsin.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Gündüzlerin Gündüzalpleri



Hayatını hayatımızdan ayırışın yıllar oldu, koyduğun hizmet ve hakikat prensiplerin altın hüviyetini koruyor hâlâ… Hâlimizi mihenge vuruyor, uğrunda canını kanını koyduğun hizmeti anlamaya çalışıyoruz…

Az konuştuğun gibi az yazmışsın, ama yüreğinle yazmışsın; gönül denizinde damıttığın hakikat katrelerini kelime kabında kalbimize akıtıyorsun… Akan zaman ak alnında hiç kırışıklık yapmadı, zamanın üstünden zamanlara konuştun çünkü… Nura koşan gençlik, gül bahçesine çevirdiğin dikenli yollarda coşuyor; “Dikenler arasında güller toplayacaksın. Ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin.”

Yüksek ruhun, nazik kalbin, zengin zihnin ulvî dâvânla bütünleşti, hep bütünleştirici oldun; “Nur-u Kur’ân hizmetinde bir ve beraber çalıştığınız kardeşler ve ehl-i iman içinde, gücenen ve küsen, gücendiren ve küsenlerden olmayınız”

Bu sözü hayatıyla söyleyen hizmet hadimlerine ihtiyaç her zaman olduğu gibi bu çetrefilli zamanda da var… Varlığını hizmetle var bilmek, muhabbeti en önde tutabilmek, kırılsa da kimseyi kırmamak kırıldığını da belli etmemek… Belli ki o girdiği her yeri aydınlatan Nur talebesi…

İlim, iman, aksiyon adamı, sadakat ve sıddık sembolü konuşuyor; “Bir ve beraber bulunduğun hizmet ve dâvâ arkadaşlarının gönlünü kırma. Senin gönlünü kıran olursa, ‘Buna benim nefsim müstahaktır’ de ve gönlünü kıranın gönlünü hoşnut eyle” Bir de bunu nefsimize dinletebilsek, o gül bahçesinde bir gül de biz oluruz.

Gülüversek gücenmelere güller açar gönüllerde, gözlerden gönüllere akar tekrar… Tekrarladıkça açılır goncalar, dökülür gocunmalar… Göçtüğümüzde mirasımız, gelecekte sermayemiz olacak güllerle bezenerek geçen günler ne güzel günler…

“Acı nasihat faydalı şerbettir” diyecek kadar ciddiyet ve denge sahibidir cemali ve celâli buluşturan Kur’ân talebesi… Kur’ân’a talebe olmayı Risâlelerden, yıllarca dizi dibinde hizmet ettiği Üstadından öğrendi o… Bize model oldu, hakikatlerin hayata akışını göstermesiyle… Açtığı yolda yeni açılımlarla yürüyor hizmet kervanı…

“Bilseniz ki gayret ne kadar kıymettardır, bir dakika boş durmazdınız” ve “Daima azimli olmak”la devam ediyor kervanlar grubu… Gurbet diyarlar bile Nur Medreseleriyle doldu, kıt'alar kabrinize gül atıyor, ölmemişlikle kokluyorsunuz onları biliyoruz… Zira Kur’ân talebesini ölüm bile öldüremez.

Gündüzalpler gül devşiriyor okyanus ötelerinden, meltemler muştular getiriyor uzak diyarlardan, bülbüller hizmet aşkıyla şakıyor şarkta garpta… Şükür yağmurlar yağıyor hamd bulutlarından…

Gecelerden gündüzlere geçiyor genç Gündüzalpler, prensiplerse hiç değişmiyor; “Allah’ın rızasını kazanmak, aziz ve muhterem olmak istersen, din hizmetinde devamlı muvaffak olmanın sırrını ara, hizmet arkadaşlarının hürmete şayan olduklarını bil ve hürmet et. Onlara şefkat, müsamaha, muhabbet ve merhamet et.”

Gündüzlerin Gündüzalpleri, gül bahçesinin nereden geldiğini unutmazsanız bahar gülüşler yakındır.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Günlükte fâhiş hatalar



Evvelâ medya andıcının, ardından Deniz Kuvvetleri eski Komutanına ait olduğu iddia edilen günlüğün neşrini, cumhurbaşkanı seçimi öncesinde askerin aktif tavır almasını önlemeye matuf tezgâhlar olarak görenler var.

Doğrusu, bunların ne ölçüde gerçeği yansıttığını bilemiyoruz. Ve işin o boyutu, en azından şu merhalede bizi pek fazla ilgilendirmiyor.

Bizim üzerinde duracağımız noktalar farklı.

Bunlardan biri, Genelkurmay Başkanının “Masama gelmedi” dediği, ancak konuyla ilgili haberde İkinci Başkana intikal ettiği belirtilen andıçın “taslak olarak” varlığının doğrulanması ve “çalındığı” ifade edilerek, bunun nasıl olduğuna ilişkin birtakım teoriler ortaya atılması.

Bu teoriler, Dink suikastının gerisindeki bağlantılara dair haberlere yansıyan “devlet içi çatışma”yla birleştirilerek bir yerlere oturtuluyor.

İşin bu cihetiyle de şimdilik ilgili değiliz.

Bu konuda asıl tartışılması gereken hususun, andıç ve akreditasyon uygulaması olduğu görüşündeyiz. Ki, ilginçtir, Örnek’e atfen yayınlanan günlüğün özeleştiri kısmında da akreditasyon için “Anayasa ve yasalara aykırı” deniyor.

Günlük adıyla yayınlanan metinde, enine boyuna tartışılması gereken birçok nokta var.

Biri, komutanların imam-hatiplere bakışı ve bu bakış, Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün “İHL mezunlarının üniversiteye girmesi normal” görüşü eleştirilirken şu sözlerle açığa vuruluyor:

“Dinî düşüncelerle yetiştirilmiş, bir olayı sebep-sonuç ilişkisi yerine yüce Yaratanın neden olması ile açıklayan bir kafa yapısının nasıl bir bilimsel eğitim göreceğini anlamak zor.”

Bu sözler, İHL’lerdeki eğitimle ilgili olarak komutanların ne kadar yanlış bilgilere sahip olduklarını gösteriyor.

Bir başka nokta, Büyükanıt’a atfen çıkan, “(AKP’deki) AK ismi bilinerek Bediüzzaman’ın yazılarından alınmıştır” iddiası. Bu da yanlış. Millî Görüş kökenli AKP kadrolarının kısmî bir itidal çizgisine gelmelerinde, Said Nursî’nin ikazlarındaki haklılığı tecrübelerle, hattâ duvara toslayarak anlamış görünmelerinin önemli payı var; ama bu durum, AKP’yi Said Nursî’ye dayandırma çabalarına haklılık kazandırmaz.

Çünkü AKP hem çıkış noktası, hem de halihazırda bulunduğu konum itibarıyla, Said Nursî’nin belirlediği parametrelerin hâlâ uzağında.

Kaldı ki, Bediüzzaman, fikirlerinin ve eserlerinin herhangi bir siyasî hareket veya cereyana mal ve âlet edilmemesi, siyaset adına kullanılmaması noktasında son derece titiz ve hassas.

“Kâinattaki en yüksek hakikat olan iman, yerdeki siyaset oyunlarına alet edilemez” uyarısını her fırsatta tekrarlayarak bu duyarlılığı en üst perdeden kayıtlara geçirmiş olan Said Nursî için, eserlerinin bir siyasî partiye kaynaklık ettiği iddiasında bulunmak çok büyük bir haksızlık.

Her ne kadar daha önce de bu iddiayı, “Kalvinist İslâm” ucubesini Nurculukla özdeşleştirme tezleri eşliğinde gündeme getiren birtakım Soros destekli “akademik” çalışma ve raporlar söz konusu olmuş ise de, Risale-i Nur açısından bunların kesinlikle hiçbir geçerliliği yok ve olamaz.

Günlükte, komutanların başörtüsüne yükledikleri çok yanlış anlamlar da ayrı bir hicran.

Günlüğün özeleştiri kısmındaki akılcı ve insaflı yaklaşım keşke bu yanlışlar için de işletilse...

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Trabzon’da üç gün-1



Üç günlük Trabzon ziyaretimizde, daha önceki gidişlerimizden farklı olarak yakın mesafeden gözlem ve değerlendirmeler almaya çalıştık. Trabzon’da dinamik nüfus potansiyelini gördük. Şehir oldukça hareketli. Havaalanına günde 60’tan fazla uçak inip kalkıyor. Dışarıya göç verirken, bölgeden de göç alıyor. Bir anlamda geçiş merkezi.

Parlamentoda 47 Trabzon kökenli milletvekili var. Trabzonspor, büyük takımların dışında kendini aynı kategoride yıllardır hissettiren ilk Anadolu takımı.

Trabzon dışındaki Trabzonlular daha fazla. Bu kadar yayılmacı ve dışarıya açılan bir şehir. Kendi motiflerini, doğallıklarını ve dışavurumlarını, olabildiğince kendi tarzlarında ortaya koyuyorlar.

Son yıllarda Trabzon üzerinden verilen bazı görüntülerden fazlasıyla rahatsızlar. Gerçeği yansıtmadığını söylüyorlar. Hassasiyetleriyle oynandığını ve duyarlılıklarına başka bir anlam vermeye çalışıldığını belirtiyorlar.

İki Trabzonlu gencin işlediği papaz ve Dink cinayetlerini münferit hadiseler olarak değerlendiriyorlar. Asla Trabzon’u yansıtamayacağını vurguluyorlar. Bizim de genel müşahedemiz bu yönde.

Peki, neden Trabzon? Sorumuza uzun uzadıya cevap aradık. Çoğuna bu soruyu tevcih ettik. Anlaşılan Trabzonlular da derslerine iyi hazırlanmışlar. Bunun sebebi konusunda kafa yormaya başlamışlar. Yeni çareler bulmak ve imaj kırıcı tertip ve tahriklerden uzak durmaya çalışıyorlar.

Beni çok mutlu eden bir derinlik yakaladım. Gerek kamu ve gerekse sivil kuruluşlar sorumluluklarının farkındalar. Dışarıdaki Trabzon, sosyal sorumluluklarını yerine getirmek için, şehre katma değer oluşturacak çalışmalara destek veriyor. İşbirlikleri kurulmuş.

Eğitim, sağlık ve turizm ile kongre şehri olmaya yönelik çabalar hızlanmış. Bu meyanda ciddi adımlar atılmış. İki üniversitenin kuruluş çalışmaları özel sektörce yürütülüyor. İhtisas fuarları son birkaç yılda 2’den 10’a çıkarılmış.

Sahil yolu, transit geçişle birlikte yeni ticarî iletişimleri ve beraberinde ulaşımın verdiği yoğunluğu arttırmış.

Gençlerin istihdamı, dağ gibi duran en önemli problem. Bir çok ilimizin ortak kaderi bu maalesef.

Sanayi şehri karakteristiğine yatkın görünmese de, şartlar bu güne kadar mümkün kılmamışsa da, bu alanda atılması gereken adımlar var. Bu konuda ısrarcı bir irade oluşmadığını müşahede ettim.

TOKİ marifetiyle Zağros Vadisinin ıslâh çalışmaları kentsel dönüşüm projesi olarak belediye ile birlikte yürütülüyor. Şehrin çevre yolu düzenlemeleri devam ediyor.

Havaalanını genişletme çalışmaları ve ikmal inşaatını fark ettik. Kendini yenilemeye çalışan ve huzurunu bilinçlendirmeye uğraşan bir çaba seziliyor.

Şehirde bulunduğum günlerde İki bakanın katılımıyla spor oyunları alanında düzenlenen toplantılar, gençliğin enerjisini almaya yönelik güzel girişimler olarak zikredilebilir.

Yine ilin üst düzey kamu ve sivil toplum temsilcilerinin altı ayda bir, ortak koordinasyonla hedeflerini planladıklarını ve bunları yakın ölçekte izlediklerini öğrendik.

Cuma namazını kıldığım tarihî İskender Paşa camiinde, güneşli günün rahatlığıyla cemaat avluyu doldurmuştu. Caminin yan sokaklara açılan etrafı da doluydu. Bir noktayı dikkatinize sunmak için bunları yazıyorum; Gördüğüm kalabalığın en az yarısı gençti. Bu muhafazakâr potansiyeli, münferit bazı olaylarla değerlendirmek haksızlık olur.

Bu insanların maneviyatlarını takviye edecek çalışmaların, ihmale uğramadan sürdürülmesi gerekir.

Diğer görüşme anekdotlarını yarın aktaralım.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Testi kırılmadan...



Az kalsın, bomba sanılıp fünyeyle patlatılacakmışsın Ravza bebek, iyi ki zamanında ağladın.

Ama bu ağlama işine o kadar güvenme. 5 yaşında açık rögar kapağına basıp düştüğünde işe yaramıyor bu ülkede ağlamalar.

Sonra okula giderken, taşımalı eğitim için kilometrelerce yolda taşınırken, kasasına istif edildiğin kamyon nehre uçtuğundaki feryatların da boşunadır.

Bir mayına bastığında, senin son anın o basma anıdır, ağlayacak anın bile olmaz.

Daha altı günlük bir kızsın. Bu yüzden önünde askerlik gibi bir seçenek görülmüyor. Ama asker yolu bekleyeceksin belki de. Son anda ya da sonradan ağlamalarının orada da bir hükmü yoktur, biline.

Bomba sanılıp patlatılmaktan kurtulman, bir millî maç sonrası havaya sıkılan kurşundan da kurtulacağın anlamına gelmez. Senin o sırada yerli dizideki en dramatik sahneye ağlaman da kurtarmaz seni.

Sağlam raporu verilmiş çürük bina başına yıkıldığında da belki aynı diziye ağlıyor olacaksın ve fakat bu, sarsıntının şiddetini azaltmayacak.

Ağlamayana meme verilmediği doğru olsa da, ağlayanın çantası patlatılmaz diye bir teori yoktur. Seni kurtaran ağlaman değil, ağlamanı duâ kabul edip ve o duâyı kabul edip cevap veren sonsuz bir Kudrettir olsa olsa.

Belki o patlama, seni terk edenlerin vicdanlarında çoktan gerçekleşti de ondan patlamadı senin çanta.

Bu yüzden, içinde bulunduğun çantan patlatılmasa da, kolundaki çantanın kapılıp kaçılmasına engel olamayabilirsin.

Senin gibi terk edilen bebeklerin ortak mekânı cami, dünyayı kalben terk edenlerin de mekânıdır; bilmem bir gün öğrenecek misin. Dünyaya sırt çevirenlerle, sana sırt çevirenlerin ortak bir noktada buluşması ne tuhaf, değil mi?

İnsan 6 günlükken nelere ağlar bilmeyiz. Nasıl teselli edilir onu da bilmeyiz. Belki 3 günlük dünya lâfını 6 günlük dünya diye değiştirip, boşver değmez deriz. Ama ağlamaya değer, terk edilmeler, biliriz.

Bir de testiyi kırmadan önce tedbir almak gerektiğini biliriz. Ama biz hep testi kırıldıktan sonra dövünür, testi parçalandıktan sonra ağlarız. Sense daha şu 6 günlük halinle, testi kırılmadan ağladın, sonra hem kendini, hem bizi ağlamaktan kurtardın.

Allah sana hayırlı bir ömür versin…

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Bölücü Hugo



Hugo ve Tolga Abi hafta içi her gün Kanal 1 ekranında çocuklara sesleniyor.

Kanal 1 malum Ciner Grubuna ait. Bu günlerde Ciner Grubuna ait olan Sabah Gazetesi, atv ve yanılmıyorsam 61 şirket TMSF’nin kontrolüne geçti. Bu ilginç bir gelişme ve medya dünyasında “şok” etkisi oluşturdu.

İddialara göre, aralarındaki anlaşmazlık sonucu TMSF’ye ihbarda bulunan eski sahip Dinç Bilgin’miş.

Neyse... Bu konuyu daha sonraki günlere saklayalım.

Asıl konuşmak istediğim konu: Hugo.

Hugo karakterini hiç sevmem.

Sebebine gelince.

Hugo’nun iri gözlü sivri kulakları, hafif boynuzu ve uzun kuyruklu ucube görüntüsüne bir türlü alışamadım. Neden bilmem, ama bende bu ucube karakterde rahatsız edici bir yan var.

Çocukların Hugo’ya olan ilgisi karakterin “sevimliliği” değil. Bana göre, telefonla birebir sağlanan canlı yayın.

Geçelim.

Hugo Dergisi var. Hürriyet gazetesinin bedava dağıttığı çocuk oyunu bölümünde Türkiye haritası yer alıyor. İşte o oyundaki bölümün fotoğraflarında Türkiye’yi bölünmüş gösteren bir haritaya rastlıyorsunuz.

Düşünebiliyor musunuz, bir çocuk oyununda Türkiye’nin sınırları değiştiriliyor ve işin daha da vahim yanı ise, bu bilgisayar oyunu yerli bir yayın kuruluşu tarafından promosyon olarak dağıtılıyor.

Bu olayı meydana çıkardıkları için Kanal A haber merkezini kutluyorum.

Hugo karakteri güya diyar diyar dolaşıyor ve üstüne düştüğü görevi yerine getiriyor. Endonezya, Kanada, Çin, Hindistan... En nihayet Türkiye...

Haritadaki Türkiye’yi tıkladığınızda skandal başlıyor ve Türkiye’nin neredeyse yarısı haritada yok.

Oyunun orijinal adı The Magic Journey, yani Türkçe karşılığı ile Sihirli Yolculuk.

Yabancı bir firma tarafından hazırlanan bu skandal oyunun yüz binlerce kişiye dağıtımını ise, Hürriyet oyun kulübü yapmış... Ama bakın oyunun içinde psikolojik savaş harikası ne oyunlar var... Oyunda yer alan bütün ülkelerin sınırları fosforlu yeşille öne çıkarılıyor, ama Türkiye’de durum değişiyor. Sinop’tan Hatay’a kadar uzanan çizginin doğusu gösterilmiyor. Yok!

Yani haritaya dokunanlar Türkiye’yi bu sınırlardan ibaret algılıyor... Üstelik bu oyun daha ülke sınırlarını yeni yeni öğrenen çocukların ilgi odağı.

Peki, Hürriyet bunu promosyon olarak dağıtırken aklı neredeydi?

Hürriyet Oyun Kulübünün başka bir maksadı mı var yoksa?

Uzmanlar bile bu olayı yorumlarken şöyle diyor:

Türkiye’yi bölünmüş gösteren ve Hürriyet oyun kulübünce promosyon olarak dağıtılan oyundaki harita önce kafa karıştıracak, ardından çocukların dünyasında meşruluk kazanacak!

Prof. Dr. Musa Tosun:

“Bizim ülkemizdeki bir gazetenin kendi ülkemizi yarım gösterecek bir oyunu bilinçli şekilde piyasaya sürmesini düşünmek bile istemiyorum. Gerçekten bu bir siyasî konu değil, bu çocuklar için üretilmiş, çocukların oynadığı bir oyun. Çocukların hayal dünyasında, bilinçaltlarında Türkiye böyle kalacak. Türkiye haritasını ezbere bilmeyen çocuklar ise, ülke haritasının böyle olduğunu düşünecek. Bu çocuklarımızın zihninde Türkiye’yi yarım olarak yerleştirecek bir kalıp” diyor.

Soruyorum:

Hürriyet Çocuk Kulübü, neyin peşinde? Onlar, başkası yapsa böyle sorarlardı da...

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şiddete karşı



300 mahkûm barındıran bir hapishaneye senede 20 trilyon masraf ediliyor. 400 kişilik bir okulun senelik masrafı ise 3 trilyon lira. Bu demektir ki 300 kişilik bir hapishaneye harcanan parayla yaklaşık 400 kişilik 7 tane okul açmak mümkün.

Bu, Perşembe günü Dolmabahçe Sarayı Salonunda okullarda ve gençlerde artan şiddet eğilimi ile okullarda meydana gelen olayların araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonunun raporunun sunumunda Komisyon Başkanı Milletvekili Halide İncekara’nın takdim ettiği rakam.

Eskiden “Bir okul bin hapishane kapatır” denilirdi. Ama geçen zaman gösterdi ki okul açmak da hapishane kapatmaya yetmiyor. Demek eksik bırakılan bir kısım hususlar var.

Nedir bunlar?

Şüphesiz bizi biz yapan değerler.

San'atçı Osman Yağmurdereli, meselenin anne-babada bittiğini, gençlik dönemlerinde böylesine problemlerle karşılaşmadıklarını, o dönemlerde aileden aldığı terbiye sonucu aslâ uyuşturucu kullanmadığını, ama günümüzde ailelerin gerekli eğitimi vermedikleri için gençlerin dejenere olduğunu anlattı.

Prof. Dr. Ferhunde Öktem, 24 ailenin çocuklarına bir günde evde konuşulan ve yapılanları kasete aldırdıklarını, ama çocukların eğitimiyle ilgili hiçbir şeye yer vermediklerini, umursamaz davrandıklarını gördüklerini belirtti. Eğer bir aile çocuğunu güzel yetiştirme gibi bir kaygı duymuyor, ona güzel bir model olmuyor, olamıyorsa (ailelerin % 22.5’unda kavga ortamı bulunuyor), üç saatten fazla vaktini televizyon seyretmek alıyor ve çocuk televizyonda gördüğü kahramanlara özeniyor, onları taklit ediyor, onunla özdeşleşiyorsa o öğrenciden olumlu davranışlar beklenebilir mi? Güzel ve faydalı dizilerin ise olumlu etkileri inkâr edilemiyor. Prof. Öktem, Susam Sokağı dizisinin çocuklarda 1.5 kat zekâ düzeyine katkı sağladığının tesbit edildiğini söylüyor.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan ise duyarlılık olursa çözüm de olacağına dikkat çektikten sonra dünyada, özellikle ABD’de artan şiddet olaylarından örnekler verdi. Televizyonun, olumsuz modellerin ahlâkî değerlerden kopardığını, gençleri şiddete ittiğini söyledi. Ahlâkî değerlerde yozlaşma teflon adam, yani duygusuz, kötülükleri sıkılmadan yapabilen bir tür ortaya çıkardığını, şiddet ve çeşit çeşit yozlaşmalara karşı koruyucu ruh sağlığının önem kazandığını, bunun için değerleri güçlendirmek, görev bilinci vermek ve güzel hasletler kazandırmak gerektiği üzerinde durdu.

Emek vermeyince sonuç da alınmıyor.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratılışın dönüm noktası: Hz. Muhammed (asm)



Âlemlerin Rabbine sayısız hamd, tesbih ve sena; Allah’ın Habibi, feleklerin yaratılmasının müsebbibi, kânatın rûhu, nûru, çekirdeği, en son, en mükemmel meyvesi, kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı, peygamberlerin reisi, evliyaların seyyidi, eğitimcilerin muallimi, ruhların mürebbîsi, ahlâkçıların rehberine ve güzide, sadık, fedakâr arkadaşlarına katrilyonlarca salât ve selâm olsun!

Efendimizin (asm) dünyaya teşrifi, yalnız beşer için değil, bütün kâinat, bütün zaman ve mekânlar, bütün mülk ve melekût âlemleri, bütün fizik ve metafizik boyutları için bir dönüm noktasıdır.

* Kâinat bir kitap ise, Hz. Muhammed, bu kâinat kitabının kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

* Eğer kâinat büyük bir ağaç kabul edilirse, nur-u Muhammedî, onun hem çekirdeği, hem de en son ve en muhteşem meyvesi olur.

* Eğer kâinat mücessem bir beden farz edilirse, nur-u Muhammedî, onun ruhu olur.

* Eğer kâinat bir insan farz edilirse, o onun aklı olur.

* Eğer kâinat bir okul şeklinde vasıflandırılırsa, Muhammed-i Arabî (asm), onun muallimi olur.

* Eğer bir cami veya zikirhane ise, o onun imamı ve serzakiri olur.

* Eğer kâinat bir bahçe farz edilirse, Hatib-i Zişan, onun andelibi/bülbülü olur.

Varlığa anlam kazandıran, başıboşluktan, yok olmaktan kurtaran odur. Âlemlerin Rabbi’nin her ne türden hitabı varsa hepsinin anlamı ve şifresi Hz. Peygamberdir (asm). Bütün felsefik akımların peşinde olduğu ve kimisinin hayal-meyal cevaplandırdığı, “Ben kimim? Beni bu dünyaya kim, ne için gönderdi, benden ne istiyor? Nereden gelip nereye gidiyorum? Bu kâinatın yaradılışının sırrı, hikmeti nedir? Kâinatın sonu ne olacaktır? Ölüm denen şey nedir?” gibi hayatî soruların cevaplarını akıl, kalp ve vicdanları tatmin edecek tarzda yalnızca o (asm) vermiştir. Tarih boyunca bu sorulara iki cenahtan cevap verilir: Vahiy ve akıl/felsefe. Akıl kendi çabasıyla gitmek ister. Fakat, göz güneş olmaksızın göremediği gibi, akıl da vahiy güneşi olmaksızın göremez. İşte, elçilerin elçisi Hz. Peygamber (asm), bizi ruhlar âleminden alıp sonsuzluğa dek geçireceğimiz bütün safhaları bir bir açıklamış ve bizi endişe, korku ve şiddetten korumuştur.

03.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Devlet ve insan



İnsan, olgunlaşıp, bazı gerçeklerle yüzleşince, geçmişteki hayatında yapmış olduğu bazı yanlışlıkların da farkına varıyor. Her ne kadar düşünce ve yaşantısıyla geçmişte bazı konularda doğru hareket etmediğinin farkına varma durumu herkeste meydana gelebiliyorsa da, bu durumun bizim ülkemizde daha fazla yaşandığını söylemek mümkündür sanırım. Çünkü bizde devleti kutsayan bir zihniyet bulunmakta ve bu zihniyet yediden yetmişe bütün insanlarımıza empoze edilmiş ve edilmeye de devam edilmektedir.

Bilhassa eğitim sistemimizde, devlet için her şeyin feda edilebileceği düşüncesi bir politika olarak yer almaktadır. “Devletin bekası” söz konusu olduğu zaman adeta akan sular durmaktadır. Elbette devlet bütün insanların hayatında önemli yer tutmaktadır. Ancak bu durum devlet adına yapılan yanlışların kayıtsız şartsız kabul edilmesini gerektirmemelidir.

Hak ve hukuk çerçevesinde insanları yönetme gayreti içinde olan hiçbir devlet mekanizması aklı başında olan insanlar tarafından reddedilemez. İnsanlar için böyle bir oluşum da gereklidir. Aksi takdirde güçlü olan zayıfı ezer ve ezilen kimseler de hukuku için müracaat edecek bir merci bulamaz.

Demek ki içinde yaşadığımız ve vatan edindiğimiz topraklar üzerinde âdil bir yönetimin olması, dünya ve hatta ahiret hayatımız için de gereklidir. Anarşi ve terörün masum insanlara yaptıkları haksızlığı başka türlü gidermenin de imkânı bulunmamaktadır. İşte böyle adil bir yönetime sahip olan bir devlet için insanın rahatını ve huzurunu feda etmesi ve devamı için bir şeyler yapması elbette doğrudur. Ancak insan böyle bir oluşum için başkasının hukukuna tecavüz ederek katkıda bulunma yoluna giderse, o zaman bazı zalimane uygulamaların meydana gelmesi kaçınılmaz olur.

Belki insan kutsal bildiği bazı değerler için kendini feda etme hakkına sahip olabilir, ama hiç kimse başkasını zorla bir şey için feda ettirme hakkına sahip değildir. Böyle olursa zulüm işlenmiş olur. İnsanların hak ve hukuku her şeyin önünde yer almalıdır. Zaten insanlarını huzur içinde hak ve hukuklarına sahip olarak yaşatamayan devletlerin de devamları pek mümkün olmamaktadır.

Devletlerin insanlar için var olduğunu, masum bir insanı öldürmenin bütün âlemi öldürmek olduğunu İslâm inancımızdan öğreniyoruz. İnsanın hak ve hukukunu temin etmeyen bir devletin kutsal olarak telâkki edilmesi mümkün değildir. Adına zulümler işlenen bir devletten yana olmak zulme ortak olmak demektir. Böyle bir vebalin altına hiçbir Müslüman girmek istemez sanırım.

Bilhassa “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz” meâlindeki âyet-i kerime bize insanların hak ve hukuku konusunda çok dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Yine Rabbimizin “Kul hakkıyla huzuruma gelmeyin” dediğini, Rabbimizin kul hakkı dışında insanların bütün günahlarını affedeceğini, ancak kul hakkının mutlaka kişilerden tahsil edileceğini Peygamber Efendimizin (asm) hadislerinden öğrenmekteyiz.

Geçmişte memleketimizde siyasî hayatta yaşanan bazı gelişmeler, ne yazık ki farkında olmadan çoğumuzu adeta devletçi konumuna düşürmüştü. Zihnimizi yoklarsak bir çok konuda resmî söylemlerin etkisi altında kaldığımızı hatırlarız. Çünkü karşımızda olup, inançlarımıza düşmanlık besleyen bazı insanlar devlet düşmanlığı yapmaktaydı.

Bazılarımız, tahripkâr devlet düşmanlarına tepki olarak devletçilik konusunda bazı hallerde ileri gitmiş olabiliriz belki. Oysa burada denge sağlanmalıydı. Evet haksız ve tahripkâr bir şekilde devlet mekanizmasına karşı çıkan insanların yaptıklarını tasvip etmeyecektik, ancak devlet adına işlenmiş olan yanlışların da yanında olmayacak, hiç kimseyi birazcık da olsa hak ihlâli konusunda mazur görmeyecektik.

“Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez” düsturu bizlere, özellikle güç dengelerini göz önünde bulundurarak bir kısım haksızlıkları normal görme hakkına sahip olmadığımızı hatırlatmaktadır. Elhâsıl doğru ve hak olan, kimden gelirse gelsin kabulümüz olmalı, yanlış ve haksızlık da kimden gelirse gelsin menfûrümüz olmalıdır. Bizler kişilere göre değil, fikirlere göre hareket etmek zorundayız.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Bolvadin’den Bahadır Bey:

“Devletten maaş alan ve devletin cihazını

kullanan bir doktorun ameliyat için bıçak parası adı altında hastanın velisinden para alması meşrû

ve helâl midir?”

Devletten ve döner sermayeden maaşını alan ve hastahanenin cihazlarını kullanan doktorlarımızın, devletin hastahanelerinde, hastahane yönetiminin kontrolü dışında hastanın velisinden hangi ad altında olursa olsun kişisel para alması doğru değildir. Fakat hastahane yönetimi buna ihtiyaç duyar, bunu bir sistematiğe bağlar, bir düzene koyar, girdi makbuzuyla kayıt altına alır, yerine göre gönüllülük esasını getirir, kamuoyuna açık şekilde tarifelendirir ve bunu ilân ederse, ancak o zaman yapılan iş doğru ve meşrû olabilir.

Aksi takdirde vatandaşın acısını ve ıztırap yükünü sû-i istimal etmekten başka bir şey olamaz. Meslek ahlâkıyla bağdaşmadığı gibi, doktorların meşhur Hipokrat yemini ile de bağdaşmaz.

***

Tarsus’tan Serpil Çintimur:

“1- Namazla yerine ‘namazlık’ demek

gerekiyormuş. Çünkü namazla ‘namaz yok’ demekmiş. Bu yüzden namazla denmez diyen var. Doğru mu? 2- Üzerinde cami ve Kâbe resmi bulunan seccadede namaz kılınır mı? 3- Namaz

tesbihatının kazası olur mu?”

1- “La” ifadesi Arapça’da “Hayır” demektir. Namazladan, “la” ekinden dolayı “namaz yok” mânâsını çıkaran, işi buraya dayandırıyor olsa gerektir. Ama gerçekten, Anadolu’nun bir kesiminde bu üzerinde namaz kılınan temiz bez parçasına namazla denmiş; bunun sebebini dil bilimcilere sormak lâzım. Bu “la” eki nereden geliyor? Ne anlam ifade ediyor? Neyin bozulmuş halidir? Bunun Arapçadaki “la” olduğunu ben tahmin etmiyorum. Bunun araştırılması lâzım. Bu “la” ekini buraya koyanın, “Arapçadaki “la”dan hareket edeyim de millet namaz yok diye diye namaz kılsın” diye düşünen bir fitneci/münafık olduğunu düşünmek ve milleti “namazla” kelimesini kullanmamaya özendirmek evhamdan başka bir şey değildir. Bununla uğraşmaya bile değmez.

Kaldı ki, namazla kelimesi art niyetle ve düşmanca türetilmiş bir kelime dahi olsa, Peygamber Efendimizin (asm) bildirmesiyle biliyoruz ki, Allah kalplerimize bakar, kalıplarımıza bakmaz ve ameller niyetlere göredir. Yine biliyoruz ki, Müslüman’ın niyeti amelinden hayırlıdır. O halde namaz kıldığımız o tertemiz bez parçasına namazla demenin de hiçbir sakıncası olmaz. Seccade veya namazlık da diyebiliriz şüphesiz.

2- Bir mekânda veya bez ve örtü parçası üzerinde namaz kılmanın tek şartı temiz olmasıdır. Bu örtü parçasının rengi hiç önemli değildir, üzerine figür işlemek de aslında çok makbul değildir. Ama geleneklerimizde var; sonsuzluğu çağrıştıran figürler işleniyor. Bunda bir sakınca yok. Bizim ticareti iyi bilen tekstilcilerimiz de kalkıyor bu seccadeye cami, Kâbe resimleri gibi namazı çağrıştıran resimler işliyor. İyi satış yapması lâzım ya… Oysa inanç sahibi halkımız, cami veya Kâbe resimli seccadeyi yere sermek ve üzerine basmak istemiyor. Bunu saygısızlık biliyor. Bunu tekstilcilerimize anlatmak lâzım.

Biz dinen, yine amel niyet ilişkisine döneceğiz. Niyetimizdeki neyse amelimiz odur. Niyetimizde saygısızlık yapmak yoksa saygısızlık yaptığımız söylenemez. Ama cami veya Kâbe resimli seccade kullanmak daha faziletli de demiyoruz. Eğer böyle bir saygısızlık çağrıştırıyorsa kullanmayalım, olsun bitsin. Tekstilcilere de ders olsun. Eğer kullanmak durumundaysak, bunda da bir sakınca yoktur. İmanımızı oraya buraya değil; Allah’a bağlayalım ve namazımızı kılalım.

3- Zamanında (ve namazın arkasında) yapmadığımız veya yapamadığımız namaz tesbihatı, biraz zaman geçince de yapılabilir. Tesbihat Allah’ı zikirden ibarettir. Bu her zaman ve her yerde yapılabilir. Allah kabul buyursun. Âmin.

***

Kıbrıs/Lefkoşa’dan okuyucumuz:

“Namazlarda nerelerde sesli kıraat yapılır?

Nafile namazlarda sesli kıraat okunur mu?”

Gündüz kılınan Bayram ve Cuma namazları ile, cemaatle kılınması halinde akşam ve yatsı namazının farzının ilk iki rek’âtinde, sabah namazında, teravih ve vitir namazlarında imamın Fatiha ve Zamm-ı Sûreyi açıktan okumasının vacip olduğunu; cemaatle veya ferdî olarak kılınması fark etmeksizin, öğle ve ikindi namazının tüm rek’âtleri ile, akşamın farzının üçüncü ve yatsının farzının üçüncü ve dördüncü rek’âtlerinde ise Fatihayı ve Zamm-ı Sûreyi gizli okumanın vacip olduğunu biliyoruz. Tek başına namaz kılanlar, sesli kıraatli namazlar olan akşam, yatsı ve sabah namazlarında dilerse kıraati sesli yaparlar, dilerse sessiz yaparlar.

Kaza namazlarında da hüküm aynıdır. Kazasını yaptığımız namaz akşam, yatsı ve sabah namazının farzı ise, tek başına kılmamız halinde—gündüz veya gece fark etmeksizin—sesli veya sessiz kıraat yapmak tercihimize bağlıdır. Bu namazların kazâsını cemaatle kılanlar ise–gündüz de olsa, gece de osla—sesli kıraatte bulunurlar. Öğle ve ikindi namazı gibi sessiz kıraatli namazların kazası gece de yapılmış olsa, ister cemaat, ister ferdî olsun fark etmez, kıraatinin sessiz yapılması vaciptir.

Nafile namazlara gelince; (hüsuf, küsuf, tahiyyetü’l-mescid...vs. namazları gibi), cemaatli veya cemaatsiz fark etmez, gündüz kılınan nafile namazlarda sessiz kıraatte bulunmak vaciptir. Gece kılınan nafile namazlarda ise istenirse sesli, istenirse sessiz kıraatte bulunulabilir. Yağmur namazı cemaatle kılınması halinde, kıraati sesli yapmak menduptur. Yağmur namazını ferdî olarak da kılmak mümkündür.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Medya operasyonu



Sabah ve ATV’ye operasyon tam anlamıyla bomba gibi düştü gündeme.

Çünkü üç gün önce Ankara’da Sabah gazetesinin düzenlediği “temiz internet” toplantısına Başbakan Tayyip Erdoğan çok sayıda bakanla birlikte katılmıştı.

Toplantıdan sonra Turgay Ciner ile Fatih Altaylı dışında kimsenin alınmadığı Başbakan ve birkaç bakanın iştirak ettiği öğle yemeği yenilmişti.

Böylesine, “kanka” görüntülerden ve 1 Nisan günü Sabah gazetesi’nin manşetinde yer alan, “Cumhurbaşkanı gibi seslendi” haberinden sonra Sabah ve ATV’nin de içinde yer aldığı 63 şirkete birden el konulması rüyada görülse inanılmayacak bir gelişmeydi. Ama oldu. Hem de 1 Nisan günü olmasına rağmen, “1 Nisan şakası” değildi.

Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken, Sabah ve ATV Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya yollarına güller dökerken, bu operasyon nereden çıktı? Operasyonu duyduğu andan itibaren herkesin aklına aynı soru takıldı. Hatta bu işin AKP içinde bir grubun Erdoğan’ın önünü kesmeye yönelik tuzağı olduğu noktasına kadar götürenler bile çıktı.

Operasyonun duyulmasından bu yana ulaştığımız TMSF yetkililerinden bilgiler almaya çalıştık.

“Dinç Bilgin ile Turgay Ciner arasındaki gizli anlaşmadan yeni bilgimiz oldu. Doğruluğunu tesbit ettiğimiz andan itibaren düğmeye bastık” diyorlar.

Dinç Bilgin bir hafta önce TMSF’ye başvurup, “Bizim aramızda gizli bir anlaşma var, ortağız” demiş. Bu bilgiden TMSF ile Aydın Doğan’ın bilgisi eşzamanlı olmuş. Hatta Doğan Grubu bu gizli anlaşmayı daha önceden biliyormuş. Ancak “Alan memnun, veren memnun” havasında Bilgin’den ses çıkmayınca belgesine ulaşamıyorlarmış.

Peki Dinç Bilgin neden TMSF’ye başvurma gereği duydu: Bilgin’i harekete geçiren neydi?

Turgay Ciner’in Sabah ve ATV ile matbaa, frekans ve teknik altyapı dahil Batılı bazı şirketlerle pazarlık içine girdiğini öğrenmiş Dinç Bilgin. Kendisinden gizlice yürütülen bu pazarlıkta bütün mal varlığının elinden uçtuğunu fark edip, TMSF’ye koşmuş.

TMSF yöneticileri bunu pek doğrulamıyor, ama İSKİ olayı öyle patlak vermedi mi? Ergun Göknel, Feray Hanımla evlenmek için eşi Nurdan Erbuğ’u boşamaya kalkınca, mal paylaşımından rüşvet çarkı ortaya çıkmıştı. İSKİ olayını ortaya çıkaran aldatılan eş Nurdan Erbuğ olmadı mı? Burada da Ciner’in, Dinç Bilgin’i ticarî olarak bir aldatması söz konusu.

Bu operasyon için sürecin bir hafta önce belgelerin TMSF’ye ulaşmasıyla birlikte başladığı söyleniyor. Ancak düğmeye Pazar günü öğle saatlerinde basılmış.

Operasyondan Doğan Grubunun bilgisi olduğu kesin. Şu saatte olacak, şöyle olacak gibi bir şey değil bu. TMSF Başkanı CNN-TÜRK’te Enis Berberoğlu, Bilal Çetin ve Yiğit Bulut’un konuğu olup, gizli bir anlaşma varsa gereğini yapacaklarını söylemişti. TMSF kaynakları da “orada işaret verildi” diyorlar. Anlaşılan pek üzerinde durmayarak atlamışız. Ama en çok Sabah Grubu atlamış. Kendilerine aşırı güvenden olmalı. Tabiî Başbakanı programına konuk edip, başbaşa yemek yersen TMSF’den kim korkar.

Ama asıl işareti Ertuğrul Özkök vermişti. İki yazı yazdı. Biri 2006’nın sonunda diğerini de yakın zamanda yazdı. Ellerine kelepçe vurulacak medya patronundan, sonu Cem Uzan gibi olacak gazete ve televizyon sahibinden söz etmişti.

Mahallenin yeni kabadayısı gibi tanımlamalar yapmıştı. Devletin arşivlerindeki karanlık dosyalardan söz etmişti.

O yazıların bir fantezi olmadığı ortaya çıktı.

AKP iktidarından en çok kim yararlandı deseler, tereddütsüz “Aydın Doğan” derim.

Hem Cem Uzan gibi bir rakipten kurtuldu. Yetmedi onun televizyonunu satın aldı. Artık Star TV küçük bir rakamla Aydın Doğan’ın.

AKP iktidarında POAŞ pürüzünden, Dışbank kâbusundan kurtulan yine Aydın Bey oldu.

Şimdi de en önemli rakibi Sabah ve ATV’den kurtuluyor. Kurtulma ne demek “hangi gazeteyi ya da televizyonu alayımın” rüyalarını görüyordur.

Yarın çok üzüldük yazıları çıkabilir Doğan Grubunda. Bilin ki timsah gözyaşlarıdır onlar.

Av büyük. Timsahın da avını hazmetmekte zorlandığı için gözlerinden yaşlar gelirmiş. Yoksa üzüntüsünden değil…

03.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yaz savaşı



ABD’de yapılan kısmî yenilenme seçimlerinde Kongre ve Temsilciler Meclisinin Demokratlar tarafından dengelenmesi bir nebze de olsa Ortadoğu’yu rahatlatmış oldu. Şüphesiz Ortadoğu’da bölgesel insiyatiflerin şansı için az da olsa bir manevra alanı açtı ve bu manevra alanı üzerinden Suud Kralı Abdullah, Riyad zirvesinde ABD’nin Irak’ta işgalci sıfatıyla bulunduğunu ilan etti. Elbette Amerikan yönetimi buna bozuldu. Seçimlerle birlikte Kral Abdullah için açılan manevra alanı kadar Bush yönetimi için de manevra alanı daraldı. Ve Pelosi’nin Şam ziyareti de aslında Kral Abdullah’ın konuşmasının bir devamı niteliğindedir. İzinsiz gezidir. Bununla birlikte sıkıştırılmış vakit diliminde bu manevra alanına rağmen gerginlik daha da artıyor. Zira İsrail ve Bush yönetimi manevra alanı daraldığı nisbette hırçınlaşıyorlar ve bölgeyi geriyorlar.

Bu bağlamda, savaş senaryoları havada uçuşuyor. Bini bir para. 2007 Nisan’ıyla 2008 Nisan’ı arası savaş yılı olmaya aday. Irak’da dipsiz kuyuya düşen ve bataklığa saplanan Amerikan yönetimi ileriye kaçış için bu defa da İran’da bir macera arıyor. ABD’nin körüklediği ve İran’ın yayılmacı politikaları ve Zerkavi gibilerinin dar anlayışıyla destek verdiği menfur Şii-Sünni fitnesi en son olarak Telafer’de de görüldüğü gibi kontrol dışına çıktı. Ve Şii aidiyetli ve kimlikli polis ‘resmen’ katliam irtikap etti. İlk defa Irak’ta alenen, resmen katliam irtikap edilmiş oldu. Bu da ABD’nin imâl ettiği İran’ın da desteklediği kurumları Şiileştirme politikasının bir ürünüdür. Bu Maliki hükümetinin daha önce reddettiği bir şeydi. Şimdi de ABD Şii-Sünni kutuplaştırmasını İran’a karşı kullanmak istiyor. Daha önce Sünnilere karşı Şii kutbunu kullanan ABD şimdi de kalkanı tersine çevirerek İran’a karşı Sünni kutbunu harekete geçirmeye çalışıyor. Suudi Arabistan gibi ülkeleri de kutuplaştırmaya alet etmeye çalışırken bu ülkeler aksine ılımlılığın gereği olan yatıştırma seçeneğini benimsiyorlar.

11 Eylül’den sonra Vehhabiliğin kalesi olarak teşhir edilen Suudi Arabistan son sıralarda Washington’ın yine ılımlı gözdesi haline gelmiştir. Ama Suudlularla Amerikalılar ve İsrailliler arasında ılımlılığın tanımında önemli bir fark var. Suudlulara göre ılımlılık yatıştırmayı gerektirir. Halbuki ABD ve İsrail ılımlılığı İran’a karşı kutuplaştırma amaçlı olarak düşünüyor ve karşıt bir kutup olarak sivriltmeye çalışıyor. Şu bir gerçek ki ılımlılık İran ve ABD aşırılığının panzehiridir ve ikisinin de uzağında durmaktır. Bu ılımlı çizgi ABD ve İran’daki yönetimlerin tabiatına uymasa da kalıcı çıkarlarına elverişli ve uygundur. Onlara rağmen ülkelerinin selâmetinin anahtarıdır.

***

Ürdün Kralı Abdullah 2007’de üç bölgede iç savaş yaşanacağını öngörmüştü. Bunları kısmen yaşadık ve bazılarına ise ramak kaldı, ama sayfa hâlâ kapanmadı. Tehlike geçmedi. Lübnan, Irak ve Filistin cephelerinde gerginlik sürüyor. Buna paralel olarak yine İsrail’in barış dalgasını ve atmosferini söndürmek için Gazze ve Hizbullah’a saldırabileceği öngörülüyor. Hatta Şam yönetimi, İran’a yönelik bir operasyona paralel olarak İsrail’in de Suriye ve Lübnan’a saldırabileceği kanaatini taşıyor. İşte bu kanaati dağıtmak için Pelosi devreye girmiş bulunuyor. Netanyahu döneminde Telaviv, Şam’la bir savaşın eşiğinden dönmüş. Şu anda öyle bir ihtimal gözükmüyor, ama ABD’nin İran’a yönelik saldırısı sırasında kimi İsrailliler pekalâ ‘Suriye ve Hizbullah’ı da aradan çıkarıverelim’ diye düşünebilirler.

İsrail askerî istihbarat şefi General Amos Yadlin’in: ‘İran ve Suriye, bu yaz ABD’nin İsrail’le birlikte kendilerine savaş açacağına inanıyor. Askerî savunma için hazırlık yapıyorlar’ açıklamasına paralel bir surette İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi de: “İsrail intihar saldırısına hazırlanıyor. Siyonistler, önümüzdeki yaz aylarında bir intihar planı peşindeler. Bu plan işgal altındaki topraklarda yapılıyor. Bu plan dünyada hiç kimsenin yararına olmayacak” demiştir. Jerusalem Post gibi İsrail basını da İran’ın “warmonger” olarak tabir edilen savaş çılgınlarının yeni bir savaş başlatmasından endişe ettiğini ve çekindiğini ortaya koymuştu.

***

Belki de Suriye cephesiyle ilgili bu korkuları dağıtmak için Pelosi, İsrail’den sonra Şam’ı ziyaret etti. Daha doğrusu Olmert’in mesajını Şam’a taşıdı: “Yazın Suriye’ye vurma planımız yok...”

Haaretz gazetesinin istihbarat kaynaklarına dayandırdığı haberine göre, Beşşar Esad yönetimi, ABD’nin yaz aylarında İran’ın nükleer tesislerine yönelik muhtemel saldırısına paralel olarak İsrail’in de Suriye ve Lübnan’a eşzamanlı saldırılar düzenlemesinden endişe ediyor. ABD ile koordineli ya da değil, herhangi bir saldırı hazırlığında olmadıklarını savunan Olmert hükümeti ise Şam’a Pelosi üzerinden yatıştırıcı bir mesaj vermeyi seçti. Olmert’in Merkel’le başlattığı (ılımlı Arap liderleriyle zirve teklifi) barış taarruzu Pelosi üzerinden devam ediyor. İnşaallah bu barış taarruzları yaz bulutları gibi geçici olmaz.

03.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004