Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Haydi yogaya!



Özel okul ve anaokullarındaki astronomik fiyatlar, haber bültenlerinin ana malzemesi.

Hele bir ana okulunun fiyatı var ki, dudak uçuklatan cinsten.

Muhabir özelliklerini anlatıyor... Anaokulunun fiyatını arttıran en temel unsura geliyor sıra...

Neymiş diye merak ediyoruz.

Görüyoruz ki, o anaokulu “yoga” dersi veriyormuş. (atv ana haber)

Minicik çocukları rehabilite etmek için sabah yoga ile başlatıyorlarmış. İyi mi?

Nedir yoga?

“Yazılı tarih”ten öncesine dayandığı söyleniyor. Yani en az 5 bin senelik bir inanış! Bunu da arkeolojik kazılardan öğreniyor insanlık.

Yani, yoga, Hinduizme dayanan hareketler bütünü...

Yoganın çeşitleri de var:

Raja, jnana, bhatki ve karma yoga çeşitleri, bilgeliğe uzanan yol olarak kabul ediliyormuş.

Bitmedi. Bir de “temel duruşlar” var: Oturma pozisyonu, köpek ve kedi... Dağ duruşu, öne uzama ve esneme... Üçgen duruşu, savaşçı ve kobra duruşu... En önemlisi ceset pozisyonu ile süslemişler hareketlerini.

Böylelikle bu hareketler, Uzakdoğunun metafizikî inanışa dayandığı gibi, vücut ve ruh dengesini yakalıyor ve kişisel aydınlanmayı sağlıyormuş! Breh, breh!

Peki, “Hinduizm”e inanan safdiller şunu idrak edemiyor mu?

Beş bin yıllık geçmişe dayanan inanış, “gericilik” ve “yobazlık” değil mi?

Huzuru kendi mensup olduğu dinde aramak yerine, birtakım felsefî inanışlarla kodlanmış “yoga”da aramak, saflığın ötesinde bir şey...

Bunu da minicik çocuklara dayatmıyorlar mı, hele anaokullarında “ders” olarak okutmuyorlar mı? İnsanın kanına dokunuyor!

Anaokullarında değil namaz öğretmeyi, dinini öğrenmeyi bile yasaklayan zihniyete sormak lâzım:

İnancımızın gereği ve hattâ gözbebeği sayılan namaz hem kıymettar, hem mühim, hem ucuz, hem de az bir masraf ile uygulanan bir ibadet değil mi?

Halbuki “yoga”nın ne kadar zahmetli ve "pahalı" olduğunu, yukarıdaki satırlarda yazdık.

Peki, namaz gibi mukaddes vazifeden kaçma tenbelliğinde bulunanlar, neden yoga gibi zahmetli ve bir o kadar da masraflı uğraşa giriyor?

TRT ÇALIŞANLARI

Haber-Sen üyesi TRT çalışanları nihayet gösterilerini yaptı.

Gösteriye başlık lâzımdı. Onu da bulmuşlar. Diyorlar ki:

“TRT’de baskı, sansür ve kadrolaşma politikalarına hayır!”

Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu önünde protesto eylemi düzenleyen TRT çalışanları ellerinde “TRT’de sansüre, baskıya son,” “Tekke televizyonu istemiyoruz,” “Sanatıma dokunma,” “Sansür suçtur” dövizleri taşırken, Barış ve Adalet Koalisyonu üyeleri de üzerinde “barış” yazan gökkuşağı renkli flamalar taşıdı.

Ne kadar duygusal. Kalabalık yok, öylesine azınlık ve zavallı bir görüntü çizdiler ki... Halbuki medya desteğine, gazete manşetlerine rağmen bu kadar kişi toplamalarına ayıp. Hiç olmazsa gösteri yapmayıp, dağılsa... ya da küçük bir salonda basın toplantısı yapsaydılar daha iyiydi.

Bir de, “tekke” veya “din baskısı” gibi sahte bahaneler bulmayın.

Çok komik oluyorsunuz!

“BARIŞ” RÜZGARLARI

Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, İsrail’de “barış” rüzgârı estirmiş.

Bir de:

Türkiye’de estirse şu barış rüzgârını!

*

Ne garip, daha bu haberin mürekkebi kurumadan, İsrail helikopterleri sabaha kadar Gazze Şeridi’nin kuzeyine 8 hava saldırısı düzenledi, iyi mi? Barış saldırısı olmalı herhalde.

Sezer, İsrail’deki resmi temaslarına başlarken, “Şalom” demiş, alkış almış.

Ülkemize dönüşte, uçaktan inmeden önce acaba, “Selamünaleyküm” dese...

Der mi?

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tesettürde son durum



Türkiye’de “kıran kırana” bir mücadelenin verildiği konulardan biri, belki de birincisi kadın kıyafeti ve tesettür meselesi.

“Çağdaşlık adına” tesettürü reddedenler, başından beri bilhassa genç kuşakları tesettürden uzaklaştırma gayreti içinde oldular.

Bu gayret şiddetlenerek devam ediyor.

Plan ve hesap, özellikle okulları ve medyayı alabildiğine kullanarak, tesettür dışı giyim şekillerini teşvik ederek bu hedefe ulaşmaktı.

Ama öyle olmadığını, aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen genç kuşakların tesettüre yönelişinin arttığını ve başörtülü genç kızların üniversite kapılarına dayandığını görünce, bu eğilimi durdurmak için yasakçılıktan başka bir “çare” bulamadılar.

Ve bu yasağı, her zaman olduğu gibi, müstehcenliği teşvikle desteklediler.

28 Şubat’la başlayan ve hâlâ devam eden süreçte yaşananlar, çok açık bir şekilde gözler önünde.

TNS Piar tarafından yapılan iki araştırma, bu çabaların düşündürücü sonuçlarına ışık tutuyor.

Araştırmalardan biri 2001’de, diğeri geçen sene yapılmış. Dört yıl içerisinde tesettür konusunda neyin değişip neyin değişmediği bahsinde dikkate değer ipuçları sunan bu araştırmaların ortaya koyduğu ilk sonuç şu:

Dışarı çıkarken başını örtenlerin oranı yüzde 59’dan 59.4’e, örtmeyenlerinki 33.9’dan 34.6’ya çıkarken, “duruma göre” hareket edenlerin oranı 7.1’den 6’ya gerilemiş.

Demek ki, tesettür herşeye rağmen galip.

Ve yasağın mimarı Kenan Evren’in “Ülkemizde başörtüsü kullanmayanlar çoğunluktadır, başörtülüler azınlıkta kalıyor” (Vatan, 30 Mayıs 2006).iddiası gerçeği yansıtmıyor.

Ancak aynı anketin yaş gruplarına göre örtünme tercihlerindeki değişimi ortaya koyan sonuçlarında endişe verici noktalar mevcut.

Buna göre, 15-17 yaş grubunda 2001’de yüzde 49.5 olan “örtünmeyenler”in oranı 2005’te 68.8’e; 18-24 grubunda 49’dan 57.4’e; 25-34 grubunda 35.4’ten 40.3’e; 35-44 grubunda 24’ten 29.5’e yükselmiş.

Her ne kadar “başörtüsü-türban” tasnifine akıl erdiremesek de, konuyu ısrarla böyle takdim edenlerin tavrından hareketle “şuurlu örtünme” olarak niteleyebileceğimiz “türbanlı tesettür”e girenlerin oranına gelince:

15-17 yaş grubunda 4, 18-24 grubunda 1.3 puanlık gerilemeye karşılık, 25-44 yaş grubunda 2’şer puanlık yükseliş var. (Ali Atıf Bir'in yazısı, Hürriyet, 5 Haziran 2006)

Bu düşündürücü tablonun çok dikkatle üzerinde durulup tahlil edilmesi gerekiyor.

Kadınlarımızı, özellikle de genç kızlarımızı gerek amansız baskılarla, gerekse cazibedar telkin ve propagandalarla tesettürden uzaklaştırmayı hedefleyen çabaların azımsanmayacak derecede mesafe aldığı anlaşılıyor.

Genel dağılımda terazinin tesettür kefesini ağır bastıranlar, ankette yer verilmeyen 45 yaş ve üstündeki hanımlar. Ve bu durum, “Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olun” hadis-i şerifindeki mesajı teyid ediyor.

Görünen o ki, “Önce iman, sonra tesettür” formülü ekseninde yeni bir tebliğ, tenvir, irşad seferberliği öncelik kazanmış durumda.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Müstehcenlik tehdidi



Gençlerin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikelerden biri de açık-saçıklıktır. “Medeniyet” kisvesi altında yapılan pek çok yayın, çocukları ve gençleri derinden yaralıyor.

Müstehcenlik, uzun yıllardan beri tartışılan bir konu. Sadece “akıl feneri”ni esas alanlara göre müstehcenliğin tarihi her geçen yıl/gün değişiyor. Zamanın ordinaryüs profesörlerinden olan ünlü bir hukukçu, konuyla ilgili bir soruyu cevaplandırırken, “Ben bir fotoğrafın müstehcen olup olmadığını belirlemek için eşime gösteririm. Eğer o bu resmi müstehcen buluyorsa, ben de ona inanırım” anlamında sözler sarfetmişti.

Tabiî bu şekildeki bir değerlendirmenin sübjektif olduğu ortada. Ama ne yazık ki, dün müstehcen kabul edilen pek çok şey; yaşanan bozulma ve dejenerasyon sonucu, bugün müstehcen kabul edilmiyor. Yıllar önce, TV’lerle evimize akmaya başlayan müstehcen yayınlar, artık eskisi kadar tepkilere maruz kalmıyor. En hassas olması gerekenler bile, üzülerek ifade etmek gerekirse, biraz ‘alıştı.’

Aslında insan fıtratı gerçekleri arıyor. Meselâ, bianet.org sitesindeki bir habere göre; RTÜK’ün 17 ilde, 7-14 yaşlarında bin 719 öğrencinin katılımıyla yaptığı araştırmada, çocuklar “çıplaklık” ve “şiddet”ten rahatsız olduklarını ifade etmişler. Bunca ‘bombardıman’a rağmen çocukların ‘çıplaklık’tan şikâyetçi olması, yıkılmak istenen temellerin —şükür ki— hâlâ sağlam olduğunu gösteriyor.

Dünya da müstehcenliğin, ‘ifsat şebekeleri’nin bir tuzağı olduğunun farkına varıyor. Bu anlamda önemli bir adım da Amerika’da atılmış. Amerikan Kongresi, radyo ve televizyon kanallarının müstehcen yayınlarına verilen para cezalarını 10 kat artırmış.

Amerikan Senatosunun, geçen ay oybirliğiyle kabul etmesinin ardından, Temsilciler Meclisinde de 35’e karşı 379 oyla kabul edilen metin, Federal İletişim Ajansının (FCC) müstehcenlikle ilgili kuralları ihlâl eden kuruluşlara 325 bin dolara kadar para cezası kesmesine imkân veriyor. (AA, 8 Haziran 2006)

Tabiî ki sadece ‘ceza kesmek’le müstehcenlik belâsıyla mücadele etmek mümkün değil. Çünkü ifsat şebekeleri gerekirse bu cezayı da ödemeyi göze alıp, müstehcen yayınlara devam edebilirler. Bu belâ ile mücadele etmenin kesin yolu, özellikle gençleri ve bir bütün olarak toplumu uyanık tutmak ile mümkündür. Müstehcenliğin, insanların kalp ve ruhunda ciddî yaralar açtığı anlatılmalıdır. Bu batak, en az uyuşturucu alışkanlığı kadar tehlikeli ve tahrip edicidir. Toplum bunu iyi idrak etmeli.

Son yıllarda müstehcenlik, ‘reklâm’ kılıfı ile yol bulmaya çalışıyor. İlgisiz konularda kullanılan ‘kadın öğe’si, gençleri hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıyor. Bazı medya kuruluşları da bu çirkin emellere alet olmuş durumda.

Bir firmanın müstehcen afişini değil de, afişe ‘genel ahlâka aykırı’ gerekçesiyle izin vermeyen belediye eleştiriliyor. (Vatan, 8 Haziran 2006) Yönetmeliklere göre ‘yasak’ olan ‘müstehcenlik’ ise, fiilen devam ediyor. Reklam Yönetmeliğinin 22’inci maddesinin birinci fıkrası şöyleymiş: “Reklâm, ticarî tanıtım levhaları ve ilanlarda; sağlık yönünden zararlı olan alkollü içki, sigara, genel ahlâk kurallarına aykırı görüntüler, korku ve batıl inançları içerecek, toplumun acıma duygularını istismar edecek şekilde hasta, bebek, çocuk, yaşlı ve özürlülerle ilgili ifadeler veya görüntüler kullanılamaz.”

Peki, bu yönetmelik yürürlükteyken, gazete ve TV yayınlarını ‘süsleyen’ müstehcen reklâmlara ne demeli? Hele hele, alkollü içki reklamları neyin nesi? Müstehcenlikle mücadelede geç kalmayalım...

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

“Halaskâran-ı zabitan” zihniyeti



1931 yılında Aydın Mebusu olarak Meclise gelirken, “Beni Atatürk keşfetti” diyordu Adnan Menderes.

İsmet Paşayı Başvekâletten aldıktan sonra bu göreve iktisatçı Celâl Bayar’ı atamıştı Mustafa Kemal…

Bayar, Demokrat Partinin kuruluş dilekçesini Cumhurbaşkanı İnönü’ye sunuyor. Paşa Parti programını aldıktan sonra soruyor:

-Terakkî Perverlerde olduğu gibi ‘İtikad-ı dinîyeye riayetkârız’ diye bir madde var mı?

-Hayır paşam, laikliğin dinsizlik olmadığı var.

-Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, ilkokul seferberliği ile uğraşacak mısınız?

-Hayır

-Dış politikada ayrılık var mı?

-Yok

-O halde tamam

Celâl Bayar, İsmet Paşa’dan DP’nin kuruluş vizesini işte bu diyaloğun ardından aldı.

DP’nin kuruluş dilekçesi Refik Koraltan tarafından verildi. Yarım saat sonra izin çıktı. Basın toplantısında Bayar’a soruldu:

-DP’nin yeri CHP’ye göre nedir?

Bayar, “Demokrattır” dedi. Menderes, “İki parmak daha soldadır” diye cevapladı.

Peki, bu DP, yüzde 50’yi aşkın bir oy oranıyla iktidara gelince neyle suçlandı?

-İrtica ile…

Peki, her girdiği seçimden daha yüksek bir oy oranı ile çıkıp 10 yıl iktidar olan DP döneminde ne yapıldı?

Türkiye NATO’ya girdi. Kıbrıs diye adadan haberimiz yoktu. Kıbrıs’ta garantör devlet olduk. Sanayiyle, yolla, barajlarla tanıştı Türkiye.

Menderes ve arkadaşları, “Her mahalleden bir milyoner çıkarmanın” hayaline kapıldılar. Memleket bir baştan öbür başa şantiyeye döndü. İtalya ve İspanya ile aynı seviyedeydik. Kore, Endonezya, Malezya, Yunanistan bizim çok gerimizdeki ülkelerdi.

Bölgenin parlayan yıldızıydık.

Peki, DP iktidarını yıkan 27 Mayısçılar neyle itham etmişlerdi: “Memleket uçurumun kenarında…”

Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş, “Kışladan her şey farklı algılanır” demişti.

“Kışladan siyasetçilerin hepsi hırsız, ülkeyi yönetenler vatan haini…”

Irak tezkeresini kabul etmeyip ABD’ye kafa tutan Meclis, Amerikan askerlerini topraklarımıza, gemilerini limanlarımıza sokmayan iktidar ise Amerikan uşağı...

Bu iş o kadar ucuz mu?

* * *

“Son dönemde Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ortadadır. Ben bu durumlardan son derece müştekiyim. Türkiye’nin yönetiliş biçimini ve götürülmek istendiği noktayı çok aydınlık görmüyorum…”

Bu sözler Eryaman’daki operasyonda ele geçirilen ve Atabeyler Çetesi’nin lideri olduğu söylenen Yüzbaşı Murat Eren’e ait.

Yüzbaşı Eren bu durumdan vazife çıkarmış, subay ve astsubay arkadaşları ile C-4 patlayıcıları toplayıp, kendince bu karanlık gidişe son vermek istemiş.

Sakın bu sizi yanıltmasın. Yüzbaşı Eren yalnız değil. Bu bir zihniyet. Ta Halâskaran-ı Zabitan’dan beri devam eden bir zihniyet.

Ülkenin uçuruma doğru sürüklendiğini düşünüp bu durumdan vazife çıkaranlar var.

Ancak her defasında sağ iktidarlara karşı yaparlar bunu.

* * *

Türkiye 2001 ekonomik krizini yaşadı. Ülkenin GSMH’sı 200 milyar dolardan 145 milyar dolara geriledi. 225 bin işyeri kapısına kilit vurdu, 1.5 milyon insan işsiz kaldı. 1 milyar dolar için IMF’ye avuç açtık. Birbiri ardına banka iflâsları yaşandı. Hava durumu gibi el konulan banka haberlerini izler olduk. ABD, “Siz kendinizi yönetmesini beceremezsiniz” diye başımıza Kemal Derviş’i ve Catherine Yenge’yi gönderdi.

Deprem paralarıyla memurların maaşının ödenmesi utancını yaşadı bu ülke.

Peki, o zaman “ülke karanlığa gidiyor” diye cunta kuranı duydunuz mu?

Millî gelirin 5 bin doları aşmış, Merkez Bankası’nın kasasında 65 milyar dolar var, yıllık enflasyon yüzde 5’i aşacak diye kaygılanacak hale gelmişiz.

Ülkenin gittiği karanlık nokta ise AB’ye tam üyelik için tarih almak.

* * *

Padişahlık sisteminden çok partili demokrasiye, Zincirbozan’dan Çankaya’ya kadar, kahrında ikbalinden zirvesinde yaşamış olan Çağlayangil kısa ama özlü bir şekilde anlatmıştı bu zihniyeti: “Osmanlı döneminde yüz on defa müdahale olmuş. Türlü şekilde. Hepsinin biçimi biraz farklı ama, gerekçesi aynıdır. Abdülhamid’i halletmek üzere Halâskaran-ı Zabitan grubunun yayımlandığı beyanname ile Evren’in 12 Eylül bildirisi arasındaki fark sadece üslûplarında görülür. Her ikisinin de gerekçesi vardır. Her ikisi de Türkiye’nin hızla bir uçuruma gitmekte olduğu iddiasını ileri sürer. Bu ne biçim dâvâdır ki, yüz on defa uygulanır, yine de şifa bulunamaz. Bu ne biçim uçurumdur ki, yüz on defa kenarına gelinir ama düşülmez. Bana sorarsanız Türkiye’nin sorunlarını burada aramak lâzımdır.”

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hangi Zerkavi öldürüldü?



Efsane haline getirilen Zerkavi’nin sonunda ‘resmen’ öldüğü ilân edildi ve bedeninin teşhis edildiği söylendi. Saddam’ın adamlarından ve direnişi örgütleyen isim olarak bakılan İbrahim İzzet Duri için de birkaç kez öldüğüne dair rivayetler çıkmıştı. Zerkavi için de benzeri söylentiler çıkmış ve Budiyaf’ı öldürdüğü iddia edilen Bumarufi gibi meçhul bir kimlik olduğu ileri sürülmüştü. Zerka’daki ailesi de onun öldüğüne hükmediyordu, ama ‘gerçek’ ölümünden sonra böyle bir sonucu beklediklerini açıkladılar. Dolayısıyla işgalin getirdiği ve sebep olduğu karartma ve karartmanın getirdiği sisli ve puslu ortam yüzünden Zerkavi efsaneleşti ve gerçek kimliği hayalî bir kimliğe büründü. Hayalî kimliği gerçek kimliğinin üzerine çıktı. Birileri de tam bunu istiyordu.

Eba Müslim Horasanî ve Mülessem (Maskeli) veya Zorro efsanelerinde olduğu gibi Zerkavi’nin efsaneleştirilmesinde işgalciler, basın ve kollektif hafıza hepsi rol oynadı. Sarı Saltık gibi Zerkavi’ye bir çok gerçek dışı eylem yüklediler. Ve işgalciler Zerkavi üzerinden direnişi alevlendirmekten ziyade kardeş kavgasını ve mezhep kavgasını tutuşturmak ve körüklemek istiyorlardı. Belki de bugüne kadar ele geçirilememesinin veya öldürülememesinin ardındaki sır budur. Neden şimdi sorusunun birçok cevabı olabilir. Bu cevaplardan birisi, ilk kez seçimler sonucu oluşan bir kabine ile iktidara gelen Nuri Maliki’nin milislerin üstesinden gelmek istemesi ve bunun için de önünün açılması olabilir. Milislerin varlık nedeni ise Amerikalılardan ziyade Zerkavi gibi şahsiyetlerin varlığı idi. Maliki ve Şiilerin çıkarı hasım kampın lideri olan Zerkavi’nin ortadan kaldırılması olabilir, ama burada Amerikalıların çıkarı ne? Zerkavi’nin öldürülmesiyle Şiî-Sünnî geriliminin yatışmasını mı istiyorlar? Bir bütün Irak mı düşlüyorlar? Elbette bunlardan hiçbirisi olamaz. Amerikalıların çıkarı Irak’ta kontrolü tam ele geçirinceye kadar kardeş kavgasının devamı yönündedir. Öyleyse neden Zerkavi öldürüldü? Gayri iradî olarak mı öldürüldü? Yoksa Zerkavi’nin bu mânâdaki son kullanım süresi mi bitti?

***

Kanaatimce, Amerikalılar Zerkavi’nin öldürülmesinden ziyade milislerin tasfiyesini istiyor olabilir. Bunun için Zerkavi’nin kurban verilmesi gerekiyordu. Bu durumda milislerin varlık nedenini ortadan kaldırmak gerekiyor. Maliki’nin milisleri lağvetmesinin önündeki engelin kaldırılması lâzımdı belki de bu Zerkavi’nin öldürülmesiydi. ABD, milisler üzerinden İran’ın Irak’taki varlığından rahatsız oluyor. Yarın İran-ABD çatışma noktasına gelirse Irak için savaşmayan milislerin İran için savaşabilecekleri varsayılabilir. Dolayısıyla arkasını sağlama alabilmek için Zerkavi operasyonuna hız vermiş olabilir. Zira, Nuri Maliki’nin gündeminde milislerin lağvedilmesi vardı.

Milislerin lağvı sadece Amerikalıların değil bundan sonra Sünnî kesimlerin de daha fazla gündeminde olacaktır. Maliki’nin başarısı da buna bağlıdır. Zerkavi’nin öldürülmesi ‘silahlı direnişi’ ne şekilde ve ne kadar etkiler? Başta Nuri Maliki, Zerkavi’nin öldürülmesinin Zerkavilerin öldürülmesi anlamına gelmeyeceğini teslim ediyor. Maliki: “Zerkaviler ölmez” diyor. Halilzad, Irak’taki Amerikan güçlerinin komutanı George Casey ve İngiltere Başbakan yardımcısı Margaret Beckett, Zerkavi’nin öldürülmesinin dönüm noktası olup olmayacağından şüpheli olduklarını dile getirdiler. Hatta milisler üzerinde bir operasyon olmazsa mezhep gerilimi daha da artabilir. Zira artık ortada milislerin varlık sebebi kalmadı.

***

Zerkavi’nin şahsiyetine gelecek olursak. Tam olarak Bin Ladin’in şahsiyetini de çözebilmiş değiliz. Zira, ortam gereği üzerlerinde uygulanan sansür nedeniyle bilgi akışı tek yanlı ve kirliydi. Kasetler aracılığıyla bilgi akışı ne kadar sağlıklı, bilinmez. Zerkavi’ye gelince, kendisi samîmî olabilir. Ama samimiyeti, kurulan büyük oyunda küçük bir piyon olmasını engellemez. Samimiyeti, üzerinden yürütülen büyük stratejilere engel değildir. Dolayısıyla bu durumda onun niyetinden ve şahsiyetinden ziyade yöntemini sorgulayabiliriz. Yönteminde bir takım kusurlar vardı. Şiî-Sünnî kamplaşması için bazı Şiiler kadar o da işgalcilere malzeme temin etmiştir. Bunda doğrudan katkısının ve rolünün payını tam olarak bilmiyoruz. Ama dolaylı olarak katkı sağladığı inkâr edilemez.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaza koşmak



Kâinatta en yüksek hakikatın iman, sonra da namaz olduğunu düşündüğümüzde namazda çok büyük sır ve hikmetlerin bulunması gerektiğini hemen anlarız.

Evet, namaz nice sır ve hikmetler yüklü bir ibadet. Kâinatın Efendisi (a.s.m.), “Bana dünyadan üç şey sevdirildi” buyururken, bu üç şeyden birinin namaz olduğunu bildiriyor. Onun lisanında namaz, “gözümün nuru” şeklinde nitelendirilecek derecede önemli. Nursuz, ışıksız gözün görmesi mümkün olmadığı gibi namazsız Müslümanlık o kadar zor. Sahabenin, “Biz namaz kılmayana nerdeyse kâfir derdik” demeleri çok anlamlı. Hz. Ömer’in bıçaklanıp şehadete koşarken, “Namaz! Aman namaz! Namaza dikkat edin!” diye haykırdığını da biliyoruz.

Namaz mü’minin hayatında o kadar eşsiz bir yer tutar ki Allah Resûlü (a.s.m.), “Namaz dinin direğidir. Kim namazını kılarsa dininin direğini dikmiş olur. Kim de namazını kılmazsa dininin direğini yıkmış olur” buyurmuşlardır.

Kavun, karpuz, elma, armut gibi nimetlerin yenilmek, arslanın pençelerinin parçalamak için verildiğini bilen insan; zerreden kürelere, yerden göğe kadar her şeyin emrine sunulduğunu gördüğünde kulluk için yaratıldığını, kulluğun başının da namaz olduğunu nasıl anlamaz?

Namazla ilgili bir dizi kitapların yazılıp engin zenginliğinin yansıtılmaya çalışıldığı günümüzde kısa bir makalede onu nasıl anlatabiliriz ki? “Arife bir işaret yeter,” “Damla denize işaret eder” kabilinden bu yolda şu bir-iki makaleyi birer işaret, birer damla olarak kabul edin.

Hadis-i şerifin ifadesiyle kulun Allah’a en yakın olduğu an secde ânıdır. Secdenin namazın rükünlerinden biri oluşu da anlamlı değil midir? Hangi aklı, fikri, şuuru yerinde olan, sevmeyi, sevilmeyi bilen bir insan bu yakınlık için can atmaz?

Bir genel müdür, milletvekili, bakan, başbakan veya cumhurbaşkanıyla görüşmek için heyecanlanan insanoğlu, Allah’ın kulunu, namazla, aradan yetmiş bin perdeyi kaldırıp huzuruna kabul ettiğinin bilincinde değil midir? “Namaz mü’minin miracıdır” hadis-i şerifi kulun doğrudan huzur-u İlâhiyeye kabul edildiğini gösteriyor. Bunun sevinç ve mutluluğundan yerinde duramamalı, neşe ve ferahtan uçmalı değil mi insan? O esnada bir nevî miraçta bulunduğunu düşünerek okuduğu herbir âyet ve duânın ne kadar engin anlamlar ihtiva ettiğini, değer kazandığını, güneşten daha parlak hâle geldiğini anlamakta da gecikmeyecektir.

Yetenekleri, duyguları şirazeden çıkmış, neye ne kadar önem ve değer vereceğini bilemeyen, dengeyi yitiren çağımızın insanı, dosdoğru yolun Allah’ın gösterdiği yol olduğunu, Kur’ân’ın insanı dünya ve ahirette mutlu edecek bütün esasları içine aldığını, namazın bu noktada çok büyük bir yere sahip olduğunu da biraz düşünse hemen anlayacaktır.

Kısaca namazın sır ve hikmetleri anlatmakla bitmez. Ancak yaşanır.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ahlâkî ve içtimaî ölçülere uyuyor muyuz?



Sosyal varlıklarız. Hayatımızı insanca sürdürebilmemiz; yardımlaşma, anlaşma, kaynaşma ve dayanışmaya bağlı. Birbirimize önyargılarla yaklaşır, ölçümüz nefsimiz olursa; ayrılığa düşer, çatışırız. Bu da ihtilâflara, ihtilâf da güçsüzlüğe sebep olur. ‘İnsan hatâdan hâli olmaz’ diyen Bediüzzaman; Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak fıtrata uygun âdil prensipler, ölçüler serdeder, hassas ve uygulanabilir ölçüler getirir. Sosyal hayatta, bütün siyasetçiler dahil; bütün kesimler bu mihenklere uyduğunda müthiş bir sempati, empati ortaya çıkar.

1- “Bir Müslüman’ın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez” kaidesince, meselâ bir demokratın bütün halleri demokrat olmak lâzım gelmez! Sözlerinde, icraatlarında hatâ ve kusur işleyebilir, gayr-i demokratik haller görülebilir!

2- Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi/hayat düğümü, dayandığı gerçek hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu; olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur. Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten/sayı veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz.1

3- Bir insanın bir sıfatı câni ve kâfir de olsa, o sıfat sahibi câni olmaz.2

4- Büyük günahları işlemek, imansızlıktan değildir.3 Ancak; büyük günahları serbestçe işlemek imândan hissesi olmadığına değildir.4

5- Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.5

6- Hasenâtı seyyiatına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.6

7- Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.7

Dipnotlar: 1- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 65, Tarihçe-i Hayat, s. 54.; 2- Sünuhât, s. 40.; 3- Lem’alar, s. 177.; 4- Emirdağ Lâhikası,-1, s. 200.; 5- Mektûbât, s. 354.; 6- Münâzârât, s. 13.; 7- Lem’alar, s. 91.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

SONAR'ın doğruladığı siyasî tahlil



Bundan üç hafta kadar önceydi. Gazeteci ve akademisyenlerden müteşekkil bir heyetle birlikte Bosna'ya gittik. Küçük kapasiteli uçak yolculuğumuz yaklaşık üç saat sürdü.

Bu zaman zarfında, yanyana oturduğumuz meslektaşımızla değişik konularda sohbetimiz oldu. Sohbet konularından biri de, Türkiye'de siyasî gelişmelere dairdi.

Dünkü gazetelerde yayınlanan bir seçim anketinin sonuçları ile bizim konuştuğumuz muhtemel gelişmeler arasında şaşılacak derecede bir benzerlik, bir paralellik ortaya çıktığı için, bugün bu konuya temas etme gereğini duyduk.

* * *

Yol arkadaşımın ismini mahfuz tutuyorum. Çünkü, bu konuyu yazacağıma dair rızasını almış değilim. Ancak, kendisinin fevkalâde bir bilgi ve birikim sahibi olup, halen yüksek tirajlı bir fikir gazetesinde yazarlık yaptığını ifade edebiliriz.

Meslektaşımıza bu konuyu biz açtık ve şunu sorduk: "Siz geçenlerde AKP iktidarını eleştiren bir yazı yazdınız. Ama, sanal ortamdaki bu yazınız da epeyce eleştirildi. Her ne ise... Siz şu anki tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz ve yakın tarihteki muhtemel siyasî gelişmeler hakkında nasıl bir tahmin veya öngörüde bulunuyorsunuz?"

Yol arkadaşımızın bu soruyla ilgili cevabı, özet haliyle şöyle oldu: "Evet, daha evvel de yazdım. AKP iktidarı, milletin derdine devâ olamadı. Özellikle kendi seçmen kitlesinin beklentilerine cevap veremedi. Temel hak ve özgürlükler noktasında, eğitim eşitliği, din ve inanç hürriyet gibi hususlarda hiçbir ilerleme sağlayamadı. AB konusunda da tökezledi, Kıbrıs meselesinde adeta çıkmaza girdi. Bütün bunlar gösteriyor ki, bu iktidarın yönetim kadrosu, ya yeterince bilgiye, tecrübeye sahip değil, ya da korkuyorlar, iç ve dış odakların etkisi altına giriyorlar. Ama, sebep ne olursa olsun, ben onlardan ümidimi kesmiş durumdayım. Ayrıca, bir dahaki seçimde aynı desteği göreceklerine de inanmıyorum."

Bağlantılı ikinci sorumuz şu oldu: "Peki, bu gidişle ortaya nasıl bir tablo çıkacak. Sizin tahmininiz ne? Sizce hangi parti iktidar alternatifi olacak veya hangi siyasî lider inisiyatifi ele alacak? Yani, milletin teveccühü kime ve nereye doğru yönelecek?"

Daha evvelki seçim dönemlerinden Erbakan'a ve Erdoğan'a yakın durduğu görülen muhatabımız, hiç tereddüt dahi geçirmeden şu karşılığı verdi: "Merkezdeki kitlenin yeni siyasî gözdesi Mehmet Ağar liderliğindeki DYP'dir. Çünkü Mehmet Ağar, cesur ve korkusuz bir liderdir. Ne 'derin devlet'ten korkar, ne de derin Amerika'dan. İşte, bugünkü Türkiye'ye de böylesi lâzım. Aynı zamanda, Ağar'ın hiçkimseye karşı bir minnet borcu da yok. Hatta, kendi parti teşkilâtına bile minneti yok. Çünkü, iki defa üst üste bağımsız seçilerek girmiş parlamentoya. Ayrıca, şimdiye kadar yapılmış bulunan en ciddî anket sonuçlarına da baktım. Orada gördüm ki, AKP % 30'a inmiş, CHP'de de gerileme var, DYP'nin oy oranı ise % 13'lere çıkmış. Bu tablo gösteriyor ki, seçim sath–ı mailine girildiğinde, DYP'nin oyları çok daha yüksek seviyelere çıkabilecek durumda..."

Meslektaşımıza, bu arada Mehmet Ağar ile ilgili olarak kamuoyunda bazı menfi duygu ve düşüncelerden de bahsettik. Bu husus hakkında ise şunu söyledi: "Acaba hangi siyasî liderin geçmişini irdelersek, o siyasetçi Mehmet Ağar'dan daha temiz, daha mâsum çıkacak? Herbiri hakkında değişik şaibeler var. Dolayısıyla, her şeye rağmen genel teveccühün yine de Ağar liderliğindeki DYP'ye doğru kayacağını söylemek mümkün. Bir de tabiî DYP'nin geleneksel veya kemikleşmiş bir oy potansiyeli var. Bunu da nazardan uzak tutmamalı..."

* * *

Dünkü gazetelere yansıyan SONAR araştırma şirketinin yaptırdığı seçim anketine göre, ilk dört sıradaki partinin oy oranı şöyledir: AKP: 29.99, CHP: 19.21, DYP: 12.65, MHP: 8.43.

Bu tablo, kararsız oylar partilere dağıldıktan sonraki orana göredir. Ki, yol arkadaşımızın da üç hafta kadar önce bize söylediği tabloyla hemen hemen aynıdır.

Günün Tarihi

Makedonya komitecileri iş başında

9 Haziran 1910: Sadâ–yı Millet gazetesi başyazarı Ahmed Samim Bey, İstanbul’da meçhul faillerce öldürüldü.

Ancak bu hâdise, muhaliflerini Makedonya komiteciliği zihniyetiyle sindirmek isteyen “İttihad ve Terakki”nin işlediği siyasî cinayet silsilesinin yeni bir halkası olarak değerlendirildi.

Nitekim, bu tarihten bir yıl kadar evvel Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi ile bir yıl kadar sonra gazeteci Zeki Bey de aynı tarz işlenen cinayetlerle öldürüldü.

İttihatçıların bozuk kısmı, muhaliflerini fikirle ikna etmek yerine, onları tehdit ve silâh zoruyla susturmayı tercih ediyordu.

* * *

Görüldüğü gibi, komitacılık yahut günümüz tabiriyle çetecilik yeni bir iş değil.

Bunlar hemen her dönemde var. Bazan yer altına iner, orada palazlanırlar. Bazan da yer üstüne çıkar kan dökmeye koyulurlar.

Türkiye'de yaklaşık yüz yıldır işlenen fâili meçhul cinayetlerin pekçoğu, işte bu gizli komitacılar tarafından planlanarak organize ediliyor.

Tabiî, bu komitacıların bağlı bulunduğu veya kelle başı ihale aldıkları daha başka merkezlerin varlığını da göz ardı etmemeli.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'a ulaşmak zor mu?



İstanbul’dan yazan okuyucumuza:

Nazarın gerçek olduğuna itirazımız yok. Belki bir nazardan kurtulmak isteyişiniz de söz konusu olabilir. Bir peygamberi medfun bulunduğu yerde ziyaretiniz takdire şayan. Siz ona duâ ettiniz. İnşaallah onun feyzinden mânen istifade ettiniz.

Fakat işin yanlış olan yanı; büyüklerin kabirlerini ziyaretlerimizde feyizden farklı olarak, hep günübirlik çıkar gözetişimiz. Nedense bu, toplumumuza yerleşmiş ve tevhid inancıyla bağdaşır-bağdaşmaz, düşünülmeden; bir şekilde devam ettiriliyor.

Düz duâyı başaramıyor muyuz diye düşünüyorum. Yani doğrudan Allah’a ulaşmak daha mı zor?

Sahi, Allah’a ulaşmak zor mu? Kur’ân’ın, “Ben kullarıma çok yakınım!” âyeti kulaklarımızda çınlarken. Allah’ın bize her şeyden, her şeyden, her şeyden… Kendimizden bile yakın olduğunu biliyorken...

Nazarla ilgili sahih duâlar var. Bir kısmı Kur’ân’dan. Bir kısmı Peygamber Efendimizden (asm). Bizi doğrudan, bize yakın olan Allah’a ulaştıran duâlar.

Duâyı bir telefon ahizesine benzetirsek; duâya müracaatımız, ahizenin ses nakleden alıcısına ağzımızı yaklaştırmamız ve isteğimizi bildirmemiz demektir. Ahizenin diğer tarafı kapalı değil. Sürekli açık. Ezelden beri açık. Orada Rabbimiz var ve Rabbimiz sürekli bizi dinlemede. İsteklerimize cevap vermekte.

Oysa biz böyle ucu sürekli dinlemede ve cevap vermede olan bir ahizeyi bırakıp, çok daha dolaylı yollarla Allah’a ulaşmaya çalışıyoruz. Aracılarla, vesilelerle, söylentilerle büsbütün yolumuzu uzatıyoruz, hatta çoğu zaman büsbütün yolumuzu kaybediyoruz. Rabbimize doğrudan ulaşamıyor muyuz? Ama neden? Bu da mı şeytanın bir oyunu?

Bir peygamber kabri ziyaretinin verdiği feyzin, üzerimizde nazar varsa onu eritip yok etmesi aslında tevhid inancına ters düşmez, Allah’ın yakınlığı ile de çelişmez. Bu mümkündür. Fakat:

1- Bunu süreli bir kânun saymak ve ziyaretlerimizden böyle bir menfaat ummak doğru değildir.

2- Bunu hissetmeyi ruhî bir rahatlama ve sükûnette değil, maddî işaretlerde beklemek yanlıştır.

3- Bizi Allah’a ulaştıran duâları bir yana bırakıp dolaylı yollara ümit bağlamak, türbedeki yatır açısından değil, bizim teveccühümüz açısından, Allah ile aramızdaki kulluk-Rab’lik bağlarını rencide eder. Yani Allah’ın birliği inancı içinde yer alan “yalnız O’na sığınma, yalnız O’na kulluk yapma ve yalnız O’ndan yardım isteme” hakkımıza zarar verir.

4- Duâlarla doğrudan Allah’a sığınmakta, hemen netice almasak da kulluğun güzelliği ve edebi vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakka el açmak da, neticeyi Cenâb-ı Hakka bırakmak da kulluğun güzelliklerindendir, ibâdetin tâ kendisidir.

5- Sadece Allah’a sığındığımızda; duamızın makbûliyeti ve netice almamız, Allah dilerse gecikmez.

6- Araya vesile koyduğumuzda da Allah dilerse şifa verecektir. Bu durumda, tesiri vesileye vermek gibi bir yanlışlıktan kendimizi kurtarmamız zorlaşır. Böyle bir yanlışlık, inancımızı da yanlış yöne doğru kaydırır.

Allah cümlemizi Kendisini doğru arayan ve bulan kullarından eylesin. Âmin.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Sevkiyat var



Son 15 gün içerisinde Türkiye, Almanya, Köln, Münih, tekrar Almanya’dan Türkiye, İstanbul, Ankara, Van, tekrar İstanbul ve Konya güzergâhları arasında havayolları ile koşturmamızın ve çağrılmamızın iki önemli hususu vardı. Bunlardan biri Yeni Asya International ve Avrupa Nur cemaati tarafından Almanya Köln ve Münih şehirlerinde tertiplenen Bediüzzaman Hazretlerini Anma Programına; ikincisi ise muhterem ve kahraman ağabeyim Muzaffer Uslu’nun vefat taziyesine ulaşmamdı. Bu iki hedef ve faaliyet içinde, dilden ve gönülden dökülen binlerce duâ ve tevhid kelimeleri içinde, ebedî güzergâha sevkiyatın ne kadar kesin olduğunu tekrar gördüm.

İnsan gafletinden ve ülfetinden bazen sevkiyatı hissetmiyor ve bir mânâda bakar kör oluyor. O yüzlerce uçağın kalkışları ve yüzlerce yolcusuyla sevk olunmaları ve başka bir beldeye inişleri, özellikle dış dünyada pasaport ve kendi ülkemizde uçuşlarda bilet kontrolleri zâhiren çok basit, fakat cidden tefekkür edildiğinde ne kadar hakikatli ve merak-âver olduğunu ehl-i tevhide göstermektedir. Belki bunları tefekkürüm, mezkur iki programın ruh âlemimde derin izler bıraktığındandır denilebilir. Fakat dikkatle bakıldığında ebedî sevkiyatın her zaman vuku bulacağını göstermektedir. WHO’nun tesbiti yılda 56 milyon kişi ölüyor.

Uzun yıllar 3650 metre yükseklikteki Başet dağının eteğinde, 2300 rakımlı köyümüzde muhtarlık yapan, verdiği kahraman ve vatanperver beyanatlarıyla zındıkaya ve terörizme meydan okuyan, yapılan bütün tazyikata karşı yılmayan ve o bölgedeki yaptığım unutulmaz hizmetlerin, arkamdaki en büyük destekçisi ağabeyim Muzaffer Uslu’nun vefatı beni derinden üzdü. Benim ve ailem için büyük bir kayıptı, isimsiz bir kahramandı. Babamın vefatı kadar üzüldüm, boşluğu doldurulmayacak bir hizmet erbabıydı.

Bir gün Van ilinden 40 kişi, bir otobüsle köye gelirler. Başet dağına çıkmak için “Biz Halil Uslu’nun arkadaşlarıyız” derler Ağabeyim onları gece misafir eder ve bir koyun keser, onları yedirir içirir ve sabah namazında refakatçilerle dağın zirvesine gönderir. Böyle sayısız hizmetleri var. O yokluklarda, o çilekeş bir hayatta hiç yılmadı ve daima bize örnek olmuştu. Fakat sevkiyâta mani yok, çare yok. Tek tesellim onun son dakikalarda dahi Kur’ân-ı Kerim’i tilâvet etmesidir. Hz. Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nurlara bağlılığı sonsuzdu.

Almanya’dan yolları katederek köyümüze ulaştığımda kendi bahçemize kurulan büyük taziye çadırı altında Van ilimizden ve ilçelerinden taziyeye katılan mahalli aşiretlerin yüzlerce müntesiplerine ve Cuma namazındaki vaazımda sevkiyâtın ehemmiyetini ve vefattaki müjdeleri anlattım. Türkiye ve dünya ile gelişen hadisatın kıyaslarını naklettim. Hz. Bediüzzaman’ın köyümüzde ve çevrede iman hakikatlerinin yerleşmesine ne kadar önem verdiğini ve bu önemi tekrar hatıratlarla anlattım.

Bu sevkiyat içinde, cemaat liyakatını gösterenlere ve ahde vefa duygusunu icra edenlere ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba edenlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Ağabeyimin kalb krizinden vefat ettiği 100. Yıl Araştırması Hastahanesinden köye kadar götüren can dostu kardeşlerime, bütün zevâta, cenazeye iştirak eden Van, Gürpınar ve yakın köylerden gelen bütün ihvana gönüller dolusu duâlar, şükranlar.

Ayrıca definden sonra taziye çadırına gelen sayısız gönül dostlarına, Türkiye’nin her yerinden bizleri arayan vefakâr arkadaşlarıma, telgraf çeken ve telefonla arayan yeni ve eski milletvekillerine, Yeni Asya gazetesine, Türkiye’nin her yerinden Yeni Asya vasıtasıyla taziyetlerini bildiren bütün vefakâr nurlu insanlara, Van Bölge gazetesine, Van Merkür TV’ye, ayrıca Avrupa’da ve Türkiye’de hatimler, Yasin ve Fatihalar okuyan bütün dâvâ arkadaşlarıma, şahsım ve ailem adına ne kadar teşekkür etsem azdır, şükranlarımı sunuyorum.

Bu sevkiyatta ayrı bir üzüntüm, köyümüzde telefonların çalışmaması ve çekmemesi idi. Bunu ve diğer hususları ayrı bir makalede yazacağım inşaallah.

09.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004