Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Bu da “-cek, - cak” la kalmasın! n’olur...



Hafta içinde Milliyet’te iki gün üst üste yayınlanan bir haber ister istemez heyecanlanmama sebep oldu… Milliyet’in haberine göre; “Sinema ve Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün organizasyonu çerçevesinde Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile Sinan Çetin, Osman Yağmurdereli ve Osman Sınav gibi yapımcılar özel bir toplantıda bir araya” gelmişlerdi. Bu toplantıda alınan kararlardan birine göre; “Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın teklifiyle Maliye Bakanlığı, başta Hollywood merkezli film yapımcıları olmak üzere yabancı sinema sektörü temsilcilerine Türkiye’yi çekici hale getirmek için yüzde 18 olan KDV oranının azaltılmasına yönelik  çalışma” başlatmıştı. Hollywood merkezli yapımcılarla eşit değil, daha özel ilgiye ve korumalara ihtiyacı olan sinemamıza ikinci bir müjde (!) daha vardı söz konusu habere göre.

Yıldız Yazıcıoğlu imzalı habere göre söz konusu “toplantıda Türk sinemasını ve televizyon yapımlarını geliştirmek amacıyla bakanlık, özel sektöre, İstanbul ile Zonguldak arasındaki kıyı şeridinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki benzerleri gibi stüdyolar kurulabilecek bir arazi tahsis etmeyi de teklif” etmiş. “Toplantıya katılan yapımcılar” ise “Şile’ye çok yakın olduğu belirtilen 600 dönümlük arazi konusunda, ulaşım gibi sorunlar doğabileceğini düşünerek kararsız” kalmışlar ve “İstanbul’un merkezinde farklı bir arazinin tahsis edilmesini” istemişler bakanlıktan. 

Ertesi gün Ahmet Destici imzasıyla yer alan aynı konudaki haberde ise biraz daha detay vardı. Buna göre bakanlık sinemacılara, “Kocaeli’nin Karadeniz sahilindeki Kefken kasabasındaki 600 dönümlük arazide Hollywood benzeri bir plato kurulması için harekete” geçmişti…

Söz konusu “toplantıya Osman Yağmurdereli, Osman Sınav, Sinan Çetin ve Türker İnanoğlu gibi tanınmış” sinemacıların katıldığı belirtilen haberin devamında ise şu şekildeydi:

”Kefken’de kurulması planlanan platonun altyapısı devlet tarafından yapılacak. Sinemacıların sıcak baktığı projenin en önemli çıkmazı platonun nasıl ve kimler tarafından işletileceği. Sinema ve Telif Hakları Genel Müdürü Selahattin Ertaş; ‘Çok büyük bir arazi. Kurulacak platodan sadece Türk sinemacıları değil, yabancılar da yararlanacak. Ancak tesisi kim, nasıl yapacak? Hangi sermayeyle işletecek? Bunlar çok önemli’ dedi.

Türkiye Sinema Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (SE-SAM) Başkanı Yılmaz Atadeniz, Türk filmlerinin son zamanlardaki başarısıyla projenin tekrar gündeme geldiğini söyledi. Atadeniz; ‘Bir türlü hayata geçmeyen projeyi Atilla Koç yeniden gündeme getirdi. Bu çok büyük ve değerli bir arazi. Ne yazık ki başka gayelerle kullanıldığını duyuyoruz’ dedi.”

Evet… Yazımın başında “Bu da –cek, -cak’la kalmasın! n’olur…” deyişimin sebebi, sevgili Yılmaz Atadeniz Ağabeyimin; “Bir türlü hayata geçmeyen projeyi Atilla Koç yeniden gündeme getirdi” sözleri arasında gizli…

Benzer bir düşünce ilk olarak Sayın Namık Kemal Zeybek’in Kültür Bakanlığı döneminde gündeme gelmişti… O zaman plato için seçilen mekân Şile’deydi. O günlerde bu projeye medya geniş yer vermiş, düşünülen platonun nasıl olacağına dair farklı maketler gazete sayfalarını süslemişti. Aynı zamanda Yeşilköy taraflarında da sadece sinema sanatçılarının yararlanabileceği “huzur evi” tarzında bir dinlenme köyü yapılması da gündemdeydi ve onunla ilgili de ciddi adımlar atıldığı gazete sayfalarına yansımıştı.

Ancak… Sayın Ertaş’ın da itiraf ettiği gibi böylesi tesisleri yapabilme ayrı bir sorun işletebilmek ise ayrı bir sorun ülkemizde… Öyle ya… Bu “tesisi kim, nasıl yapacak? Hangi sermayeyle işletecek?”

Sinemamızın mevcut yapısıyla bu sorulara olumlu cevap verebilmek mümkün değil… Bakanlığın öncelikle bütçesi ve ardından da mevzuatları -bilebildiğim kadarıyla- müsait değil böylesi yatırımlara… O halde…

Neredeyse 17-18 yıl öncesinde gündeme gelen ve sinema gönüllülerini heyecanlandıran bir hareket, çeşitli gerekçeleri bulunsa da –cek,-cak durumunda kaldı.

Duâ edelim ki bu defa bir çıkar yol bulunsun ve ister Şile’de, ister Kefken’de ister başka bir yakın bölgede söz konusu plato kurulsun…

Unutmadan… Antalya’da kurulan bir platomuz var… Özel işletme hem de… “Gora” filmi dışında dişe dokunur kaç yapım istifade etti oradan? Kaç yabancı filme ev sahipliği yapabildi orası?

Galiba öncelikle hepimizin ciddî bir zihniyet devrimine ihtiyacı var?

Ne dersiniz?

Pursaklar boş durmuyor

“Bir sevindirici haber de Pursaklar’dan!” başlığıyla 2 Ocak günü sizlere “okuyan Şehir Pursaklar” isimli bir kampanyadan bahsetmiştim. Ankara’nın Pursaklar beldesinin, bir kampanyada kendisini “şehir” olarak sunmasındaki hedefin boş olmadığını Pursaklar’da bugün gerçekleşecek olan “II. Şehircilik Sempozyumu” ile bir kere daha anlamış oluyoruz.

Pursaklar Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Osman Kayaer’in bugünkü sempozyumla ilgili mesajını, aynıyla sizlerle de paylaşmak istiyorum. Tempolarının düşmemesi dileğiyle ve kutlayarak: “Sayın Abdurrahman Şen; Pursaklar, Ankara’nın kuzeyinde hızla büyüyen bir belde. Resmi nüfusu 27 bin olmasına rağmen reel nüfus 100 bini aşmış bulunuyor.

Pursaklar Belediyesi, birçok belediye yönetiminin aksine bilimsel şehirciliğe önem veren Başkan Selçuk Çetin liderliğinde bir kadro tarafından idare edilmektedir. Bu sebeple belediyemiz, Ankara’da bilim adamları ile belediyecileri buluşturma misyonunu üstlenmiş, her yıl şehirciliğimizin tartışıldığı bir sempozyum düzenlemektedir.

Bu sene Sayın Atilla Koç, Sayın Faruk Nafiz Özak, Sayın Beşir Atalay ve Sayın Melih Gökçek’in teşrifleri ile “II. Şehircilik Sempozyumu”nu 25 Şubat 2007 Pazar günü (bugün) Saat: 10.00’da Pursaklar Belediyesi Kültür Merkezi Konferans Salonu’nda gerçekleştirecektir.

Sahip olduğunuz birikim ve kamuoyundaki konumunuz sebebiyle şehirciliğimizin tartışıldığı sempozyumun duyurulmasına katkılarınızı bekliyoruz. İlginiz için şimdiden teşekkür ederim.

Biz, şehirlerimizin ve şehirciliğimizin halkın gündemine girmesi ile daha güzel mekânlarda yaşayacağımıza ve daha mutlu bir hayat süreceğimize inanıyoruz.

“Türk Şehri ve Mimarisi”nin tartışıldığı II. Şehircilik Sempozyumu’na sizi dâvet ediyorum. Eğer şartlarınız müsait olursa sizleri aramızda görmekten büyük bir sevinç duyacağım.

Osman Kayaer / Belediye Bşk. Yrd.”

Programım müsait olmadığından bu nazik ve güzel dâvete icabet edemedim ama bu örnek çabayı kamuya duyurma görevimi yerine getirmiş oldum. Gönül arzu eder ki başka belediyelerimiz de benzer çapta kalıcı ve ileriye yönelik çalışmalar için bilimsel ve programlı adımlar atarlar.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘Türkiye’nin Medine-i Münevveresi’



“Urfa, Türkiye’nin Medine-i Münevveresidir.”

Bediüzzaman Said Nursî böyle tavsif etmişti Urfa’yı. Bu benzerliğin yanı sıra Arapların ‘Ruha’ dedikleri Urfa’yı kendi memleketi mesabesinde gördüğü için de çok sevmişti.

Bilhassa Risâle-i Nur hizmeti Urfa’da yayılmaya başladıktan sonra oraya çok ehemmiyet vermiş, kendine yakın talebelerini oraya gönderirken ziyaretine gelen Urfalılara da hususî alâka göstermişti.

Urfalılar veya hizmet etmeleri için oraya gönderdiği talebeleri ziyaretine geldikçe bu alâkasını izhar etmiş, onlar kendisini Urfa’ya dâvet ettikleri zaman da geleceğini söylemişti.

Fakat “Bu dehşetli, semli hastalıktan kurtulursam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum” şeklinde de ifade ettiği gibi Urfa’ya gitmek istediği için bir seferinde bazı eşyalarını oraya gönderdiği hâlde fırsat bulup gidememişti.

Bir gece rüyasında, İbrahim Aleyhisselâm’ın kendisini Urfa’ya çağırması üzerine, Isparta’dan çıkması yasak olmasına ve hastalığı iyice artmasına rağmen o mânevî dâvete icabet ederek 21 Mart 1960 tarihinde Urfa’ya gelmişti.

Böylece Urfalılara verdiği sözü, şehre ilk gelişinden yarım asır sonra da olsa yerine getiren Said Nursî, her gittiği yerde yaptığı gibi orada da en temiz ve muteber otele yerleşmişti.

Bediüzzaman’ın geldiğini duyan Urfalılar da onu şeref misafiri olarak kabul etmişler ve Medine-i Münevvere sakinlerine has olan Ensar hasletine yakın bir hassasiyetle bağırlarına basmışlardı.

Şehrin eşrafı, Bediüzzaman’ın hemen Urfa’dan ayrılmasını isteyen emniyet kuvvetlerine karşı koyup Ankara ile temasa geçerek emri durdurmaya çalışırken ahâli de onu ziyaret etmek için oteli ve çevresini doldurmuştu.

Bediüzzaman’ın, “Nerde bir Urfalı bana rastgelse, bir akrabam nazarıyla bakıyorum” diyecek kadar kendine yakın hissettiği Urfalıların alâkası gittikçe artarak ahirete irtihaline kadar devam etmişti.

Misafirperverlikleriyle ma’ruf Urfalılar, şehre gelen herkesi misafir saydıklarından biz de o güzel hasletten nasibimizi aldık ve gittiğimiz her yerde samîmî bir muhabbetle karşılandık.

Fırsat versek izzet ve ikrama boğacaklardı ama Nur menzillerini gezerken hep Üstadın izini takip edip yaşayış tarzına tâbi olmaya çalıştığımız için Urfa’nın saff-ı evvelleri gibi biz de onların sadece duâlarına ve muhabbetlerine tâlip olduk.

Üstad Isparta’dan geldiğinde İpek Palas Oteli’nde kaldığı için gezmeye oradan başlamak istedik. Bu maksatla otele geldiğimizde Urfalıların Bediüzzaman’a duydukları sevginin, aradan geçen zaman içinde hiç azalmadığını bir kere daha müşahede ettik.

Çünkü Üstadın vefat ettiği oda,—biraz geç de olsa—otel işletmecilerinin izni ve Nur Talebelerinin himmetiyle, numarası bile değiştirilmeden mescit hâline getirilerek gerektiğinde ders yapılabilecek şekilde tanzim ve tefriş edilmiş.

Gerçi bir plaket üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin orada vefat ettiği yazılsa, tereke hakiminin tesbit ettiği mütevazi eşyaları sergilense, tashihinden geçmiş bir külliyat, okuduğu Kur’ân, Cevşen konsa ve orası küçük bir ‘oda-müze’ hâline getirilse çok daha iyi olurdu ama pek çok içtimâî badirelerin atlatıldığı bir zamanda o kadarı bile büyük bir kadirşinaslık örneğiydi.

Bunları düşünerek otelden çıktığımızda hafif yağmur yağıyordu. Bazı arkadaşlar ıslanmamak için saçakların altına sığınmaya çalışınca mihmandarımız bize doğru döndü.

“Korkmayın, gelin. Urfa’nın yağmuru ıslatmaz, yıkar” dedi.

Bunları söyledikten sonra ıslanmadığını göstermek istercesine hızlı adımlarla yürüyünce peşine takıldık. Caddeyi geçtik, düzgün, geniş ve tenha kaldırımlarda hızlı adımlarla ilerleyerek Ulu Camiye geldik.

Kendimizi her zamankinden daha zinde hissederek caminin eyvanında durup birbirimize baktığımızda, yağmur gittikçe hızlanmasına rağmen üstümüzün pek ıslanmadığını ama ruhumuzun yıkanıp durulandığını anladık.

Üstadın otelden alınan nâşının Halilü’r-Rahman Camii’nde yıkandıktan sonra bu camiye getirilip bir gece bekletildiğini bildiğimiz için yağmurda yıkanmış bir ruhla buraya gelmemizi mânidar bulduk.

O zamanlar binlerce insanın kaynaştığı ve yüzlerce kazanın kaynadığı bu meydan, mevsimin kış olmasının da tesiriyle şimdi boştu lâkin namaz vakti olmadığı hâlde caminin içi kalabalıktı.

Cenazenin konduğu yeri gördükten sonra, huşû içinde ibadet eden insanların huzurunu bozmamak için her birimiz bir kenara çekilip ulu bir mabede ilk defa gelindiği zaman yapılması gereken vazifeleri ifa ettik.

Dışarıya çıktığımızda yağmur dinmişti. Bunu fırsat bilerek Ulu Caminin minaresine çıktık. Bidayette Stephan kilisesinin çan kulesi olarak yapılan, sonra saat kulesi hâline getirilen minarenin şerefesinden şehri seyre daldık.

O zaman Urfa’nın da İstanbul gibi bir minareler şehri olduğunu gördük. Gerçi burada minareler bir siluet teşkil edecek şekilde sıralanmıyordu ama bakılan her istikamette üç beş minare görmek mümkündü. Minarelerin, aşağıdan pek fark edilmeyen gövde, saçak, şerefe, korkuluk ve külâhlarındaki taş işlemelerine buradan bakıpta hayran kalmamak mümkün değildi.

Bilhassa Dabbakhâne, Hızıroğlu, Nimetullah, Yusufpaşa, Arabî, Toktemür, Hasan Padişah, Mevlid-i Halil camilerinin birer mimarî şaheser olan minareleri hâlâ her hâlleri ile hârikulâdeliklerini koruyordu.

Devirleri değiştirip devletleri yıkan badirelerden; değişmeden, yıkılmadan geçen ve daha asırlarca öyle duracak kadar muhkem görünen bu semavî minareler âleminden san’at zevki ve dayanma gücü alarak ayrıldık.

O günleri tahayyül ederek caminin doğu kapısından çıkıp Dergâh’a doğru giderken, ruhumuzu on binlerce mahzun insanın duâlı nefeslerinin ısıttığını hissederek adımlarımızı hızlandırdık.

Yol boyu, ekseriyeti mahallî kıyafetlere bürünmüş güler yüzlü, mütevazi insanlar yanımızdan gelip geçerken öylesine samîmî selâmlar verdiler ki dillerinden çıkan bir kelâmına, hâlleriyle bin selâm daha ekleyerek hem kendileri memnun oldular, hem bizi mesrur ettiler.

Urfa’da yalnız insanların değil, binaların da yüzleri mütebessim, içleri huzurluydu. Önünden geçtiğimiz yapıların duvarlarında, konakların cephelerinde, kapıların alınlıklarında, çeşmelerin kitabelerinde hat ile san’atın harika insicamına imrendik.

Yolumuzun üzerinde rastladığımız hanlara girip kapalı çarşılardan geçerken, çay ocaklarında demlenen çaylardan, kaynatılan kekiklerden, ıhlamurlardan, papatyalardan, tarçınlardan, meyan şerbetinden ve diğer mahallî lezzetlerden bol bol nasiplendik.

Binaları ve insanları geride bırakınca; çevremizde uçuşan kuşların, etrafımızda dolanan rüzgârın, tepemizde gezinen bulutların, üstümüzde çiseleyen yağmur damlalarının refakatinde geçtik aradaki mesafeyi.

Zeliha kaynağından beslenen Halilü’r-Rahman Gölünde, mübarek addedilen balıkların sevimli hareketlerle dalgalandırdıkları suyun şıpırtısı idrakimizi canlandırınca merakla etrafı temâşâya başladık.

Yukarıda, Damlacık dağının kuzey eteklerindeki tepeyi boydan boya saran muhteşem kaleyi ve mancınık direği olarak kullanılan heybetli sütunları, aşağıda da duru gölü ve hareketli balıkları görünce o meşhur mucize canlandı muhayyilemizde.

Nemrut, kendisine inanmayıp putlarını kıran Hazret-i İbrahim’i, tepedeki mancınıkla burada yaktırdığı dehşetli ateşin içine attırdığı zaman o “Hasbünallahü ve ni’mel-vekil” diyerek Allah’a sığınınca “Yâ nârü kûnî berden ve selâmen” şeklindeki hitabı-ı İlâhî tecellî etmiş ve ateş denizi; suyunda balıkların yüzdüğü, kenarında güllerin açıp bülbüllerin öttüğü serin, sakin, güzel bir göl hâline gelmiş.

Tepede kaleye ve mancınık direklerine, aşağıda da göle ve balıklara baktıkça esâtir-i evvelînde vuku bulan o mucizenin, hâlâ yaşayan tezahürlerini hayretle tahayyül ve temâşâ ettik.

Rızvâiye Camiinin, Balıklı Gölü boydan boya saran işlemeli duvarları, zarif kemerleri ve onların suya akseden görüntülerinin, balıkların çıkardığı dalgalarla hareketlenişi nazarımızı uzun süre meşgul etti.

Zihnimiz, Bediüzzaman’ın mezkûr teşbihinin de tesiriyle Urfa ile Medine arasında bazı bağlar kurmaya müheyya olduğundan, bu kemerlerin mukaddes beldeleri hatırlatması sayesinde o anda kendimizi bir başka mucizeler diyarında, Medine-i Münevverede hissettik.

İçinde bulunduğumuz müstesna mekân ve hayalimizde canlanan münezzeh menzil, mânâ cihetiyle de manzara itibariyle de bütün lâtifelerimizi tatmin ettiği için âdetâ zamana sığmayan hârikulâde hâller yaşadık.

O uhrevî hazlar diyarından zoraki de olsa ayrılıp Dergâh tarafına döndüğümüzde, kalenin gölgesi düştü yolumuzun üzerine. Mazgallara bastıkça her adımda biraz daha yükseliyormuş hissine kapıldık.

Hazret-i İbrahim’in (as) ateşe atılmasına vasıta olan mancınık direklerinin gölge cihetiyle de olsa hicabından boylu boyunca yere uzanıp Halilü’r-Rahman toprağına yüz sürdüğünü görünce yaşadığımız hâlin bir his değil ruhî tekâmül merhalesi olduğunu anladık.

Çünkü Dergâh, büyük bir makama veya insanın huzuruna çıkılan yer mânâsına geliyordu. Biz de o anda Dergâh’ın eşiğine geldiğimizden öyle hisler sayesinde oraya girecek seviyeye geldiğimiz kanaatine vardık.

Dergâh’ın muhitine ayak basınca yükselme alçalma, inme çıkma, yaklaşma uzaklaşma gibi zahirî hükümler kalktı; eski yeni, mazi, hâl, istikbal birleşip kaynaşarak geçmiş, gelecek bütün zamanları hâvî bir tablo hâlini aldı.

Bir yanı tabiî kayalardan, diğer tarafları yontma taştan yapılmış cephesi kemerli üstü kubbeli eyvanlardan ve işlemeli duvarlardan meydana gelen küçük bir avluda şekillenmişti bu manzara.

Bir ucunda daha çeyrek asırlık geçmişi olmayan Yeni Dergâh Camii vardı o avlunun, diğer ucunda iki yüz küsur yıllık maziye sahip Mevlid-i Halil Camii, yan taraflarında da üç farklı mimarî üslûpta yapılmış beş minare ile iki küçük mescit.

Avluda, suyun hayat bulup şifa kaynağı olduğu kuyu da vardı; kurda, kuşa, ota, çiçeğe, ağaca hayat veren havuz da. Fakat hepsinden mühimi, orada bulunan iki mânevî makamdı.

Makam-ı İbrahim Aleyhisselâm ve Makam-ı Bediüzzaman...

Aslında makam değil makberdi Bediüzzaman’a ait olan yer. Makam sahibinin gaybî dâvetine icabet ederek gelmiş, Emr-i Hak vaki olunca da onun Dergâh’ında kendisine tahsis edilen yere defnedilmişti.

Fakat bu mucizeler menzilinde kerâmetvâri hâller zuhur etmiş, bir gece ihtilâlciler Hazret-i Ali gibi kabrinin gizli kalmasını isteyen Bediüzzaman’ın mezarını yıkıp kabrini açarak nâşını Isparta’da meçhul bir yere nakletmişler ve bilmeyerek de olsa onun vasiyetini yerine getirmişlerdi.

Teşekkülünden 111 gün sonra boşaltılınca makam hâline gelen mezarın başında, ders niyetine mezar taşına yazılan kitabeyi ve Eddâi’yi okurken düşünmüştük bunları.

Ardından, makama konan saksı çiçeklerine bakarak üç İhlâs bir Fatiha okuyup ruhlara bağışladık ve oradaki ziyaret vazifemizi ifa ettikten sonra Hazret-i İbrahim’in (as) doğduğu yere geçtik.

Burası büyükçe bir taş kovuğuydu ama içeriye girdiğimiz anda bedenimiz dinlendi, gönlümüz ferahladı, ruhumuz rahatladı. Şuayb Aleyhisselâmın makamında ve Hazret-i Eyüb’ün (as) mağarasında hissettiğimiz ahvâle benzer bir hâlet-i ruhiyeye büründük.

Artık yazılamayan, anlatılamayan; hazzı, ancak yaşandığı takdirde tadılabilen uhrevî bir menzildeydik. Ruhumuzun ihtizaza gelmesiyle her türlü zahirî hâli ve hareketi dışarıda bırakıp o mânevî hazlar denizine daldık.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

38. yıl vesilesiyle



Gazetemizin 38. yılı münasebetiyle, merkez binamızda mütevazı, bir o kadar da sadeliğin ve zarifliğin hakim olduğu kutlama programı yapıldı. “Biz bize” idik. Yalın ve gösterişten uzak, düşünce işçisi yazı işleri kadrosu ve idari personelle birlikte tam halka salonun ortasında, yaş pasta ve meşrubatla tebrikleşerek kutladık.

38 yılın fiili tanığı muhterem Mehmet Kutlular, kısa bir konuşması ile zaman tünelinden günümüze istikrarı korumanın ve kimseye teslim olmamanın onuru ve şükrü babından bir girizgah yaptı.

Genel Koordinatörümüz Yakup Erdoğan’ın hummalı ve heyecanlı organizesi ile herkese teşekkür eden konuşmasının ardından, Yayın Müdürümüz Kazım Güleçyüz, fikri insicamın ve ihlasla yolumuza devam etmenin bu günlere ve yarınlara uzanacak isabetliliğine değindi.

Herkes mutluydu. Yüzü gülümsüyordu. Kendimizleydik. Yükümüz davamızdı. Endişemiz yine dava yüklü sorumluluklarımızdı. Cafcafa yer yoktu. Şöhretlik bir hal ve durumun gölgesi de düşmemişti o sıcak dualaşma anımıza ve birbirimizi kucaklama zamanına.

Yönetim kurulu üyelerimiz de vardı. Böyle bir günde gayyur çalışanları yalnız bırakmamışlardı. Okuyucuları temsilen bir çift gül takdim edilmişti bütün düşünce işçilerine. Biri beyaz, biri kırmızıydı. Bugünlere destek veren görünmeyen kahramanlar olan eşlerine takdim etsinler diye. Bu da Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş ile İdare Müdürümüz Süleyman Yeltepe’nin ince zekâsıydı. Doğrusu sembol bir jest olmuştu.

Bediüzzaman beşlemesinin “onlama” yapma duasını takdim ettiğimiz İslâm Yaşar ağabey de oradaydı. Her zamanki gibi son derece huşu ve huzur içinde istikbale ait inkişafların ümidiyle doluydu.

Yazı İşleri Müdürümüz Faruk beye “Sayın 288” esprisi yapılsa da, inşallah “Sayın Çakır” tabiri kalıcı unvan olur. Antidemokratik uygulama ve cezalar gündemden düşer diye temenni ediyoruz.

Karikatürleriyle yazısız mesajını güçlü veren çizerimiz İbrahim Özdabak’ın tebessüm ettiren karikatür albümüyle birlikte mutluluğu üzerindeydi. İnce mesajlarından dolayı kutladık.

Lahika sayfasına “lahika yazarları” kadrosu teşkil edercesine münderecatını ve okunabilirliğini zevkli hale getiren genç beyinlerden İsmail Tezer de başarı dilediklerimiz arasındaydı.

İlk programın ardından, Akgün Otel’de yeni tanzimiyle Risale-i Nur Külliyatı tanıtımının yapılacağı 38. yılın ikinci kutlama ve tanışma programına gittik.

Külliyatın yeni şekliyle tamamlanmasını sağlayan proje takımından koordinatör Oğuz Umurca ve editör Abdülmalik Atom ile Ali Toker oldukça rahatlamış ve ciddi bir misyonu üstlenmenin sevinci içindeydiler. Aldığım izlenim, yeni bir tanzimin ve projenin de gündemde olduğu yönünde. Sürekli yeni “ürün” kabilinden ihtiyaca bağlı olarak konu eksenli düzenlemelerin de olacağını Abdülmalik beyden öğrenmiş olduk.

Programın bütün incelikleri tanıtım müdürümüz Recep Taşçı tarafından düşünülmüştü. Kendi kuşağının parlak bir becerisiydi. Reklam Müdürümüz Esat Sivri ile iyi bir ev sahipliğini yaşattılar. Pazarlama Müdürü Faik beyden de olumlu mesajlar aldım.

Yeni Asya Prodüksiyonun Risale-i Nur’la alakalı hazırladığı, Dursun Özsoy’un imzasını taşıyan tanıtım CD’sini zevkle izledik. Muhterem Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ağabeyler; son yüzyılın dermanı olan Risale-i Nur’la ilgili görüşlerini, asrın reçetesi olma özelliğini ve tarihi gelişimini anlatılıyorlardı.

Toplantıda ulusal basından yazarlar vardı. İş dünyası ve yakın dostlarımızın yanı sıra yönetici kadromuz tam takım mevcuttu. Sohbet tadında dinlendirici ve şevk verici bir tanıtımdı.

Genel Koordinatörümüz Yakup beyden edindiğim intiba, benzer tanıtımları 38. yıl vesilesiyle başka illerde de yapmayı düşündükleri yönündeydi.

Kendi yağında kavrulmak, ümidini cesaret olarak düşünce sermayesiyle yaşatmak ve bunun dışında kimseye tamenna etmeden yoluna devam etmek garipliği/ azizliği/ farklılığı/ içerikliliği bize has ve hususi olsa gerek.

Dün, Ankara temsilciliğimizin 38. yıl kutlamaları vardı. Ortam muhteşemdi ve coşkuluydu. Aktif pazarlamada son üç aydır yakaladıkları inanılmaz performansı okuyucularla paylaştılar. Bu program ile Anadolu kutlamalarının da start aldığını gördük. Birçok ilin böyle bir hazırlığın içinde olduğunu öğrenince şevklendim.

Ruhlar aleminden günümüze emeği geçmiş ve siyanet meleği olmuş herkese şükran ve minnet doluyuz. Bugünlere şükür. Profesyonel ve kaynak yönetimini maksimize etmiş nice 38. yıllarda görüşmek dileğiyle.

Bu vesileyle bizi yalnız bırakmayan dualarını, mesajlarını bize ileten bütün okuyucularımıza en kalbi muhabbet ve saygılarla gönül dolusu mutluluklar diliyoruz.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Bir seminerin ardından



Geçtiğimiz hafta İstanbul’da TEMA Vakfı tarafından (13-16 Şubat 2007) düzenlenen 4 günlük bir seminere katıldım. Böylece bazı bilgileremi yenilemiş oldum. Bu sene dünya genelindeki kuraklık ve iklim değişikliklerinden dolayı çevre konuları artık çok konuşuyor.

TV’ler çevre programları yaptığı gibi haber siteleri de çevre bölümü yayınlıyorlar artık. Dört günlük seminer boyunca hocalarımızdan Prof. Dr. Necmettin Çepel, seksen yaşına dayanmış olmasına rağmen, programlara katılarak çok faydalı bilgiler verdi. Kendisine çok yaşlı olmasına rağmen bu işi nasıl yaptığını sorduğumda, “Ben köylü çocuğuyum. Bu millet beni profesör yaptı. Kırk iki yıl görev yaptım. Bu millete aldıklarımı geri vermem lâzım” dedi.

Necmettin Çepel Beyin özellikle kâinattaki dengeden bahsederek, tilkilerdeki morfolojik farklılıkları şöyle izah etti:. “Kutup bölgesinde yaşayan tilkiye, şişman bir vücut, küt kulaklar ve kuyruk şeklinde bir vücut yapısı kazandırılmıştır. Böylece, bir taraftan vücuttaki yağları yakarak bol enerji sağlanmakta, öte yandan sivri uçlara sahip olmayan vücuttan da enerji kaybı önlenmiş olmaktadır. Çölde yaşayan tilki ise, oradaki aşırı sıcaklığa dayanabilmek için zayıf ve ısı kaybını arttıran sivri çıkıntıları olan bir vücuda sahiptir. Ilıman bölge tilkisi ise bu iki karakteristikler arasında yer almaktıdır.”

Ağaçların yaprak şekilleri dahi bölgelerin iklimlerine göre yaratıldığını öğrenmiş olduk. Meselâ yağışın çok olduğu bölgelerde suyun kolayca akacağı şekilde ucu damlalıklı gibi sivri iken az yağışlı bölgelerde ise yaprağın ucu içeriye doğru kıvrık şeklinde. Evet, ağaç ve toprakla haşir neşir olan bereketli bir ömür.

Yine hocalarımızdan Şişli Etfal Hastahanesi Plastik Cerrahi Klinik Şefi Prof. Dr. Lütfü Baş da çevreyle ilgili olarak çok daha farklı bir boyuttan bakmamızı anlattı. Çalıştığı hastahanede dernek kurarak 4 yıl içerisinde 680 bin ağaç diktiğini, dolayısıyla herkes mesleği ne olursa olsun bu konularda yapacağı bir şeylerinin mutlaka var olduğunu belirtti.

Bütün bunlar aslında gönüllü olarak toplanılan birer lira ile olmuş işler. Konuşma sırasında zaman zaman da ‘dumancılar’a takıldı. Bir bayana, “sigara içiyor musunuz?’ diye sorunca bayan ‘evet’ dedi. ‘Peki hastalığınız var mı?’ diye sordu. Bayan ‘hayır’ diye cevap verince, “Seni şimdi kessem akciğerlerin kapkaradır” dedi. Bayan da sessiz kaldı. Lütfü Baş da, “Ben bu suçu işledim ve şimdi kendimi affettiriyorum. Ben eskiden sigarayı içmez, yerdim. Ameliyattan çıkar sigara içerdim. Benim kliniğimde kimse sigara içemez, acil değilse ameliyat da olamaz” dedi.

Çevre ile ilgili tahribatları anlatırken ‘Keşke üçyüz sene önce yaşasaydık. İşte medeniyetin getirdikleri, doğa bu gidişle insanları üstünden atacak” dedi. Bu arada su konusu işlenirken kuraklığın insanları nasıl zor durumlara soktuğunu gösteren bir resim izleyenleri hayrette bıraktı. Su sıkıntısı çekilen bir Afrika ülkesinde 13-14 yaşlarında görünümlü bir çocuğun idrarını yapan bir ineğin idrarını içerken çekilen resmi vardı. Evet çok garip ama hayatın kaynağı olan su olmayınca ne yapılabilir? Allah korusun. Suyun her damlası için şükretmemiz gerekir.

Araştırmalar ülkemizin de su zengini olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Öyleyse suyu kullanırken azamî derecede iktisatlı kullanmamız gerekiyor. Bir ay önceki “Sularımız çekilirken” başlıklı yazımızı okuyan bir okuyucumuz bir toplantıda bu yazıda geçen Peygamberimizin (asm) abdestte 530 gr su, banyo da ise, 2120 gr su kullandığını söylemiş olmasını hayretle karşılamış. Yalova’da benim de bulunduğum bir toplantıda aynı konu gündeme geldi. Gördük ki iktisadlı yaşamayı kendisine şiar edinen bir okuyucumuz, yarım kova su ile banya yapıyormuş. Ve yazın bahçeyi sulamasına rağmen aylık 25 lira su faturası ödüyormuş. Evet fazladan harcanan bir damla su barajlardaki suların azalmasına, balıkların neslinin tükenmesine sebep olacak olayların başlaması demektir.

Tüketici olarak herkesin elinden geldiği kadar iktisatlı davranması gerekiyor. Neler yapabiliriz? Diş fırçalarken, traş olurken, bulaşık yıkarken muslukların zamanında kapatılması gerekiyor. Bu durum bir ailede yaklaşık 80 bin litre su tasarrufu yapabilir. Açık bırakılan bir musluk dakikada 12-20 litre bir miktar suyu boşa akıtır. Traş olurkenki kayıp her seferinde 20-40 litre. Bulaşıkları yıkarken musluğun açık bırakılması ise, 120 litrelik bir su kaybı demektir. Otomobil hortumla yıkanırsa su sarfiyatı 550 litre olur. Çay demleme sırasında gereği kadar suyu ısıtmak lâzım.

İzmit, Ankara derken sıra İstanbul’da. İSKİ’nin açıklamasına göre barajlarda 8 aylık su kalmış. Artık bidonlu yaşama başlayacak gibi. Kuraklık ve su sıkıntısı başka bir şeye benzemiyor, kaçacak bir yer de yok. Hastalıklardan ve diğer sebeplerden gideceğimiz yerler olur ama bu umumî felâketten kaçacak yer yok. “Kaçış nereye?” denmeden Nebevî çizgiye gelmemiz gerek. Bu konuda “Nehir kenarında olsanız dahi” emri kulaklarımızda çınlaması gerekir. Yoksa Allah korusun sularımız çekilir de resimdeki çocuğun durumuna düşebiliriz.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mutlu ve mutsuz insan



Mutlu ve mutsuz insanın özellikleri nelerdir?

Bu sorunun cevabını herkes kendi bakış açısına göre cevaplandırır. Hayatını dinin emir ve yasakları çerçevesinde değerlendiren, her şeye iman gözlüğüyle bakan insanın bu soruya cevabı hiç şüphesiz dinin emir ve yasakları çerçevesinde olacaktır.

Allah dostu Yahya bin Muaz’ın bu soruya verdiği cevap şöyle: “Mutlu insan: 1. İyi ameller işlemede acele eder.

2. Nefsin arzu ve isteklerini ertelemede mahirdir; nefse hiç göz açtırmaz.

3. Her an ölecekmişcesine ahirete hazırlıklı olur.

Ahirette hüsrana uğrayan mutsuz kişi de: 1. Günlerini dünya ve ahiretine hiçbir faydası olmayan işlerle tüketir,

2. Organlarını günah çamurlarına beler,

3. Dünya sarhoşudur; ayılamadan hayatını noktalar.”

Evet, birinci üç özellik mutlu; ikinci üç özellik de dünya ve ahirette kaybettikçe kaybeden mutsuz insanı anlatır.

Bunlar üzerinde kısaca durmak gerekirse, ticaretle uğraşan bir insanın kârını düşünmekten başka bir kaygısı olmaz. Dünyada ahiret ticareti yapmak için bulunduğuna inanan bir insan da ibadet ve hayırda şevk ve gayretlidir. Bütün sevdası sevap kazanmaktır. Onun için küçük büyük demeden hayırlı işlerde acele eder.

Hayatını Allah’ın emirlerine göre şekillendiren ve renklendiren şuurlu bir mü’min en büyük düşman olarak nefsi görür, onun arzu ve isteklerine muhalefet eder, yapmamakta direnir, yapmamak üzere erteler.

Ve hepsinden önemlisi ölümün ne zaman geleceğini bilemediği için her an ölecekmişcesine ahirete hazırlıklı olur; “Bugün, yarın tövbe ederim” diyerek günahlara dalma gafletini göstermez.

Mutsuz ve hüsrana uğrayan kişi ise ömrünün faydalı mı, zararlı mı olduğuna bakmadan nefsin arzu ve istekleri yolunda sonsuz hayatı kazandıracak elmas değerindeki ömrünü boş yere harcar. Günahlara girmekte tereddüt etmez. Nefsin hoşuna gidecek şeyler yapmakta heveslidir. Ve o kadar dünya sarhoşudur ki bütün meselesi para kazanmak, makam ve mevki edinmek, şöhret peşinde koşmaktır. “Bunlar kabir kapısından öte işe yarar mı, yaramaz mı?” Bunları düşünmez bile. Varsa yoksa her şeyi dünyadır. Dünyanın geçici zevk ve lezzetleri peşinde koşar da koşar. Ölümle uyandığında ayılır, gerçeklerle yüzyüze gelir ama iş işten geçmiş olur.

Mutluluğu da, mutsuzluğu da insan kendi elleriyle seçiyor.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İnancımızı lekedâr eden söz ve deyimler



Halk arasında, “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” diye tam da yerinde, güzel bir söz var. Bu deyim bize herhalde ağzımızdan çıkan her sözün, dilimizden dökülen her ifadenin nezih ve güzel olmasını ihtar ediyor. Diğer bir ifade ile, her insan neleri söylediğinin farkında olmalı, çirkin ve uygun olmayan ifadeleri ihtivâ eden, edep dışı, galiz tabirlerden uzak durmalı.

“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” veya “Ağzından çıkanı kulağın duysun” sözü, çoğu zaman düşünmeden konuşan, ölçüsüz ve dengesiz söz ve ifadeleri dillendiren, maksadı aşan sözleri sarfeden insanlara ikaz ve ihtar için söylenir.

Bu meyanda toplumda o derece bir duyarsızlık ve yozlaşmaya şahit oluyoruz ki üzülmemek mümkün değil. Maksadını aşan, o kadar tuhaf ve mantıksız sözler karşısında bazen neler söyleyeceğimizi dahi bilemiyoruz.

“Sokak ağzı” diyebileceğimiz ölçüsüz olduğu kadar bir o kadar da mânevî hayatı tehlikeye sokacak söz ve deyimlere öyle aşina olmuş ki bazı insanlar, onları ikazla bu huylarından vazgeçirmek de mümkün değil.

Meselâ, böyle birisi “Orası Allah’ın unuttuğu yer” deyimini o kadar rahat, o derece halim-selim bir halde söylüyor ki, bu sözün ifade ettiği mânânın nereye varacağını dahi düşünmüyor. Adam güya böyle bir sözle, herhangi bir yerin, bir köyün mahrumiyetini veya imkânlardan yoksun olduğunu ifade etmeye çalışıyor. Ama böyle bir ifadenin, niyetinde olmasa dahi inancını ve manevî hayatını tehlikeye soktuğunu hiç de hesaba katmıyor.

Değil yeryüzünde, kâinatta Yüce Allah’ın unuttuğu bir yer, mekân olur mu? Böyle bir şeyi düşünmek kadar abes bir durum olur mu? Her şey O’na malûm ve O’nun hıfzındandır. O’nun ilminden, O’nun hıfzından hariç hiçbir şey yoktur. Zerreden şemse kadar her mevcut, O’nun taht-ı tasarrufundadır.

Yine halkın dilinde olan ve bizce sakıncalı olan diğer bir deyim de “O adam, tam da Allahlık” sözü. Veya “Hasan efendi Allah’lık bir insan..” “Ayşe teyze Allah’lık..” gibi söz ve deyimler...

Evet böyle sözlerin ucunun nereye kadar gidebileceğini düşünmeden sarfedilmesi ne kadar tuhaf, ne kadar tehlikeli olduğu anlaşılıyor herhalde. Sözde bir insanın zavallılığını, perişaniyetini veya bîçareliğini ifade etmek için ağızdan çıkan bu nev'î sözlerin, maksadı aşan deyimlerden olduğu iyice bilinmelidir. Bu sözleri sarf edenin niyeti ne olursa olsun, buradaki teşbih ve isnadın ne kadar tutarsız ve mantıksız olduğu hemen fark ediliyor. Böyle zavallı, bîçare insanlar, olsa olsa ancak Allah’ın eseri olabilir gibi bir anlam çıkar ki böyle bir mânâ, böyle bir sözü sarf edenin inancını, itikadını tehlikeye sokabilir.

Benzeri tehlikeli ve sakıncalı bir söz de, “Yukarıda Allah var!” Bu sözün de ne kadar tuhaf, ne derece tutarsız ve ölçüsüz olduğu belli. Yüce Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu, O’nun her mekânda, her anda hâzır ve nâzır olduğunu bilen her insanın böyle sözleri sarf etmekten çekinmesi gerekir.

Bunu böyle bilip, böyle inanmakla mükellef olan bir insanın, Allah’ı yukarılarda zannedip, böylece O’na yer ve mekân tayin etmeye tevessül etmesi, cehaletini ilân etmesi anlamına geldiği gibi, bu sözün sahibini de mesul eder herhalde.

Kısaca mü’min, ne söylediğini bilen, konuşmalarında ölçülü ve dengeli olan kişidir. Mü’min, ağzından çıkan söz ve deyimlerin mânâsını düşünür, yanlış mânâlara gelebilecek sözlerden kaçınır. İnancına uygun olmayan, manevî hayatını tehlikeye sokacak sözleri sarf etmekten şiddetle kaçınır.

Ağzımızdan çıkanı yalnız kulağımız değil; aklımız, kalbimiz de duymalı; aklımızın, kalbimizin, vicdanımızın kabul edemeyeceği, inanç ve itikadımıza uygun olmayan söz ve deyimler ağzımızdan çıkmamalı.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs sûresi ve tevhid mertebeleri-2



Mersin’den Yaşar Bey: “Sözlerde İhlâs Sûresinin ispat ettiği altı tevhid mertebelerinden ve reddettiği altı şirk mertebelerinden bahsedilir. Bunlar nelerdir?”

Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirmi Beşinci Söz’de Kur’ân’ın belâgatindeki i’câzın hikmetini açıkladığı Birinci Şûle’nin Birinci Şuâının İkinci Sûretine bir misal olarak verdiği sûrelerden birisi İhlâs Suresidir.

Konunun özeti şöyledir: Kur’ân’ın kelime ve cümle dizilişinde harika bir incelik ve birden fazla cümleyi bir cümle veya bir kelime içinde ifade eden benzersiz bir üslûp vardır. Saatin saniye, dakika ve saati sayan ve birbirinin nizamını tamamlayan kadranları gibi, Kur’ân’ın da kelimeleri, cümleleri, âyetleri, sûreleri birbirini tamamlıyor, birbirini ifade ediyor, birbiriyle sıkı bir münasebet içine giriyor. Kur’ân bu mükemmel nazmıyla çok cümleleri bir cümle veya kelime içine sığıştırıyor.

Meselâ “Kul Hüvellahü Ehad” (De ki: O Allah Birdir.)1 Sûresinde üçü müsbet, üçü menfî olmak üzere altı cümle vardır. Üçü açıktan tevhidi ispat ediyor, üçü de açıktan şirki reddediyor. Bu altı cümle, toplu olarak bakılırsa, altı tevhid mertebesini ispat ediyor, altı şirk mertebesini de reddediyor. Her bir cümlesi öteki cümlelere hem delil oluyor, hem de netice oluyor.

İhlâs Sûresinin her bir cümlesinin iki mânâsı vardır: Bir mânâ ile netice oluyor, bir mânâ ile delil oluyor. Demek İhlâs Suresinde, otuz İhlâs Sûresi kadar muntazam ve birbirini ispat eden delillerden meydana gelmiş sûreler vardır.

İhlâs Sûresinin, birbirini doğrulayan, tevhidi ispat eden ve şirki reddeden altı takdiri cümlesi şöyledir:

“1- Kul hüvallahü 2- Li ennehü Ehad. 3- Li ennehü Samed. 4- Li ennehü Lem yelid. 5- Li ennehü Lem yûled. 6- Li ennehü lem yekün lehü küfüven Ehad.”

Burada, İhlâs Sûresinin her bir cümlesi, bir önceki cümleyi doğruluyor, ispat ediyor ve sebebini açıklıyor. Bu durumda İhlâs Sûresinin mânâsı şöyle olur: “1- De ki o Allah’tır. 2- Çünkü O Ehad’dir. 3- Çünkü O Samed’dir. 4- Çünkü O doğurmamıştır. 5- Çünkü O doğmamıştır. 6- Çünkü O, hiçbir kimse Kendisine denk olmayandır.”

İhlâs Sûresinin, kendi içinde gizli, şirki reddeden sondan başa doğru altı takdiri cümlesi de şöyledir: “1- Ve lem yekün lehü küfüven Ehad. 2- Li ennehü Lem yuled. 3- Li ennehü Lem yelid. 4- Li ennehü Samed. 5- Li ennehü Ehad. 6- Li ennehü hüvallah.”

Burada, şirki reddeden son üç âyet öncelikle ele alınıyor. Şirkin neden reddedildiği baştaki üç âyetle açıklanıyor.

Mânâsı şöyledir: “1- Hiçbir şey O’nun dengi değildir. 2- Çünkü O doğmamıştır. 3- Çünkü O, doğurmamıştır. 4- Çünkü O, her şey Kendisine muhtaç olan, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır. 5- Çünkü O Ehad’dir. 6- Çünkü O, Allah’tır.”

İhlâs Suresinin, yine kendi içinde gizli, tevhidi ispat edip şirki reddeden bir başka altı takdiri cümle sıralaması da şöyledir:

“1- Hüvellah. 2- Fehüve Ehad. 3- Fehüve Samed. 4- Fe izen lem yelid. 5- Fe izen lem yuled. 6- Fe izen lem yekün lehü küfüven Ehad.”

Burada her cümle, baştaki ispat cümlesiyle açıklanıyor. Yani O’nun Allah oluşu, daha sonraki cümlelerde belirtilen sıfatları da beraberinde getirmiştir.

Mânâsı şöyledir: “1- O Allah’tır. 2- O halde O Ehad’dir. 3- O halde O Samed’dir. 4- Öyleyse O, doğurmamıştır. 5- Öyleyse O, doğrulmamıştır. 6- Öyleyse O, hiçbir şey Kendisine denk olmayandır.”2

Dipnotlar:

1- İhlâs Sûresi: 1

2- Sözler, s. 598, 599

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Annelerin tercihi…



Şefkat: Acıyarak ve esirgeyerek sevme, içten ve karşılıksız merhamet, karşılık beklemeden yardım etme.

Sû-i istimal: Kötü kullanma.

Şefkat kahramanı olan annelerin elmas misâl şefkat duygusunu kötüye kullanmaları Risâle-i Nur’da “validelerin şefkatlerini su-i istimâli” başlığı altında incelenir. Bediüzzaman Hazretleri bu noktada hanımları ikaz eder. (Hanımlar Rehberi, s. 19)

Hayvan annelerini dahi içine alabilecek hususiyette olan şefkat kahramanlığında hanımlar ne yaparlar da bu imtiyazlarını kötüye kullanırlar?

Anneler kendilerini ve uğruna hayatlarını feda etmekten çekinmedikleri yavrularını doğrudan doğruya Yaratıcılarının huzuruna götürebilecek potansiyelde olan bu duyguyu hangi tercihleriyle bozup, kısır bırakırlar? Evlâtlarının ebedî hayatlarını tehlikeye atıp, onları Cehennem hapislerine düşürürler? Yavrularını ahiret âlemlerinde şefaatçi değil de, “Benim imanımı neden takviye etmeden, helâketime sebep oldun” diye şikâyetçi yaparlar?

Oysa ki, anneler elmas misâl şefkat duygusunu kötüye kullanmasalar evlâtlarını ebedî bir hapis olan Cehennemden ve ebedî bir idam olan imansızlık içinde ölmekten kurtarmakla kalmayıp, vefat ettiklerinde arkalarında devamlı amel defterlerine sevaplar gönderen hayırlı bir mirasçı bırakacaklar…

Tıpkı, Bediüzzaman Hazretlerinin annesi Nuriye Hanım gibi… O küçücük Said’ini iman hakikatleriyle yetiştirmenin ücretini, hâlen almakta, amel defterine kıyamete kadar hayırlar kaydedilmekte. Çünkü, seksen bin zatlardan ders aldığı halde, annesinden aldığı dersleri hiç unutmadığını ifade eden Bediüzzaman’ın yazdığı eserler dünyanın dört bir yanında hâlen imanları kurtarmaya, takviye etmeye devam ediyor… “Sebep olan yapan gibidir” kaidesince de sevgili annenin amel defteri dolup taşıyor…

***

Hanımlar Rehberi’nde şefkatini sû-i istimal eden anneye örnek olarak, ileride rahat bir hayat sürmesi ümidiyle evlâdını hafız mektebinden alıp, “Oğlum paşa olsun” diye Avrupa’ya gönderen, bu uğurda bütün malını harcayan, her türlü fedakârlığı yapan bir kadın tipi çizilir.

Anne bu hatalı tercihinin faturasını ağır öder. Oğlu “paşa” olur, ama “adam” olamaz. İslâmî eğitimi tam almadığı için ana hakkına gereği gibi riayet edemez, çok kusurlar işler…

Hiçbir anne evlâdını ne dünyada, ne ahirette sıkıntılı görmek ister. Ama ne çare, ellerine İslâm fıtratıyla teslim edilmiş minik melekleri öyle bir eğitimden geçirirler ki neticede kendilerinin yanında çocukları da ne dünyada, ne ahirette rahat eder.

Bunun çevremizde medya ve san'at dünyasında yer alan o kadar çok örnekleri var ki…

Bu karmaşık görünen garip problemin cevabı biz annelerin tercihlerinde gizlidir.

Uçak yolculuğu yapmışsanız bilirsiniz. Acil durumlarda yardım için öncelikle annenin kendine oksijen maskesi vs…takması tavsiye edilir. Çocuğun sağlıklı bir şekilde kurtulması için öncelikle anne kendini sağlama almalıdır. Çocuk sağlığı için kilit nokta annedir.

Annenin yaptığı tercihler, hayata bakış açısı çocuğun ileriki hayatını mutlaka etkiler.

Günümüzde bilerek ve severek dünya hayatını, ahiret hayatına tercih etme hastalığı ne yazık ki biz anneleri de etkilemekte. Her şeyi madde ile ölçen bakış açısı, çocuğun eğitimi ya da evlilik gibi hayatî tercihlerimizi bile etkilemekte.

Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’nde (s.29) genç kızlara yaptığı ‘iâşe hatırı’ için İslâmî terbiye almayan, serseri ve tahakküme alışan birisiyle evlenip ubudiyet ve ahlâkını bozmak yerine ‘Köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışması ile kazanmak on defa daha kolaydır’ ikazını bir de bu açıdan okumakta fayda var.

Kızlarını böyle bir evliliğe zorlayan annelerin kulakları çınlasın!

Dikkat edelim de “bilerek ve severek dünya hayatını ahirete tercih eden anneler”den olmayalım.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Neden kişisel gelişemedik?



Özellikle özel teşebbüsün ciddî revaç bulduğu ortamda filizlenme imkânı bulan kişisel gelişim “edebiyatının” ürünleri olan kitaplar, kitapçıların raflarının en nadide yerlerini süsleyen kitaplardan. İnsanın kendisini tanımasına yönelik bir sürü başlıklarla piyasada arz-ı endam eden bu kitapları görünce düşünmeden edemiyorum: Bu tarz kitapların revaç bulması gerçekten sürekli ihmalden kaynaklanan kendimizi tanımamanın bir delili mi? Öyle olduğunda herkes hemfikir. O hâlde, kültür ve medeniyet dokumuzda “kendini tanıma, keşfetme” gibi motifler yok muydu? Varsa, neden kendimizi tanıma eksikliğimizin oluşturduğu boşluğu kişisel gelişim kitaplarıyla doldurma yoluna gittik?

Bu sorularla çerçevesini çizmek istediğim ve benim için az da olsa çelişkili görünen manzara şu: Edebiyatımıza şöyle bir göz attığımızda, özellikle en önemli kaynağı din olan dönemlerde, din motifleriyle süslenmiş edebî metinlerimiz “can içre bul cananı” türünden sözlerle bir şekilde insana içe bakış düşüncesi verdikleri hâlde, neden içimizdeki “ben”den habersiz kalmış ve kendimizin kâşifi olamamışız? Neden özellikle Batı kaynaklı kişisel gelişim kitaplarına can simidi gibi sarılma gereği duymuşuz?

Sahi, her ne kadar tasavvufî bir anlamı kast ederek söylemişse de, meselâ “Bir ben var bende, benden içeri” demiyor mu Yunus Emre? Ne garip değil mi? Bizi asırlarca etkilemiş tasavvuf ekolü en evvel nefsin tezkiye ve tasfiyesini isteyerek evvelâ nefsin tanınması hadisesinden başlamak gerektiğini söylüyorsa, dolayısıyla da bilinçli bir nefsin sağlıklı bir gelişim izleyeceğini öğretiyorsa, sizce de bazı yerlerde bir çelişki yok mu?

Evet, daima içe yönelmeyi tavsiye eden ve bunun ihmal edilmemesi gerektiğini dile getiren İslâm medeniyetinin, elbette ki “kişisel gelişim” konusuna tekabül eden kendini tanıma hususunu eksik bıraktığı düşünülemez. O hâlde bu boşluk, yöntemsizliğimizden kaynaklanmıştır. Ve bence böyle bir durumun ortaya çıkmasının sebebi, bu yöntemsizliğin beraberinde getirdiği vehimlerin hayatımızı yönetir hâle gelmesidir. Özellikle tasavvufî bakış açısı kendini tanımaya fırsat verdiği hâlde, bireye dışa yönelik aksiyoner bir tavır içinde kendini geliştirme açısından bir yöntem sunamamıştır. Bu da kişisel ve sosyal hayatımızın gelişiminde hareketlilik değil, durağanlığı doğurmuştur.

Asırlarca “Her şey O’dur” düşüncesiyle beraber kendisini yoklukla özdeşleştiren insanımız, Allah’ın san'at eserlerinden biri olan kendisi üzerinde, ancak fânilik noktasında bir fikir cehdi gösterebilmiştir. Tipik, Şeyh Gâlib’in, “Sen yoksun, o benler hep vehm-i gümânındır” mısrasında geçen düşünceler gibi. Oysa “Her şey ondandır” düşüncesiyle hareket edilmiş olsaydı, belki de şimdiye kadar kişisel gelişim konusundaki yöntemsizliğimiz bir şekilde çözümlenip bize has bir kişisel gelişim yöntemi ortaya çıkabilirdi. Dolayısıyla da bunun edebiyatını da yapabilirdik. Çünkü kâinat kitabını okuyan her insan, hemen her şeyin bir gelişime (tekâmüle) doğru yol aldığını görecektir. Dolayısıyla da aksiyoner bir gelişim çizgisini oluşturabilmek için yeteneklerini geliştirme adına bir yöntem ortaya koyabilecekti.

Batı edebiyat tarihi incelendiğinde, hep aksiyoner bir arayışın söz konusu olduğu görülecektir. Ancak edebiyatımıza baktığımızda ölümlü dünya üzerine kurulu durağan bir hayat anlayışı vardır. Aynı şekilde edebiyatımıza da yansıyan bu anlayış, büyük bir çoğunlukla edebî metinlerde de kendini gösterir. Batı etkisiyle dinî hüviyetinden kopan edebiyatımız da kendini keşfetme ve geliştirme yollarını Batıdan hecelemek durumunda kalmıştır. Kimbilir, edebiyatımızın yönü değişmeseydi eğer ve kendi içinde değişimi sağlayabilseydi, özgün bir kişisel gelişim yönteminin doğuracağı bir kişisel gelişim edebiyatı ortaya çıkabilecekti belki. İşte, bence asıl mesele bu!

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Günlük lâhika



Yeni Asya denildiğinde Risale-i Nur’un ve Nurculuğun akla gelmesi, gazetemizin en önemli özelliklerinden biri. Bu çağrışım, Yeni Asya’nın, nev-i şahsına münhasır, orijinal ve mümtaz vasfını gözler önüne seriyor.

Mehmet Kutlular’ın Zübeyir Gündüzalp’ten naklettiği “Yeni Asya bizim günlük lâhikamızdır” beyanı da aynı mânâyı dile getiriyor.

Bilindiği gibi, lâhika, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerine ve bazı talebelerinin de Üstada yazdığı mektuplara verilen isim.

Barla’da Risale-i Nur’un ilk telifi ile başlayıp devam edegelen bu mektuplar, bilâhare Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları 1 ve 2 olarak dört ayrı cilt halinde kitaplaştırıldı.

Bu kitapların başında, “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetkârları Tahirî, Zübeyr, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram” imzalarıyla konulan dört sayfalık geniş ve açıklayıcı bir “takdim” yazısı bulunuyor.

Bu takdimde lâhikaların önemi izah edilirken, nur hizmetinin ve Kur’ân dersinin talim ve ifasında, nur mesleğinin öğrenilmesinde ve hizmet devam ederken vâki olacak binler ahval ve hücuma maruz nur talebelerinin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, Kur’ân hizmetinin devamında kolaylığa vesile olacak ikaz ve ihtarlara ihtiyacın elbette zarurî, kat’î ve bedihî olduğu ifade ediliyor.

Takdimin devam eden satırlarında, “Nurun birinci talebesi” Hulûsi Yahyagil’in Üstada arz ettiği bir cevabî mektubunda geçen “Dünyayı unutmak isteseniz, başka hiçbir sebep olmasa dahi, yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız. (...) İhtiyaç da, hizmet de bitmemiştir” cümleleri aktarılıyor.

İşte, eserlerin tamamlayıcı bir unsuru olarak kitaplaştırılmak suretiyle külliyata dahil edilen lâhikaların başlıca yazılış gerekçeleri bunlar.

Risale-i Nur’un imanî bahisleriyle eşzamanlı olarak yazılmaya başlanıp Üstadın vefatından önceki en son dersiyle nihayet bulan lâhikaları okumak, kişiye hizmetin inkişaf seyrinin safahatını öğretir; her an değişen olaylara değişmeyen ölçülerle isabetli teşhis koyma melekesi kazandırır; hizmetin ihlâs ve istikamet çizgisinde inkişafını netice verecek parametreleri verir.

Nur talebeleri, diğer eserler gibi lâhikaları da sürekli okuyarak, gelişen ve değişen hadiseleri onlardan aldıkları ölçülere göre değerlendirmeye devam ettiler. Buna ilâveten, özellikle mübarek günlerde, havadis-i nuriyeyi, nur hizmetindeki yeni ve müjdeli gelişmeleri anlatan mektuplar hazırlayıp mahallere göndermek suretiyle lâhika geleneğini devam ettirdiler.

Hadiseleri Risale-i Nur’daki ölçüler ışığında yorumlamaya çalışan Yeni Asya da “günlük bir lâhika” olarak hizmet verme gayretinde.

Yeni Asya’yı düzenli olarak takip eden camia mensupları, hem günlük olayları ortak bakış açısıyla yorumlama imkânı buluyor; hem bünye içindeki vefat, doğum, hastalık, nikâh gibi gelişmelerden haberdar olup birbirlerinin acı ve sevinçlerini paylaşıyor; hem de Risale-i Nur’daki mesajların dış daireye ulaştırılmasına katkıda bulunmuş oluyorlar.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ayıran değil birleştiren din



İstanbul Belediyesi’nin dâvetlisi olarak İstanbul’a gelen ve buradan dünyaya İstanbul Boğazının ve Köprüsünün çağrısını ve mesajını sunan Hans Küng İslâmın hiçbir şekilde kökten dinci bir din olmadığını ifade ediyor. Bu anlamda Hintli Asghar Ali Engineer ve Beyza Bilgin’in de İslâmî referanslarla küresel ahlâk kavramını onayladıklarını ifade ediyor. Hans Küng İslâm’a göre de masum ve suçsuz bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğuna parmak bastı. İslâm insana ve hayata saygıyı esas almaktadır. Öldürme ve yok etme dürtüsünü ise mayalanma ve nüvelenme aşamasında iken yok ediyor. Bu anlamda Peygamberimiz ‘Katil de maktül de ateştedir’ buyurunca sahabiler şaşırıyorlar ve şunu soruyorlar: “Katili anladık da maktülün suçu ne?” Bunun üzerine Peygamberimiz kasıtta ve niyette eşit olduklarını nazara veriyor ve şöyle diyor: “Katil önce davrandığı için ötekini öldürdü. Maktul hızda katili geçseydi arkadaşını o öldürecekti...” Demek ki fiil kadar niyet de önemli. Burada adaletin ve hakkaniyetin önemi ortaya çıkıyor. Haksızlık ve yolsuzluk ahlâk ve adalete engeldir. Ancak adil insan inanmış insandır. İnsanoğlu kin hissiyle adaleti gölgelememelidir. Küng İslâmın zekât farizasıyla dayanışma kültürünü pekiştirdiğini anlattı. Yine sözleri arasında tölerans ve hoşgörü kültürünün ve onların da ötesinde sadakatin kesinlikle manipüle edilmemesi gerektiği üzerinde durdu. Zira manipülasyon güveni engeller. Güven ise bütün ilişkilerin temelidir, harcıdır. Bütün ilişki türleri güven üzerine kuruludur. İlişkileri dayanıklı ve metanetli kılan güvendir. Bu itibarla, güvenin manipülasyonlarla zedelenmemesi gerekir. Küresel ahlâk bağlamında eşitliğin de önemli olduğuna vurguda bulundu. Bu anlamda birbirini seven kadın ve erkeklere aynı statü sağlanmalıdır. Daima yasal zeminde kalınmalıdır. Allah’ın ilk mahlûku olarak da insan öncelenmelidir. Bu anlamda Hans Küng bir hadise atıfta bulunmuştur: “İnsan kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe kâmil mü’min ve insan olamaz.” Bir başka hadisi şerifte de ‘İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız’ buyurmuştur.

***

Hans Küng üç dinde ayıran noktalardan ziyade birleştiren noktaların ve müşterek alanların fazla olmasının kendisini ziyadesiyle bahtiyar ettiğini söylemiştir. Hukukun etiği manipüle etmemesi gerektiğini bilhassa hatırlatmıştır. Bazen kategorik hukuk evrensel olan ahlâkı manipüle edebilmektedir. Hazreti İsa’nın geliş nedeni tam da işte bu noktadır. Hukukun ahlâkı manipüle etmesi meselesi. Ama Pavlus ise ahlâkla hukuku maniple etmiştir. Yani piramidi tersine çevirmiştir. Veya başka bir ifadeyle Hazreti İsa’nın geliş gayesi, Yahudilerde yaygınlık kesbeden hile-i şeriyye veya hukukta çifte standart anlayışını tadil etmektir. Hukuki çifte standart, ahlâksızlığın ta kendisidir. Hans Küng hukuk ve inancın evrensel ahlâkı manipüle etmemesi gerektiğini de vurguluyor. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması kitabından önce 1990 yılında Küresel Ahlak kitabını yazdığını anlatan Hans Küng 1998 yılında Boğaz Köprüsü üzerinde söylediklerine bir kez daha atıfta bulunmuştur. Ona göre sözleri ütopya olarak değerlendirilmekten çok uzaktır ve hâlâ geçerliliğini korumaktadır. 1998 yılında Köprü üzerinde şunları söylemiştir: “Bizim köprülere ihtiyacımız var. Eskiden bu köprünün olması mümkün görünmüyordu. Ama bugün var. Bu şehrin geleceği ne olacaktır? 1300 yıldan beri devam eden kültür mirasının sahibi kim olacaktır? Laikler mi, modernistler mi yoksa köktenciler mi? Bu mirasın sahipleri İslâm’ın eskimeyen evrensel değerlerini muhafaza ederek bugüne taşıyanlar ve adapte edenler olacaktır. Köktendincilerin veya fundamentalistlerin bu mirasın sahibi olmalarını uygun bulmuyorum, İslâmiyet ayıran değil buluşturan ve barıştıran bir dindir...” Küng laikçi fundamentalistlerin de dindar fundamentalistlerin de bu mirasın sahibi olamayacaklarının altını çiziyor. Esasen köprü benzetmesi ve vurgusuna en fazla müracaat edenlerden birisi sabık Papa II. John Paul idi.

***

Küng kemalizmin ferdin manevî ihtiyaçlarına bigane ve yabancı kaldığını, cevap veremediğini ve bunun tamir edilmesi gerektiğini söylüyor. Bu noktada çarpıcı bir teklifi var: Müslümanlar veya dindarlar ülkeyi domine etmeye (ele geçirmeye) çalışmamalılar. Laikler de dini, kamu hayatından atmaya çalışmamalılar. Laikçiliğe göre fert ya ateist ya da agnostik olmalıdır. Bunu da Fransız etkisini bağlıyor. Siyasette İngiliz, laiklik anlayışında da Fransız etkisi bir çıkmaza yol açmış ve ülkeyi kilitlemiştir. Ele geçirme ve dışlama dürtülerini yanlış buluyor. Herhalde küresel ahlâk da buna amirdir.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Medyanın din ile imtihanı



Dinden habersiz medyanın, din ile/ diyanet ile ilgili her gelişme karşısında yanlış yorumları insanları çileden çıkarıyor. Gün gelir, “Müftü çarşafı savundu“ şeklinde haber başlığı kullanır, gün gelir “Toplu cuma namazı kılındı“ şeklinde yazılar yazarlar.

Nedense, hemen her gün yanlış haberlere imza atmaktan sıkılmayıp, yanlışlarından ders de almazlar. Yakın geçmişte de bir profesörün trenlerde mescit açılması talebini dillerine dolamış ve ‘mühim‘ yerlere jurnallemişlerdi...

Yanlışta ısrar etmeyi marifet kabul eden medya, son günlerde de müftülüklerce hazırlanan ‘hutbe‘lere karşı çıkıyorlar. Neymiş, İstanbul Müftülüğü hazırladığı bir hutbede, ‘sağ elle yemek yemeyi tavsiye ediyor‘muş. Haberin özeti şöyle: “İstanbul Müftülüğü Hutbe Komisyonu, önümüzdeki günlerde camilerde okutacağı ‘Sofra Adabı‘ başlıklı hutbeyle ‘Batı kökenli sol elle yemek yeme adeti‘ne karşı dini mücadeleye girişecek.“ (Hürriyet, 23 Şubat 2007)

Neyse ki bu defa ‘suçlanan‘ kişilere de söz hakkı verilmiş ve onlar da hakikati ap açık ifade etmişler: “Yemeğin sağ elle yenilmesi yönündeki temel kabul hadislere dayanır.“ (agg.)

Aslında bir batman yalanı bu gerçek, yakıp toz etmektedir: Sağ elle yemek yemeyi Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) tavsiye ediyor.

Peki, medya her ‘iyi‘ye karşı çıkmakla neyi hedefliyor? Milletin değerleriyle yabancılaşmak kime ne kazandırmış ki, medyaya kazandırsın? Bu haberin hedefi sadece ‘ilân etmek/ duyurmak‘ olsaydı, “‘Batı kökenli sol elle yemek yeme adeti‘ne karşı dinî mücadeleye girişecek“ denilmezdi. Medya, ‘sağ el ile‘ yemek yemeyi gereksiz bir hassasiyet olarak görse bile, bunu ‘önemli‘ bulanlara saygılı olmalıdır. Hiç değilse, iki el arasında tercih yapmamalı, ‘sağ‘ ele karşı ‘sol el ile yemek yemeyi’ savunmamalıydı.

Sağ el ile yemek yemek Peygamberimizin sünneti ve üzerinde ehemmiyetle durduğu bir tavsiyesidir. Bugün itibarıyla tesbit edilmemiş olsa bile, böyle olmasının çok ciddî ilmî gerekçeleri de vardır. Çünkü bütün Müslümanlar Sünnet-i Seniyyede gizli hikmetler olduğunu bilir ve buna inanır. Nasıl ki Peygamberimiz tarafından 1400 yıl önce tavsiye edilen pek çok konu, bugün neredeyse doktorların ‘reçete‘sine girmiş durumdadır. Öyle de yakın gelecekte ‘sağ el ili yemek yeme gereği de reçetelerde yerini alabilir. İnsanlar, Hz. Peygamberin sadece yemek ve içmek ile ilgili tavsiyelerine uymuş olsa idi, pek çok hastalıktan kurtulabilirdi. “Az ye!”mek en birinci tavsiye değil midir? “Obezite/şişmanlık”la mücadele eden hekimlerin de bugün ilk tavsiyesi bu değil midir?

Tabiî ki Müslümanlar, Peygamberimizin tavsiyelerini sadece ‘sağlığa faydalı‘ diye yapmazlar. Asıl maksat, Allah rızasını kazanmak ve ibadettir. Diğer faydaları sadece teşvik olarak görülmeli...

Medya; din ve diyanet ile ‘kavga‘yı değil, onu anlamayı denese bundan herkes kârlı çıkacak...

25.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Boş tartışmalar



Şu siyasetçilerimiz de enteresan doğrusu. Hep kavga edecek bir konu buluyorlar. Yeri geliyor, ülkenin önemli sorunlarına çözüm teklifleri yapmayı bırakıp incir kabuğunu doldurmayacak “boş tartışmalar” yapıyorlar. Yeri geliyor, gereksiz polemiklere giriyorlar.

Bildiğiniz gibi, Salı günleri partilerin grup toplantılarının olduğu bir gündür. Liderler Meclis televizyonundan canlı olarak yayınlanan programda gündemdeki konularla ilgili görüşlerini açıklamak ve “canlı yayın”ın faydalarından yararlanmak için eteklerindeki bütün taşları burada dökerler. Seçmene selâm vermek için (TRT 3, yani Meclis TV’den) canlı yayını fırsat bilirler. Siyasetçiler arasında yaşanan pek çok polemik bu konuşmalardan çıkar…

Her hafta olduğu gibi geçtiğimiz hafta da parlamentoda grubu bulunan üç partinin grup toplantıları vardı. Normal şartlarda, saat 11.00’de AKP, 12.00’de ANAP, 13.00’te de CHP’nin grupları olurdu. Ancak bu sefer farklı oldu. Erdoğan 11.35’te gelip, bir de sloganlı bir grup toplantısı yapınca olan oldu. Ziyaretçilerin çoğunluğunun gençlerin olduğunu görmüş olmalı ki, başbakan “Konumuz gençlik” diyerek söze başladı. Başladı başlamasına da konuşması ne mümkün… “Gençler için şunları yaptık, bunları yaptık” dedikçe grup salonunu miting meydanına çeviren gençler, “Denizli seninle gurur duyuyor”, “Yozgat seninle gurur duyuyor” türü sloganları atarken, başbakanın tribünlere bakıp, gülücükler saçması, gençleri coşturdukça coşturdu. AKP’li gençlerin “karizmatik başbakan” diye slogan atması başbakanı hayli keyiflendirdi. Sloganlar atıldıkça başbakanın konuşması da uzadı… TBMM Grup toplantı salonu adeta miting meydanına döndü. Başbakan, hem Necip Fazıl’dan, hem Nutuk’tan pasajlar okumayı da ihmal etmeden konuşmasını tamamladı…

* * *

Ama Erdoğan bir şeyi unutmuştu. O da kendisinden sonra konuşacak parti liderlerini…

Erdoğan, AKP’den seçilip, sonra partiden istifa edip ANAP’ın başına geçen Mumcu’ya tepkisini değişik vesilelerle gösteriyor. Bazen gittiği toplantılarda onu görmezlikten geliyor, bazen Meclis’te konuşmaya başlayınca genel kurul salonundan çıkıyor. Bu defaki tepkisi de bu muydu bilmeyiz, ama bu defa yaptığı şey Erkan Mumcu’yu hayli sinirlendirdi.

Buraya kadar normal… Normal olmayan konuşmanın 12.00’de bitmesi gerekirken 13.00’e kadar sarkması “küçük muhalefet” ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu’yu hayli sinirlendirdi. “Şimdi bize kaldı 7 dakika. Bize yapılan haksızlığı biz de CHP’ye mi yapalım, hayır biz bunu yapmayacağız” diye başladı Mumcu, Erdoğan’ın yaptığını, “Bu bir sabotaj, bir hak bilmezlik, hak hukuk tanımaz bir cüretkârlık” olarak değerlendirdi. Tepkisini, “Türkiye’nin bir tek problemi var. O da ahlâk. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” diyerek devam ettirdi.

Baykal’ın “süreyi paylaşalım” notu bile Mumcu’nun sinirlerini yatıştırmasına yetmedi. Konuşmasını yakın zamanların en kısa süreli konuşması ile bitirdi. 7 dakika kaldı dedi, ancak konuşmasını 17 dakikada bitirdi, kürsüden indi… Bülent Ecevit’in hastalığının arttığı günlerde böyle kısa grup konuşmaları yapıyordu. Mumcu böylece bir “tarihî 17 dakikalık grup konuşması rekoru”na imza atmış oldu. Mumcu’nun, önceki grup konuşmaları gazetelerde yer almıyordu, böyle bir tartışma ile neredeyse bütün gazetelerde ve televizyonlarda yer bulmuş oldu…

Grup konuşmalarını en çok uzatan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dır… Baykal 13.00’de başlasa da, 13.30’da başlasa da; 15.00’de başlayacak genel kurul saatine kadar konuşmasını sürdürür. Tabi bu konuşma dinleyenleri de, o konuşmayı haber yapacak muhabirleri de bıktırır. Bu hafta da aynısını yaptı… Milleti bıktırırcasına…

* * *

Bir tarafta cumhurbaşkanlığı seçimi, bir tarafta tekrar ısıtılan erken seçim tartışmaları, ittifak meseleleri, Türkiye’nin yanıbaşında Irak kan gölüne dönmüş, İran üzerinde baskılar artıyor. Ortadoğu’da yaşanan kaosun yaşandığı böylesine bir dönemde bu tür boş kavgaları “ibret için” hatırlattık.

“Millet gider Mersin’e biz gideriz” tersine atasözümüzü söyleyenler ne güzel söylemiş. Ülkenin bunca problemi varken, neler tartışıyoruz?

* * *

Mert değil ki…

Geçen haftaki bir yazımızda İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in “mert olmadığı”nı, sözünde durmadığını söylemiş, “mert ol” demiştik. Erdoğan’ın resmî davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Olmert, Mescid-i Aksa Camii’nin etrafında yaptığı çalışmanın yanlış anlaşıldığını, Türkiye’den bir heyetin gelip inceleyebileceğini kabul ettiğini söylemiş, biz de buna inanılmaması gerektiğini söylemiştik. Haklı çıktık. Olmert ‘mert’liğini yine gösterdi. “İnceleme heyeti diye bir şey yok, Türk ilgililer gelip ziyaret edecekler” diyerek... Onun için bir kez daha diyoruz, bu Olmert’e güvenilmez.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004