Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Yasak kalkar, ‘sorun’ biter



Türkiye’nin ‘idare’sinde rol alan bazı siyasetçi ve bürokratlar, zaman zaman çıkıp, “Bu sorun ortadan kalsın!” diyerek hararetli beyanlarda bulunurlar. “Ortadan kalksın” dedikleri ‘sorun’ da; başörtüsü tartışmalarıdır.

Onlara göre, böyle bir ‘sorun’ yok, bu ‘sorun’ tamamen yapaydır/sun’idir. Tabiî ki başörtüsü bir ‘sorun’ değil, baş örtmeyi yasaklamak bir ‘sorun’dur ve her ne kadar ‘böyle bir sorun yok’ denilse de, bu ‘sorun’ var ve millet işin farkında.

Son sözü başta söylemekte bir beis yok: Kanunsuz başörtüsü yasağı sona ermeden —aradan bin yıl dahi geçse—bu ‘sorun’ bitmeyecek. Çünkü isteyenin başını örtemesi, en temel ‘insan hak’larından biridir. Aksini iddia edenler, kendilerini bir süreliğine belki kandırabilirler, ama kamuoyunu, milleti ve insanlığı uzun süre kandırmaları mümkün değildir.

Kanunsuz başörtüsü yasağını sürdürmek isteyenler, konunun gündeme geterilmesinden de hayli rahatsızlar. Onlara göre bu konu kapanmış, böyle bir ‘sorun’ gündemde yoktur ve olmamalıdır. Ankara Üniversitesi Rektörü de böyle düşünüyor ki, “60. yıl kutlama törenleri”nde şöyle konuşmuş: ‘’Türban sorunu olarak somutlaşan, kız öğrencilerin kılık kıyafeti ile ilgili olup hukuken günümüzde sorun olmaması gerekirken, bazı çevrelerce devamlı gündemde tutularak gerginlik nedeni haline getirilen konu artık ülkemizin gündeminden tamamen çıkarılmalıdır.’’ (AA, 13 Haziran 2006)

AÜ Rektörü, başörtüsü yasağını savunurken, şunu da söylemiş: “Türk hukuk sistemi ve bağlı bulunduğumuz Avrupa hukuk sistemi tarafından çözülmüş ve değiştirilmesi mümkün olmayan kesin kararlara bağlanmış olmasına karşın...”

Yani, sanki Avrupa’daki üniversitelerde de başörtüsü yasakmış gibi bir anlam verilerek, bu konunun Avrupa hukuk sistemi tarafından yasaklanmak suretiyle çözüldüğü ve üstelik bu durumun değiştirilmesinin de mümkün olmadığı imajı veriliyor. Herkesin bildiğini bir defa daha tekrarlayalım: Avrupa’nın hiç bir ülkesinde, evet hiç bir ülkesinde, Türkiye’de olduğu gibi, üniversitelerde başörtüsü yasağı yoktur! Hatta ve hatta, ilkokul dahil, hiç bir okulda başörtüsü yasağı yoktur. Tek istisna, Fransa’daki devlet ilk/ortaöğretim okulları/liseleridir. “Yasakçı Fransa”da bile, devlet liselerinde (orada da üniversitelerde başörtüsü takmak serbesttir) başörtüsü yasak olmakla birlikte, özel liselerde yasak yoktur! Durum böyle olduğu halde, başörtüsü yasağının ‘Avrupa hukukuna dayandığı ve değiştirilemez olduğu’ söylenebilir mi? Sıkılmasalar, ‘değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeler/yasaklar’ arasında sayacaklar!

Bazılarının Türkiye ve dünya gerçeklerine gözlerini kapayıp, “Bu sorun ortadan kalksın!” dedikleri gün, bir gerçek belki de bininci defa açıklandı. Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Ersin Kalaycıoğlu ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Ali Çarkoğlu’nun birlikte yaptığı “Türkiye’de Sosyal Tercihler Araştırması”ndan “Başörtüsüne evet” cevabı çıkmış. Gazetede tam sayfa yer alan araştırma sonuçlarına göre, araştırmaya katılanlardan, “Devlet memurları işlerini yaparken baş, omuz ve saçlarını kapatan türban takabilmeli mi?” sorusuna yüzde 65, “Öğrenciler üniversite içinde türban takabilmeli mi?” sorusuna yüzde 67 oranında evet cevabı çıkmış. (Milliyet, 14 Haziran 2006)

Vak’a böyle olduğu halde, kanunsuz başörtüsü yasağının devam etmesi ve bunun ‘yok’ farzedilmesi, unutulması, ‘ortadan kalkması’ mümkün müdür?

Yasak kalkar, ‘sorun’ biter...

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Ruh anti-toksidanları



“Anti-toksidan” gıdalarla bedenimizi zehirlerden kurtardığımız gibi, ruhumuza da anti-toksidanlar gerek. Henüz kalbimizi karartmadan, zehirlerden arındırmak gerek.

Biraz tevbe gerek belki; içten, çok içten. Bir şey ne kadar içten olabilirse, o kadar içten. Samimiyet kelimesinin gerçek anlamıyla. Bir daha yapmayı ihtimal olarak bile düşünemeyecek kadar pişman bir hal ile…

Biraz helalleşmek gerek belki; yine içten, çok içten. İçinden bir şey kopacakmış gibi içten. Samimi, en samimi ruh haliyle. Sızım sızım sızlayan bir vicdanın verdiği en derin pişmanlık ile…

Bakışını, görüşünü, duruşunu değiştirmek de gerek; ruh anti-toksidanının tesir etmesi için. Maddeyi merkezden, her şeyi etrafında döndüren bir güneş edası olmaktan çıkarmalı.

Maddeyi ve “ben”i… “Ben” diye diye bir tepeden bakışı, “biz” derken bile bir “ben”leyişi, her halinden, her tavrından, her sözünden bir “bennnnn…” akışı bitmeli…

“Hayatın anlamı”na dair esaslı kafa yoruşlara girişilmeli… “Hayat”, kendimize ve etrafımızdakilere dair “doğmak, yaşamak ve ölmek” sürecinden ibaret görülmemeli… Yuvasındaki karıncadan; yörüngesinde milyonlarca yıldır dönüp duran, bilmediğimiz, belki asla da bilmeyeceğimiz bir gezegene kadar geniş bir “hayatı” anlamalıyız.

Güneşin asla sadece güneş, ağacın asla sadece ağaç, yağmur damlasının sadece yağmur damlası olmadığı da girmeli “hayat” tanımının içine.

Her saniye, insanlığın ölüm-kalım meselesi gibi itinayla harcanmalı; her bir şey, en değerli şey gibi kullanılmalı; her bir insan yaratılmışların en şereflisi muamelesi görmeli; her bir hayvan insanlığın en kıymetli hizmetkârı bilinmeli.

Bedene gösterilen zehir itinası, ruhun zehirlerine de gösterilmeli. Beden için yapılan sohbetler, okunan kitaplar, yapılan araştırmalar, ruh için de yapılmalı. Bedeni zehirden ve her türlü fazlalıktan kurtarma girişimine gösterilen hassasiyet, ruha da gösterilmeli.

Bir ruhu kurtarmanın, insanlığın ruhunu kurtarmak demek olduğu; kirlenen, zehirlenen ruhların veba gibi yayıldığı ve tüm dünyayı sar(s)tığı unutulmamalı.

Unutmamalı…

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

AB’de yeni adım



AB sürecinin yeni durağında, fiili müzakereler başladı. İlk başlık Bilim ve Araştırma alanında. AB Ortaklık Konseyi Türkiye ile yaptığı 45. toplantısında, Rum engeli ile karşılaştı. Uçak yine hazır bekledi. Müzakerenin ilk adımında, gazeteciler, ilgili bakanlar, kamuoyu ve diplomatlar için en taze, heyecanlı ve gelgit zemininde bol yorumlu bir gün geçti.

Rumlar şimdilik ikna edildi. Avrupa’nın yaşlı ve kurt politikacıları da bunun arkasında gizlenmiş durumdalar. Özellikle Fransa ve Avusturya bunun görünmeyen kahramanları. AB, Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni tanıma ve limanlarımızı açma konusundaki baskı ve taktik savaşlarına devam edecek gibi görünüyor. Türkiye ise, “Bunu ne kadar uzatsam, o kadar mesafe alırım” hesabında.

Türkiye, Kıbrıs meselesinin AB ile değil Birleşmiş Milletler üzerinden görüşülmesi gerektiğini savunuyor. Dolayısıyla AB ile yürütülen görüşmelerin bir parçası olmaması gerektiğine vurgu yapıyor.

Bütün bunlar, AB sürecini durdurur mu? Hayır. Çünkü Türkiye’den vazgeçemeyecek bir yaklaşım var Avrupa’da. Dışa itmenin riskini hesaplıyorlar. Buna mukabil süreci uzatmayı ve hazmetme kapasitesini zamana yaymayı düşünenler ve var. Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı yoğun ve tartışmalı gündemler, bunun siyasi sonuçları ile uluslararası camiaya yansıyan değerlendirmeleri, kaygılı ve belirsizlik içeren bir görüntü oluşturuyor.

İç gündeme çekilen hükümet, AB sürecini gevşettikçe reformlar gecikiyor. Çıkan yasalarda uygulama şansını yeterince yakalayacak bir demokratik iradeyi bulmadığında, süreç tavsıyor. Bu anlamda yeni bir heyecan ve reform paketlerinin daha hızlı çıkarılması gerekiyor.

Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinde oldukça stresli, hatta sabah saatlerine yansıyan uzun görüşmeler ve diplomatik ataklar sonucunda tarama sürecini başlatmıştı. Şu anda 23. başlığın taramasına başlandı. Bir tarafta tarama süreci yürürken, diğer yanda dokuz ay sonra fiilî müzakereler başlamış durumda.

İlk başlığın açılıp kapanması, orta bir yol ve uzlaşmaz Rumların vetosunu kırma teşebbüsü olarak algılanabilir. Yeni aşamaya gelinmiş olması, olumlu bir safha. Ancak AB, gerekli performansın gösterilmediği üzerinde duruyor.

Sonunda kabulleneceğimiz Rum yönetimi ile karşılıklı satranca dönen diplomasi koridorundan çıkmak kolay olmayacak. Bütün bunlar, bizim ev ödevimize daha çok çalışmamızı ve işin ciddiyetini kavramamız için birer uyarıcı ve ipucu niteliğinde.

Hükümet, asker sivil dengesi, ombudsmanlık, güneydoğu meselesi, din ve vicdan özgürlüğü, demokratik süreçler, sivil toplum hareketlerini destekleme yönünde elini çabuk tutmalı ve belli başlı konulara öncelik vermelidir.

Biraz rehavet ve içe dönük dağınıklıktan çıkmanın zamanı. Yeni dalgalanma, tekrar gündeme oturan AB fiili müzakere aşamasının iyi okunması ve devlet politikasının öncelikli maddesi olması sağlanmalıdır.

Lüksemburg’ta AB ile ortaklık masasına oturulması, soğutulmaması gereken bir pozisyon. Önümüzdeki dört ay için bize yeniden verilen ödevler, alışıla gelmişin ötesinde bir ısrar ve sıkıştırmayı beraberinde getiriyor.

Demokratikleşmeyi hazmedemeyen içerdeki unsurlara rağmen, AB’nin gündemi olmak, onlarla uzun ve meşakkatli de olsa diyaloga devam etmek, entegrasyonu aşama aşama gerçekleştirmek, demokratik beklentilerimizi karşılayacaktır.

Çekirdek Avrupa ülkeleri, temel fonksiyonlarını ve geleneksel demokrasi kültürlerini koruyup etkinliklerini arttırırken, ikinci ve üçüncü dairede duran ülkeler, üye olsalar da geçiş şartlarını kendi bünyelerine göre yaşamaktadırlar. Bizim klasmanımız Avrupa’nın üç büyükleridir. Haliyle rekabet de olacak. Türkiye’nin kabullendiği ortak tutum belgesi, ilk etapta sempatik gelmese de ciddi ev ödevlerini önümüze koymaktadır.

İç çatışmaların ve dar tartışmaların kıskacında AB sürecini sağlıklı götürmek mümkün değildir. Yapmamız gereken, uyarı niteliğinde tutum belgesindeki konulara, yasal düzenlemelerle hukukî zemin oluşturmaktır. İç gündemi ters yüz edip demokratik açılımları hızlandırmaktan başka çare yok. Özellikle Ankara katma protokolünün imzalanması isteniyor. Bu istek, biraz zamana yayılacak gibi.

25 ülkenin her konuda hemfikir olup onayladığı AB süreci, sabır ve strateji isteyen kararlılıkla yürütülebilir. Bu iradeyi tahakkuk ettirmek ve kesintisiz yürütmek hükümetin sorumluluğunda.

Demokratik süreçleri ve farklılıkları yüksek sesle yaşayan Türkiye, özel, karmaşık konu ve konumu olan Müslüman bir ülke. İslâm imajı ile birlikte demokratik tutarlılığını ve bölgesel gücünü dengeleyen bir Türkiye’nin hazmedilmesi de Avrupa’nın en önemli ödevi. Karşılıklı dersine çalışan öğrencileriz.

Medeniyetlerin ortak dili böyle öğrenilecektir. Yeni bir dönemdeyiz. Sorumluluklar iki taraf için de katlanmaktadır.

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

İnsan dinsiz yaşayabilir mi?



Avrupa’yı yeniden düşünmek (son)

Hangi kültüre mensup olursa olsun, insanın dinsiz yaşayamayacağı gerçeğini bir hareket noktası kabul edersek, bir İslâm ülkesi olarak Türkiye’nin katılımı Avrupa’nın kimlik sorununa olumlu katkıda bulunabilir. Ve kimi Hıristiyanların korktuğundan ya da kimi Müslümanların umduğundan farklı biçimde, değişik bir diyalektik süreç başlatabilir.

Yani, tarihte Müslümanlarla—saldırı ya da savunma şeklinde—her temasa geçtiğinde Hıristiyanlığını hatırlayan ve pekiştiren Avrupa, Müslümanları da içine aldığında mutlaka bir dönüşüme uğrayacak.

Yine bir öteki olarak—ama bu defa küçük harfle—içselleştirilecek ve barış içinde bir arada yaşanılacak Müslümanlar ve İslâm, Avrupalıların bi- linçaltlarının derinliklerine itilmiş din olgusuna ilgiyi uyandırabilir. İslâmiyet ve Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi, ama bu defa barışçı bir ortamda, Avrupalılara kendi dinî kimliklerini hatırlatabilir.

Hiç şüphesiz, bu ne eskide olduğu gibi akıllardan körü körüne taklit bekleyen bir Kilise Hıristiyanlığının hükümranlığı, ne de iyimser Müslümanların umduğu gibi on milyonlarca Avrupalı’nın Müslüman oluşu şeklinde gerçekleşecek. Belki, İslâmiyet, Hıristiyanlığın içi boşaltılmış semavî değerlerinin ve hakikatlarının yeniden hatırlanması ve ihyası için bir kaynak veya bir yardımcı nokta teşkil edebilecek.

İster “gerçek İsevilik,” ister “hanif din,” ister “doğal din” şeklinde isimlendirilsin, bu yöneliş Hıristiyanlık içinde, ama Kilise Hıristiyanlığından farklı olacak gibi görünüyor. Tarihindeki sarkaç salınımlarının—ortaçağdaki dogmatik Hıristiyanlık ve onun akabinde dini dışlayan Aydınlanma sürecinden sonra—Avrupalı’nın dine yeniden yönelişi beklenebilir ve makul bir gerçek.

Dolayısıyla, Avrupa’da Müslüman bir ülkenin ve toplumun varlığı, Avrupa’ya kaybettirdiği sanıldığı anda, dinini—hakikatleriyle birlikte—yeniden kazanmasına katkıda bulunabilir. Tek bir şartla: Avrupa İslâm’ı ve Müslümanları bir “öteki” görmeyip, onu gerçekten tanımaya, anlamaya ve ondan istifade etmeye çalışırsa…

Son bir nokta: Türkiye’ye ne olacak?

Türkiye’nin Avrupa’ya katılımıyla millî (resmî ideolojinin?) egemenliğinden başka kaybedecek bir şeyi yok gibi. Ama, tıpkı Avrupa gibi, Türkiye de, İslâm da eskiden olduğu—ya da olduğu sanıldığı şey—şey olmaktan çıkacak.

Birincisi, devlet mekanizması, seküler ya da dinî bir ideolojik aygıtı olarak düşünülmekten veya hedeflenmekten çıkacak. Böylece, bütün kesimler gibi dindarlar da resmî ideolojinin tahakkümünden kurtulup, göreceli bir özgürlük ortamına kavuşacak.

Bir o kadar önemli bir değişim, muhtemelen, dindarların devlet ve iktidar merkezli akıl yürütmelerden uzaklaşıp semavî mesajın muhatabı olan bireyi, ve bireyin varoluş sorunlarını esas alan tefekküre geçişte yaşanacak. Müslümanlar miyoplaştıran ve güçsüzleştiren güç politikaları yerine, hayata dönecekler yüzlerini.

İslâm, Müslümanlarca Hıristiyanlık ya da diğer dinlerin “antitezi” veya karşıtı olarak değil,—umulur ki—diğer semavî dinlerin hakikatlerini tamamlayan; dünyeviliğe, dindışı algılama ve hayat tarzlarına derman olacak bir hakikat kaynağı olarak algılanacak.

Gayretli Müslümanlar, totolojik bir kısır döngü içinde, yakîn'ini çoktan yitirmiş insanlara dini âyet ve hadislerle dayatmanın ötesine geçip, insanî düzlemi, insanî soru ve sorunları muhatap almak ve varoluşa dair hem akılları, hem de kalbleri tatmin edecek bütüncül ve derinlikli cevaplar üretmek zorunda kalacaklar…

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin YILMAZ

Cemil Meriç’e göre Said Nursî



Hayata gözlerini 12 Aralık 1916’da, Hatay Reyhanlı’da açar, Hüseyin Cemil Meriç. Gözlerinin hayat arkadaşlığı otuz sekiz yıl sürer, vefatına kadar devam edecek otuz üç yılı onların rehberliğinden mahrum yaşar. Yaşamak ne kelime, otuz üç yıl süren bir isyan, körlüğe isyan. Nihayet her faninin hayatını noktalayan ecel, Meriç’in çileli hayatına 13 Haziran 1987’de son verir. Cumhuriyet devrinin bu kutup yıldızı âhiret yolculuğuna çıktığında yetmiş bir yaşındadır ve arkasında cihânşümûl zekâları doyuracak çapta muazzam bir eser külliyatı bırakmıştır.

Meriç, herşeyden çok mütefekkirdir, düşünce adamıdır. Düşünce adamı, bitmek tükenmek bilmeyen arayışları olan adamdır. Suya hasret çöl sakinleri gibi yaşar. Susuzluğunu gidermek için, vehimlerin vücut verdiği bütün vahalara koşar; bütün kaynaklara eğilir, hepsinden içmek ister... Maksadı kanmaktır, kanmak ve sükûn bulmak. Meriç’in hayatı, hakikati bulma arayışları ile geçer. Düşünce mabedlerini ard arda ziyaret eder, nefes nefese dolaşır zirveleri. Tecessüslerinin emrinde düşünce ırmaklarına dalar, ummanlarda kulaç atar. Hakikati bulma ümidiyle bataklıklara bile dalar...

Mütefekkirin susuzluğunu giderebileceği kaynaklar nâmütenâhi değildir. Dün kana kana içtiği kaynağa bu gün iğrenerek bakar; zirâ önceki gün su sanıp doyasıya içtiği mainin bir lağım sızıntısı olduğunu fark etmiştir... Bâzen şelâlelerin gürültüsüne koşar, ayağı kayar ve bir uçurumun dibinde bulur kendisini. Yara bere içinde kaldığına aldırmaz, suyun şırıltısı ile mesttir. Doyasıya içer... Ama bu kaynak da saf değildir, susuzluğunu gidermek yerine daha çok susatır...

Meriç, Batı’nın düşünce kaynaklarının içinde meydana getirdiği yangını söndürmenin Şark’ın semavî irfanıyla mümkün olduğunu ömrünün son çeyreğinde iyiden iyiye hisseder. Bu münzevî düşünce fâtihi, bilhassa iki isim karşısında ürpertiler geçirir. Biri Rifai, diğeri Bediüzzaman... Kenan Rifai, Meriç’in hayâl ve ümitlerine hakikat zenginliği katar, içini ferahlatır, ürpertiler geçirmesine sebep olur, heyecanlarını dalgalandırır. Rifai, huzurunda sükûn bulunacak bir tasavvuf ehlidir, mütefekkir için. “Bir parça Hint, bir parça Mevlâna. Ve kanma bilmeyen bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus değil. Aşkı dinleştiren bir tanrı adamı”1 diye sever onu...

Bediüzzaman’a gelince... Meriç, tek kelime ile, Üstâd’a hayrandır... Ruhî med ve cezirleri bu hayranlığa gölge düşürmez. Mahrem ve has sohbetlerdeki tenkidadatı sıradandır ve çoğu zaman mütefekkirin öğünme ihtiyacını besler. Efkâr-ı ammenin huzuruna çıkan bütün düşüncelerinde Bediuzzaman’a duyduğu hayranlığı haykırmakta tereddüt etmez. Nitekim Said Nursî hakkında yazılmış edebî metinlerin en güzellerinden birine, belki de en güzeline imza atar. Gençliğinde komünistlikle itham edilip takibat gören Meriç, vefatına 4 yıl kala, 7 Mart 1983 târihli Hamle dergisindeki yazısında Üstâd’ı övdüğü için yargılanır.2

Daha 1963’te Jurnal’ine düştüğü not bu bahis için kayda değerdir:

“Said-i Nursî’nin risâlelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabiî hukuk bakımından hamakatle kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferman olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire lâyıktır. Soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar... Davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum.”3

Eserlerinde, yazılarında ve sohbetlerinde Said Nursi’ye atıflarda bulunur Meriç. Kader bahsi gibi zor bir mevzuu okuyucuları için Üstad’ın rehberliğinde vuzuha kavuşturmaya çalışır. Yirmialtıncı Söz’ün kısa bir hülâsasından sonra aczini ve Bediüzzaman’a duyduğu hayranlığı şu ifadelerle haykırır:

“Yazı şu ezelî hükümle tuğralanıyor: ‘Kader’e îman, imanın erkânındandır. Kısaca, hayat-ı insaniye bütün teferruatıyle kaderin mikyası ile çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.’

“Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız, ne mefhumlara.”4

Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı, Meriç’in hakikat arayışını bitirecek, susuzluğunu giderecek kaynaktır. Bunu o da hissetmiştir: “Said-i Nursî kavliyle fiilini birleştirmiş insan. Mücâhit insan. Kürtçü değil. O devirde tek başına karşı koyabilmiş. Düşüncesinde sosyalizm, sınıf çatışması da var. Adamı inceledikçe hürmetim artıyor”5 der.

Ne var ki, Meriç hiç bir zaman şâkirt olamaz... Düşüncesindeki istihâleye amelî hayatı ayak uyduramaz ve buhranlar geçirir. Üstâd ona göre, inzibat adamıdır. Amelde daha esnek ve daha kucaklayıcı gördüğü Kenan Rifai’ye bu sebeple sığınır. Nasip meselesi deyip, geçelim...

Benim için Meriç, düşüncesi kadar, hattâ ondan da çok, üslûb ve dil noktasından hayranlık uyandırıcıdır. Türkçe için Meriç büyük hazine ve emsâlsiz kaynaktır. Türkçe konuşan, Türkçe yazan kaç kişi bunun farkında? Bilmiyorum... Ama en azından Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıkları bütün unsurlarıyla bu hazinenin farkında olmaya mecbur değiller mi? Belki, bu suâle verilecek menfi bir cevap bütünüyle haksızlık olur, ama yapılması gerekenlerin çokluğu düşünülünce bu suâl kaçınılmaz oluyor. Evet, Türkçe konuşan herkesin Cemil Meriç’e bir borcu vardır: Milleti millet yapan temel unsurlardan biri olan dillerine yaptığı büyük hizmete karşılık, şükran borcu...

Mütefekkiri vefat yıldönümü münasebetiyle rahmet ve mağfiretle anarken, yazıyı onun o veciz ifadelerinin muhteşem bir tablosu ve intibahının bir vesikası gördüğüm o harika metinle noktalayalım:

"Said Nursî

“Said’in müridi, bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbirleriyle. Ve bağrında adsız bir uğultu yükseliyor... Bir fırtına rüzgârına benzeyen Nur risâlelerinin zaman zaman boğuk, zaman zaman heybetli yankısı.

“Said, dağbaşında va’z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın.

“Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, târihin içinden geliyordu: Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yâni, Nurculardan önce kelâm var.

“O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, tereddütle inanç... Karşı karşıya geldi.

“Nurculuk, bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı îmanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risâle bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?

“Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak.

“Said-i Nursî, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman. Said’in kavgası, Yogi ile Komiser’in kavgası.6

Dipnotlar:

1-Cemil Meriç, Jurnal 2, sayfa 215, İletişim Yayıncılık A.Ş., 3. Baskı, 1993,

2-Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, 31, Seyran İktisadi İşletmesi 1993,

3-Cemil Meriç, Jurnal 1, sayfa 62, İletişim Yayıncılık A.Ş., 2. Baskı, 1992,

4-Cemil Meriç, Kırk Ambar, sayfa 419, Ötüken Neşriyat, 1980,

5-Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, sayfa 24, Seyran İktisadi İşletmesi 1993,

6-Cemil Meriç, Bu Ülke, Sayfa 246-247, İletişim Yayıncılık A.Ş., 7. Baskı, 1992.

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

O hidayet nuru olmazsa



Evvelki günkü yazımızda Efendimizin (a.s.m.) insanlık için en büyük rahmet ve nimet olduğunu kastederek, “O rahmet ve nimet olmasaydı herşey anlamsız, cansız, ölü, ruhsuz ve karanlıkta kalmaz mıydı?” demiştik.

Evet, Sözler’de belirtildiği gibi,1 onun getirdiği hidayet nuru ve hakikat ziyası olmaksızın kâinata bakıldığında kâinat yaşanmaz hâle gelir. Düşünün ki bir ülkeye gidiyorsunuz, bakıyorsunuz ki herşey yaslı, herkes yas içerisinde; inliyor, ağlayıp sızlıyor. Bütün ülke bir matemhane hâline gelmiş. Neye baksanız yürek parçalıyor. Varlıklar yabancı ve düşman, cansızlar dehşet saçan birer cenaze, canlılar yok olma ve ayrılık sillesiyle ağlayan birer yetim hükmünde.

Böyle bir insanın korku ve dehşete kapılmaktan başka yapabileceği ne olabilir ki? Huzur bulması mümkün mü?

Resûl-i Ekremin (a.s.m.) getirdiği nur ile baktığınızda ise birdenbire rahat bir nefes alıyorsunuz. Kâinat bir matemhane, bir yas yeri değil, şevk ü cezbe içinde bir zikirhâ-neye dönüşüyor. Yabancı ve düşman gördüğünüz varlıklar birer dost ve kardeş olmakta. O cansız cenazeler hükmündeki dağlar birer munis, canayakın memur, emre âmade hizmetkâr şekline giriyor. Ağlayıp şikâyet eden canlılar kimsesiz yetimler olmaktan kurtulup büyük sevinç ve neşe içinde tesbih edip duran birer zâkir ve paydos denilmesi ve grevi bitirmenin mutluluğuyla şükreden varlıklar hâline geliyor.

Evet, herşeyi sevimli, güzel, canayakın ve dost gösteren onun getirdiği iman ve hidayet nuruyla kâinata bakıldığında insanı ürküten, korkutan, dehşete atan manzaralar yerine dost ve kardeşler meclisinde gayet mutlu bir iklime girersiniz. Zerrelerden kürelere kadar herşeyin Allah’ın görevli birer memuru; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, yer ve göklerin emre âmâde birer hizmetkâr, kendisinin de efendi konumunda yaratıldığını gören insanın mutlu olmaması mümkün mü?

Atomdan galaksilere kadar herşey emrine verilen insan, yine onun nurundan uzak bir şekilde gelip giden varlıklara baktığında, “Yahu bunlar nereden gelip nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen soruya bir cevap bulamaz. İster istemez hayret ve tereddüt azabı içinde kalır.

Onun getirdiği nur ile baktığında ise insanların, Cenab-ı Hakk’ın kâinat sergisinde teşhir ettiği şaşırtıcı, hayrete sevk edici kudret mucizelerini görmek ve incelemek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş birer mütalaacı olduklarını anlar. 2

Şu bir kaç örnek bile gösteriyor ki, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) getirdiği nur ile herşey anlam ve kıymet kazanıyor, sevimli hâle geliyor.

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 215.

2. Şuâlar, s. 651.

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kur'ân baştan sona ahlâk manzumesidir



Kur’ân; hem zikir, hem fikir, hem emir ve dâvet, hem şükür, hem hikmet, hem eğitim, hem terbiye, hem de bütün ilimleri içine alan mukaddes bir kitap olduğundan baştan sona ahlâkî hakikatleri, ölçüleri, değerleri, normları da ihtivâ eder. O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz iken, aynı zamanda şifâ kaynağıdır.1 Rûhî-bedenî her türlü rahatsızlıkları giderici bir rahmet, yanlışları doğrultan bir eserdir.

Tarihin şehadetiyle, ezvac-ı tahirat, Peygamberimizin (a.s.m.) tertemiz, pak, iffet ve namus timsâli hanımları, sahabe ve hattâ düşmanlarının da tasdikıyla yüce Peygamber (a.s.m.) en güzel, en üstün bir ahlâkta idi. Ve o ahlâk da Kur’an ahlâkıydı.2 İnsanı çirkin, yanlış, kötü yollara düşmeden, doğru, güzel, huzurlu yolu gösterip kurtaracak Kur’ân ahlâkıdır. Çünkü Kur’ân; insanla kâinat arasında olan bağlantıları sağlar. İnsan kâinatın minyatürü, kâinat büyük bir insan; Kur’ân, kâinatın yazılı şekli; kâinat Kur’ân’ın açılımı olduğuna göre; insanın kâinat karşısındaki durumunu ve ahlâkî duruşunu Kur’ân ayarlar. Çünkü, Kur’ân;

* Şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi; tekvîni âyetler dediğimiz kâinattaki bütün varlıkları, tabiat kanunlarını, fiil, oluş ve hareketleri okuyan çeşitli dillerinin ebedî tercümanı;

* Zeminde ve gökte gizli İlâhî isimlerin (Esmâ-i Hüsnâ’nın) mânevî hazînelerinin keşşâfı/açıklayanı, keşfedenidir. (Allah’ın herbir isim ve sıfatı ahlâkî değerleri de kapsar. Ki, insanın asıl vazifesi, Esmâyı yansıtmaktır. Yâni, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

* Kur’ân, şehâdet âleminin perdesi arkasında olan gayb âlemi cihetinden gelen sonsuz Rahmânî iltifat ve ezelî hitabının hazînesi; şu İslâmiyetin mânevî âleminin güneşi, temeli, hendesesi, geometrisi; (bu da ahlâkî esasları ihtivâ eder)

* Ahiret âleminin mukaddes haritası; (İnsanın kendisini âhirete göre ayarlamasını ve ahlâklı olmasını tavsiye eder)

* Yaratıcı’nın Zât ve sıfât ve isimlerinin ve İlâhi işlerin açıklayıcı sözü; izâh eden yorumu, kesin delili/belgesi, geniş tercümanı;

* Şu insaniyet âleminin terbiye edicisi;

* Büyük insaniyet olan İslâmiyetin su ve ziyâsı, ışığı; insanlığın hakiki felsefesi;

* İnsaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi/aydınlatıcısı ve hidâyete erdiricisidir.3

Bu açılardan da bakıldığında yine Kur’ân, ahlâkî normları, değerleri insanlığın gündemine sokmakta, insanlığı mütemadiyen dürüst, doğru, ahlâklı olmaya yöneltmektedir.

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Fussılet, 44; 2-Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn: 139; Ebû Dâvud, Tatavvu’: 26 3-Sözler, s. 330

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İffetsizlik özgürlük değildir!



0. S. Arslan rumuzlu okuyucumuz: “Bediüzzaman’ın ‘Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli’ sözünü açıklar mısınız?”

Kadın konusu beşer tarihinde bilerek veya bilmeyerek hep yanlış mecralara çekilmiş ve sû-i istimale uğramış konuların başında yer almıştır. Asrımıza geldiğimizde, eşitlik ve ekonomik bağımsızlık söylemleri içerisinde kadının dikkati tamamen yuvası dışına çekilmek istenmiş; moda, görenek, çağdaşlık, güzellik, sanat, meslek... vs. gibi hep büyülü kavramlar öne sürülerek; ar, namus, iffet, hayâ, şefkat, sevgi ve fedakârlık gibi kadının fıtratından olan asıl manevî değerleri âdeta yok sayılmış ve bunda maalesef başarılı da olunmuştur.

Öte yandan, İslâmiyet’in kadınları her meselede evde hapsettiği ithamları geliştirilmiş, sahabe döneminin çalışan, üreten, savaşa katılan, sağlık hizmetleri veren ve insanın bulunduğu her yerde bulunan; ama iffetiyle, haysiyetiyle, kişiliğiyle, hayâsıyla bir namus abidesi kesilen başımızın tacı ashab kadınları görmezden gelinmiştir.

Kadın şefkat kahramanıdır. Evinin, yuvasının, çocuklarının kişilikli bir “toplum çekirdeği” olması tamamen kadının maharetli ellerinin, müşfik gönlünün, sevgi dolu yüreğinin ve fedakâr sinesinin yuvasını kahramanca benimsemesi ve ana şefkatiyle kucaklaması ile mümkündür. Ana şefkati, ev sakinlerinin vazgeçemediği en yüksek değerlerdendir ve hiçbir şeye feda edilemez. İnsan fıtratının yaklaşımı budur. Kur’ân’ın tercihi bu yöndedir ve Peygamber Efendimiz'in (a.s.m.) “Cennet annelerin ayakları altındadır” buyurması bu sırdandır.

Kadın çalışmaz mı? Kadın üretmez mi? Kadının ekonomiye katkısı olamaz mı? Kadın toplum hizmeti yapamaz mı? Kadın yuvasının dışına çıkamaz mı? Hiç şüphesiz istisnalar her zaman vardır. Kadın elbette çalışır, üretir, toplum hizmeti yapar; bunun için evinin dışına fiilî olarak çıkmasında dinî bir sakınca da olamaz. Ama bir şeyin altını muhakkak çizmeliyiz: Çalışmak ile iffetsizlik aynı şeyler değildir.

İslâmiyet’in üzerinde titrediği iffet, namus, ar, hayâ, edep, nezaket, terbiye, haysiyet, şefkat ve kadınlık onuru hiçbir şey için yok sayılamaz. Olmasa da olur denilemez. Önce iş tercihi yapılamaz. Bir takım kavramları kaos haline getirerek, bâtılı hak görüntüsüyle takdim ederek; yani açık söyleyelim, özgürlüğü savunurken iffetsizliğin reklâmını yaparak, bir malı tanıtırken kadının onurunu çiğneyerek, haysiyetini ayaklar altına alarak ve buna da meslek veya sanat diyerek, çalışmak ve üretici olmayı överken ar ve hayâ damarlarını çatlatırcasına kadını kem gözlerin esiri yaparak ve kadını dışarıya mahkûm ederek; yani İslâmiyet’in temel değerleriyle savaşarak “kadın” adına bir şeyler kazandıklarını zannedenler yanılmaktadırlar. Çünkü özgürlük İslâm’ın malıdır. Çalışmak ve üretmek İslâm’ın malıdır. Görgü ve nezâket İslâm’ın malıdır. Saygı ve onur İslâm’ın malıdır. Güzellik ve estetik İslâm’ın malıdır. Topluma hizmet etmek İslâm’ın malıdır. İnsanlığın yararına her türlü meslek ve sanatlar İslâm’ın malıdır ve himâyesindedir.

Kimse İslâmiyet’e bu değerleri ders veremez. Fakat herkes İslâmiyet’in hassas olduğu terbiye, şefkat, ar, hayâ, nâmus ve iffet değerlerine de İslâmiyet’in titizliği ölçüsünde sahip çıkmak zorundadır. Aksi takdirde kaybeden yine kadın olacaktır. Hattâ ve hattâ, kaybeden insanlık olacaktır!

İşte Bedîüzzaman Hazretleri, “yuva” lâfzıyla, birer ahlâk kavramı olan “iffet ve nâmus”un kadın ve insanlık için “olmazsa olmaz bir mânevî değer” olduğunu hatırlatmaktadır.1 Binâenaleyh, ar, nâmûs ve iffet elden giderse, beşeriyetin baştan çıkmaması mümkün değildir! Kadın iffetine, arına ve namusuna mutlaka dönmelidir!

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 374, 667

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Dallar ve meyveler



Dallar... İnce ince... Kıvrım kıvrım dallar... Sonra meyveler... Meyvesiz ağaç olur mu? Olmaz. Olmaz ise kurur. Daldan maksat meyveler.

İnsan da öyle...

İnsandır; meyveli ağaç gibidir, pozitiftir, kendine açık, insanlara gönlü ve kafası açıktır.

Her insan bir ağaçtır. Meyveler verir. Tatlıdır, güzeldir, alımlıdır.

İnsandır; meyveler verir, içi kurtludur. Çürüktür, pörsüktür.

İnsandır; çeşit çeşit karakteristik yapısı vardır. Her insanın başına belâdır. Tırtıllıdır, böceklidir, cimridir, nankördür, kindardır.

İnsandır; dallarında güller açar adeta. Ağzından bal damlar sanki. İnsan sever. İnsana saygı duyar, tabiatı sever, çalışır, didinir, hep meyve verir.

Su imandır, Kur’ân’dır. Peygamber sevgisi ve bağlılığıdır.

İnsandır; tarihe altın sayfalar ile satırlar yazdırmıştır. Merttir, adam gibi adamdır. Hayır ile yâdedilir. Kimsenin övgüsüne ve sövgüsüne aldırmaz.

İnsandır; dalları, budakları, yaprakları, boyu posu ve herşeyi ile meyve verir çevresine. Onun tek bir arzusu vardır: O da rızadır. Sahibinin gönlünü hoşnut eder. Ne suyu inkâr eder, ne havayı, ne de güneşi. Vefalıdır, çünkü o insandır. Çünkü o, kısır bir ağaç değildir.

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yeniçeri Ocağı nasıl kuruldu, nasıl söndürüldü?



Tarihin Yorumu

15 Haziran 1856: Sultan II. Mahmut, yayınladığı bir fermânla Yeniçeri Ocağını kapattığını ilân etti.

Yaklaşık 500 yıllık bu köklü askerî teşkilâtın lağvedilmesi çok kanlı oldu. O gün İstanbul'da adeta bir iç savaş hadisesi yaşandı. Binlerce insan canından oldu. Binlerce insan da hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı.

Yeniçeri Ocağının kapatılmasına fiilen karşı gelenlerin öldürülmesine dair fetvâ, Şeyhülislâm tarafından verildi. Ayrıca, çok nâdir durumlarda ortaya çıkarılan Sancak–ı Şerif de Sultanahmet Camiinde açıldı ve bütün ahali bu sancağın altında toplanmaya çağrıldı.

Neticede, Yeniçeri Ocağı kapatıldı; yerine ise, Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilâtı kuruldu.

Ne var ki, bu teşkilât sisteminde de hedeflenen başarı sağlanamayarak, yeni bir askerî yapılanma arayışı içine girildi.

Tehlikeli denemeler

Yeniçeri Ocağının kapatılması yönünde Sultan II. Mahmut'tan önce de bazı deneme teşebbüsleri oldu. Ancak, bunlarda başarılı olunamadığı gibi, müteşebbislerin âkıbeti pek vahim oldu.

Sultan Genç Osman ile Sultan III. Selim'in bu uğurda sarf ettikleri çabalar, neticede hayatlarına mal oldu. Her ikisi de feci şekilde öldürüldü.

1808'de tahta geçen Sultan II. Mahmut ise, diğer iki padişah gibi Yeniçeri Ocağından rahatsız olmakla birlikte, hayatını riske atmayarak uygun zamanı bekledi. Tahta geçtikten yaklaşık 18 yıl sonra bir punduna getirip bu askerî teşkilâtı çok kanlı bir müdahale ile ortadan kaldırdı.

Bütün suç Yeniçerinin mi?

Osmanlı Devleti, özellikle Sultan I. Murad (Hüdavendigâr) döneminden itibaren, Rumeli ve Balkanlar'da hızlı bir yayılma süreci içine girdi. Balkan topluluklarıyla yapılan savaşlar, mücadeleler bitmek bilmiyordu.

Bu durumda yeni, düzenli ve dâimî bir savaşçı orduya ihtiyaç duyuldu.

Bir yandan da, savaşlarda kazanılan zaferler neticesi esir alınan Hıristiyan ailelerin çocukları, İslâmî terbiye ile yetiştirilerek orduya dahil ediliyordu. Sonunda ise, sırf bu devşirilerek terbiye edilmiş kimselerden müteşekkil bir askerî birlik kurulmasına karar verildi

Bu arada Sultan I. Murâd Han, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşayı yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. (1324)

Yeniçeri Ocağına vurucu asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu. Bu ilk teşkilatlanma ile orduya bin kadar nefer alındı. Bunlardan her yüz kişisinin başına ise, "Yayabaşı" adıyla bir kumandan tâyin edildi.

Bilâhare, Yeniçeri Ocağına—gönüllülük esasına dayalı olarak—Hıristiyan tebaanın çocukları da dahil edildi.

Yeniçeriler (yeni askerler), küçük yaşlardan itibaren İslâm örf ve âdetlerine göre yetiştiriliyor, ardından da acemi oğlan kışlalarında askerî eğitime tabi tutuluyordu. Onlar, emekli oluncaya kadar evlenmeleri ve şehir gibi mahallerde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. Kabiliyetlerine göre de subay veya general (paşa) olurlardı.

Ocağın üst düzey kumandanlarına ise "Yeniçeri Ağası" ismi verilirdi. Teşkilât merkezi İstanbul'da olurdu.

Ocak, Ağadan nefere kadar giden bir hiyerarşik düzen içinde çalışırdı. Dinî terbiye ve hatta tarikat bağlılığı, Yeniçeriler arasında bilhassa teşvik ve terğib edilirdi. Bilhassa Bektaşî tarikatına girmeleri çok yaygın bir gelenek halindeydi.

Bununla beraber, Mevlevî, Havletî, Nakşî, Melâmî tarikatına mensup olan Yeniçeriler de vardı.

Feci âkıbete doğru

Yeniçeri Ocağının genel durumu da, devletin genel durumuyla paralellik arz ediyordu. Tıpkı, ilerleme, duraklama ve gerileme halleri gibi...

Bununla beraber, bu asker ocağı zamanla dejenere edildi. İlmiye sınıfı ile sadaret çevreleri, Yeniçerileri zaman zaman kendi emellerine alet etmeye ve onları siyasete bulaştırmaya çalıştı.

Çoğu zaman, saltanat kavgalarında ve hatta iç isyanlarda kullanıldılar.

Bu duruma düşürülen ocağın ıslâh edilmesi gerekirken, daha çok zecrî tedbirlerle ortadan kaldırılması veya kökünün kazınması cihetine gidildi. Bazan da teşkilatın by–pas edilmesi denemesi yapıldı. Ancak, hiçbirinde de başarılı olunamadı.

Sultan II. Mahmut, reformcu bir padişahtı. Kılık kıyafetten bürokrasinin işleyiş tarzına kadar, pekçok konuda radikal değişiklilerde bulundu. Bu cümleden olarak, sarığı halkın başından kaldırtıp fesi getirti. Şalvar yerine pantolon giyme mecburiyetini getirti. Askerî sistem değişikliği için ise, uygun fırsatı kolladı.

Nihayet, Yeniçeri Ocağının bir bahane ile isyan edişini fırsat bilerek, onları önce oyaladı ve hemen ardında da imhâ ederek ortadan kaldırma cihetine gitti. Bunun adını da "Vaka-i Hayriye" şeklinde koydu.

Kazan devrildi

15 Haziran günü, devlet memurları İstanbul sokaklarında dolaşarak halkı Sancak–Şerif altında toplamaya başladı.

Bunun üzerine Yeniçeri elebaşları da, ocak mensuplarını ayaklanmaya çağırdı.

Hazırlıklarını tamamlayan hükümet yönetimi ise, Sultanahmet Camii’ni karargâh yaptı ve halka silâh dağıttı.

Beyazıt Meydanı ile Divanyolu tarafını tutan Yeniçeriler, çarpışmanın başlamasıyla birlikte geri çekildiler ve Et Meydanındaki (Meydan-ı Lahm) karargâhlarına kapandılar. Sadrazam Selim Paşa, tam bu esnada kışlanın etrafını çevirerek top ateşini başlattı. Top ateşi sonrasında koca kışla birkaç saat zarfında içindeki binlerce Yeniçeriyle birlikte yakılıp yıkıldı.

Bu kanlı hadiseden sonra, Yeniçeri Ocağının tarihe karışması üzerine, Keçecizâde İzzet Molla da şu tarihî mısraları döktürdü:

Tecemmü eyledi Meydan-ı Lahm'e,

İdüp küfrân-ı ni'met nice bağı.

Koyup kaldırmada ikide, birde (kazanı)

Kazan devrildi, söndürdü ocağı.

Kısaca

Değişim raporu

Dünkü gazetelerde çıktı:

Bülent Ecevit'in sağlık durumunda herhangi bir değişiklik yokmuş.

Rahşan Ecevit'in siyasî tutumunda ise, bâriz şekilde bir değişiklik varmış.

* * *

Gazetelerin yazdığına göre, Rahşan Hanım solu birleştirecekmiş. Bunun için gerekirse Baykal ile de görüşecekmiş.

Birleştirme yönünde bir projesi bile varmış. Ama, biraz zamana ihtiyacı varmış... İyi de, neyi bekliyor ki Rahşan Hanım?

Ecevit'in ölmesini mi?

Baksanıza, yarım asırlık hayat arkadaşı ölüm kalım vaziyeti içindeyken...

O kalkmış, şimdiye kadar hiç görülmedik bir siyasî atraksiyon yapmaya hazırlanıyor.

Sizce de hayret uyandıran bir durum değil mi bu?

Bir kadının kocası haftalarca derin komada yatarken, o kadın nasıl olur da yeni ve bambaşka bir siyasî proje üterebiyor?

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

AB ve ekonominin nabzı



AB’nin nabzını iyi tutan bir meslektaşımızla konuştum.

Lüksemburg’dan Brüksel’e yeni dönmüştü.

Gergin geçen 12 Haziran gecesinin yorgunluğunu üzerinden atamamıştı.

“Niyetleri kötü” dedi.

“AB konusunda her an bir sürprize hazır olmamız” gerektiğini söyledi.

Sürpriz ne olabilirdi?

Türkiye’nin üyeliğinin bir süreliğine askıya alınması mı?

Evet...

Meslektaşım karamsar mıydı?

Biraz daha açmak istiyorum. Rumların her fasılda sorun çıkaracağını söyledi. Rum Rumluğunu yapacaktı.

Peki sorun sadece Rumlar mı? Başka bir deyişle AB trenine son anda binen bu küçük ülke, Almanya ve Fransa gibi Avrupa Birliğini kuran, İngiltere gibi Avrupa’nın liderliğine oynayan ülkeleri başka bir deyişle 24 ülkeyi burnundan tutup sürükleyecek miydi?

AB’nin büyükleri Rumların elinde maskara mı olacaktı?

Olaya sadece Rumlar olarak bakmak fotoğrafı eksik görmek olur.

Rumlar ön planda olduğu için Fransızların, Danimarka’nın, Belçika’nın rol kepşınlarını göremedik. Ancak arkadan silüetleri gözüküyordu.

Bu, bardağın dolu tarafıydı. Peki her fasılda sorun çıkarıyor, mızıkçılık yapıyor diye AB’nin diğer ülkeleri Rumları dışlar, böylece Türkiye, Rum mızıkçılığını AB’de de tescil ettirmiş olur muydu?

Bence biraz fazla iyimser bir yorum olur.

Diplomaside “Alice harikalar diyarında” pozisyonlarına yer yoktur.

AB’de sürecin askıya alınması tüm üyelerin oybirliği ile olduğu, bu yüzden İngiltere, İtalya, İspanya gibi dostlarımızın buna izin vermeyeceği rahatlatıcı bir üslup olabilir.

Ancak pek sevmesek de, iğneyi Rumlara batırırken, gelin çuvaldızı kendimize batırmayı deneyelim.

Yunanistan’la birlikte AB’ye tam üyelik için davet edildiğimiz de Ankara’ya kadar gelen temsilciyi geri çevirmesek, Rumların AB’ye üyelik yolunu tıkayabilirdik.

Hadi o çok geride kaldı. Ama Allah aşkına 1 yıldır bu ülkede AB sürecini olumlu yönde etkileyecek ne yapılıyor?

Laf, laf, laf...

17 Aralık’ta tam üyelik tarihini almamızdan önce, müthiş bir AB heyecanı yaşanıyor, birbiri ardına reformlar gerçekleştiriliyordu. O heyecan bizi 17 Aralık’ta başarılı kıldı.

Şimdi ki rehavet, bizi AB kapısında dizlerinin üzerinde sürünen bir ülke konumuna getirebilir. Halı tüccarı pazarlığı, “Uçak kalkmaz “ efelenmeleri bir gün itici gelebilir.

“Onurumuzu koruyoruz” hamasetiyle bu ülkenin 50 yıllık geçmişi heba edildi. Nasıl bir “onur korumaysa” bir milyar dolar için kapı kapı dolaştık.

AB’nin tam üyelik için gönderdiği temsilciyi, onurunu koruyarak geri çeviren Ecevit, kredi bulmak için çok güvendiği İskandinav ülkelerine gittiğinde kapı kapı dolaşmış, ancak eli boş dönmüştü. Türkiye, kredi alamayan devlet haline gelmişti.

AB’yi konuşurken kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’in açıklaması ajanslara düştü. Fitch, Türkiye’deki dalgalanmanın henüz kredi notu görünümü için bir tehdit oluşturmadığını açıkladı. Ne yapmalıyız?

Elbette olumsuz bir açıklama piyasaları kötü etkilerdi. Ancak buradaki “henüz”e dikkat etmek lâzım. Bu kez kurtardık, ya ikinci üçüncü dalgada ne olacak? Hükümetin rehaveti bir kenara bırakıp, AB ve ekonomi konusunda ipleri eline alması gerekiyor. Yoksa ipler ellerinden kaçmak üzere. Sadece Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı konusuna odaklanıldı, ama asıl bu yaz ekonomide oldukça sıcak geçecek. AB’de dalgalanma, ekonomide ise sıcak günler bizi bekliyor. Şimdilik kontrol etme gücü bu hükümetin elinde, böbürlenmeyi bir kenara bırakıp, işin ciddiyetini kavramaları gerekiyor.

Şimdi laf değil, yeni bir aksiyon ortaya koyma ve bu görümünü pozitife çevirme zamanı…

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

TMK çelişkisi



Hükümet “AB reformları yavaşladı” eleştirilerine sinirleniyor, süreçte herbir yavaşlama ve duraksama olmadığını savunuyor, ama fiilî durum da meydanda.

Öte yandan, Başmüzakereci Ali Babacan aynı konuda ayrı telden çalıyor ve diyor ki:

“AB süreciyle ilgili bazan yavaşlamalara ve duraksamalara zaten herkes hazır olmalıdır...” (Yeni Şafak, 9 Haziran 2006)

Bu sözlerle, gerek 25 ayrı AB ülkesindeki, gerekse Türkiye’deki kritik dengelere göre şekillenecek bir zorlu sürecin, tabiatı icabı inişli çıkışlı bir seyir izleyecek olması kast ediliyorsa, elbette ki Ali Babacan haklı.

Ancak bu haklılığın arkasına hükümetin AB sürecinde ipe un seren umursamaz tavır ve politikaları gizlenirse, o zaman iş değişiyor.

Çünkü reformların başarısı, en başta iktidarın işi sağlam tutup yakından izlemesine; bu çerçevede bir taraftan anayasadan başlayarak kanunları yenileme sürecini aralıksız devam ettirirken, diğer taraftan yapılan değişiklikleri uygulamaya yansıtma konusunda da takipçi olmasına bağlı.

Ama görüldüğü kadarıyla hükümet hayli zamandır bu konuda tutuk, gevşek ve yorgun bir imaj çiziyor.

Erdoğan’ın, son olarak Olli Rehn tarafından uygulama hakkında dile getirilen eleştirileri “Uygulama zihniyet değişimiyle olur. Zihniyet değişimi ise takvime bağlanamaz” mantığına dayalı bir savunma ile cevaplamaya çalışması ise hem sorunu çözmüyor, hem de çaresizlik kokan bir tavrı yansıtıyor.

Ve haddizatında, başörtüsü meselesinin çözümündeki çaresizlik de, oturduğu yerde “zihniyet değişimi” bekleyen bu yaklaşımın düşündürücü tezahürlerinden biri değil mi?

Zihniyet değişimi nasıl sağlanır? Prensip olarak ikna ile. Bu ikna başarılamıyorsa ya sizden veya muhatabınızdan kaynaklanan sebepleri vardır. Ve biz şu anki durumda her ikisinin de geçerli olduğu kanaatindeyiz.

Hükümet ikna etmekte zorlanıyor, çünkü hem geçmişinden kaynaklanan önyargı ve kuşkular inandırıcılığına gölge düşürüyor; hem de iktidara geldiğinden beri sergilediği zikzaklı ve tavizkâr çizgi, değişmediğinden yakındığı yasakçı zihniyeti cür’etlendiriyor.

Ve o zihniyetin değişmeye de niyeti yok.

İşte reformların en önemli amaçlarından biri, o kafayı, silâh olarak kullandığı mevzuatı elinden alıp iş göremez hale getirmek.

Ama 216 (eski 312) ve 301’de (eski 159) yapılan mükerrer değişikliklere rağmen uygulamada sıkıntının hâlâ devam ediyor olması, zihniyet değişimini sağlamak için sadece kanunları değiştirmenin yetmediğini ve bu adımlara kuvvetli bir kamuoyu desteğinin de sağlanması gerektiğini gösteriyor.

Bu arada, anayasayı halletmeden kanun değişiklikleriyle sonuç almanın imkânsızlığı da meselenin çok önemli bir başka boyutu.

Öte yandan, reformlarda frene basılırken TMK gibi “geriye dönüş” anlamına gelecek adımlara yönelinmesi ise hiçbir şekilde izahı mümkün olmayan inanılmaz bir çelişki.

TMK'yı Temmuz'dan önce çıkarma kararı alan AKP yönetiminin yanlıştaki ısrar ve inadını frenleme görevi, artık AKP'li milletvekillerinde.

15.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Eleştirilerin düşündürdükleri



Yapımcı Osman Yağmurdereli, “sabah programları” için “acil müdahale” çağrısında bulunuyor.

“Bu askerî müdahale mi olur, ne olursa olsun, bir an önce olsun” diyerek tepkisini dile getiriyor.

Aydan Şener de sabah programlarını topa tutanlardan:

“Açlıktan öleceğimi bilsem, böyle iş yapmam” diyor.

“Televizyonlarda yapılan sabah programlarına felâket şaşırıyorum ve dehşetle seyrediyorum. Bazen bakıyorum, inanın sinirlerim bozuluyor. Kanalların böyle şeylere izin vermesi çok acayip. Halkın bir kesimine de kızıyorum. Çünkü bu tip şeylere prim veriyorlar. Ben çok onurlu bir insanım. Açlıktan öleceğimi bilsem böyle bir iş yapmam.”

Ne yazık ki, magazine bulaşmadan kalabilmenin çok zor olduğunu, insanların her halûkârda kendini sevdiğini söylüyor. Bu ülkede çok çabuk şöhret olduğunu vurgularken, sapla samanın da birbirine karıştığını ifade ediyor Şener.

“Herkes star... Star olmak sanatçı olmak kadar ucuz olmamalı” derken, kendisinin de kadınlara yönelik bir program projesi olduğunu hatırlatıyor.

Tavsiyemiz: Sakın girmesin bu işe... Tutmaz. Eğer kaliteli ve düzeyli bir program olacaksa, iki gün sonra yayından kaldırırlar. Yok eğer, Ahu Tuğba’lı kurmaca bir program olacaksa, bir sezon gider...

Malûm:

Sanatçı geçinen kepazelerin gündemde kalabilmek için atmadığı takla yok.

En son örneği M. Ali Erbil’de görüldü. Kendi çevresinden bile ağır eleştiri alan Erbil, zaten son programlarında “atv” ye ince ince “dokunduruyordu.”

Zihinsel özürlü insanları ekrana çıkarıp, kendine malzeme yapan başka şovmen var mı?

Bir okuyucumuz, programı canlı canlı izlemiş, bize gönderdiği mesaj çok sert... Diyor ki:

“Bu yaşanan rezalet dünyada hangi televizyon kanalında izlenir anlamak mümkün değil... M. Ali Erbil denilen şahış 'yevmiyeli elemanlarım' dediği birkaç kişiyi toplayıp; güya show yapıyorum gerekçesiyle, halkın ahlâkını yozlaştırmak, halkın ahlâkî durumlarını bozmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu ülkenin cumhuriyet savcıları nerededir? Bu ülkenin aydınları, gazetecileri nerededir? Dinci yazarlar bu tip TV’yi incelemezler, bu bilinen şeydir. Ancak laik cumhuriyet yazarları nerededir? Bu ülkenin sivil toplum örgütleri nerededir? Bu televizyonda canlı olarak yayınlanan; show programı denilen rezaleti kim ve kimler içine sindirebilecektir? M. Ali Erbil denilen şahsın RTÜK denilen kurum tarafından ayrıcalığı, dokunmamazlığı mı vardır?”

***

Dedik ya, rating için her abuk-sabukluğu mübah görüp gündemde kalabilen nadir isimler var.

Onlardan biri, Cumartesi günü kendi adını taşıyan program yapar. Ama öyle anlamsız sorular sorar ki, her hafta sonu gazetelere manşet olur. Abuk subuk derken, belden aşağı soruları kastediyoruz... Amaç rating değil mi, gündemde kalabilmek değil mi?

Hele yaptığı şov programı, muhafazakâr bir kanalda ise... Sorduğu sorularla tam bir tezat teşkil ediyor.

Denilebilir ki, toplum mühendisleri başarılı oldu. İnsanların ideolojilerini, düşüncelerini “sulandırıp” tek tip kalıbına soktular.

Mübarek(!) olsun!

15.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004