Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Yakışıyor mu?



Sovmen Mehmet Ali Erbil anlaşılan rating listelerinde yer bulamayınca, yine “uygunsuz” görüntülerle yeni bir “tartışma ortamı” açmak için çabalıyor olmalı (Show TV).

Olmuyor. Belki ona yakışır. Ama izleyiciye karşı saygılı olmayı bunca yıldır öğrenemedi mi?

Dahası, o bir baba. Kızını yakında evlendirecek belki. Bir kız babası olarak kendini hâlâ bir “ebeveyn” olarak görmüyor mu?

Kendisine buradan “aşk olsun” diyoruz.

ETKİ/TEPKİ

Saddam’ın idam görüntülerini ana haber bültenleri vermiyor artık. Yabancı basını birebir takip etme imkânı da yok. Yahut sınırlı...

Malum bu görüntüler yayınlandıktan sonra ABD’den, Yemen, Suudi Arabistan, Pakistan, Cezayir ve Hindistan’a kadar infaz görüntülerinden çocukların etkilenerek kendini astığı haberleri geldi. Hatta Türkiye’de de Muş’ta 12 yaşındaki bir çocuğun, idam görüntülerinin tesiriyle intihar ettiği ileri sürüldü.

Son olarak da Azerbaycan’da yaşayan 8 yaşındaki bir çocuk, Saddam taklidi yaparak kendini asmış.

Bakalım daha ne zamana kadar bu vukuat devam edecek?

Şu var ki... Haber bültenlerinde yer almasa bile kontrolsüz “internet yayınları,” çok kişinin canını yakacağa benzer.

TÜRK FİLMLERİ

Türk filmleri gişede baharı yaşıyor.

Bu yıl, son derece kaliteli ve pahalı prodüksiyonlarla piyasada tutunmaya çalışan Amerikan Hollywood film piyasası beklenenin çok altında bir rakama ulaştı.

Kuşkusuz birçok sebepleri var. Ama en bilineni galiba şu, son yıllarda Amerikalıların izledikleri dış politika atraksiyonları. Sadece bizim insanımızda değil, dünyanın birçok bölgesinde Hollywood film piyasasına güven azaldı.

Belki bu yüzden “Kurtlar Vadisi-Irak” 4,3 milyon seviyesine ulaşan izleyici rakamıyla tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi oldu. Tepki yerini buldu.

Vizyona giren 237 filmden 33’ünü yerli film oluşturmuş. 2006’da izlenen yerli filmlerin toplamı 18.058.346 kişilik izleyici sayısına ulaşmış. Böylece 2006 yılında toplam izleyici sayısının % 52’lik kısmını yerli film izleyicisi oluşturmuş (Antrakt Sinema Gazetesi).

JOLİE’NİN DÜNYASI

Aktris Angelina Jolie yaptığı yardım ve gittiği mülteci kamplarındaki açıklamalarıyla dikkat çekiyor.

Kâh aktör kocası Bradd Pitt’le mülteci kampında kucağında çocuklarla yılbaşını geçiriyor, kâh bu kamplardaki çocukları evlatlık alarak onların bakımını üstleniyor...

Şöhretten sıkılmış.

Diyor ki:

“İnsanların bana ilgi göstermesinden her zaman rahatsız oldum, kendimi hep kötü hissetim. Bir insanın sadece filmlerde oynadığı için bu derece büyük ilgi görmesi bence doğru değil.” (Elle Dergisi)

Çocuklar için:

“Maddox ve Zahara’ya daha fazla düşkünüm. Çünkü onlar çok zor şartlarda dünyaya gelip, hayatta kalmayı başardılar. Shiloh ise şanslı bir bebek olarak dünyaya geldi. Doğduğu andan itibaren ayrıcalıklıydı. Kendi çocuğum olduğu için Shiloh’ya diğerlerinden daha fazla ilgi göstermiyorum. Hepsi benim çocuklarım.”

Eşi Brad Pitt için:

“İkimiz de aynı kafada olduğumuz için bir araya geldik. Yani sonradan aynı düşünceleri paylaşmaya başlamak gibi bir durum söz konusu değil. Aslında, Brad’in beni değiştirdiği söylenebilir. Brad, gerçekten harika bir baba. Aynı zamanda anlayışlı ve akıllı bir adam” diyor.

Nerede yaşamak istediğine dair bir soruya:

“Yaşayacağım ülkenin neresi olacağı o kadar da önemli değil. Afrika’da ya da Asya’da hiç bilinmeyen bir yere de yerleşebilirim. Yeter ki orada çocuklarıma uluslararası eğitim verecek bir okul olsun. Tabiî Amerika’da her zaman yaşayabileceğim bir evim olmalı. Sonuçta bu ülkede çalışıyorum” diyor.

Son olarak ailesi için şunları söylüyor:

“Biz kesinlikle çok, ama çok kalabalık bir aileye sahip olmak istiyoruz. Bu isteğimizi hemen gerçekleştirmeye kalkışmak çılgınca bir fikir gibi görünebilir.”

Bunu şunun için nazara veriyoruz.

Günümüzde şöhret olmuş insanlar, gece kulüplerine peşine kamera ordusunu takarak, gündem oluşturma çabalarına giriyor. Şöhret için yalnız kalmak, başkasının kuyusunu kazmak ve ahlâkî değerleri hiçe saymak bunlar için “ölçü”(!) sayılıyor... Farkı görün.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yüzü kapalı insanlar



Tarihimizde pek çok ‘karanlık nokta’lar vardır. Bunlardan biri de 19 Aralık 1978’de yaşanan ‘K. Maraş olayı’dır. Üç gün süren ve resmî rakamlara göre 111 kişinin öldüğü kargaşada neyin ne olduğu dört başı mamur bir şekilde ortaya konulamamıştır.

Başbakanlığı döneminde Bülent Ecevit’e gönderildiği ifade edilen 3 Ocak 1979 tarihli bir rapor/notta istihbarat teşkilâtı suçlanmış. Yıllar sonra konuyu inceleyen Tempo dergisi, dönemin ‘tanık, sanık ve mağdurları’ ile görüşmüş. (Tempo, sayı: 01/996, 4 Ocak 2007)

‘Tanık, sanık ve mağdur’ların beyanları görülünce, tarihten ders almadığımız ve bunun sonucu olarak da ‘tarihin tekerrür ettiğini’ düşünmek mümkün. Şahitlerden biri ‘anı’sını anlatırken şöyle demiş: “En öndeydim ben, cenazeyi götürüyoruz. Bir-iki kişi içimizden sağa sola taş atmaya çalışıyordu. Önlemeye çalışıyorduk. Bir baktık en önümüzde, yüzünde mendil olan, tanımadığımız, yüzü kapalı insanlar. Cenazemize bayrağımızı örttürmediler bize. Kaleden taş yağdırmaya başladılar.” (agd.)

Başka bir ‘tanık’ da şöyle konuşmuş: “Maraş olayları bir ırkçılıktır, katliâmdır. Burada San'at Okulu Müdürü vardı, o müdür öncülük yapıyordu. Toplamış milleti.”

Bir başkası: “Toplumu tahrik edici unsurlara özellikle ben kendi mahallemde şahit oldum. ‘Allah’ını seven yürüsün, din elden gidiyor,’ ‘Camileri yakıyorlar, taşlıyorlar’ söylemleriyle halkı galeyana getirip kendilerinin istediği yöne yönlendirdiler. (...) Talanlar şehir merkezinde de devam etti. O yıllarda talana katılıp da bugün zengin olan insanların olduğu söyleniyor.”

Dönemin ‘sanık’larından birinin ifadeleri de dikkat çekici: “Ben olayların mağduruyum. Çiçek Sinemasını bombalayan kişi S.I. Bu çocuk hiç ceza almadı, çıktı gitti. Bizzat görevliler görüyorlar, adamın eline aldığını, bombayı attığını görenler var. (...) O dönem herkes kullanıldı. Başta Maraş kullanıldı.”

Dönemin tanık, sanık ve mağdurlarının beyanları haklı bulunur ya da itiraz edilebilir. Ama önemli olan bu ve benzeri ‘gizli kapaklı işler’in hemen her dönemde yaşanıyor olması değil midir? Anlatılan olayları isim ve yer değiştirerek başka olaylara monte etsek, şaşıran olur mu? Bu beyanları duyunca, “Biz bu filmi ya da filmleri defalarca seyrettik” demez misiniz?

Türkiye, düzlüğe çıkmak istiyorsa “yüzü kapalı insanlar”ı deşifre etmek durumundadır.

*

Tüm değerleri ‘cep’te toplamak

Cemiyetimiz henüz yıkılmamış olsa da, ‘aile’nin ciddî tehdit ve tehlike altında olduğu da bir gerçek. Cinayet, tecavüz ve gasp gibi hadiselerin çoğalması, ‘saf Anadolu insanı’ imajının sarsılması olarak yorumlanıyor.

Toplumdaki tehlikeli gidişi yorumlayan Prof. Dr. Nilüfer Narlı, “Doğru-yanlış duygusu kaybedildi” demiş. (Tempo, 4 Ocak 2007)

Ekonomist Güngör Uras ise toplumdaki bozulmayı şöyle değerlendirmiş: “Bizim insanımız doğuştan saf ve bakirdir. Bizim insanımızın saflığını ve bekâretini, çarpık ekonomik ve sosyal yapı veya kısacası ‘düzen’ bozar. Saf ve bakir Anadolu insanı bozuk düzenin kurbanı olunca saflığını ve bekâretini yitirir. (...) Anadolu’yu, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu geziniz. Köylere, fakir yörelere gidiniz. Göreceksiniz ki Anadolu’da hâlâ saflığını ve bekâretini koruyan, tertemiz insanlar var. (...) Burada sözkonusu olan belden yukarıyı boşaltmaktır. Belden yukarıdaki yüreği, beyni boşaltmaktır. Tüm değerleri ‘cep’te toplamak, tüm değerlerin yerine ‘parayı’ ikame etmektir. Bu oluşumu hep birlikte izliyoruz. Bazılarımız görüyor. Bazılarımız görmüyor. Bazıları da gördükleri halde seslerini çıkarmıyor.” (agd.)

Görenlerden ve seslerini çıkaranlardan olalım.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Gizli misyon



Ehl-i Beyt veya Âl-i Nebi’den olmanın temel şartı, nesep bağından ziyade prensip bağıdır. Kur’ân’da buna dair açık misaller çoktur. Sözgelimi Hz. Nuh’un kıssasında anlatılanlar bu misallerden birisidir: “Nuh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin.” Allah buyurdu ki: “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir; çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud Sûresi: 45-46, ayrıca Tahrim Suresi: 10).

Bu âyetten çıkartılacak hüküm şudur: Peygamberlik vazifesi, o sülâle mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz ve diğer sülâlelere karşı da üstünlük ve şeref iddiasında bulunma hakkını vermez. Peygamberlere yakınlığın asıl sebebi nesep değil, onun dinine mensubiyettir ve takva derecesinde inkiyattır. Allah’ın indirdiği hükümlere ihlâsla inanan ve gönderdiği peygamberlere itaat eden kimseler birbirinin manevî/mecazî akrabası, yakını ve dostlarıdır. Nitekim Hz. Nuh’un oğlu babasına inanmadığı için, Allahu Teâlâ onu Nuh Peygamberin ailesinden saymamıştır.

Ehl-i Beyt’in, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan keyfiyeti incelendiğinde, nesep unsuruna önem verilmediği görülmektedir. Âyetlerde Ehl-i Beyt, bir terkip olarak üç yerde geçmektedir. Hud Sûresinde ‘Hz. İbrahim’in Ehl-i Beyti’, yani hanımları; Kasas Sûresinde ‘Hz. Musa’nın Ehl-i Beyti’ yani hane halkı; Ahzab Sûresinde ‘Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyti’ şeklinde kullanılmaktadır. Yukarıda tesbit edilen genel çerçeve içerisinde, önce âyetin mealini verip, daha sonra âyette geçen “ehlu’l beyt” ifadesinin ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaya çalışalım: “Evlerinizde vakarla oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin ey Ehl-i Beyt! Allah sadece, sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor (Ahzab Sûresi: 35)”

***

Sözkonusu âyette Hz. Peygamber’in ailesini teşkil eder kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hükme yer verilmemektedir. Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret aile halkına Kur’ân-ı Kerim ‘Ehlü’l Beyt’ vasfını vermekte ve bu tabir içerisine başka akrabanın alınmasına da imkân bulunmamaktadır. Çünkü rivayet edildiğine göre, bu âyet Hicret’in 6. yılında inmiştir. Hz. Fatıma (ra), Hazreti Ali (ra) ile hicretin ikinci yılında evlenmiş, Hz. Hasan ve Hüseyin, bu âyet inmeden önce tevellüt etmiştir. Hz. Ali’nin, evlendikten sonra, Hz. Peygamber’den ayrıldığı ve başka evde oturduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumda Hz. Peygamber’in damadı Ali ve Kızı Fatıma’yla, onların çocukları, ev halkından sayılmaz. Eğer onlar başka evde oturmalarına rağmen bu âyetin kapsamına girselerdi, aynı zamanda Hz. Peygamber’in diğer kızıyla evli olan Hz. Osman’ın (ra) da Ehl-i Beyt kapsamına girmesi iktiza ederdi. Bu durum Şia tarafından Ehl-i Beyt’e yüklenen gizli misyonun nassla sabit bir temeli bulunmadığını ortaya koymaktadır.

Bazı Şiî müfessirler, bu âyeti tefsir ederken “Âyetin devamında erkekleri de içine alan (-kûm/sizleri) zamirinin kullanılması ve Arapça’da bu kavramla ev halkının kastedilmesi sebebiyle, bunun sadece kadınları değil, âyet indiği sırada Hz. Peygamber’in hane halkından olan herkesi ifade ettiğini” ileri sürmüşlerdir.

Arap geleneğinde ehlü’l beyt kavramı, sosyolojik olarak nesep esasına dayalı hane halkını, hatta bütün yakınları ifade etse de, İslâm dini “Mü’minler kardeştir” âyetiyle bütün inananları tek bir manevî çatı altında birleştirmiştir. Bu itibarla ‘Selman bizden; Ehli Beyt’tendir’ gibi ifadeler buna; sosyolojik ve mecazi kardeşliğe veya hane halkına hamledilir. Gerçek de budur.

Müslümanların birbirlerini sevmeleri ve dost olmaları nasıl şartsa Ehli Beyt’e karşı sevgi beslemeleri de şarttır. Bu Müslümanların birliği için gereklidir; ancak, imanın şartlarından değildir. Çünkü bunlardan hiçbirisi, masum/günahsız olmadığı gibi, vahiy, ilham veya gizli ilahi bilgiye de sahip değildir (Misak dergisi, Ağustos 2005).

***

Diyanet’in aylık dergisinde yer alan ‘İslam Kültüründe Hz. Ali’ yazısında da gizli bilgi ve buna dayalı olarak gizli misyon reddedilmiştir. Dergide şöyle denilmektedir: “Sahabeler ilmî ve fıkhî meselelerde Hz. Ali ile müzakere ederdi. Ama bu, kendisine dinin esrarına ait şeyler bahşedildiği anlamına gelmez. Kendisine, ‘Bizi Resulullah’ın sır olarak bildirdiğinden haberdar et’ diyenlere, Hz. Peygamber’in bir sır vermediği şeklinde cevap vermiştir (nakleden Sabah gazetesi 15 Ocak 2007).”

Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber’in gaybla münasebeti hususunda şöyle denilmektedir: “Eğer gaybı bilseydim hayrı(mı) çoğaltmaya çalışırdım...” Bununla birlikte Ebu Hureyre gibi bazı sahabelerden buna dair bazı sözler nakledilmiştir. Sözgelimi: “Bazı sırları ifşa etsem boynumu koparırlar” demiştir. Bu Suyuti’nin el Hasais el Kübrası gibi kitaplarında anlattığı bağlamda, Hicri 60 yılından itibaren devlete Mervanilerin musallat olacağına dair bilgidir. Bu bilgi batini bilgi değil vahyi bilgi yani Hazreti Peygamberden menkuldür. Kaynağı Hazreti Peygamberdir ve bu bilginin kaynağı da vahiydir. Vahiy olmayınca gaybı başta Hazreti Peygamber olmak üzere kimse bilemez. İmtiyaz, istenmez verilir istenirse istismara girer.

Bazı şartlı imtiyazlar Beni İsrail’in başına geldiği gibi şartlara riayet edilmediğinde aksiyle sonuç vermektedir; vebal ve sukût da getirmektedir.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Türkiye’yi markalaştırmak



Markaların İnovasyon Manifestosunun yazarı John Grant, “Kurumsal kabızlığa karşı örgütlenmiş kaos”a değinir. Bu durumda sarkacın hangi tarafında olunduğu önemli değildir.

Ülkemizde birileri, insanımızı; kabızlığın, beyni demokrasi oksijeninden mahrum bırakarak “toplumsal ölüm”e sürüklerken, diğer tarafta kaosun beslendiği örgütlenme biçimi ise karmaşık ve gerilimli bir sürece dâvetiye çıkarmaktadır.

Acaba gerilimi, beynin üretken dehasını pozitifleştirmede kullanamaz mıyız?

Bütünleyen ve bağımsız diyalog ortamlarına altyapı sağlayıp, fikirlerin kendini güvende hissedeceği bir ortam temin etmek, üretken ve çözümcü sonuçlara götürmez mi?

Ülke kaynaklarını, yeni bir bakışla markalaştırıp kurumsallaştıramaz mıyız? Bu anlamda Türkiye’nin kendini doğru konumlandırmaya ihtiyacı var. Türkiye öncelikleri, avantajları, stratejik varlıkları, farklılık ve uygarlık için referans değerinde geçmişi ile köprü/santral ülke olma perspektifleriyle değerlendirildiğinde, geleceğe yansıtacağı büyük bir projeksiyona sahip.

Doğru yerde ve doğru hedeflerle doğru bir süreçte bunu icra edecek ortak hafızaya tutunması gerekir. Milleti, akıl fetreti yaşatan izole edici yaklaşımlardan ve çatışmalardan korumak şart.

Avrupa’ya uzanacak Asya’nın geçiş vizesini ve kontrol noktasını, iki kıt'anın kesişme çizgisinde elinde tutan Anadolu’nun, sentezlenecek ayrıcalıklı yönünü bütün taraflara sunacağı atölye çalışmalarına yoğunlaşacağı bir arefedeyiz.

Türkiye, “yeni bir marka” olabilir mi?

Hiç şüpheniz olmasın. Olacak inşallah. Kendisiyle yüzleşmenin sancıları değişimin alışkanlıkları zorlayan gelgitlerini yaşasa da, girdiği yol ve ilerlediği güzergâh yeni bir Türkiye müjdesini haykırıyor.

“Trend sorunu”nu aşan bir Türkiye, kendi kulvarında markadır. Benzerlik parametreleri aynı olan ikinci bir ülke yok.

Asya-Avrupa bileşeninde, Müslüman ve demokrasi tercihi olan, hatalarından ve çatışmalarından sonuçlar çıkaran, gelecekte ilk 20 ülke arasında hatırı sayılır bir yere oturmak isteyen bir Türkiye var.

Peki zorluğu ne?

İsterseniz “zorluk” demeden, kolay olan nedir veya ne yapılmalıdır sorusunun cevabını arayalım?

Çok öz ifade etmek gerekirse, enerjisini hedefine odaklamalıdır. Potansiyelini geleceğe kilitlemelidir. Yarınların doğru okunmasına ve kendi tarih, din, demokrasi ve kültür bileşenlerini sistemleştirecek sağduyunun kimyasını ve ortak tasavvurun heyecanını bulmalıdır.

Bu mümkün mü?

Elbette. Bunun için “kültürel bir mantık” bulmak ve uzlaşmanın rahatlatıcı ve güçlendirici iklimini hazırlamak zorunda. Bütün mesaisini buna teksif etmeli.

“Marka fikirlerine ilişkin bir tipoloji” olmalı. Kendini tanımlamalı. Kendini doğru ifade etmeli. Bir anlamda “molekülünü inşa” etmeli. Mevcut hafızaya ilâveten “yeni gelenekler”de anlaşmalı. “İnanç sistemi”ni en doğru şekilde koruyarak onun üzerine kimliğini teşkil etmeli.

“Zaman” ölçüsünü ve değişim trendini, birbirini destekleyen ve bıkkınlık vermeyen bir fayda/gereklilik dengesinde tutmalı.

“Sürü iç güdüsü” yeterli bir ortaklık değildir. Bilinçli bireylerin amaç birliği ile sinerji oluşturdukları bir sürecin birleştiriciliği önemsenmeli.

Bu arada bütün bu “yap boz“ların doğru karelere veya tasarlanan geleceğe oturabilmesi için, “iletişim kurmak” başlı başına bir strateji ister. Kendimizle, bir başkasıyla, olgularla ve olaylarla kuracağımız iletişim, verimliliğimizi günceller. Paydaş kültürünü geliştirir, müzakereleri hızlandırır.

Biraz satır araları boş bırakılmış bu markalaşma serüveninin, damalı halini ve sizce ilâvesi gereken yeni satırları yazar mısınız?

İsterseniz görüşlerinizle birlikte yeni bir metin yapalım?

Böylece işimize başlamış olalım.

Şu anda “lüks/bolluk fikirler”inize sarılın, “kışkırtıcı kontrol” içinde kendinizi tazeleyin.

Düşünelim bir kere: Hâlâ bir marka stratejiniz yok mu? İnovasyon stratejisine ne dersiniz?

Türkiye yenilenecekse, kendi kadim medeniyetinin asaletini markalaştırmalı. Dünyaya bunu haykırmalı.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Her şey akıp gidiyor



Zaman akıp geçiyor sağımdan ve solumdan. O kadar hızlı ki, yüzümde hissediyorum rüzgârını. Bazen üşütüyor, bazen dağıtıyor, bazen de topluyor içimi. Kimi zaman sendeletiyor, kimi zaman da hiç farkında olmadan sürüklüyor beni faaliyetler içine. Öylece gelip geçiyor buralardan. Ama ben durup bekliyorum hayatın içinde. Aslında, iyi mi yapıyorum ne? Bu kadar koşanları görünce ve koşarken birçok şeyi erteleyenleri fark ettiğimden beri yapıyorum bunu. Oyun oynayamayan çocuklar, gülemeyen büyükler var bu koşuda. Ben sonuncu olmaya karar veriyorum. Dünyanın, etrafımda döndüğünü fark etmek istiyorum.

Oturmuş bekliyorum sabırla. Duvar takvimimin sayfaları bitti. Yenisini taktım. Bu böyle sürüp gidecek, tekrar bitecek ve ben yine yenisini takacağım. Kendi ellerimle kopardığım takvim sayfalarına kızıyorum, “Koparmasaydım” diye. Sonra hâlime gülüyorum, sanki sayfaları koparmasam günler geçmeyecek. Ben her yıl günlerin bu kadar çabuk geçmesine üzüleceğim. Onlarsa, bana aldırmadan hep geçip gidecek. Bakıyorum da hiç kimse, hiçbir şey eski hâliyle yok yeni zamanda. Hayatı tutmak mümkün değil.

Hani şair “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diyor ya, aynen öyle olduk. Köşe başlarında bekleşiyoruz. Hangi işin elinden tutsak, ya o bizi bırakıyor ilgilenmediğimizden ya da biz bırakıyoruz sıkıldığımızdan. Bir bakıma; bambaşka diyarlarda, bambaşka hayatları aynı fon müziği eşliğinde yaşıyoruz. Öylece her şeyin ortasında kalakalıyoruz.

Bu hengâmede yeni bir yıla girerken sevinip havalara uçuyoruz. Ertesi sabah kalkınca, her şey seyrinde devam ediyor. Bu defa şaşırıyorum. Biz neden bu kadar çok seviniyoruz ki? “Yaşasınlar” eşliğinde ömrümüzden giden bir yılı devirirken, zamana olan hıncımızdan mı “oley” tarzı nidalar yükseliyor? Yeni bir yıl için yazılan yazıları okuyorum. Hepsi yeni bir hayat, iyi dilekler, mutluluklar ve en önemlisi yeni başlangıçlar temenni ediyor. Yeni yıl, yeni bir başlangıç olsun, diyorlar. Ama nafile, o da olmuyor. Zira saat gece 12 olunca, bir önceki yılda yaşadıklarımızdan ders alıp yeni yıla farklı bir şekilde tasarladığımız hareketlerimizle başlamıyoruz. Anlayacağınız, o kadar iyi dilek havada kalıyor.

Bunun yanında, Noel Baba’yı bekleyenler de hayal kırıklığına uğruyor. Gelmeyince, yıkılıp “Bizden bir şey olmaz” diyor. Ben de Noel Baba işine kahkahalarla gülenlerdenim. Bu hâlim de eskide kaldı. Ve bu yıl Onur isimli bir genç şaşırtıyor beni. Noel Baba’ya inanmıyor; ama onun hayranı olan 24 yaşındaki bu genç, baya farklı geliyor. Haklı(!) sebepleri de var. Diyor ki: “Çok tatlı geyikleri var. Arabasının göklerde uçuyor olması, daha da güzel hani yıldızların arasından.” Ciddi mi ki, diye bakıyorum. Baya samimi olduğunu görünce, şaşkın şaşkın tebessüm ediyorum.

Durmak lâzım, biraz soluklanmak… Yavaş yavaş hareket etmek... Yaşamak, yani yaşar gibi yapmamak. Eğer bu kadar hızlı eskiyorsa her şey ve bizler her şeyi hızlı tüketiyorsak, insanlar gözlerimizin önünde bu kadar geriliyorsa koşmaktan, öyleyse başkaları için biz yavaşlayalım. Çünkü bir an geliyor, elinizi attığınız her cebinizden bir keşke çıkıyor. Geçmişin arkasından el sallamaksa aslolan, yeniye de yenice; ama farkında olarak başlamak gerek. “Bizden artık bir şey olmaz” diyenlerdenseniz, bana da simyacının dediği gibi: “İnsanlar ayaklarının altındaki hazineyi görmezler. Neden biliyor musun? Çünkü insanlar mucizeye inanmazlar” demek düşüyor Ocak ayının ortasında.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hülya KARTAL

Güle güle enişte!



Bir bayram günü ailecek ziyarete gittiğimizde, çaylar içilip sohbet edilirken bir ara eniştem babama şöyle demişti:

“Rafet! Bak, artık dede olduk, torunlarımız var, düşünebiliyor musun? Nereden nereye… Hayat bir rüzgâr gibi geçiyor yani!”

“E, ne yapacaksın işte!” diye tasdik etmişti babam.

“Ne dediniz enişte!” diyerek tebessümle ileri atılmıştım. “Bu ayki dergi kapak konumun ismi ‘Ömürler rüzgâr gibi geçti!’”

Babam bu konuşmadan iki sene sonra gitti. Şimdi eniştemi uğurladık. İkisinin ortasında bir zamanda diğer dede olan Kâzım Ağabeyin babası da gitmişti.

Dedeler bir bir gidiyor! Babalar dede olmaya giderken… Ve torunlar anne-baba olmaya gitmekteyken. Gelenler geliyor gidenlere inat! Ve gidenler gidiyor gelenlere inat!

Biz, içimizde keder evde taziyeleri kabul ederken, çocuklar oradan oraya koşturuyor neşe içinde, olanlardan habersiz! “Çocuk olmak var!” diyor gelenlerden bir yaşlı akraba.

İçten içe üzülüyorum; çünkü duâ hazinelerimiz tek tek gidiyor. Bize böyle bu kadar yürekten kim duâ edecek, geride kalan kaç kişi? Eskilerin ağızları duâlıydı zira. Şimdiki nesil çocuklarına duâ etmeyi pek bilmiyor. Kendine daha dönük hayatlarda, ötekine, yakınındakine, uzağındakine, dünyanın öbür ucundakine yürekten bir duâ etmek kaç kişinin aklına geliyor?

Sohbet etmek Hakkı enişteyle özdeşleşmiş bir şeydi. Susuzken suya kanıyor gibi olurdu bir muhatap bulunca. Kimse konuşacak konu bulamazken, isterse yeni tanışılmış olsun, eniştem bulur çıkarırdı konuları. Bazen Risâle eksenli, belki peygamber kıssası veya tarihî bir konu, eski bir memuriyet hatırası. Ama illâ ki enteresan bir şey ama! “Bak, çok enteresan!” diye vurgulayarak üstelik. Bazı hafta sonları dahil olduğum sabah kahvaltılarında uzar giderdi enteresan konular. Hakikaten ilginçti hepsi.

En son dinleyip hayret ettiğim konulardan biri vakıflarla ilgiliydi meselâ. Suluca’da bir arazinin İstanbul’daki bir caminin vakfı olduğunu hiç tahmin etmezdim! Yani Osmanlılar bir cami yaptıracakları zaman, o caminin bakımı için gerekli masrafı temin etmek üzere bir ekilecek arazi tahsis etmeyi de ihmal etmezlermiş. Muhteşem bir zekâ! Araziyi ekip biçenler geçimlik bir pay alırken caminin bakım masraflarını da yetiştirmiş olurlarmış. Tabiî zamanla araziler ‘arazi olunca’ camiler bakımsızlıktan içler acısı hale gelmiş. Belediyenin bunca tarihî camilere neden bakım yapamadığını düşünüp başında saçlar çıkan, otlar biten eski camilere acırdım. Sebep sonuç ilişkisini görünce insan daha çok anlıyor nedenini, niçinini!

Çocukluğumdan itibaren eniştemin üzerimde, yüreğimde çok başka etkileri oldu. Ormanlara yaptığımız hafta sonu aile gezilerinin hiçbirini unutmayız biz büyümüş çocuklar! Babamla eniştem o kadar ‘kafa dengi’ insanmış ki, iki aile olarak gitmeleri doğurmuş. Ne de güzel olmuş. Koca bir yaşlı çınarın etrafında el ele tutuşurduk eniştemin emriyle! Kol hesabıyla gövde kalınlığı ölçümleri yapardı. El ele tutuşup ağacı sarmalamak ne güzel gelirdi bize! Yemişli bir ağaçsa omuzlarına çıkarırdı eniştem beni. Bir yeri acıyacak tedirginliğinden ürke çekine koparırdım, inerdim ağacın dallarından elimde yemişlerle.

Böğürtlenleri toplayıp yemekten daha zevkli olanın, getirip eniştemin avucuna vermek olduğunu öğrenirken, böğürtleni tek tek değil aynen avucunu ağzına götürüp tek lokmalık edişine gülerken…

Ormanlarda çoluk çocuk eniştemin kılavuzluğunda keşif yolculuğuna çıktığımızda, elimizde uzun ağaç dallarıyla birbirimizi kaybetmemeye çalışarak yürümemizin içinde ne tür bir manevî bağ vardı ortaya çıkan tarifi imkânsız… Arabasına bizi gezdirmek için gelip çoluk çocuk neşeyle doluştuğumuzda “Hülya! Hadi anacağım!” diye komut verdiğinde, “Ceddin deden, neslin babaaan!...” diye aynı marşa yine başlarken ben. Biz çocuklara ‘Anacığım’ derdi şefkatle. Çocuklar evin içinde cıvıl cıvıl oynarken hiç kızmaz, aksine ellerini sevinçle çırpıp ‘Aferin! Aferin!’ diye eşlik ederdi.

Kurban Bayramının üçüncü günü son ziyaretimizdi. Sekerat günlerine girdiğini babamdan gördüğüm için tahmin etmiştim. Her Kurban Bayramı bana eniştemi başka türlü hatırlatır. Yine aynı hatıra gezindi hafızamda onu uzaktan hüzünle seyrederken.

Çocukken koyunu alıp bizim evin bahçesinde keserdi. Merhametli ben de koyunla iki gün ahbaplıktan sonra kaçacak delik arar, ağlayacak yalnız köşe bulurdum. Bir gün koyunu getirdiğinde ve sevmek için koyunun yanına koştuğumuzda beni aniden alıp koyunun üstüne bindirdi. Neye uğradığımı şaşırıp “Enişte, al beni ya! Korkuyorum ben!” diye avazlanınca gülerek indirdi. Olay yerinden hızla uzaklaşıp koyuna ürkek dokunmalardan da vazgeçtim. Eniştemin getirdiği koyun, kedilere ve kuşlara, ayrıca börtü böceğe alışmış küçük bahçemizde ilginç bir değişiklik oluştururdu. Bahçemize yeni bir hayvan familyası dahil olduğundan hayli sevinir, sevincim bir gün sonra kursağımda kalır, kurban etleri kursaklarına giderken ben bir lokma o etten yemezdim! Biraz kırsal kesimde yaşamış biriyle sohbet etsem ilk sorularımdan biri ‘Ata bindin mi, eşeğe bindin mi?’dir. Ben hiçbirine binmedim ama eniştem vesilesiyle koyuna bindim! Ve her Kurban Bayramı bana eniştemin elinde koyunla çıkageldiği günleri hatırlatır. Sevinçli ve acıklı günler…

Yirmi yaşımda ilk tesettüre girip Fatih’e ve illâ ki halamlara gittiğimde, kapıyı eniştem açmıştı. Önce tanıyamayıp “Buyurun!” demiş, “Merhaba enişte!” dediğimde önce çok şaşırıp sonra çok sevinmişti. “Vay! Hülya, sen esaslı olmuşsun ya!” diyerek defalarca tebrik etmişti. O gece onlarda kalmıştım güç almaya ihtiyacım olduğundan. Fatih’ten Kadıköy’e manevi takviye kuvvet götürecekmişim gibi! O gece siyah cüppeli bir kol ‘Maşallah kızım!’larla başımın her tarafını defalarca sıvazlayıp durmuştu. Gözümü açtığımda yoktu etrafta hiç kimse…

Ne olursa olsun, insanın, kalbi Allah’la olan, ilim sahibi bir yakını, tanıdığı olması, dünya hayatında önemli bir dayanak ve güç noktası oluyordu yürekten yüreğe.

Hizmetlerimi sürekli takip eden ‘Niye yazmıyorsun?’ diye üzülen, yazıyorsam okuyan ve sitayişle konuları irdeleyerek takdir eden, duâlarını almakla kuvvet bulduğum enişte!

Kalbi daima çocuklarıyla, çocukları kadar sevdiği bu üç kardeşle, torunlarıyla, aslında tüm komşu, akraba ve ahbaplarıyla olan… Ve hiç tanımadığı ama illâ ki tanışmak, ayaküstü de olsa hakikati anlatmak için bahanesi bol olan sohbet ehli enişte!

“Üstad karşılamıştır inşallah” diyorum içimden.

Bu yaz Çanakkale tatiline eniştem için ben de dahil olmuştum birkaç gün. O günlerde bir ara talebelerden konu açıldığında konunun sonuç cümlesi olarak şöyle dedi:

“Biz huzura gittiğimizde böyle duracağız!” (Elini göbeğine bağlayıp başını öne eğerek!) Yani yeterince hizmet edemediğini düşündüğü için mahçup olduğunu ifade etmişti.

Hangimiz gerile kasıla çok iyi hizmet ettiğimizi iddia edebiliriz ki? Hakikati hasbelkader söylediğimiz iki üç kişiye bakıp ümitlensek de… Söylemediğimiz, ilgilenmediğimiz geri kalan insanların sayısına bakınca, Sezen Aksu’nun “Ne kadar az yol almışım, ne kadar az!” şarkısı geçmez mi içimizden?

Kaliteli insanların kaybına iki defa üzülüyorum. Ama yine de yüreğimde temiz bir el izi bırakan ve hayatıma çok şey katan biriyle paylaşılmış hayat kareleri şükrettiriyor.

Bir ağaç gider ama tohumlarını, sûretlerini toprakta, hafızalarda bırakır. Yerin altı da üstü de ahiret kardeşlerine bir! Hatırladıkça selâmlamış, mânen görüşülmüş olacak.

Güle güle enişte!

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeniden öncü olmak



“Zengin hazinelerin fakir bekçileriyiz” sözünün en geçerli olduğu yerlerden birisi de İslâm dünyasının hâli olsa gerek.

Gerçekten İslâm gibi emsâlsiz, maddeten ve manen terakkî ettirecek hakikatler hazinesine sahip olduğumuz halde onun değerini bilemiyoruz. Nice nokta keşfedilmeye hazır halde bekliyor.

Dünkü yazımızda Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitleri ışığında hakikat-i İslâmiye, şiddetli ihtiyaç ve tam bir fakirlik, hürriyet-i şer’iyyenin bizi terakkîye zorladığını belirtmiştik. Bugün de bu beş maddeden diğer ikisi şehamet-i îmaniye ve izzet-i İslâmiye üzerinde duralım.

Eğer biz dünya ülkeleriyle, bir Almanya, bir Amerika, bir Japonya’yla yarışa sevk edecek, hatta onları geride bırakabilecek maddî ve manevî zenginliklerin sahibi olduğumuzu bir bilsek, bu hazinelerden hakkıyla istifade edebilmek için nasıl çalışmaz, bu yarışta onları kıskandıracak hâle gelmeyiz? Biz bir Kore kadar dahi olamaz mıydık, olamaz mıyız?

Mâdem insanı yükseltecek, yüceltecek en büyük insanlık olan İslâmiyete gönül vermişiz. Öyleyse insaniyete lâyık üstünlüklere sahip çıkmalıyız.

Dördüncü kuvvet olan şehamet-i imaniyeye gelince, bu kuvvet şefkatin bağrından fışkırmakta olan bir kuvvet. Bu güzel duygu ne zâlimlere karşı zelil düşmeyi, ne de mazlûmları zelil etmeyi gerektirir. Şehamet-i îmaniyeye sahip olan mü’min, ne müstebitlere dalkavukluk eder, ne de bîçarelere karşı tahakküm ve tekebbür eder.

Beşinci kuvvet de izzet-i İslâmiyedir ki Allah’ın adını köşe bucak dünyanın dört bir yanına yaymayı gerektirmektedir. Bu da bu zamanda maddeten terakkî ve medeniyetin güzelliklerini elde etmekle mümkündür.

İzzet-i İslâmiyenin iman ile verdiği bu emri âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin yerine getireceğinin muhakkak olduğunu belirten Bediüzzaman şu hakikate de parmak basıyor:

“Evet, nasılki eski zamanda İslâmiyetin terakkîsi düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtını defetmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde, silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılınçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.”1

Evet, eskinin silâh ve kılınçlarının yerini hakikî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılınçları aldı. Düşmanlara zafer ancak bunlarla elde edilecek.

Âlem-i İslâm bu hususta mesafe almakla başbaşa. Eksiklerimizi tamamlama, daha ilerlere gitmek için sahip olduğumuz bu hakikatler bize kamçı olmalı değil mi?

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, s. 41.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kur'ân ispat eder ve ispatı emreder!



Kur’ân’a basit bir dikkatle baksak; yüzlerce aklî-mantıkî, ilmî delillerle, görünenlerden gayba, sebepten müsebbibe, eserlerden müessire, nizamdan nazıma, san'attan sanatkâra pencereler açıp, başta tevhid olmak üzere diğer iman esaslarını da ispat ettiğini rahatlıkla göreceğiz. “Allah’ın varlığı-birliği; peygamberlik; haşir, yâni öldükten sonraki diriliş; ibâdet ve adâleti ispat” gibi dört ana gayesi olan1 Kur’ân, insanı kendisine çekmez, bilâkis “Ey akıl sahipleri ibret alınız;”2 “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak!”3 diye kâinat kitabındaki delillere yönlendirir.

İslâmın gerçekleri belgeyle kuşanmıştır. Daima akıllara danışır. Ve ezelden ebede geçerli olan hikmete uygundur.

Acaba görülmüyor mu ki; âyâtın ekser açılışı ve bitiminde insanlığı vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor4 ve diyor: “Bakmazlar mı?”5 “Bakınız”6 “Onlar hiç düşünmezler mi?”7 “Hâlâ düşünmez misiniz?”8 “Düşününüz.”9 “Farkında değiller.”10 “Akıllarını kullanırlar.”11 “Akıl etmezler.”12 “Biliyorlar.”13 “Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!”14

İman esaslarını ispat ile tahkikî imana çıkarmamız gerektiğini emreden âyetlerden birisi şu olsa gerek: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba imân ediniz.”15 Şâyet, delile dayalı ispat ile tahkikî imân istenmeseydi, “Ey inananlar, imân ediniz!” hitabı malûmu i’lâm olmaz mıydı?

Diğer yandan bizzat Kur’ân, “O mücrimler hoş görmese de Allah kelimeleriyle hakkı ispat eder”16 fermanıyla ispat yolunu nazara verir. Kur’ân en mükemmel irşad ve dâvet kitabı olduğundan; tebliğin temel çerçevesini “Mü’min kullarıma şunu söyle ki, kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar”17 şeklinde çizer.

Öte yandan Kur’ân, ne akıl, ne fen, ne sosyal ilimlerle çatışır. Aksine, onların kesinleşmiş üslûp ve metodlarını da mu’cize eseri olarak barındırır ve binlerce, on binlerce, belki eşya ve varlık adedince delilleri akıl sofrasına serer. Ancak Kur’ân kâinattaki fenlerden direkt değil, dolayısıyla bahseder. Asıl gaye, Sultan-ı Ezelî olan Allah’ın saltanatını ilân ve hakikî fenlerin diliyle ilân ve isbattır.

Kur’ân’ın, akıl, gözlem ve tecrübelere dayalı olarak sunduğu belgelerden bazıları şöyle: “Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bu âyetler Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve Onun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütfu olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”18

“Allah size âyetlerini gösteriyor. Allah’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz.”19 Zaten “âyet”, delil demektir. Kur’ân’ın ibâreleri âyet olduğu gibi, yaratılan her şey kevnî bir “âyet”tir.

Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 21.; 2- Rûm: 50.; 3- Haşir: 2.; 4- Muhakemât, s. 43.; 5- Gaşiye: 17; 6- Âl-i İmrân: 137, Nahl, 37, Ankebût, 20.; 7- Nisâ, 82, Muhammed, 24.; 8- En’âm 80, Secde, 4.; 9- Sebe’, 46.; 10- Bakara, 9.; 11- Ra’d, 4.; 12- Mâide, 58.; 13- Bakara, 75.; 14- Haşir, 2.; 15- Nisâ, 136.; 16- Yûnus, 82.; 17- İsrâ, 53.; 18- Gaşiye, 3-6, 13.; 19- Mü’min, 81.

17.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Apronda namaz



Medyada kiminin hoşgörüyle, kimilerinin ise iğneli iğneli tarzda sunduğu görüntülü bir haberin başlığı: "Iraklı pilot, İstanbul'da apronda namaz kıldı."

AA'nın haber özeti şöyle: "Irak'ın Süleymaniye kentinden İstanbul'a sefer yapan Azmar Air'e ait uçağın Iraklı uçuş ekibi, yolcuları indirdikten sonra Atatürk Havalimanı apronunda namaz kıldı."

Görüntüde ise, uçağın hemen yanı başında seccadesini yere sererek namaz kılan pilot ile biraz ilerisinde diğer uçuş ekibi görülüyor.

Bu din kardeşlerimiz, farz ibadetlerini eda ediyorlar.

Bazıları yadırgasa da, bizce doğru olanı yaptılar.

Zira, farzda riyâ olmaz.

Onun için, namazını kazaya bırakmadan eda eden pilot ve uçuş ekibine helâl olsun ve Allah o halis ibadetlerini kabul etsin diyerek, bir başka misâle geçiyoruz.

* * *

Son şahitlerden marangoz Hüseyin Kileci Ağabey anlattı bize:

"1952'de, şimdiki Büyük İstanbul Postanesinin olduğu binada Gençlik Rehberi mahkemesi vardı.

"Büyük izdihamın yaşandığı bu mahkemede, salona giren şanslılar arasında biz de vardık.

"Vakit uzayınca, Üstad Bediüzzaman Hazretleri farz namazı kılmak için mahkemeye kısa bir müddet ara verilmesi isteğini hakime söyledi.

"Hakim, 'Hayır, ara vermiyoruz. Siz daha sonra kaza edersiniz' diye karşılık verdi.

"Üstad Hazretleri ise, mahkeme heyetinin şaşkın bakışları arasında, yanında taşıdığı seccadeyi açıp kıbleye doğru serdiği gibi, celâlli bir duruş ile 'Allahu ekber' diyerek namaza durdu.

"Bu durumda kimsenin yapabileceği birşey yoktu. Üstad namazın farzını kıldıktan sonra, mahkemedeki duruşmaya kaldığı yerden devam edildi."

* * *

Demek ki, elde imkân/fırsat varsa, hiçbir namazı kazaya bırakmamalı.

İster apronda, ister mahkemede ve isterse zindanda olsun.

Ya da, pek çoğumuzun başına gelen seyahatlerde olsun.

Vakti geçirmeden, farz ibadeti muhakkak eda etmeli.

Bunda, herhangi bir riyâ, gösteriş söz konusu değil.

Ne mutlu, farzı kazaya bırakmayan takvâ sahiplerine.

İHTAR

İki yanlıştan bir doğru çıkmaz

Kimi gardiyanlar, eskiden işkence çektirdikleri tutuklulara "Allah!" diye bağırdıkları için bozulurlardı; onlara (hâşâ) "Bağırmayın, burda Allah yok" diye çıkışırlardı.

Son günlerde ise, bazı gardiyanların hapishanedeki zanlılara "Allah'a inanıp inanmadıklarını" sordukları ve aldıkları cevaba göre muamele yaptıkları belirtiliyor.

Oysa, bu her iki tutum da yanlış. Biri ifrat, diğeri ise tefrittir.

İki yanlıştan bir doğrunun çıkması imkânsız.

Ayrıca, hiç kimsenin kendi hatasını dine mal etme hakkına sahip değil.

Dahası, Allah adına başkasına zulmetmenin katmerli bir zulüm ve haksızlık olduğu hatırdan hiç çıkarılmamalı.

GÜNÜN TARİHİ (17 Ocak 1875)

132 yıllık metro: Galata Tüneli

İ stanbul'un ilk "metro"su hizmete girdi. Karaköy–Beyoğlu arasındaki 573 metrelik demiryolu tüneli, bundan tam 132 sene önce bugün hizmete açılarak İstanbul'un ilk metrosu ünvanını aldı.

* * *

İstanbul'un bu dik yokuşlu bölgesinde yer altında bir raylı sistemin ilk yapılması teklifi, Gavan isimli bir Fransız mühendisinden gelir.

1860'lı yılların sonlarında İstanbul'a turist olarak gelen Gavan, bu teklifini detaylı bir şekilde götürüp hükümet yetkililerine takdim eder.

Uzu müzakereler sonucu devlet kademesinde kabul gören bu teklif, nihayet Sultan Abdülaziz'e sunulur ve ondan da tasdik alınır. (6 Kasım 1869)

Gerekli dış malî destek sağlandıktan sonra, 30 Temmuz 1871'de tünel kazı çalışmalarına başlanır.

1874 yılı Aralık ayında inşaatı tamamlanan tünelin hizmete açılması ise, 17 Ocak 1875 günü gerçekleşir.

* * *

İnsanlar, ilk günlerde yer altında raylar üzerinde yürüyen ve asansör sistemiyle çalışan vagonlara binmekten çekinirler. Bu engeli aşmak için, ek bir vagon konularak önce bazı küçük ve büyükbaş hayvanlar taşınır. Güven sağlandıktan sonra da insanlar binmeye başlar. Aydınlatma işi, uzun yıllar kandillerle yapılır.

İngiliz ve Fransız ortak yapımı olan ve yabancı konsorsiyum tarafından işletilen Tünel Tesisleri, 1939'da devletçe satın alındı ve aynı sene içinde belediyeye ait olan İETT'ye devredildi.

* * *

Tünel'de 6 Temmuz 1943 tarihinde, kablo kopması sebebiyle elim bir kaza yaşandı. Kazada 1 kişi öldü, 6 kişi de yaralandı.

3 Kasım 1971'de elektrifikasyon donanımı tamamlanarak bugünkü durumuna getirildi. Yılda 64.800 sefer yapan iki vagonlu sistem, günde on binden fazla yolcu taşıma kapasitesine sahip bulunuyor.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir şükürden sonsuz şükürler doğar!



İzmir/Pınarbaşı’ndan Uğur Tenekeci: “Şuâların 649. sayfasında hamd açısından insanın altı cihetinden bahsedilmektedir. Bu kısmı biraz açar mısınız? Bizler hangi şeylere karşılık elhamdülillah demeliyiz ki, hem ruhumuz tatmin olsun, hem Rabbimizin hoşnutluğunu kazanalım?”

İnsanın altı yönü vardır: Bunlar: Sağ, sol, ön, arka, alt ve üsttür. Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, bu yönlerden her birisinin insanın önemli bir cihetini temsil ettiğini beyan ederek, insanın en temel insanlık görevi olan hamd vazifesini bu temsiller penceresinden değerlendiriyor. Özetle temas edelim:

1- Sağ taraf geçmiş zamanı temsil ediyor. İnkârcı gözlüğüne göre, geçmişte yaşayan insanların kıyameti kopmuştur. Geçmişin insanları karanlıklı ve korkunç bir mezaristandadırlar. Bu bakış açısı insanı pek büyük bir dehşete, ümitsizliğe ve karamsarlığa atıyor.

Oysa iman gözlüğü ile geçmişe bakıldığında, geçmiş insanların yine ölüp gittikleri görülecektir. Fakat can telefinin olmadığı anlaşılacaktır. Ölenler kesinlikle daha güzel bir âleme nakledilmişlerdir. O kabirler ve çukurlar ise, bu güzel ve nurlu âleme girmek için kazılan yeraltı tünellerinden ibarettir.

İşte iman bu cihetten insana doyulmaz bir sevinç, eşsiz bir ferahlık, misilsiz bir mutluluk ve benzersiz bir huzur verdiğinden, binlerce “elhamdülillah” dedirten bir nimettir!

2- Sol taraf gelecek zamanı temsil ediyor. İnkârcı gözlüğüne göre gelecek zaman bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, karanlıklı, korkunç ve büyük bir kabirden başka bir şey değildir!

Fakat iman gözlüğü ile geleceğe bakılırsa, Cenâb-ı Hakkın Hâlık, Rahman ve Rahîm isimleriyle insanlara hazırladığı çeşit çeşit lezzetli yiyecek ve içeceklerle kurulmuş bir sofra şeklinde görülecektir. İnkârcı gözlüğü ile kendisini yedirmekten kurtulamayan insan, îmân gözlüğü ile kendisine envai çeşit yiyecekler sunulacak bir kıymete yükselecektir! Böylece bu cihet de insana binlerce “elhamdülillah” dedirtecektir!

3- Üst taraf semâvât cihetidir. İnkârcı gözlük, göklerin sonsuz fezasında raks eden milyarlarca yıldızın ve sayısız kürenin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve çok çeşitli ritimli hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete ve korkuya kapılacaktır. Çünkü bir tanesinin bile dünyaya çarpması tam bir felâket demektir! Böyle bir ihtimale karşı insanın fen ve felsefesi çaresizdir!

Oysa imanlı bir adam, bu benzersiz manevranın ve bu zengin ritimli koşunun, büyük bir kumandanın emriyle, nezareti, kontrolü ve koruması altında yapıldığına inanır. Gökleri süsleyen yıldızları ışıklı birer kandil gibi algılar, o dev koşulardan korku ve dehşet değil, bilakis sevimlilik, dostluk, sevgi, merhamet ve şefkat bulur. Gökleri böylesine süslenmiş gösteren iman nimetine karşı binlerce “elhamdülillah” elbette az olacaktır.

4- Alt taraf yer küredir. İnkârcı gözlük yer küreyi başıboş, yularsız, güneşin etrafında serseri gibi gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür, dehşete kapılır, telaşa düşer!

Oysa iman ile bakan bir kimse, yer küreyi Allah’ın kumandası altında bulunan, yiyecek, içecek, giyecek ve sair ihtiyaçlarıyla beraber hoşça vakit geçirsin diye insanı güneşin etrafında gezdiren ve güneşle birlikte fezanın derinliklerine seyahat ettiren Rahmanî bir gemi gibi görür. İmanın verdiği bu büyük nimete karşı büyük büyük “elhamdülillah”ları söylemeye başlar.

5- Ön taraf, insanın yolculuk yaptığı yöndür. İnkârcı gözlük bakar ki, insan olsun, hayvan olsun, bütün canlı varlıklar kafile kafile büyük bir sür’atle ölüme, ademe ve yokluğa gitmektedirler. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, üzüntüsünden çıldıracak hale gelir.

Oysa iman ile bakan bir adam, insanların ölüm ötesine seyahatlerinin yokluk âlemine değil; göçebeler gibi bir yayladan diğer yaylaya bir intikal olduğunu bilir. Ölümün, bu fani menzilden baki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler dairesine göç etmek olup, yokluk âlemine gitmek olmadığını kavrar ve bu yolculuktan dehşet almaz, bilakis hoşlanır. Kendisine ölümü aydınlatan ve sevdiren, ölümü yokluk değil, varlık gösteren iman nimetine karşı sayısız “elhamdülillah” demesi gerektiğini anlar.

6- Arka taraf, geriden gelen varlıklar cihetidir. İnkârcı gözlük, her dünyaya yeni gelen canlının neden geldiğini, nereden gelip nereye gideceğini ve insanın dünyaya niçin geldiğini kavrayamaz, bilemez! Hayret ve tereddüt azabı içinde kalır.

Oysa iman ile bakan bir adam, insanların kâinat sergisinde sergilenen kudretin benzersiz mucizelerini görmek ve incelemek için Kâinat Sultanı tarafından gönderilmiş birer mütalaâcı olduklarını anlar. Her şeyin, kudret mucizesi açısından bir resmigeçit hükmünde gösterisini yaptıktan, derece ve numara aldıktan sonra yeniden kâinat Sultanının gösterdiği memlekete dönüp gideceklerini kavrar. Kendisine böyle bir zengin kavrayış ve anlayış nimeti veren iman nimetine karşı binlerce “elhamdülillah” der.

Bahsedilen karanlıkları dağıtıp insanı düpedüz aydınlığa çıkaran ve kurtaran iman nimetine karşı yapılan hamd de bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamde de bir üçüncü hamd lâzımdır. Üçüncüye dördüncü bir hamd lâzım! Bu böyle zincirleme gider. Demek tek bir hamdden, sonsuz bir hamd zinciri doğmaktadır.1

Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 649-651

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kerkük stratejisi



Meclise girdiğimde Başbakan Erdoğan konuşmaya başlamıştı.

Kulisten geçerken içeri giren girmiş, içeriye girmeyenler ise kuliste oturup çay kahve eşliğinde başbakanı izliyorlardı.

Erdoğan yine AKP’li yılları anlatıyordu.

Millî gelir şöyleydi böyle oldu, enflasyon şuydu bu oldu cinsinden sözler.

Basın bölümünde kameramanlar bile kayıttan çıkmış detay görüntü topluyor, herkes oflaya puflaya dinlemeye çalışıyordu.

Ta ki Başbakan Kerkük konusuna girene dek.

Başbakan gayet net ifadelerle, Kerkük’teki gelişmeler karşısında, “Tribünde oturmayız” dedi.

Böylesine kritik ve çetrefilli bir uluslar arası sorun karşısında Türkiye ilk kez bu denli açık bir şekilde müdahale sinyali veriyor. En son Kardak kayalıkları konusunda Yunanistan’la yaşadığımız sürtüşmede dönemin Başbakanı Tansu Çiller, “O asker gidecek, o bayrak inecek” demişti.

Bir başka diklenmede Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusunda yaşanmıştı. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş, Suriye sınırından gözdağı vermiş, Cumhurbaşkanı Demirel de TBMM’nin açılışı sebebiyle yaptığı konuşmayı bu konuya ayırarak Devlet Başkanı düzeyinde Suriye’yi uyarmıştı.

Daha sonra yayınlanan anılarda Öcalan’la gerginliğin, kontrollü bir gerginlik olduğu ve arkasında “devlet politikası”nın bulunduğu ortaya çıkmıştı.

Başbakanı dinlerken bir yandan da bunları düşündüm.

Ulaştığım bilgiler bu konudaki gerginliğin kontrollü olarak tırmandırıldığı yönünde.

Peki aksi durum olursa ne olur? Bunca meydan okumadan ve diplomasiyi bir kenara bırakıp eline sopayı aldıktan sonra yine damarımıza basan gelişmeler yaşanmaya devam ederse ne yapacağız? İşin püf noktası burası.

Kuzey Irak’ta ABD’lilerden konut ihalesi alan bir kısmını tamamlayıp, yeni inşaatlara başlayan bir müteahhitle Mısır’da birlikteydik. Nil üzerinde gezerken Kuzey Irak’ı konuştuk. İçeriden ve en yeni bilgiler ondaydı.

ABD’nin Barzani ve Talabani’ye eskisi kadar değer vermediğini söyledi. Şaşırdım, ama itiraz etmedim. Bölgeden olan ve yıllardır iş yapan oydu. Öyle ki PKK dahi gelmiş ve “Bizden de adam alın, inşaatlarınızda çalışsın” teklifinde bulunmuştu. Tabiî kastedilen Kandil’deki militanlar değil, Türkiye’den göçüp mahmur kampına yerleşen aileler.

“İlk başlarda Kürtlere çok önem veriyorlardı. Ama artık eski değeri vermiyorlar” diye izah etti. Nedenini sordum. “Türkiye ile yapabildiklerini onlarla yapamayacaklarını gördüler. Türkiye’nin kabiliyetleri ile onların bir araya gelebilmesi mümkün değil. ABD, partner olarak yeniden Türkiye’ye yöneldi” demişti. Onu aldım hafızama attım. Çok ciddî itirazlarımla birlikte, Kerkük konusundaki bu stratejide bunun da bir payı olabilir diye aktarmak istedim.

Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra kendilerine saldıran Saddam’dan kaçan Kürtler sınırımıza yığıldığında, kendisinin tırlarla gıda ve ilaç taşıdığını hatırlatıp sarfedilen sözlerin “kanına dokunduğunu” söyledi.

Hedefi Barzani’ydi elbette ki…

Bunlar diplomaside kullanılacak argümanlar olabilir, ama iki de bir bu iyilikleri insanların başına kakmanın anlamı yok. Bunu ABD, Irak’ta Saddam’ı, İran’da Şah Rıza Pehlevi’yi kullandı. Hem de Amerikanın genel valisi olsa, onların verdiği hizmeti veremezdi. Ama sonları trajik oldu bağlamında hatırlatılabilir.

Çok gerilere bakamayanlar, çok uzakları göremezler…

AKP grubundan notlarımızı alıp, muhalefet kulisine yöneldik. Erkan Mumcu konuşuyordu. Yaşar Kemal’in, “Türk’ün Türk’ten başka dostu vardır; o da Kürtlerdir” sözlerinden esinlenerek, “Kürdün Kürt’ten başka tek dostu vardır, o da Türklerdir” diyordu. Mumcu’ya kulak vermek isterken, bir anda kulis karıştı. AKP Fahrettin Poyraz ile CHP’li Sinan Yerlikaya, “terbiyesiz” diye bağırıp birbirinin üzerine yürüdü. Araya girenler vekillerin yumruklaşmasını önledi. Sorun ne Kerkük’ten ne iktidar muhalefet gerginliğinden kaynaklanıyordu. Sorun kulisteki TV’nin uzaktan kumandası sorunuydu. Birçok evde çocuklar arasında yaşanan uzaktan kumanda kavgası.

Yüksek stratejiden düşük seviyeli siyasete geriledik.

Bu görüntüleri geride bırakıp, CHP grubuna girdik. Baykal kürsüye çıktı. Gündemi Kerkük’tü.

“Asker Irak’a gitsin” diyen Baykal’a Başbakan Erdoğan kırmızı kart göstermişti.

Baykal ne diyecekti?

Baykal, uyarılarına rağmen Başbakan’ı Irak konusunda uzağı görememekle suçladı.

Tablo şu: İktidarı, ana muhalefeti ve yavru muhalefetiyle Türkiye’nin Kerkük konusunda ayranı kabardı.

Aldığımız bilgiler bunun kontrollü bir gerginlik stratejisi olduğunu gösteriyor.

Altında bir çapanoğlu çıkmamasını dileyerek, “Bu kritik süreci takip etmeye devam” diyoruz.

17.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP ve ABD



AKP’nin ABD siyaseti başından beri sağlıksız bir zemine oturdu. Ankara’nın milletvekili adayı olmasına dahi izin vermediği 3 Kasım seçiminden partisi büyük farkla birinci çıkınca Erdoğan’a Beyaz Saray kapılarının açılması ve böylece AKP liderinin, başbakanlığını Bush’a borçlu olduğu görüntüsünün ortaya çıkması bunda rol oynayan en önemli ve belirleyici faktörlerden biriydi.

Sonrasında da Bush’la Erdoğan arasındaki özel yakınlık devam etti. ABD Başkanı Türk Başbakanını BOP eşbaşkanlığıyla görevlendirirken “büyük adamsın” iltifatında bulundu. Uluslararası toplantılardaki ayaküstü buluşmalarda Bush, Erdoğan’a, Dünya Bankasında çalışan oğlu hakkında “samimî” sorular yöneltti.

Aralarındaki yakınlık o dereceye vardı ki, Bush’un ikinci kez seçilmek için girdiği başkanlık seçimi öncesinde Emine Erdoğan, Bush’un tekrar seçileceğine kesin gözüyle baktığını söyleyebildi.

İki lider ve aileleri arasındaki bu samimiyete, 1 Mart tezkeresinin reddi dahi pek fazla zarar veremedi.

Erdoğan’ın birkaç kez, Filistin’de yaptıkları için İsrail’e ve Irak’ta olup bitenler için ABD yönetimine yönelik sert tepkilerine ateş püsküren neocon çetelerin dinmeyen öfkesi bile Bush’un bu tavrını çok fazla etkileyemedi.

Ama görünen o ki, bu muhabbetin de artık sonuna gelinmiş bulunuyor. Bunun ilk işareti, Erdoğan’ın geçen yıl yaz başında İran’a yaptığı ziyaretten sonra Beyaz Saray’a ilettiği “âcil” randevunun aylarca bekletildikten sonra ancak Ekim’de gerçekleşmesiydi.

O görüşmenin bir buçuk saati aşmasından hareketle, “Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde de Beyaz Saray desteğini arkasına aldı” yorumları yapanlar oldu. Ancak gelinen noktada hava hayli değişmiş gibi.

Bunun iki önemli sebebi var: Biri, Bush’un geçen Kasım’da yapılan Kongre seçimlerinde uğradığı hezimet ve güç kaybı; diğeri bu sonuçta etkili önemli faktörlerden biri olan Irak’taki durumun iyice kontrolden çıkması.

Seçimden sonraki günlerde, Demokratların artan baskısı neticesi Savunma Bakanı Rumsfeld ve BM Büyükelçisi Bolton gibi ağır toplarını feda etmek zorunda kaldı Bush.

Ama Irak politikasında radikal değişiklikler öneren Çalışma Grubunun tavsiyelerine uymak yerine, işi büs bütün çığırından çıkaracak çılgınca adımlar atmaya yöneldi. Saddam'la iki adamının idamları vahşice infaz edilir ve ülkedeki ABD askerlerinin sayısı arttırılırken Irak üzerinden İran’ı tahrik edecek operasyonlara girişilmesinin başka bir izahı ve yorumu var mı?

Birçok kesimde “Bush’un son kumarı” olarak nitelenen bu çırpınışlar, ABD Başkanının nasıl derin bir çıkmaz içinde debelendiğini gösterirken, Erdoğan’ın da ABD politikalarına yönelik eleştirilerini sertleştirerek, kendisini Bush’tan sıyırmaya çalıştığı gözleniyor.

Bu bağlamda özellikle PKK ve Kerkük bağlantılı çıkışlar, Türkiye ile ABD arasında gergin bir sürecin başladığını mı haber veriyor?

Peki, çoktandır AB’yi boşlayan hükümetin ABD ile de karşı karşıya gelmesi Türkiye’ye ne getirir, ne götürür? Ve yaşanabilecek krizlerin yansımaları önümüze nasıl bir fatura çıkarır?

17.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004