Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Oldukça renkli bir ‘Pazar Sohbeti’



Pazar ekibi, müzakereli Risâle sohbetlerini sürdürüyor. Pazar gününün o ölü saatleri, çok diri meyveler veriyor. Önceden sabah saat sekizde başlarken, şimdilerde program yediye çekildi. Artık Pazar saat 7-10 arasında programdayız. Kimselere bu saatimize randevu vermiyoruz. Verdiklerimizi de sohbete götürüyoruz.

Pazar gününün bu saatinde artık uyku mahmurluğu yok. Değişik yüz ve ruh halleri nurlu mekâna, istifade için ulaşır ulaşılmaz, yüz ve ruh hatlarında hem taşıyanı, hem de muhatap olunanı müsbet etkileyen bir takım değişiklikler meydana geliyor.

Kardeşler o saatte, sanki yıllardır birbirlerini görmemişler gibi bir halet içerisinde kucaklaşıyorlar. ‘Hoş geldin kardeşim!’ denirken, kendince tatlı esprilerle ortamı bir tebessüm kaplıyor. ’Mü’minler arasındaki musafahanın insanı etkileyen yüzü burada daha bir kendini gösteriyor.

...Ve bu atmosfere alışan için Pazar saat 7, hayata rengini veren bir gökkuşağına dönüşüyor.

Melek yüzlü insanlar topluluğu

O saatte size gülümseyen, sizin için seçilmiş kelimelerden oluşan cümleler kuran, bütün bunları da herhangi bir menfaat gözetmeksizin, sadece Allah rızası için yapan insanlar topluluğuna doğrusu, melek yüzlü mübarekler demekten başka bir şık kalmıyor. Hani insan kendi evinde, pazar sabahı uyandığında bile, bu kadar iltifatlar ve bu kadar güler yüzler belki çoğu kez görmüyordur. Çünkü buradaki bir araya gelme amacı ve ideali çok daha orijinal davranışları beraberinde getiriyor.

Asr-ı Saadet Müslümanları bunlar olsa gerek.

Seçilen konular hayata yön veriyorlar

Haftanın son gününün sabahı nasıl bir konu ile başlarsa, inanın haftayı o konu ile değerlendirmeye başlıyorsunuz. Yani o seçilen konu adeta gelecek günler için bir maya gibi varlığını ve etkinliğini hissettiriyor. Pazar sohbetleri, yaşanacak olaylara birer gözlük ayarı yapıyor.

Son aylarda üzerinde müzakere yapılan birkaç konu örneği vermek gerekirse, ne demek istediğimiz belki daha iyi anlaşılacaktır: ‘Risâle-i Nur’da tesettür meselesi’, ‘Risâle-i Nurda musibet anlayışı’, ‘Risâle-i Nurların şerh, tanzim ve izahı meselesi’, ‘Risâle-i Nurda; ism-i Ferd, ism-i Hay, ism-i Kayyum, ism-i Hakem, ism-i Adl, ism-i Kuddüs gibi Allah’ın azam isimlerinin hazineleri ve o isimlerin birbirleriyle münasebetleri’ gibi konuların, haftalarca müzakeresi yapılmaktadır.

Böyle bir müzakere ile başlayacak yeni hafta, ister istemez çok gelişmelere gebe olmaktadır.

Bu asır yeni donanımlar istiyor

Sohbetlerimize nitelik kazandırmak, sohbet yapacak kişilerin derslerine iyi çalışarak gelmesi şeklinde olabileceği gibi, sohbet sayılarının arttırılması da bir çözüm teklifi olarak düşünülmelidir.

Haftada sadece bir gün, bir iki saatlik bir risâle sohbetine gitmek, günümüz dünyasında artık bir aktif Nur Talebesi için yeterli bir aktivite enerjisi sağlamayacaktır. Bu sohbetlerin sayısını arttırmakta imkân ölçüsünde çok büyük faydalar bulunmaktadır.

Özellikle de yapılacak derslerin müzakere şeklinde olması, kişilerin dünyalarında oluşan bir takım soruların gündeme gelmesini ve istişare edilmesini netice vermektedir.

Nasıl ki iş hayatı, hayatın vaz geçilmez bir gerçeği ise, okuma ve müzakereler de en az onun kadar bir gerçeğidir diye düşünmemiz gerekmektedir.

Ayrıca konuşulan konu hakkında farklı düşünce ve fikirleri olan insanlar, konunun değişik yönlerinin ele alınmasına katkıda bulunuyorlar. Bu ortamlarda, bir olaya çok farklı pencerelerden bakmış oluyorsunuz.

Gelin Pazar-7 okumalarını yaygınlaştıralım

Doğrusu bu uygulama her mekânda yapılabilecek bir faaliyettir. Yeter ki, olabileceğine inanan, kararlı birkaç kişi olsun. Az da olsa sürekliliği olan faaliyet neticelidir. Allah dinleyici kulakları bir bir halk ediyor. Nitekim zaman zaman, bu saatlerimize çok farklı illerden misafirlerimiz bile geliyor. Suriye (Şam) gezisinden dönerken müzakeremize katılan Ankaralı dostlar, Adıyamanlı gençler, Gaziantepli arkadaşlar ve bu yakınlarda da Adana’dan hizmet amaçlı gezmeye çıkmış ehl-i hizmet kardeşler sadece ilk akla gelenler…

Biraz da şöyle düşünmek gerekiyor; Pazar gününde risâle sohbetlerinden daha önemli ve daha seviyeli bir faaliyetiniz mi olacak? Pazar’ı renklendirmek ve istifadeli hale getirmek, ancak böylece mümkün olabilecektir.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Her şey “Onunla” anlamlı



İmam Rabbanî, Mektubat adlı eserinde, “Ben sözlerimle Muhammed’i (asm) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhisselatü Vesselâmdan bahsetmekle, sözlerimi güzelleştirmiş oldum” demekle, şüphesiz Peygamberimiz hakkında yapılacak en iyi tesbitlerden birini yapmıştır.

Şöyle bir düşünelim… Kendisine yazılmış ilk na’tlardan birisi olan Kaside-i Bürde’den beri söylenegelen sözlerin efsunkârlığı ondan olmasaydı, acaba yine aynı değeri taşıyacaklar mıydı? Söz gelimi, İslâmî motifleri temel alan Divan edebiyatının büyüleyici anlam giriftliği ve zenginliği nasıl olacaktı? Sahi, on parmağından su fışkırma mucizesini hatırlatırcasına, şayet su Hz. Peygamberle özdeşleştirilmeseydi, acaba suyun rahmet vasfı ne derece belirgin olacaktı? Bundan da öte, mesela devasa bir na’t olan Fuzulî’nin Su Kasidesinde hemen her yönüyle “rahmet-peygamber-su” üçlüsünün özdeşleştirilmesi mümkün olabilir miydi? Nitekim kasidenin 17. beytinde, “İnsanoğlunun efendisi, inci deryasının en iyisi olan Hz. Muhammed’in mucizesi şer sahiplerinin ateşine su serpmiştir” şeklinde dile getirdiği düşünce bunu destekler niteliktedir.

Edebî türlere baktığımızda, Hz. Peygamber’in sadece su motifiyle değil, bir de gül motifiyle vasıflandırıldığını görmekteyiz. Hemen herkesin bildiği, Yunus Emre’nin, “Çiçek eydür, ey derviş/ Gül Muhammed teridir” mısraları, İslâm medeniyetinin güle atfettiği mânânın kutsiyetini tek başına anlatmaya yeter. Dahası, bir Osmanlı padişahı olan Sultan Ahmet misali, “Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir/Ahmed â durma yüzün sür kademine ol gülün” şeklinde dile getirilen düşünceler, ancak Hz. Muhammed’le irtibatlandırıldığında, dış dünyanın bir çeşit uhrevî güzelliğe bürünebileceğini göstermektedir.

Sahi, hemen her şeyimiz gibi, edebiyatımız da gözü kör ve aklı felç olmuş bir şekilde Batıya kanat çırpıp da meselâ kadınla özdeşleştirildikten sonra, uğruna belki de divanlar tertip edilen gülün akıbeti ne oldu? O uğruna asırlarca şâir bülbülleri söyleten gül, bir bakıma dünyevî ve bazı zamanlar süflî duygulara âlet olmadı mı? Hele ki kadının anlamı dişiliğe indirgenince, gül hepten salon köşelerinde kadınların göğsünde taşınması gereken birer aksesuar misali kuru bir anlama terk edilmedi mi? Söz gelimi, Orhan Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı şiirinde geçen, “Bir yosma geçiyor kaldırımdan/Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar/Bir şey düşüyor elinden yere/Bir gül olmalı…” mısraları bana hep çamura saplanmış bütün güzel dünyamızı simgeler.

Evet, her şey onunla güzel, her şey onu anlattığında güzel oluyor. Çünkü o, “Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım” hitabıyla şereflenmiş nurun timsalidir. Çünkü o, “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl/ Muhammedsiz Muhabbetten ne hasıl” mısralarının ifade ettiği hakikatin tâ kendisidir. Çünkü O, “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”tir.

Bence Kutlu Doğum’un idrak edildiği şu sıralarda, Hz. Peygamber’le mayalanan İslâm medeniyetinin âdeta şifresi hükmünde olan belli motifler açısından da değerlendirmek gerekiyor düşünce dünyamızı. Ve inanıyorum ki, bu motiflerin dünyevîleşmiş anlamları ile İslâmî anlamları karşılaştırıldığında, aradaki mesafeleri ne kadar uzak kıldığımız ortaya çıkacaktır. Unutmayalım; mesafeler arasındaki uzunlukta bulunan “kilometre taşlarını” tespit edebildiğimiz zaman, uzakları ırak edebiliriz.

Kutlu Doğum hayırlara vesile olur, inşallah…

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Bir “inci” adam ve üç ders



Bir”inci” ağabeyi yolcu ettik. Yıldızlar tek tek sönüyor... Fatih Camii’nde “hakkımızı helal ettik.”

Acaba;

O bize hakkını helal etti mi?

“Nurtaşı”nda bir yıl kaldığımız dönemde ondan çok şey öğrendik. Vaktinde namaz kılmayı, disiplini... Ve “takkesiz namaz kılmama”yı.

Risale-i Nur’u en çok onun ağzından dinlemeyi severdim. Konuşur gibi okurdu. İzaha ihtiyaç bırakmazdı.

Her sabah namaz vakti, herkesten önce kalkar, ilk safta yerini alır, beklerdi. Gençlerin imamlık yapmasını isterdi. Yoksa, cüppeyi sırtına geçirirdi.

Gazeteye ilk başladığım dönemlerde sık sık yurtdışına giderdi. Hayatına baktığınızda aslında hep böyleydi. 1952 yılında “Nur”larla ilk tanışması... 1953’te Üstad’la ilk kez yüz yüze gelmesinden bu güne kadar, dâvâsından milim sapmadı... Ve hizmetlerine devam etti.

Aslında onun cenazesi, cenazeden çok umumi bir ders gibiydi.

İlk ders Fatih Camiindeydi...

İkinci ders; Eyüp Sultan Mezarlığındaydı.

Bu derste kimler yoktu ki. Herkes vardı, hepimiz vardık.

“Asayişin muhafızları” nöbetteydi.

Ben burada iki türlü bağ gördüm.

Birinci Ağabeyin yakınları ile olan bağı...

Ve; Uhuvvet ve tesanüdün getirdiği bağ...

Görüldü ki, uhuvvetin getirdiği tesanüd burada demir yumruk gibi kendini gösterdi.

Ben burada Bir”inci” ağabeyi anlatmaya çalışıp hamaset yapmayacağım. Haddim değil. Zaten onu en iyi anlatan, kendisiydi. Hayatı ortada.

Bize düşen hayatından ibret almak ve ondan öğrendiklerimizi tatbik etmek; Risale-i Nur’u sanki neşrediyormuş gibi dört elle sarılmak ve sahiplenmek.

Benim için “üçüncü ders,” bir sonraki gün Muhterem Mehmet Fırıncı Ağabey ve Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ı “Gündemin Nabzı” (Bizim Radyo) programına konuk etmek oldu. Bu dâvâya hizmet eden Mehmet Birinci Ağabey’i, Fırıncı Ağabey’in ağzından dinlemek ayrı bir zevkti. Kutlular ve Fırıncı Ağabey’in “el ele” hatıraları “yadetmesi” ile tarihe bir not düştük.

Allah gani gani rahmet eylesin.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Mehmet Emin Birinci Ağabeyin ardından



2 Nisan, 3 Nisan günleri Nur Talebelerinin ahirete intikal tarihleri oldu.

2 Nisan 1971 Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 3 Nisan 1977 Tahiri Mutlu Ağabey Hakka yürüdüler.

3 Nisan 2007’de ise Mehmet Birinci Ağabey Hakka yürüdü.

Bu bir nurânî silsilenin ıttıradına (devamlılığına) işaret eden dikkat çekici bir haldir diye düşünüyorum.

Birinci Ağabeyi, ilk olarak seksenli yılların başında tanımıştım. Daha sonra da sık sık Antalya’ya gelir, gazete temsilcisi arkadaşımızın evinde kalırdı. O mikrofonik ve net sesiyle çok güzel dersler okurdu. Onun hakkında hayalimde kalan portreler şunlar:

Çok ciddî ve vakur bir duruş.

Allah vergisi sesiyle okuduğu etkileyici ve tesirli dersler. Dâvâsından taviz vermeyen bir metanet kahramanı.

Namazı vaktinde kılmayı her şeyin önüne geçiren bir dikkat ve ihlâs abidesi.

Zamanını hiç boşa geçirmeyen, müdakkik, gayretli ve sabırlı bir hizmet eri.

Sünnete uymada azamî gayret gösteren, Resûlullaha hakikî ümmet olmaya çalışan bir fedakâr!

İki yıl önce Malatya’da iki gün beraber olmuştuk. Elazığ’a grup halinde derse ve ziyarete gittik. Hulusi Ağabeyin mezarı başında Yasin-i Şerif bana okutturmuştu. O civarda kaldığı müddet zarfında Risâle-i Nur’u okuyan ve tatbik eden haliyle çok güzel örnek olmuş ve oradaki cemaati bu yönde çok etkilemişti.

Aynı sene içerisinde İstanbul’da uzun müddet kaldığı Nurtaşı’nda, Üstad ve hizmetlerle ilgili görüntülü hatıralarını almaya gittiğimde beni çok etkileyen bir görüntü ile karşılaşmıştım. Kapı açıldıktan sonra bodrum katta olduğunu öğrendiğim merhum Birinci Ağabey, orada mutfakta yerde oturmuş bir şeyler yiyordu. Selâm verdikten sonra ne yaptığını sorunca beni donduran şu ifadeleri kullanıştı: “Sünneti tatbik ediyorum. Sirkeyle ekmek yiyorum!” Evet mutfakta yiyecek başka şeyler vardı. Ama o “sünnete” uyarak sirke ekmek yiyordu. Çok etkilenmiştim.

Daha sonra yukarı odasına çıktık ve o meşhur ciddiyeti ve samimiyetiyle Üstadı nasıl gördüğüne, hizmeti nasıl tanıdığına ait sorularıma uzun uzun cevaplar vermişti.

En son görüşmemiz ise 25-26 Kasım 2006 tarihlerinde Denizli Mevlidi esnasında olmuştu.

Muhterem Mehmet Fırıncı Ağabey ile beraber gelmişler ve o akşam oradakiler namına benim tevcih ettiğim soruları beraberce cevaplandırmışlardı.

İşte merhum Mehmet Birinci Ağabeyin o günkü anlattıklarından bazı hatıralar:

“Üstad; beni övmek, bana tokat vurmak gibidir” derdi.

“Üstad; namaz vakitlerinde, ezan vakti girmeden yarım saat önce abdest alır. Derin derin tefekküre dalardı. Bunu Sungur Ağabeyden duydum. Onun için kardeşlerim, namazları mutlaka vaktinde kılalım.”

“1952 yılında Üstad; Fırıncı Ağabeyin evinde Şeyh Sanan tepesi hadisesini anlatıyor. Ve arkasından da; ‘Sungur’u Tiflis’e göndereceğim’ diyor. Muhsin Alev Ağabey de orada. O da, ‘Keşke beni gönderse’ diye içinden geçiriyor. O sırada Üstad: ‘Yüksek sesle! Hayır seni değil Sungur’u göndereceğim!’ diyor. Hakikaten, sonra Sungur Ağabey oraya gitti ve dershane açmak ona nasip oldu.”

“Üstad zamanında biz dakikanın hesabını verirdik. ‘Eminönü’nden Beyazıt’a giderken, bu kadar dakikada ne yaptın?’ diye muaheze edilirdik.”

“Zübeyir Ağabey, Üstad’la bir geziye giderken gür çıkmış buğday başaklarını görünce ‘Bunlardan ne güzel ekmek olur!’ diye düşünüyor. O sırada Üstad: ‘Ekmek sizin olsun tefekkürü bana yeter!’ diyor.”

“1953 yılında ecnebi bir filozof, İstanbul’da verdiği bir konferansında ‘seb’a semâvât’ (yedi kat gökler) âyetini inkâr ediyor. Ziya ve Muhsin Ağabeyler de o konferansı dinlemişler. Üstad bunu duyunca: ‘Onlar niye o filozofa cevap vermediler? Risâle-i Nur’da bunlar var’ diyor. Ardından hemen bu konuyla ilgili bahsi tab edip dağıtıyor. O filozof bu dağıtılan bahisleri okuyunca hemen Türkiye’yi terk ediyor.”

“Zübeyir Ağabey, sağlığında, Papa’nın Türkiye’yi ziyaretinde İttihat gazetesinin sürmanşetine: ‘Sizinle bizim aramızda müşterek olan şey haktır’ âyetini koydurarak bir tavır alıyor”

“Eşref Edip; ‘Biz 1925 yıllarında kalemleri kırdık, kenara çekildik. Üstad ise, kalemi kırmadı. Hizmete devam etti. 1950’den sonra biz de muhafazadan çıktık’ derdi.”

Şimdi o Rahman olan Allah’ın gayb âlemlerinde, sünnetine ittiba ettiği Peygamberine, hayatını dâvâsına feda ettiği Üstadına kavuştu. Aynı safta dâvâsına devam ettiği Zübeyir, Tahirî, Bekir Ağabeylerinin kollarında, kucaklarında Eyüp Sultan’ın himmet ve şefaatiyle haşrin sabahını bekleme salonuna gitti. Ruhu şâd olsun, makamı Cennet olsun. (Âmin)

Daha uzun hatıraları ileriki zamanlara bırakarak şimdilik bu kadarla yetinelim. Nurun bu büyük ve fedakâr kahramanına Allah’tan rahmet, yakınlarına da başsağlığı ve sabır diliyorum. Fatihalarımızı da eksik etmeyelim.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Başsavcı seçimi



Daha aylar öncesinden ortaya atılan ve ilk duyulduğunda “Bu kadarı da olmaz” dedirten spekülasyonlardan biri gerçekleşiyor.

Buna göre, devletin bazı kilit noktalarındaki atamaların yeni seçilecek cumhurbaşkanına bırakılmaması için bulunan formüllerden biri, o makamların Çankaya seçiminden önce boşaltılması ve Sezer tarafından doldurulmasıydı.

Bunlardan biri Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, diğeri boşalma zamanı yakın Anayasa Mahkemesi üyelikleri olarak telâffuz ediliyordu.

Bu çerçevede dile getirilen senaryolara göre, meselâ Yargıtay Başsavcısının görev süresi normalde 20 Mayıs’ta dolacak iken vaktinden önce istifa ile boşaltılacak ve yerine gelecek isim de giderayak Sezer tarafından atanacaktı.

Aynı şekilde, Anayasa Mahkemesinde de boşalması yakın üyelikler, erken istifa yoluyla Sezer’in doldurmasına hazır hale getirilecekti.

Niyet ve maksat, Sezer’den sonra Köşke çıkacak olan yeni cumhurbaşkanına, en azından bir süre daha hareket ve manevra alanı bırakmamak ve Çankaya’yı baştan etkisiz kılmaktı.

Bu haberler tabiatıyla pek ciddîye alınmadı. Çünkü demokrasilerde böyle birşey olamazdı.

Ama “olamaz” denilen şeylerden biri oluyor.

Ve Yargıtay Başsavcılığı için seçim, normal zamanından tam beş hafta önce yapılıyor.

Ama halen görevini sürdüren Başsavcıyı istifa ettirerek değil, daha perdeli usul ve yöntemlerle.

İzlenen bu farklı yöntemde, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda patlak veren ve Adalet Bakanının son anda geri adım atmasıyla sonuçlanan kriz bir dönüm noktasıydı.

Krizin patlak verme gerekçesi, Bakanın kurulda Yargıtay ve Danıştay’a yeni üye seçimini engellemekle suçlanmasıydı. Buna karşılık kurul üyelerinin de geçen yıl yaptırmadıkları seçimi bu sene ısrarlı bir şekilde talep etmelerinin ardında ideolojik kadrolaşma hesaplarının yattığına dair iddialar gündeme gelmişti.

Kurul üyelerinin Bakanlık Müsteşarı hakkında suç duyurusunda bulunacak kadar işi ileri götürdükleri bu gergin kriz, son toplantıdan çıkan “Seçimler 15 Nisan’da” kararıyla yatıştı.

Uzlaşmada, üyeliklerin bir kısmında Bakanın gösterdiği adaylar için seçilme garantisi alınmasının etkili olduğuna dair söylentilerin ne ölçüde gerçeği yansıttığı ise şimdilik meçhul.

Ama hadisenin o seçimlerle sınırlı olmadığı, başsavcı seçiminin öne alınmasıyla ortaya çıktı.

Gerekçe, HSYK’daki seçim krizi tartışmasıyla gündeme gelen spekülasyonların önünü kesme olarak gösterildi, ama işin bağlanacağı nihaî sonuç, aylardır dile getirilen bir başka spekülasyonun gerçekleşmesinin yolunu açıyor.

HSYK krizinin tetiklediği kadrolaşma iddiaları başsavcı seçimini gölgelemesin deniliyor, ama normalde 20 Mayıs’tan sonra yapılması ve dolayısıyla yeni Cumhurbaşkanınca sonuçlandırılması gereken bir seçim haftalarca öne alınıyor.

Tabiî, Çankaya’yı boşaltacağı günden haftalar önce taşınma hazırlıklarını başlatmış olan Sezer sürpriz yapıp da “Süresi 20 Mayıs’ta dolacak olan başsavcının yerine yeni bir isim atamak devlet ciddiyeti ve nezaketiyle bağdaşmaz, ben böyle birşey yapamam” der mi, bilemiyoruz.

Ama yaparsa, yeni dönemde Çankaya’yı kuşatma planı yürürlüğe konulmuş demektir.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Bir-inci Ağabey



Onu 1980’li yıllarda ‘Üç Mehmetler’in birincisi olarak duydum ilkin. 12 Eylül İhtilâline ve anayasasına karşı çıkan Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular ve Mehmet Emin Birinci Ağabeyler için kullanılırdı ‘Üç Mehmetler’ tabiri.

İlk defa 80’li yılların başlarında Cağaloğlu’ndaki Sözler Yayınevinde ziyaret ettim. 40-45 saniyelik tokalaşma sürecinden sonra önündeki risâleden okumaya devam etti. Bu kadar sene bu dâvânın içinde bulunmasına ve her satırını neredeyse ezbere bilecek kadar risâleye aşina olmasına rağmen, hâlâ ilk defa okuyormuş gibi dünyayla ilgilenmeden, vaktini zayi etmeden kitaba yönelmesi beni şaşırtmıştı.

Başka bir zaman da Nişantaşı’ndaki dersanede Fırıncı Ağabeyle birlikte gördüm. Fırıncı Ağabeyin daha mülâyim ve konuşkan mizacı yanında Birinci Ağabeyin vakarı, az konuşması ve ciddiyeti beni bayağı düşündürdü. Fırıncı Ağabeye sempati duyuyordum. Benim mizacıma daha uygun yapıdaydı. Birinci Ağabey bana daha sert ve soğuk gibi görünürdü. Bilâhare Kutlular Ağabeyle mülâki olunca benim dünyamda Birinci Ağabey tatlı/sert konumunda yer aldı. Kutlular Ağabeyin yanında sertlik hususunda mülâyim bile sayılırdı artık. Her birinin yeri ayrıydı bu hizmette ve mizaç farklılıkları sahabelerin farklı mizaçları gibi lâzımdı.

Birinci Ağabey namaza çok önem verirdi. “Abdesti genç gibi al, namazı ihtiyar gibi kıl” meselini anladığım şeklinden farklı yapmıştı. Abdesti de özenle ve yavaş yavaş alıyordu. Bir keresinde abdest almasının yarım saat kadar sürdüğüne şahit olmuştuk. Son görüşmemizde namazı vaktinde kılmaktan, namaz tesbihatına devamdan ve risâleyi sürekli okumaktan bahsetti. Bir de siyasete bulaşmamaktan.

Bu yazıda asıl bahsedeceğim mesele “Son Şahitler, c. 4”te bizzat kendisinin duygulu bir üslûpla bahsettiği mübarek, elleri öpülesi, ayaklarının altına yüz sürülesi mübarek annesiydi.

“Senenin hemen her günü oruç tutan, mütevekkilâne, saburâne kaderin çizdiği istikamete boyun eğen” bu mübarek ana, hizmetlerden, hapislerden fırsat bulup ayda yılda bir kere kendisini görmeye geldiğinde biricik oğlu Birinci Ağabeye o gece evde kalamadan Allahaısmarladık deyip gidebilme ihtimaline alıştığı için ilk sorusu “Ne zaman döneceksin?” olurdu. ”Kaç gün kalabileceksin?” demezdi rahmetli anası. Şefkatini, sevgisini hep gizli tutar, gözyaşlarını içine akıtırdı.

Komşular onun bu haline hayret eder, “Bir tek oğlun var, niye salıveriyorsun, biraz yanında kalsa ya?” diye sitem ederlerdi. Bu sitemlere karşılık “Ne yapalım işleri, güçleri fazla.. Onu bekleyen hizmetleri var. İnşaallah ahirette beraber oluruz” cevabını verirdi.

Birinci Ağabeyin annesinin, köyde hemen herkesin kursağında yemeği vardı, kerim ve cömertti. Kimseyi incitmezdi. Köylü ona melek gibi bir insan nazarıyla bakardı. Mahallî tabirle ‘Cennet böceği’ derlerdi. Tahsil görmemişti. Yalnız Kur’ân okumasını bilirdi. Tarla işlerinden fırsat buldukça koyun postundan seccadesine çömelir, bir dervişin ahenkli yalpasıyla sağa-sola yalpalayarak Kur’ân’ını, evradını okurdu.”

O yıllarda yetmiş beş yaşlarındaki bu ana, CHP’li köy muhtarının ihbarıyla, evde risâle okumak ve bulundurmak suçundan bir jandarma baskını ile mahkemeye çıkarılmıştı. Oğlu Mehmet Birinci Ankara hapishanesindeyken ana Karadeniz’deki memleketinde “ayin yapmak, devleti ele geçirmek, şeriatı getirmeye çalışmak, dini siyasete alet etmek“ suçlarından yargılanıyordu. Birinci Ağabeyin “Anamdı. Başımı kucağına koyup beni büyüten anam… Çileli günlerin bütün ıztırabını yüreğine gömerek bana, kardeşlerime hep iyiyi, güzeli anlatan anam. Anam. Devletin düzenini değiştirmekten sanık” diye bahsettiği bu ana ve analar hizmetin gizli, görünmez kahramanları. İşte böyle evlât hediye ettiler bu topluma. Bu analar nice Zübeyirler, Tahiriler, Birinciler, Fırıncılar yetiştirdiler.

İşte Birinci Ağabey vefatıyla hizmetlerini tamamlayıp Hak’ka, Resulullah Efendimize... Ve sevgili Üstadına kavuşurken; aynı zamanda “Cennet Böceği” diye tanınan o mübarek anasına da kavuştu. Dünyada doya doya göremediği evlâdına—hizmeti ve külfeti biten biricik ve birinci evlâdına —o mübarek ana artık şefkatle ve iftiharla sarılabilecektir. Âlem-i Ukbada artık haşir sabahına kadar birlikte olabileceklerdir. Allah gani gani rahmet eylesin. Bizi onların yolundan ayırmasın. Amin.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hani herkes ‘işi’ni yapacaktı?



Üniversitelerdeki eğitimin kalitesinden sorumlu olması gereken YÖK, ‘işi’nin dışındaki konularla daha fazla ilgili görünüyor. Yaptıkları son açıklama ile cumhurbaşkanlığı seçimine ‘yeni kriter’ getiriyor.

Bir hukukçunun ileri sürdüğü ‘görüş’e göre, cumhurbaşkanlığı seçiminin başlayabilmesi için 367 milletvekili TBMM’de hazır bulunması gerekiyor. İleri sürülen bu görüş, gerek kamuoyunda ve gerekse hukukçular arasında taraftar bulamadı. Çünkü böyle bir uygulama bu güne kadar yapılmamış. Mevcut anayasa ile üç defa cumhurbaşkanı seçimi yapıldı ve hiçbirinde de böyle bir şart aranmamış. “Evvel yok idi, iş bu rivayet yeni çıktı” dedirten

talep, “Tehlikenin farkında mısınız?” diyenlerin sarıldığı son balon olmaya devam ediyor.

Her hangi bir kişinin bir makama gelmesine karşı çıkmak da ‘demokratik bir hak’tır. Ancak bu karşı çıkış, hukuk içerisinde olmalı ve provake hareketlere yol açmamalıdır. Son günlerdeki iddialar, hem temelsiz hem de hukukun temel prensiplerine uymayan görüşleri özetliyor.

Rektörler Komitesi, Meclis’in, üçte ikinin altındaki bir sayıyla toplanıp oylama yapmasının Anayasa’ya aykırı olacağını açıklamış. Rektörler Komitesi toplantısına devlet ve vakıf üniversitelerini temsilen 78 rektör katılmış. Rektörler, YÖK Başkanının bildiriyi okumasının tamamlanması üzerine uzun süre alkışlayarak destek vermişler. YÖK Başkanı, açıkladıkları ortak metinle ilgili bütün rektörlerle görüştüklerini söylemiş ve “Burada mevcut rektörlerin hepsinin ittifak ettiği bir metindir” demiş. (Yeni Şafak, 6 Nisan 2007)

“Özel” üniversite rektörlerinin de bu bildiriye destek vermiş olması ayrı bir gariplik. Gerçi bunda şaşılacak bir durum yok. Başörtüsü yasağı karşısında “özel” olamayan üniversitelerin başka konularda da “özel” olabilmesini beklemek imkânsız. YÖK’ün açıklamasını rektörler alkışladı, peki millet alkışlar mı?

“Millete soran mı var?” diyenler ‘teknik’ olarak haklıdır, ancak en nihayet milletin dediği olacağına göre uzun dönemde millet kazanır. Bu sebeple, gerek cumhurbaşkanlığı seçiminde ve gerekse önümüzdeki genel seçimlerde “Yeter, söz milletindir!” mesajını veren kazanmalıdır.

Dünya sıralamasında ilk 500’de hiçbir üniversitemiz yer alamazken, bunu dert edinmeyen YÖK’ün, cumhurbaşkanlığıyla bu derece yakından ilgilenmesi ve bir bildiri yayınlaması makul görülebilir mi?

YÖK’ün ilk işi, üniversitelerin dünya standartlarına nasıl yükseltileceği konusu olmalı. Yoksa, siyasî konularda görüş beyan edip bildiri yayınlamak, eğitimi politize eder ki bunun da en büyük zararı yine üniversitelere olur.

YÖK siyasî parti gibi davranmakla eğitime zarar veriyor...

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir aşk ve şevk eri daha göçtü



Üstadın, “Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylan, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risâle-i Nur’a hizmet eyle”1 diye taltif ettiği aşk ve şevk insanı Mehmet Emin Birinci Ağabey de ebedî âleme göçtü.

3 Nisan 2007 Salı günü Hakka yürüyen ve bir sonraki gün İkindi vakti Eyüp Sultan mezarlığına defnedilen Birinci Ağabey 1952 yılında İstanbul’a geldiğinde Fatih Reşadiye Otelinde Üstadla ilk defa görüşüp elini öptüğünde Üstad ona böyle hitap etmişti.

Gerçekten yarım asrı geçen hizmetleri döneminde Üstadın bu taltifine lâyık olmuş bir hizmet gönüllüsüydü Birinci Ağabey. O kadar bir azim, aşk ve şevk adamıydı ki o günkü şartlarda Osmanlıca yazılan Risâleleri okuyabilmek için yirmi gün içerisinde Osmanlıca’yı öğrenmişti. Gerçi ilk zamanlar onları pek anlamıyordu. Ama sır ve hikmetlerle dolu zengin bir hazine olduklarının farkındaydı. Üstada büyük bir muhabbet duyuyor, heyecandan yerinde duramıyor, öğrendikleri hakikatleri arkadaşları ve tanıdıklarıyla paylaşmak için köşe bucak dolaşıyordu. Tam o esnada getirilen Risâleler arasında Üstadın sadık talebelerinden Mustafa Sungur’un bir müdafaası eline geçti. Çok hoşuna gitmiş, ezberlemiş, gittiği her yerde onu okumaya başlamıştı.

Aman Allah’ım, o nasıl bir müdafaaydı ki dinleyenler hayret ve takdirlerini tutamıyor, özellikle onu dinleyen Kadir Usta, öylesine heyecanlanıyordu ki, o hakikatleri âdetâ dünyaya ilân etmek için kanatlanıyor; köylerde, kahvehanelerde hep onlardan bahsediyordu.

O günlerde muhterem Mustafa Sungur Ağabeyin Büyük Cihad gazetesinde çıkan En Büyük İspat isimli yazısı sebebiyle Samsun Ağır Ceza mahkemesinde kahramanca müdafaalarını yaparken dinlemiş, “Hak ve hakikati duyurmak, insanlığa gerçek saadeti sunmak için kendi hürriyetini kelepçeye vuran, büyük ruhlu Sungur’u işte o zaman tanımak şerefine erdim” demiş, Onun cesurâne müdafaası, nuranî hâli, dâvâya olan sadakati onda müthiş yankılar uyandırmış, hele hele eline kelepçe takılıp götürüldüğü halde yüzünden tebessümü hiç eksik etmemesi gözünün önünden hiç gitmemiş, onu bu cesarete ulaştıran Nurlara bağlılığı bir kat daha artmıştı.

Gün gelmiş Kader onu 1952 yılında yatılı bir okula gitmek maksadıyla İstanbul’a atmıştı. Hür Adam gazetesinde çıkan haberde Üstadın mahkemesini okuyunca heyecandan dizlerinin bağı çözülmüş, titremeye başlamış; eserlerini okuyarak aşk ve şevke geldiği Üstadını görme fırsatı bulacağını düşünmüş, mahkeme günü ve yerini öğrenince erkenden mahkeme koridoruna damlamıştı.

Acaba o anki hâlet-i ruhiyesi nasıldı Birinci Ağabeyin? Üstadla nasıl görüşmüştü? Bunu da inşaallah bir sonraki yazımızda kaleme alalım.

Dipnotlar: 1- Son Şahitler, s. 4:388.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sahih hadis ve sünnetin tesbiti



Daha önce hadis ve sünnetin Kur’ân’a dayandığını ve bize örnek olarak sunulduğunu ifade etmiştik. Burada önemli olan, onların doğru olarak tesbit edilmesidir ki, ona dair birkaç temel psiko-sosyal prensibi dikkate almalıyız:

1- Asr-ı Saadet doğruluk çağı idi: Doğruluk için canlarını, mallarını, itibarlarını bir yana bırakıp çarpıştılar. Eğer Sahâbîler, hadis ve sünneti rivâyet edenlerde, eğer bir küçük yalan veya tenakuz/çelişki görseler yalanlarlardı.

2-Tarih ve siyer kitapları bize şunu gösteriyor: Sahâbeler, Kur’ân’ı ezberlemek ve muhafaza etmekten hemen sonra, Resul-i Ekrem (asm) sözlerini, fiillerini, hareketlerini, mimiklerini, olaylar karşısında aldığı tavrı, müsbet-menfî gösterdiği tepkiyi ezberlediler, muhafaza ettiler.

3-Ezvâc-ı tâhirat, sadece Hz. Aişe-i Sıddıka, 2100’e yakın hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ki, çok evliliğin hikmetlerinden birisi de budur. İslâmiyetin hükümlerinin hemen yarısı kadın ve çocuklar hakkındadır.

4-Ashâb-ı Suffa ve sâir Ashâb-ı Kirâm pervane gibi onun (asm) etrafında dönüyorlardı. Onların geçimleri, Peygambere aitti ve tek işleri İslâmı tahsil etmek, öğrenmek, ezberlemek idi. Özellikle “hüküm ve mu’cize”lere dair hadîsleri, “sıhhatli” olarak çok dikkatle ezberlediler. Hattâ yazdılar. Peygamberimizin (asm) en küçük hâlini, tavrını dahi ihmâl etmediler. Hadîs kitapları buna şahit.

5- Ve 30-40 sene sonra, Tâbiîn’in binlerce araştırmacıları hadîs ve mu’cizeleri kitaplara geçirdiler, yazdılar, belge hâline getirdiler.

6- Hicretten iki yüz sene sonra da, başta Buhâri ve Müslim gibi âlim, fâzıl, doğru, sadık, dikkatli âlimler, ince eleyip sık dokuyarak Kütüb-ü Sitte’yi meydana getirdiler.

7- Sonra müçtehid imamlar, binler ehl-i tahkik muhaddisler, hadîs uzmanları, “uydurma” hadîsleri, “mevzu ehâdis” diyerek, birbirinden ayırdılar. Bu çerçevede şu maddeleri dikkate almak lazımdır:

* “Beliğ” bir ifâde ve uslûba sahip olan Peygamberimizin (asm) sözlerine yabancı kelime karışsa veya ilâve edilse, uzmanları, yüzlerce süzgeçten geçirdikten sonra nasıl karıştırabilirler?

* Celâleddin-i Suyûtî gibi allâme ve muhakkik bir zât, ehl-i keşfin haberiyle, kendisini konuya öylesine kaptırmış, öylesine fenâ fi’l-mevzu olmuş ki, 70 sefer Peygamberimizle (asm) “yakazaten” görüşmüş.

İşte sahabîler, tabiîn, muhaddisler, muhakkikler, kendilerini Kur’ân’a ve hadis-i şerîfleri anlamaya vermişlerdir.

8- Bazı âyetler şahsa, zamana ve mekâna hitap ettiği gibi, bir kısım hadisler de öyledir. Elbette âyetler yanlış yorumlanabildiği gibi, hadisler de yanlış

yorumlanabilir. Bu, bütün hadisleri inkâr değil, yanlışları temizlemektir.

Sahih olarak haber verilen hadislerin hiçbiri de Kur’ân’ın âyet ve yorumlarına ters düşmez.

07.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

T Süt ürünlerinde piyasa daralması



Bugün gazetesi köşe yazarı Can Aksın, dünkü yazısına "Tarihte hiçbir şirkete bu kadar 'haince ve kalleşçe' saldırı yapılmış olabileceğini sanmıyorum" cümlesiyle başlayıp şöyle devam ediyordu: "Danone’nin ürettiği sütlü ürünlere, internet üzerinden yürütülen bir 'karalama kampanyası' ile ağır darbe vurulmaya çalışıldı. Danone’nin Türkiye için üretilen ürünlerinin içerisinde, 'çocukların zihinsel ve bedensel gelişimini olumsuz etkileyecek madde olduğu' iddia edildi ve 'nihaî darbeyi' de şöyle vurdular: 'Ne yazık ki, bir gerçek, şu an Daninolar sadece 2 ve 12 yaş arası çocuklara yedirilmekte' dediler. İnandırıcı olmak için de, mailin altına Prof. Dr. ...'in adını yazdılar."

Firma yetkililerinin basın açıklamasını haber yapan dünkü yüksek tirajlı gazetelerin hemen tamamında yer alan bu konuyla ilgili bilgilerin teknik ayrıntılarını da yine aynı köşe yazısından aktaralım. Şöyle yazmış Can Aksın: “Karalama mesajı, yaklaşık 6 milyon 300 bin kişiye ulaşmış. Bunun 1 milyonu internet vasıtasıyla, geri kalanı 'kulaktan kulağa' iletişimle yayılmış. Karalama kampanyası milyonlarca anneyi etkileyip endişelendirmiş. Çocukları için çarpan kalpleri korkuyla dolmuş. Danone’yi arayarak gerçeği öğrenmek isteyenlerin sayısı 6 bin 853 olmuş. Diğerleri bu karalama kampanyasına, inanmışlar ve Danone’nin sütlü ürünlerini almayı kesmişler. Bu kasıtlı 'karalama kampanyası' sadece Danone’yi değil, sütlü çocuk ürünleri pazarını da etkilemiş ve pazarda yüzde 26 gerileme meydana gelmiş."

Bu firmanın pazar payında yüzde 26 gerilemeye sebebiyet verenlerin bilgisayar kayıtlarına da ulaşıldığı bilgisini aktaran Aksın, yazısını şu cümle ile bitiriyor: "Yakında tarihin 'en hain ve en kalleş' saldırısını kimlerin yaptığı ve yaptırdığı ortaya çıkar sanırım."

* * *

Halen dünyanın 120 ülkesinde faaliyet gösteren ve Sabah yazarı Erdal Şafak'ın tabiriyle "Yoğurt İmparatorluğu"na dönüşen "Selanik yoğurtçusu" Danone firmasını özellikle Türkiye'de zarara uğratan asıl sebebin, yukarıda ifade edildiği şekilde olup olmadığı, bizce henüz tam olarak bilinemiyor.

Zira, bir başka sebep daha var ki, onun da yabana atılmaması lâzım. Şöyle ki:

Sabah gazetesi yazarı Erdal Şafak, "Selanik yoğurtçusu" başlığıyla 25 Haziran 2005 tarihli gazetenin Pazar Aktüel ekinde resimli, belgeli, dokümanter anlamda genişçe bir yazı yazdı.

İyi niyetle ve kesinlikle Danone'nin lehinde olacak bir maksatla yazılan—ancak, aksi tesire yol açan—bu yazıda, dünyanın rakipsiz bir markası haline gelen bu firmanın tarihçesi hakkında enteresan bilgiler veriliyordu.

Bu bilgilere göre, Danone (yahut Danino) ismi, halen hayatta (Barselona'da 99 yaşında) olan Daniel Carasso'ya dayanıyor ve bu şahıs da meşhur Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karasso'nun öz yeğeni imiş.

Hatta, öyle enteresan ki, Sabah'ın yazarı, yazının hemen başında şu tüyoyu (!) da veriyordu: "Alın size her taşın altında Selanik Yahudileri ile Sabetayistler'i arayan paranoya tüccarlarının değirmenlerine su taşıyacak bir portre... Huzurlarınızda Carasso ailesinin öyküsü..."

Bu uzun yazının devamında, Karasso ailesinin hikâyesi ile birlikte, Selanik'te bir mandıradan başlayarak zamanla dünya devi haline gelen Danone firmasının dünden bugüne doğru detaylı şekilde gelişme seyri anlatılıyor.

Bu ve benzeri kaynaklarda yine aynı doğrultuda verilen bilgilerin ne derece doğru olduğunu bilemiyoruz. Firma yetkilileri, şayet bu konuda da bir açıklama yapacak olurlarsa, onu yayınlamayı da bir meslekî vazife addederiz.

Zira, süt ürünleri firması Danone'nin, sırf Yahudi Karasso ailesine ait olmasından dolayı ürünlere alerji duyan ve yine bu yüzden firmanın ürünlerini kullanmamayı tercih eden vatandaşlar var. Çevremizde bunlara çokça rastlamak mümkün.

İşte size, ismini mahfuz tuttuğumuz bir vatandaşın tepkisi: "Erdal Şafak'ın her Pazar, Aktüel Sabah'daki yazılarını zevkle takip ediyorum. Ama bu hafta (25 Haziran 2005) yayımlanan şu (Selanik yoğurtçusu) yazısı için aynı şeyleri söyleyemem. Bu haftanın konusu meşhur Danone firmasının kuruluşu ve inkişafı idi. Danone şirketinin kurucusu, Emanuel Karasu imiş. II. Abdülhamid'i tahtdan indirmeye gelen heyetin sözcüsüdür. Padişaha 'Halk sizi istemiyor' diyen şahıs... Ben yazıyı okurken, bir otobüsteydim. Yanımda da, 'bir küçük su' niyetine aldığım 'Hayat Su' vardı. O da aynı grubun malı. Ne yalan söyleyeyim, içemedim sonra o suyu. Bundan sonra da pek içeceğimi zannetmiyorum." (Bu ifadelerin yer aldığı web site: http://postitler.blogspot.com.)

Bu okuduğunuz, sayısız örneklerden sadece biri. Benzer söz ve yaklaşımlara, daha başka kaynaklarda rastlamak mümkün. Arama–tarama yapabilirsiniz.

* * *

Danone için "süt ürünlerine zararlı maddeler katıyorlar" şeklindeki karalamalara cevap veren firma yetkilileri, acaba dünya markası haline gelen bu ismin tarihçesi veya piyasada dolaşan söylentiler hakkında da herhangi bir açıklamada bulunma ihtiyacını duyarlar mı?

Sabah'ın yazarı her ne kadar "Her taşın altında Yahudileri arayanlar"ı ti'ye aldıysa da, bizce bu konuda da etraflıca bir açıklamaya ihtiyaç var. Vatandaşı merak ettiği veya öğrenmek istediği her konuda aydınlatmak lâzım.

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Cennet ucuz, Cehennem lüzumsuz mu?



Müzik, Allah’ın kâinatın her bir hecesine yüklediği muhteşem bir ses, melodi ve âhenktir. Her insanın ruhunu ve duygularını derin âlemlere götürür, sonsuz mânâlara dokundurur. Kalıcı ve derin bir iz bırakır varlığında.

Hele şu bahar mevsiminde bu melodi ve derinliği çok daha yakından yaşıyor ruhumuz. Seher vaktinde öten kuşlar, esen ılık rüzgâr ve sevimli rakslarıyla yağan yağmur, dalından gülümseyen çiçek,… hepsi de sonsuz musikinin ruhumuzdaki yankısını dolduruyor kulaklarımıza ve gönüllerimize.

Eşyaya yansıyan bu melodi ve musiki tadı gönüllerimizi okşayıp, Arş-ı Âlâ’ya giden yollarda sonsuz lezzetlere dokunduruyor yüreğimizi. Bu buluşmanın bile eşsiz bir tınısı kalbimizi aydınlatıp, serinletiyor.

Bu kadar geniş ve derin etkilere sahip musiki insan için. Yani vazgeçilmez bir yeri var. Belki de tam da bu sebepten, özellikle de günümüzde şarkı sözleri alıp başını gidiyor. Adeta bedduâlar bile, melodinin derinliğinden yararlanılarak şarkı diye kulaklarımıza ulaştırılıyor. Bu tarz şarkıları söyleyen insanlar,—hâşâ—ilah, şarkıları da hit diye sunularak özellikle de gençlerin kalpleri, kulakları ve ruhları kirletiliyor.

En özel ve temiz, insan için dünya hayatındaki varlığının amacı ve gayesini içeren kavramlar bile bu uğurda heba ediliyor. (Ki, İlâh sadece ve sadece Allah olabilir)

Son dönemlerde çıkan Cennet adlı parça da bunlardan biri ne yazık ki. “Cenneti değişmem saçının teline” gibi, aşkı da buna katarak güya sevgiliye sesleniliyor. Cennet ki, insanın bu dünyadaki varlığını ve amacını belirleyen Allah’ın mü'min kullarına vaad ettiği sonsuz hayatın adıdır. Hatta bu hayatta bizzat Peygamber Efendimiz’in bildirmesiyle, Allah o temiz ruhlu kullarınabütün ihtişamı ve Esmâsıyla bizzat görünüp, onlarla sohbet dahi edecektir.

Kur’ân’da Cennet ehlinden şöyle söz edilir:

“İmân eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, ‘Bu daha önce yediğimiz rızıktandır’ derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara Sûresi: 25.)

“İman eden ve güzel işler yapanlara gelince, onlar da Cennet ehlidir; orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara: 81)

“Onlar ki, ayakta iken de, otururken de, yatarken de, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler, ‘Bunları boş yere yaratmadın, Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azabından koru.’” (Âl-i İmran; 191)

Ve daha bir çok âyette Cennet ehlinin nitelikleri anlatılır.

Cennet ise, altlarından ırmaklar akan köşkler, en muhteşem yiyecek ve içeceklerle dolu tasviri imkânsız bir yerdir. Ve bir saç teline değişilecek kadar da ucuz değildir, Allah Onu ancak, kendisine, sırf kendisi için sevip ibadet edecek kulları için vaad etmiştir. Bu ise hak bir vaaddir ve mutlaka her insanın başına açılmış olan dünya imtihanın sonunda gösterilecektir.

Kul için en büyük kayıp ve acı; her şeyin ve kendisinin de yaratıcısı olan o yüce Yaratıcının huzurunda alçak bir duruma düşmesidir aslında.

Bu tarz şarkıları dinlememek ve bizlere de san'atçı olarak sunulan bu kişilere pirim vermemek verilecek en büyük cevaptır. Şarkı ve müzik, üstelik buna aşk âlet edilerek Allah’a isyan taşıyan bir mânâya bürünmemelidir.

Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Cennet ucuz değil, Cehennem lüzumsuz değil.” Kendi küçük heveslerine bu büyük mânâları âlet eden kişiler için hepimizin vereceği güzel cevaplar var. Bu cevaplardan biri de, onları görmezlikten gelmek.

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme.” (Bakara Sûresi: 286.)

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın azabı ve bağışlaması



M. Kara:

*“Allah’ın azabına ve adaletinin tecellisine karşı tavrımız ne olmalı, kime sığınmalıyız? Bizler günahlı varlıklarız. Mutlaka azap görür müyüz? Bu azabın geciktirilmesini istesek, dünyada rahat edebilir miyiz? Yahut acele isteyip dünyada verilmesini istesek, âhirette azaptan kurtulabilir miyiz?”

Allah’ın azabına ve adaletinin tecellisine karşı tavrımız, dönüp yine Allah’tan korkmak ve O’na sığınmak olmalıdır. Yani O’ndan, O’na sığınacağız. Üstad Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, başka Rab yok ki, O’na gidelim? Başka Hak Mabud yok ki dergâhına sığınalım? Başka Yaratıcı yok ki, yardımını isteyelim? Biz öyle Mecusîler gibi—hâşâ—biri şer, biri hayır, iki İlâh’a inanmıyoruz.

Bir tek İlâhımız vardır. Hayır da O’ndan, şer de O’ndandır. Bir tek Hâlık’ımız vardır. Azap da O’ndan, af da O’ndandır. Bir tek Rabb’imiz vardır. Adalet de O’ndan, mağfiret de O’ndandır. Bir tek Mâbud’umuz vardır. Tokat da O’ndan, taltif de O’ndandır. Bir tek Allah’ımız vardır. Gazap da O’ndan, rahmet de O’ndandır. Ve ne şanslı kullarız ki: Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.1

O halde, O’ndan O’na sığınacağız. O’nu af ve merhamet yönüyle de tanıyacağız. Bir yandan O’ndan korkarken, diğer yandan O’ndan ümidimizi eksik etmeyeceğiz. O’nun rahmetine güveneceğiz ve O’nun mağfiretini isteyeceğiz. O’nun tarafından affedilmek için, yüzümüzü O’na doğru döndüreceğiz, kalbimizi O’na doğru yönlendireceğiz. O’ndan isteyeceğiz, halimizi sadece ve yalnız O’na arz edeceğiz.

Allah’ın azap ve adaletini tanırken, Allah’ın af ve mağfiretini bilmez ve O’ndan umutlu olmaz isek, Allah’ı lâyıkıyla tanımış olmayız. Böyle bir yaklaşımla hem inancımız yara alır, hem de kendimize zulmetmiş oluruz.

Öyleyse, Yüce Yaratıcımızın, “Ey kullarım! Siz gece gündüz günah işlemektesiniz. Ben de günahlarınızı bağışlamaktayım. Benden mağfiret ve bağışlanma isteyiniz ki, sizi bağışlayayım”2 çağrısını unutmayacağız.

Rabb’imizin, “Hepiniz Allah’a tevbe edin ey Mü’minler! Tâ ki korktuğunuzdan emin, umduğunuza nâil olasınız!”3 davetine uyacağız ve tevbe etmekten kaçınmayacağız.

Hâlık’ımızın, “Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir”4 sözünü göz ardı etmeyeceğiz.

Cenâbı Hakk’ın, “Biz nankörlerden başkasını cezâlandırır mıyız?”5 âyetini işitip, cezâdan ve azaptan önce, nankör olmaktan Allah’a sığınacağız!

Peygamber Efendimiz’in (asm), “Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz ve O’ndan mağfiret dileyiniz. Hakikat, ben günde yüz defa tevbe etmekteyim”6 beyanını günde yüz defa hatırlayacağız, yüz defa düşüneceğiz.

Aksi takdirde, her an günah işleme pozisyonunda bulunan bizler Allah’ın hep azap ve adâlet sahibi oluşunu bilir, mağfiretini, bağışlamasını, affını, merhametini bilmez isek, elbette ümitsizlik girdabına yuvarlanır ve boğulur gideriz. Unutmayalım ki, Yaratıcıyı doğru tanımak, O’nu olduğu gibi tanımak, bizim zaten Allah’a karşı boynumuzun borcudur.

Bizlerin günahlı varlıklar olduğumuz doğrudur. Günah işleyebilir bir kabiliyette yaratılmışız. Fakat ne gam? Bu kabiliyet bize mutlaka azab görelim, mutlaka Cehenneme girelim diye verilmemiştir. Bilâkis, Allah’a daha çok sığınalım, Allah’ın rahmetine daha şiddetle iltica edelim ve azaptan kurtulduğumuz gibi, Cehennem azabından âzâd olduğumuz gibi, Allah’ın rızasını da kazanalım diye verilmiştir.

Allah’ın sonsuz rahmeti ve mağfireti her daim iltica etmemiz için açılmış birer ana kucağından öte bize yakındır. Şeytanı kahreden bu şefkat ocağına atılmak için neyi bekliyoruz?

Ne âhiret azabının öne alınmasını ve âhiret saadeti namına da olsa dünyada sıkıntı çekmeyi isteriz! Ne dünya azabının geciktirilip âhirete kaydırılmasını ve dünyada rahat etmekle beraber hüsrana uğramış bir âhiret hayatı isteriz! Neden illâ ki azap isteyelim? Biz Rabb’imizden af istiyoruz, mağfiret istiyoruz, merhamet istiyoruz, tövbeye muvaffak olmak ve tövbemizin kabul edilmesini istiyoruz! Ne dünya için, ne kabir için, ne mahşer ötesi hayatımız için azap istemeyiz! Cehennem ve ateşten her zaman Allah’a sığınırız.

Biliriz ki, azap da, af da Allah’ın takdirindedir. Biz duâlarımızda O’ndan, azabın tamamen kaldırılmasını ve affedilmemizi isteriz.

Ve biliriz ki Allah, kendisinden yardım ve inayet uman kulunu yardımsız ve yüz üstü bırakmaz.

Not: Bediüzzaman Hazretlerinin talebe ve hizmetkârlarından Mehmet Emin Birinci Ağabey Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhum ağabeyime Allah’tan rahmet ve mağfiret, Risâlei Nur talebelerine ve kederli ailesine sabrı cemil niyaz ederim.

Dipnotlar: 1- A’râf Sûresi: 156; Riyâzu’s Sâlihîn, 418 2- Riyâzu’s Sâlihîn, 111 3 Nûr Sûresi. 31 4 -Zümer Sûresi: 53 5 Sebe’ Sûresi: 17 6 Riyâzu’s Sâlihîn, 14

07.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Köşk gündemi



Ankara’da sıcaklık hayli artıyor. Herkesi hararet bastı. Tabiî bu hava sıcaklığındaki bir artış değil, bazılarının “Çankaya savaşları” diye isimlendirdiği cumhurbaşkanlığı seçim takviminin başlaması dolayısıyla artan sıcaklığın meydana getirdiği hararet…

Bir taraftan Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı adaylık başvurularının başlayacağı 16 Nisan’a 9 gün kala, Çankaya Köşkü’ne kimin çıkacağına yönelik çalışmalarını arttırırken, diğer taraftan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen çevrelerde hareketlilik gözleniyor.

Yaptığı anketlerle önce teşkilâtının görüşünü olan Başbakan, şimdi de bire bir görüşmeleri başlatarak milletvekillerinin nabzını tutmaya çalışıyor. Erdoğan milletvekilleri ile gruplar halinde görüşürken, “Nasıl bir cumhurbaşkanı isterseniz?” ve “Çankaya’da kimi görmek istersin?” diye soruyor. İl başkanlarının “eğilimini” de alacak olan Erdoğan’ın bu turlardan sonra Bülent Arınç ve Abdullah Gül’le görüşmesi bekleniyor. Son olarak da partisinin MKYK’sının görüşünü aldıktan sonra kararını vereceği de söyleniyor. Erdoğan bu arada bazı sivil toplum örgütleri ile de görüşüyor.

AKP milletvekillerinin bir bölümü, Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasından sonra partinin oylarının azalacağını düşünse de bunu sesli dillendiremiyorlar. Erdoğan, bu turlarla Çankaya’ya çıkması durumunda partisinin durumunun ne olacağını bu “nabız toplantıları” ile görmek istiyor.

* * *

Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak her ortamda espriler yapılıyor. Bir taraftan da Erdoğan’ın yüzünü güldüren olaylar da oluyor. “Bu ortamda cumhurbaşkanlığı seçiminin ‘c’sini bile konuşmak istemiyorum” diyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın geçen hafta Savunma Sanayii toplantısında, kimilerince “dil” sürçmesi olarak değerlendirilen Erdoğan’a “Sayın Cumhurbaşkanım” demesi üzerine başta Başbakan olmak üzere oradakilerde şaşkınlıkla karşılanmış, ancak hatasının farkına varan Büyükanıt’ın sözlerini “sayın başbakanım” diye düzeltmiş olmasına rağmen, bu “dil sürçmesi” geçen hafta sıkça konuşulan konular arasında yer aldı.

Tabiî bu dil sürçmesi en çok AKP’lileri sevindirdi, “Allah söyletti” diyenler bile oldu. Askerin Köşk seçimine günler kala bu konudaki sessizliği demokrasiyi ve halkın iradesini savunanları daha da sevindiriyor. Ümit ederiz ki, bu tavır 16 Mayıs’a kadar devam eder.

* * *

Tabiî “olmaz, olamaz, olmamalı” diyen cephe de boş durmuyor.

Ana muhalefet, Köşk seçimiyle ilgili ortamı germe söylemlerine devam ediyor. CHP, “Erdoğan, Çankaya’ya çıkarsa anayasaya göre yargılanmaması için hiçbir neden yoktur. Yeni parlamentonun bunu yapması boynunun borcudur. Mahkûm olursa da oradan aşağıya iner” diyerek “haftalık bombası”nı patlattı!

ADD önderliğindeki “ulusalcılar” ise, önümüzdeki hafta bugün (14 Nisan 2007) Ankara’da “cumhuriyet mitingi” yapacaklar. Ulusalcıların mitinglerinde “Türkiye’nin hayırlı evlâdı” dedikleri Tuncay Özkan yine ön plânda olacak mı, göreceğiz. Katılımın yüksek olması için bazı üniversitelerin “Öğrencileri eyleme götürmek için üniversitedeki sınavları ertelediler” haberleri gazetelerde yer aldı. Önümüzdeki hafta tartışılacak ve ortamı gerecek en önemli olayın bu olması bekleniyor.

Tabiî YÖK de boş durmadı. Cumhurbaşkanlığı ile ilgili açıklamayı “sorumluluk” kabul ederek, “Tarafsız cumhurbaşkanı” istediklerini söyledi. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, bir yandan “Meclis kararına karşı çıkma gibi bir durumum olamaz” derken, diğer yandan 3 Kasım seçimlerini “adaletsizlikle sonuçlanan bir seçim” olarak nitelemeyi de ihmal etmedi.

Bu arada, Yargıtay Birinci Başkanlığı, 4 yıllık görev süresi 20 Mayıs’ta dolacak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok’un yerine aday belirleme seçimini erkene aldı. Başsavcılık için adaylar 12 Nisan Perşembe günü yapılacak seçimle belirlenecek. 15 Nisan’da HSYK’da seçim yapılacak.

* * *

Bütün bu karışıklık içinde, şimdi Ankara’da Başbakan Erdoğan’ın ne yapacağı bekleniyor. Bir kararsızlık mı var, yoksa bütün görüşmelerden çıkan sonuca göre mi karar verecek, herkes merakla bekliyor.

Başbakan’ın, teşkilâtını, milletvekillerini, bazı sivil toplum kuruluşlarını dinledikten sonra karar vermesi doğru bir yoldur. Ancak şu aşamada seçilecek 11. cumhurbaşkanı için gerginliğe meydan vermeden AKP’nin “tek başına belirleme anlayışında ısrar ediyor” görüntüsüne yol açacak söz ve davranışlardan kaçınması gereklidir. Çünkü seçilen cumhurbaşkanı AKP’nin değil, bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacaktır.

Son söz olarak bu konuda her zaman tekrarladığımız şu cümleyle yazımızı bitirelim.

Bu tartışmalarda demokrasi ve milletin iradesi kazansın...

07.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004